(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"İlber Ortaylı" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "İlber Ortaylı" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
İlber Ortaylı

İbn-i Haldun’a bugün kim erişecek?

4 Haziran 2017

OSMANLICA tabirle ‘intihal’, Avrupa metinlerinde ‘plagiarisme’ olarak geçer. Açık konuşmak gerekirse Ortaçağ Avrupası’nda çokça başvurulan bir yoldu. Bilhassa Rönesans döneminin başlangıcındaki 12’nci, 13’üncü yüzyıllarda Palermo’da ve Endülüs’e komşu kültürel bölgelerde Doğu dünyasının tıbbından çokça aşırmalar yapılırdı. Burada tercüme metinler kullanıldığından ilginç yanlışlara rastlanır, hatta Doğulu bilginlerinin isimlerinin pek garip telaffuzlarla ve imlayla yazımı da buna dayanır. İbn-i Sina’nın ‘Avicenna’, İbn-i Rüşd’ün ‘Averroes’a dönüşmesi gibi bazı Ortaçağ yazarlarının ilk ve son sahifede “Bu kitaptaki bilgi ve fikirlerimi çalanların eli kurusun” gibi beddualar da vaziyetin vahametini gösterir.

Beşeriyet, malı mülkü koruyan hukukun fikri hakları da teminat altına alması için önemli bir zaman harcadı. Bugün Batı dünyasında intihal yani aşırmacılık yüz kızartıcı suçtur, müeyyidesi ağırdır. Tartışmalı bir intihal için Harvard’ın çok önemli bir psikoloji profesörünün az kalