(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Melis Alphan" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Melis Alphan" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Melis Alphan
Onlar mutlu olmasın da kim olsun
21 Aralık 2016

Havalimanından 1.5 saatlik kara yolculuğuyla Semporna’ya geliyor, oradan da bir sürat teknesi tutup 1.5-2 saat okyanusta açılıyorsunuz.
45 dakika sonra zaten mavilikten başka bir şey görmüyorsunuz. Ve en sonunda okyanusun ortasında kazıklar üzerine kurulmuş ahşap evlerden oluşan köye varıyorsunuz.
Burada Bajau Su Çingeneleri yaşıyor. Sistemin tamamen dışında; devlet baskısı, toplum baskısı veya dini baskılar olmadan yaşayan bir topluluk.
Bu insanlar bizim çağdaşımız, başka bir yüzyılda ya da başka bir gezegende yaşamıyorlar.
Ama sürekli gülüyor, yağan yağmurdan, doğan güneşten mutlu oluyorlar.
İhtiyaçları kadarını okyanustan alıp onunla yetinebiliyor, fazlasına göz dikmiyorlar.
Demek ki üzerinde baskı yaratan sistemleri kaldırdığınızda insan aslında barışçıl, huzurlu ve kendi kendine yetebilen bir canlı.
Bajauların sığınacak bir kulübeleri, karınlarını doyuracak kadar yiyecekleri var ve mutlular.
Akşam 3 tane balık mı yiyecek, 3 balık tutup evine dönüyor; yarım saat daha kalsa 4’üncüyü, 5’inciyi yakalayacak ama bunun peşine düşmüyor.
“Bugünü hallettik” diyor ve toplanıp gidiyor.
Bize dönüp bakarsak... Bir sistemin içinde kıstırılmış durumdayız. Bu sistem yoksulu da, zengini de köleleştirmiş. Üzerimizdeki baskılarla mutlu ve huzurlu yaşamlar sürmemiz hiç de kolay değil. Bunu antidepresan kullanım oranlarına, kendini yoga ve meditasyona verenlerin sayısına bakıp görebiliriz.
Bajauların varlığını ve yaşam tarzlarını Hasan Cem Araptarlı’nın “Su Dünyası” adını verdiği fotoğraf kitabından öğrendim.
Araptarlı Myanmar, Kamboçya ve Bajau Su Çingeneleri’nin yaşadığı yerlere yaptığı seyahatlerde çektiği fotoğrafları kitaplaştırdı.
Bajauları şöyle anlatıyor: “Pasifik Okyanusu’nun batı kıyılarında, Malezya açıklarındalar ama Malezyalı değiller. Okyanusun ortasında unutulmuş insanlar. Hiçbir yere ait değiller, dinleri yok, yazılı bir tarihleri yok. Dillerini sadece kendileri biliyorlar. Yazılı bir dil de değil, nesilden nesle geçiyor.”



Bajaular birkaç yüz yıl önce Filipinler’den kovulduklarında ev olarak kullandıkları teknelerine atlayıp Malezya açıklarına gelmişler. Okyanustaki adalardan kestikleri ağaçlarla evlerini okyanusun ortasına yapmışlar.
Malezya açıklarında böyle irili ufaklı 50 civarında köy olduğundan söz ediyor Araptarlı:
“Okyanusla beraber kurallarını koydukları bir hayat yaşıyorlar. Semporna’ya yakın köyler de var ama oralarda uzak köylerin hissi yok. Çünkü onlar sistem ağının içindeler. Oralarda geçen tankerleri görüyorsun ve tam olarak kendini bu dünyanın dışında hissetmiyorsun. Ama karadan 2 saat açılıp vardığın köylerde içini bambaşka bir his kaplıyor. Masal gibi.”
Araptarlı’nın dediğine göre, üzerlerinde hiçbir baskı olmaması ve doğayla baş başa yaşamaları onları çok özgür kılıyor.
Araptarlı bu kitabıyla dünyanın en prestijli fotoğraf ödülü olan International Photography Awards’de 162 ülkeden 17 bin 32 katılımcı arasından sıyrılıp takdire değer görüldü.
ND Awards’de ise birincilik ödülünün sahibi oldu.
Kitabı kitapçılarda bulabilirsiniz. Sergisi ise 14 Ocak’ta Nişantaşı’ndaki Çağla Cabaoğlu Galeri’de açılıyor. Kaçırmayın.

Yazının devamı...
Ölene üzülüyor, yaralıyı unutuyoruz
18 Aralık 2016


Oysa çoğu zaman yaralıların hali ölmekten beter. Biz birkaç sıyrıkla atlattıklarını varsayarken, onlar uzuvlarını kaybederek yaşamlarını sürdürmek zorunda kalıyor, kimisi komadan çıkamıyor bile. Ama biz niyeyse dönüp o tarafa pek bakmıyoruz.

 

*

 

Birkaç ay önce Cihangir’de bir apartman dairesindeki doğalgaz patlaması nedeniyle sokaktaki simitçi ölmüştü. Herkes o simitçiye üzüldü. Oysa o patlamada yaralanan ve hiç de ucuz kurtulmayan biri daha vardı; taksi şoförü Veysi Bulut.

 

Bulut beyin kanaması geçirdi, omur kemiği kırıldı, aylardır eli ayağı tutmuyor ve şuuru kapalı.

 

33 yaşındaki Bulut, 13, 10 ve 1.5 yaşlarında üç çocuk babası.

 

Bulut, hafta içi şehir içinde nakliyecilik yapıyordu; iki kamyoneti vardı. Taksisinin sahibiydi ama plakası kiralıktı. Hafta sonları taksisinin şoförü dinlensin, ailesiyle, çocuklarıyla vakit geçirebilsin diye taksiyle kendisi işe çıkıyordu. Patlamanın olduğu gün de durakta, sırasını bekliyordu. İşte tam o sırada binadan kopan moloz parçaları aracının üzerine düştü ve Bulut altında kaldı.

 

*

 

Şimdi sadece Bulut değil, ailesi de perişan.

 

Karısı ev kadını, bir geliri yok. Evleri kira.

 

Mecburen masrafları ödemek için ailesi Bulut’un taksisini sattı, kardeşi Mehmet Bulut da kendi evini satılığa çıkardı.

 

Veysi Bulut devlet hastanesinde kalıyor ama eldeki para masraflara yetmiyor. İlaçlarını ailesi ödüyor. Hatta ilaçlardan biri Türkiye’de olmadığı için zor bela Almanya’dan getirttiler. Taburcu olacak diye evi elden geçirildi, oksijen makinesinden tutun da yatağa kadar pek çok şey alındı.

 

En son kaymakamlık bir kereye mahsus olmak üzere 2 bin TL yatak parası verdi; 200’er TL de mutfak masrafları ve çocuklara kıyafet parası için ödedi.

 

Kolları, bacakları kasılmış, boğazı delinmiş, bilinci kapalı, yatalak bir hastadan söz ediyoruz.

 

Bahçelievler’deki devlet hastanesi “Artık bizim yapabileceğimiz bir şey yok” diyerek Bulut’u taburcu etmek istiyor, ailesi ise çok ağrısı olduğu için ve iyileşebilmesi için daha iyi bir tedavi görmesi gerektiğini düşündüklerinden onun Çapa veya Cerrahpaşa gibi bir üniversite hastanesine nakledilmesini istiyor ama yer bulamıyorlar. Kimse de yardımcı olmuyor.

 

*

 

Çocukları perişan. Kendilerini derslerine veremiyorlar. Aile, çocuklara okusunlar diye yalvarıyor; “Babam bu haldeyken ben nasıl sınava gireyim?” diyen çocuğu zar zor TEOG sınavına girmeye ikna ettiler. Çocuklar babalarını görmeye gittiklerinde kendilerini zor tutuyor; onları duymadığını bilseler de “Baba biz buradayız, yanındayız, sen çok güçlüsün, atlatacaksın” diyor. 

 

Anneleri deseniz, çocuklarla mı ilgilensin, kocasını mı düşünsün? Çocuklarla ilgilenmekten 1.5 aydır hastaneye kocasını görmeye gidemedi.

 

Bulut’un babası en büyük oğlunun başına gelenler nedeniyle bitap düştü; kardeşlerinden biri 1.5 ay önce doğan bebeğini daha bir kere kucağına aldı.

 

*

 

Bulut’un seveni çok. Taksisinin şoförü ailesinin kapısına gelip ağlıyor; “Veysi’nin hakkını ödeyemem. Babam beni aramazdı, Veysi gece 01.30’da ‘Abi sen evine gittin mi?’ diye arardı” diyor. Nakliye kamyonunun şoförü deseniz, maaşını almak istemiyor.

 

*

 

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı iddianamede, patlamanın meydana geldiği evin sahibi ile iki İGDAŞ görevlisi ve bir teknik servis elemanı hakkında ‘Taksirle bir kişinin ölümü, bir kişinin de yaralanmasına neden olmak’ suçundan 15 yıla kadar hapis cezası isteniyor.

 

Ev sahibi mutfak ocağı ve kombi değişikliğini İGDAŞ’a bildirmemiş. Olaydan birkaç gün önce alt kattakiler “Gaz kokusu geliyor” diye İGDAŞ’ı aramış. İGDAŞ’tan gelen elemanlar ise “Bizim yapacağımız bir şey yok. Elektrikçi çağırın” demiş.

 

Yani suçlular ortada.

 

Dava şubatta görülmeye başlanacak.

 

Ama ülkemizde adaletin kağnı hızıyla yürüdüğünü ve bu davanın da yıllar süreceğini düşünürsek, Veysi Bulut’a ve ailesine ne olacak? Onlara kim yardım edecek?

Yazının devamı...
Yeni nesil, bu öğretmenlerin ve okul müdürlerinin eseri mi olacak?
16 Aralık 2016

Milli Eğitim Bakanı “PISA’ya sadece fen liseliler girseydi 3’üncü olurduk” dedi. Türkiye’nin başarısızlığının nedeni olarak gösterdiği meslek liselerinin sınavdaki başarı ortalamasının ise imam hatiplerin 62 puan üzerinde olduğu ortaya çıktı. 

 

İnsan merak ediyor; o zaman neden diğer okullar da fen lisesi düzeyine getirilmiyor?

 

E çünkü memlekette çocukların başarısı için çalışmaktan ziyade, önüne gelen onları ‘dize getirme’ peşinde.

 

*

 

Her gün önümüzden geçen haberler malum.

 

“Kız ve erkek öğrenciler yan yana oturmayacak” talimatı veren okul müdürleri...

 

Erkek sınıf arkadaşıyla yan yana oturdu diye kız öğrenciyi okuldan atmakla tehdit eden ve intiharına neden olan müdür ve öğretmenler...

 

Teneffüste erkek arkadaşlarıyla aynı sıraya oturan kız öğrencilere “Siz kâfir misiniz? Hayat kadını mı olacaksınız?” diye bağıran veya söz almak isteyen kız öğrenciye “Önce türban tak, sonra söz iste” diye had bildiren müdür yardımcıları...

 

Eşcinsel öğrenciye “Geri zekâlı, senin özel hayatın olamaz. Senin özel hayatını ben çizerim” deyip başka bir okula naklini isteyen müdür...

 

12 yaşındaki 6 kız öğrenciye su savaşı yaptılar diye dayak atan, öğrencilerden ikisini hastanelik eden okul müdürü...

 

Okul arkadaşı tarafından taciz edildiğini söyleyen 14 yaşındaki bir kız öğrenciyi susturmak isteyerek kızı intihara sürükleyen öğretmenler...

 

“Kadın seks objesidir. Tayt giyen kadın bende şehvet uyandırır. Ben bu kıza baktığım zaman şehvet duyuyorum” diyen din öğretmenleri...

 

Kız öğrenciye “Bu bacaklarla otobana çık” diyen beden eğitimi öğretmeni...

 

*

 

Laiklik dinsel kuralların dinsel alanlar dışına taşırılmamasını öngörürken herkes bunu unutmuşa benziyor.

 

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından kimi yerlerde çok küçük çocuklara yönelik Kuran kursları açıldı.

 

Çaycuma’da, geçtiğimiz yıl okullardaki yılbaşı etkinliklerini yasaklayan Milli Eğitim Müdürü bu kez okullara yazı göndererek Öğretmenler Günü’nde camide yapılacak hatim etkinliğine tüm okul müdürlerinin gelmesini istedi. 

 

350 bin öğretmen üyesi olan Eğitim Bir Sen şöyle bir açıklama yaptı: 

 

“Sizleri Kuran-ı Kerim, Hz. Muhammed’in hayatı, temel dini bilgiler derslerini seçme konusunda duyarlı olmaya davet ediyoruz. ‘Bu dersler bu alana (TEOG, YGS, LYS) katkı sunmaz, bu dersler seçilmesin’ diye sizi vazgeçirmeye çalışan idareci ve öğretmenlerle karşılaşırsanız durumu Milli Eğitim Müdürlüğü yetkililerine bildirin.”

 

*

 

Bu arada öğrencisiyle kaçan evli okul müdürü mü ararsınız... Kız öğrencileri okulun kazan dairesine götürüp onlara sigara ikram eden okul müdürü mü beğenirsiniz... 4 kız öğrenciye cinsel istismarda bulunan müdür yardımcısı mı alırsınız...  

 

Kız öğrencileri taciz eden sınıf öğretmeni, 10 kız öğrenciyi taciz eden matematik öğretmeni, kız öğrencileri cep telefonuyla taciz eden din öğretmeni, 13 öğrenciye istismarda bulunan okul müdürü, 12 öğrenciyi taciz eden Türkçe öğretmeni, 3 öğrenciyi hipnotize edip tecavüz eden müdür yardımcısı, öğrencilere cinsel istismarda bulunduktan sonra ceza almak yerine başka okula atanan öğretmen...  

 

Daha sayayım mı?

 

İstanbul’dan Ankara’ya, Kocaeli’nden İzmir’e, Mersin’den Adana’ya, Ordu’dan Antalya’ya, Eskişehir’den Aydın’a her ilde pek çok yerde okulların durumu bu.

 

*

 

Sizin anlayacağınız...  

 

Bu ülkenin okullarında eleştirel düşünmeyi yaygınlaştırmayı dert edinen, çocuk haklarını umursayan, toplumsal sorunlara duyarlı, dogmatik düşünceden uzak, sorgulayan, kendi fikirlerini oluşturabilen insanlar yetiştirme arzusunda olan öğretmenler var olmasına var. Ama ne yazık ki bunların tam tersi eğilimde öğretmen sayısı da az değil.

 

İnanılmaz ama öğrencilerin eline idam ipi verip onları barbarlaştıran öğretmen gördük!

 

Bırakın PISA’yı falan, son yıllarda yetişen neslin ciddi bir kısmı, tartışma ve uzlaşma kültürünü edinemediğinden sadece akademik başarımız dibe vurmayacak...

 

Toplumsal anlamda da bizi çok zor günler bekliyor.

 

Öğrencilerden önce öğretmenleri ve okul yöneticilerini eğitmekten başka çare yok. 

Yazının devamı...
Kadınlar mutfaklarını gelir kapısı yapacak
14 Aralık 2016

Evde de yemek yapmıyorlar ya da belki yapamıyorlar. Belki zamansızlıktan, belki de alışkanlıkları olmadığından.
Girişimciler elbette bunu fark etti; fabrikalarda asgari ücretlerle çalıştırdıkları gençlere yaptırdıkları yemekleri “gurme ev yemekleri” gibi isimler vererek internetten satmaya başladılar.
Daha fenası, kendine esnaf lokantası diyen cadde üstü yerlerin de hemen hepsi artık yemeklerini yemek fabrikalarından alıyorlar.
Her yerde yemeklerin tadı aynı.
Burada fark yaratacak yeni bir oluşum var.
Adı MamaMe. Kendilerine şirket değil, platform diyorlar. Zira kâr etmek gibi bir amaçları yok.
MaMe adlı bir kooperatifleri var ve bu kooperatifin üyesi kadınlar var. Bu kadınlar evlerinde yaptıkları yemekleri satacaklar.
Çoğunluğu emekli, bir kısmı çocukları evlenip evden gidince “Yemek yapacak kimse kalmadı” diye üzülen kadınlar.
Diğerleri ise evde zaten çocukları için pişirenler.
4 kişiye yaptıkları yemekten 20 porsiyon yapmaları sağlanacak. Onlara ücretsiz hijyen, tadım ve gıda iletişimi eğitimleri veriliyor.
Kooperatif çatısı altında çalışacaklar ve mutfakları bir gelir kapısına dönüşmüş olacak.
Bir yandan da yemeklerine puan verilecek, sayfalarına yorumlar yazılacak; fark edilecekler, fark yaratacaklar ve para kazanıp kalkınacaklar.
Bu kadınlar, sosyal ekonomik durumlarındaki düzelme sayesinde bağımsızlıklarını kazanıp dik duracaklar. Şu anda telefon kontörü için kocasına ricacı olan kadınlar ayda 2 bin 500 TL civarında para kazanabilecek.
MamaMe’nin önceliği ev kadınlarını ve emekli kadınları desteklemek.
Onları desteklerken, anne yemeklerini özleyenleri de mutlu etmiş olacaklar.
MamaMe kuryeleri her gün belirlenen saatlerde onlardan yemekleri alıp sipariş sahiplerine ulaştıracak.
“Evde yaşayan gençler, sevgililer, yalnızlar, yeni evliler, hatta tek çocuklular gibi sadece İstanbul’da sayısı 4 milyona yakın bir kitle var. Bu insanlara ‘anne yemeği’ yedirmeye çalışacağız” diyorlar.
Ocakta MamaMe’nin ilk paketleri kadınların evlerinden çıkıp alıcıların evlerine ulaşacak.
Yemekler sıcak olmayacak ama sağlıklı, lezzetli ve temiz olacak.
İşyerinde veya evde 5 dakikada ısıtılıp gerçek tencere yemeği yenilebilecek.
Hem de kadınların güçlenmesine katkıda bulunmanın vicdan rahatlığıyla.
Daha çok kadına ulaşmak arzusundalar. Bu kooperatife katılmak isteyen kadınlar mamame.com.tr/basvur adresinden başvurabilir ya da (0212) 337 57 94 no’lu telefonu arayabilirler.
Kadınları güçlendirmek için, onları ekonomiye katmaktan başka bir seçenek yok. Bunlar da ufak adımlar.
Çoğalması dileğiyle...

Yazının devamı...
İnsan çocuğu yok diye sevinir mi hiç!
11 Aralık 2016

Zira Beşiktaş’ta oturuyorum ve Beşiktaş’tan Taksim’e giden sarı dolmuşlara düzenli olarak biniyorum.

 

Cumartesi gecesi iki patlama da yaşadığım mahallede gerçekleşti. Annem, kardeşim ve en yakın arkadaşlarımdan biri Maçka’da, parkın dibinde oturuyor. Ben ise stadın yanından o sarı dolmuşla geçeli daha iki saat olmamış.

 

“O dolmuşta ben de olabilirdim” ya da “Yakınlarımı patlamada kaybedebilirdim” noktasını çoktan geçtik sanırım.

 

Bu kanlı saldırılar o kadar hayatımızın içine girdi ki, herhangi birinde herhangi birimiz olabilirdi, olabilir.

 

Kendi adıma tek tesellim, çocuğumun olmaması.

 

İnsan çocuğu yok diye sevinir mi hiç?

 

Bu ülkede insanın sevinçleri bile yaşamın akışına ters!

 

*

 

Ölenler, yaralananlar canımızı acıtıyor acıtmasına...

 

Ama galiba en çok, bunu fırsata çevirmeye çalışanlar, daha bombaların dumanı üstündeyken erk sahiplerine yaranma çabasına girenler can yakıyor.

 

Hiçbir şey olmasa, ayıptır.

 

Daha kaç ölü, kaç yaralı var bilinmezken başkanlık sistemini buna bağlayan mı ararsınız, hiç alakası olmayan yerde bu kanlı saldırıları barışçıl Gezi eylemleriyle başlatan mı beğenirsiniz...

 

Stadın çatısından ceset toplanırken, evet, bazılarının derdi bunlardı.

 

İnsanlığını unutmuş, kalbi kurumuş, vicdanını yitirmiş, izanını kaybetmiş kimilerinin tek derdi makam, mevki ve güç. Kraldan çok kralcı onlar.

 

*

 

Onları bırakalım da...

 

Biz ne yapacağız?

 

Hayat devam ediyor etmesine ama herkes hayatını değiştirmek zorunda kalıyor.

 

Memleketten gidebilen gidiyor. Gidemeyen gitmeye çalışıyor.

 

Teker teker mahallelerden ayağımız kesiliyor. Beyoğlu’na gitmiyor artık insanlar mesela. AVM’lerden uzak duruyorlar. Metrodan kaçınıyorlar. Şimdi de Maçka Parkı’na ayak basmayacaklar. Oysa bu park şehrin bu yanındaki insanların, özellikle de çocukların nefes almak için sığındığı belki de tek yeşil alandı.

 

Her akşam bebeğini Maçka Parkı’nda gezmeye götüren bir arkadaşım var. Bir daha götüreceğini sanmam. O bebek de artık betonların arasında büyümeye, egzoz gazını soluyarak gezinmeye mahkûm. Ya da gidecekler bu diyardan.

 

Yani, ne dersek diyelim, nasıl bir Pollyanna’cılığa sarılırsak sarılalım, hayat devam etmiyor... Dilediğimiz kadar kendimizi kandıralım.

 

Bu da demektir ki...

 

Alışmıyoruz, alışamıyoruz.

 

Sadece sağ kalmaya çalışarak geçen bir hayata nasıl alışır ki insan?

 

Hem de her gün önünden sivillerin, askerlerin, kadınların, işçilerin, çocukların cesetleri geçerken.

 

*

 

O akşam sarı dolmuştan inip Beşiktaş çarşısının içinden Ihlamur’a, evime doğru yürürken taraftarlar sokağın iki yanındaki kaldırımları doldurmuş, akın akın sahile iniyor, stada doğru yol alıyorlardı.

 

Onları yararak aksi istikamette ilerlemeye çalışırken akıntıya karşı kulaç atıyormuşum gibi hissettim.

 

Beni yolumdan alıkoyan, yavaşlatan ve bitkin düşüren bir akıntı.

 

Bu ülkede yaşamak da aynen öyle değil mi?

 

Her birimiz, her daim akıntıya karşı yüzmeye çalışan yorgun, bitkin ve sadece yarından değil, bugünden de korkan insanlarız artık.

 

Tüm dertler rafa kalktı; can derdi aldı onların yerini.

Yazının devamı...
Kadına ‘Her yerim kapalıydı’ açıklaması yaptıran düzene yazıklar olsun!
9 Aralık 2016


Kadın tekmeleyenleri serbest bırakan yargının...

 

Kadınların nasıl oturup kalkması, nasıl konuşması, nasıl gülmesi, nasıl üremesi, ne giymesi, ne yemesi, ne içmesi ‘gerektiği’ konusunda durmadan ve doymadan ahkâm kesen siyasetin...

 

Halihazırda hasarlı bir toplumu elbirliğiyle getirdiği yer ortada.

 

Son 3 aydan 3 olay...

 

*

 

Eylülde, Ayşegül Terzi Maslak’ta hemşire olarak çalıştığı hastanede nöbetini bitirdi; evine gitmek için otobüse bindi.

 

Arka koltuklarda karşı sırasında oturan bir adam Terzi’nin şort giymesini bahane ederek ona hakaretler yağdırmaya başladı. Şort giyen kadınların ölmesi gerektiğini, yaşamaya hakları olmadığını söyledi. Birkaç dakika sonra yerinden kalktı, Terzi’nin önüne geldi, tepedeki demirden güç alarak kadının suratına tekme attı.

 

Başta adam tutuklanmadı. Kamuoyu kıyameti koparınca tutuklandı. 37 gün tutuklu kaldıktan sonra ise “Fırtına dindi” diye düşünülmüş olmalı ki, adam tahliye edildi.

 

*

 

Geçtiğimiz ay İpek Atcan, metro istasyonundaki bankta oturmuş treni beklerken adamın biri “Ne oturuyorsun lan öyle bacak bacak üstüne?!” diye bağırarak onu tekmeledi. Atcan kalakaldı. Etrafındaki insanların hiçbiri de adama “Ne yapıyorsun?” diye çıkışmadı. Daha sonra Atcan olayı anlattığı blog yazısında, başına bir şey geleceğini bile bile, korkarak ama hâlâ korkmuyormuş gibi yaparak yaşamaya çalıştığından söz etti ve ekledi: “Belki de birkaçımız yitip gidince aklımız başımıza gelir. Çok geç olmaz umarım. Belki de zaten artık geçtir de inanmak istemiyoruzdur.”

 

*

 

En son 3 gün önce Manisa’da, spor yapmak için evinin yakınındaki parka giden Ebru Tireli’yi yoldan geçerken gören bir adam arabasından inip ona yaklaştı, “Bir daha burada yürüyüp spor yapmayacaksın” dedikten sonra ayakkabısını kadının yüzüne vurmaya başladı. 4 aylık hamile kadın yere düşüp kafasını kaldırıma çarptı. Sonradan olayı anlatırken “Üzerimde kapişonlu bir mont vardı. Montumun her yeri kapalıydı” diye açıklama yaptı.

 

*

 

Namusunu kadının oturuşu, kıyafeti, hatta safi var oluşu üzerinden tanımlayan erkek toplumda yaşamak giderek zorlaşıyor.

 

Kamu otoritelerinin sorumsuz demeçleri, yerel yönetimlerin kadını kamusal alandan dışlayan pembe ulaşım ‘çözümleri’ ve yargının erkek yandaşlığı ateşi körüklüyor.

 

Şu anda Türkiye’de yaşanan beyin göçünün bir nedeni de “Ben bu ülkede kız çocuğu nasıl yetiştireyim?” diyenlerin sayısının hiç de az olmaması.

 

11 yaşında çocukların hamile kaldığı, kız çocuklarının neredeyse 3’te 1’inin zorla evlendirildiği, aileleri tarafından adeta satıldığı, tecavüzlerin yüzde 95’inin gizli kalmasına rağmen adliyelerdeki her 4 tecavüz davasından birinin çocuklarla ilgili olduğu, her ay binlerce çocuğun istismara uğradığı bir ülkede erkeklerin ‘namuslarına’ düşkünlükleri hayatlarının en büyük çelişkisi olmalı. Bu durum en basitinden toplumun, yargının, siyasetin ikiyüzlülüğünü gün gibi ortaya sermez mi?

 

Sokakta bir erkeğin iğrenç saldırısına uğrayan bir kadına “Üzerimde montum vardı” savunması yaptıran bu düzene yazıklar olsun!

 

Buna razı gelmemizi bekleyenler karşısında duygularımı ifade etmekte zorlanıyor, ‘Yazıklar olsun’ diyerek çekiliyorum.

Yazının devamı...
Bir gelenek canlanıyor
7 Aralık 2016

Envai çeşit renkte bazen masa örtüsü, bazen yastık kılıfı, bazen elbise, bazen bardak altlığı olarak kullanılan bu kumaş kutnu.
Adını, Arapça pamuk anlamına gelen ‘kut(u)n’ dan alıyor.
Çözgüsü floş ipek, atkısı pamuk olan bu kumaşın dokuması epey zahmetli bir sürecin ürünü.
Geçmişte hakiki ipek olan çözgüsü, günümüzde floş diye adlandırılan kavak ağacı selülozundan üretiliyor.
İçinde hiçbir sentetik madde yok; doğal bir kumaş.
Anadolu Selçuklularıyla başlayan kutnu dokuma geleneği, sonrasında Osmanlılarla devam etmiş.
Eskiden, ahşap kamçılı çekme tezgahta mekikle dokuma tekniği kullanılarak üretilirmiş.
Günümüzde tahta tezgahların yanı sıra, gelişmiş armürlü ve jakarlı tezgahlarda da dokunuyor.
Üretimin gerçekleştirildiği tezgahlar değişmiş olsa da, kutnu kumaşının dokunma yöntemi yüzyıllardan bu yana hep aynı.
Türkiye’de sadece Gaziantep’te icra edilen kutnu dokuma sanatı bu kente 16’ncı yüzyılda Suriye’den gelmiş.
Gaziantepli ustaların sabır, el emeği ve göz nuruyla ürettikleri kumaştan sultanlara kaftanlar dikilmiş ve kutnu ‘saray kumaşı’ olarak kabul görmüş.
Kutnunun en parlak dönemi 19’uncu yüzyıl.
O dönemde kutnu dokumacılığının merkezi artık Gaziantep; kentteki dokuma tezgahı sayısı 4 bini, boyahanelerin sayısı 70’i buluyormuş.
Ancak bir dönemin baş tacı bu dokuma sanatı ne yazık ki günümüze geldikçe unutulmaya yüz tuttu. Ta ki Kutnu Tanıtım Grubu kurulana dek.
İlk iş tasarımdı.
Kutnunun geleneksel özellikleri korunacak ama daha modern bir şekilde evlere girecek tarzda kullanıma sunulacaktı.
Bu zamana dek sadece folklorik kıyafetlerde kullanılan kumaştan ev tekstili, büro malzemeleri, kıyafet, aksesuvar vs. üretilecekti.
300 ürün tasarlandı ve bunlar Hışvahan’da ‘Gelenekten Geleceğe Kutnu’ adı altında sergilendi.
Kutnuyu yerelden çıkarıp ulusala taşımak için 2016 başında Dilek Hanif’in tasarladığı kutnu kıyafetler Zeugma Mozaik Müzesi’nde bir defilede yer aldı.
Ardından Gaziantep Büyükşehir Belediyesi, Gaziantep Tasarım Mağazası’nı kurarak kutnu tasarımları buradan satışa sunmaya başladı.
Gaziantep’te kutnu ile uğraşan usta sayısı beş.
Bu sayıyı artırabilmek için Büyükşehir Belediyesine bağlı GASMEK (Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Sanat ve Meslek Eğitimi Kursları) kapsamında bir atölye kuruldu ve burada kutnu dokuma kursu açıldı; şu anda 20 öğrenci var.
Atölyede tasarım mağazasına ürün yapılıyor.
Kutnu ustaları “Bu kadar çok kutnu satacağımız aklımıza gelmezdi. Bir yılda sattığımız kutnuyu bir ayda satmaya başladık” diyorlar.
Amaç, Gaziantep’in bir değeri olan kutnuyu gün yüzüne çıkarıp dünyaya tanıtmak ve markalaşmak.

Yazının devamı...
Türkiye’de ‘en alttakiler’
4 Aralık 2016

Suriyeli göçmen kadın, çocuklarıyla sığındığı yoksul mahallede iş arama sürecini, yaşama çabasını ve çaresizliğini böyle anlatıyor.

 

*

 

Emek göçü tarihi korunmasız, kötü koşullarda ve vasıfsız işlerde en düşük ücrete çalışan göçmen kadınların tarihi biraz da.

 

Hem kadın hem göçmen hem farklı bir etnik gruptan hem de işçi sınıfından olmaları kadınların emeklerinin diğer herkese göre daha fazla sömürülmesine neden olmuş hep.

 

Ne de olsa göçmen işçi kadın, yerli işçi kadına, erkek göçmene ve vasıflı göçmen işçiye göre daha dezavantajlı.

 

*

 

Hacer Foggo ve Kemal Vural Tarlan’ın Kalkınma Atölyesi için hazırladığı ‘Suriyeli Dom Göçmenler, En Alttakiler, Yoksulluk ve Ayrımcılık Arasında Göç Yollarında’ raporuna göre, Ortadoğu’nun Romanları diye bilinen Suriyeli Dom göçmen kadınların ücretleri erkeklere göre yüzde 30-40 daha düşük; kadın ve çocuk emeği daha ucuz olduğu için özellikle tarımsal alanlarda erkeklerden çok kadınlar çalışıyor.

 

Şehirlerde, iş bulma güçlüğü nedeniyle kadınlar ve çocuklar ya sokak satıcılığı yapıyor ya da sokaklarda yiyecek ve yardım toplayarak hayata devam etmeye çalışıyor.

 

Toplumun önyargılı yaklaşımı da cabası. Göçmen kadınlar istismarı hayatın her alanında yaşıyor. Yerel kadınların bir kısmı onlarla dayanışmak yerine onları kendilerine rakip görüyor. Adana’da tarım işçisi olarak çalışan bir kadının Suriyeliler hakkında söylediği şu sözler bu görüşü kısmen destekliyor:

 

“Suriyeliler gitsinler ülkelerine, onlar geldi biz aç kaldık. Kadınlar kocalarımızı elimizden alıyor. Kapalılar ama çarşaflarının altında gece kıyafetleri var. Perdeleri kapatıyor, iç çamaşırlarıyla dolaşıyorlar evde. Gitsinler artık. Geziyorlar durmadan.”

 

*

 

Suriyeli göçmen kadınlara dair toplumdaki bu algı, sıra Suriyeli Dom kadınlara geldiğinde etnik köken, kimlik ve cinsiyetleri üzerinden daha da artıyor. ‘Suriyeli Çingene’ ve ‘Suriyeli dilenci’ başlıklı, bu insanların içinde bulundukları durumu kendi tercihleriymiş gibi yansıtan haberler Domların yaşadıkları sosyal dışlanma ve ayrımcılığın körüklenmesine neden oluyor.

 

Sokakta yardım toplamak zorunda kalan Suriyeli Dom kadınlar istismara, cinsel şiddet ve tacize açık hâle geliyor. Özellikle kız çocuklarının sokakta cinsel saldırıya uğradıklarına dair vakalar gırla.

 

*

 

Domlar gibi savaşlarda tarafsız davranan topluluklar, kamplarda kalırlarsa bir tarafı desteklermiş gibi görüneceklerini düşünüyor, çocuklarının siyasal grupların etkisine girmesinden korkuyor, bu nedenle kamplarda kalmak istemiyor.

 

Hâl böyleyken, bu raporda Suriyeli Dom ailelerinin bazı üyelerinin, özellikle de kadın ve çocukların kendi istekleri dışında kampa götürüldüğü ve aylarca bu kamplarda tutulduğu ortaya konuyor.

 

‘Suriyeli dilenci genelgesi’ diye bilinen 46 No’lu genelgenin yayımlanmasından sonra bu topluluklar kamplara götürülme veya sınır dışı edilme korkusuyla sürekli yer değiştirmek zorunda kalıyor. Normalde 5-15 aile komünal hayata alışık olan Suriyeli Domlar bu genelgenin etkisiyle, şehirlerde kalabalıklar içinde kaybolmak ve görünmez olmak için bölünerek küçük gruplara ayrılıyor. Bu durum, bireysel yaşam pratikleri olmayan bireyleri suça açık hale getiriyor; özellikle kadınlar ve çocuklar bu durumdan etkileniyor.

 

*

 

Domların kaygıları düşünülerek, ilk yapılması gereken bu genelgenin iptali. 

 

Ayrıca, Suriyeli Dom kadınların istihdamı konusunda çalışmalar yapılmalı, sağlık okuryazarlık düzeylerini artıran faaliyetler yürütülmeli, onlara yönelik istismarın önlenmesine çalışılmalı; temel hizmetlere ve sosyal yardımlara erişimlerini kolaylaştırmak için bir izleme mekanizması oluşturulmalı.

 

Yoksa toplayıp kampa yollamak en kolayı.

Yazının devamı...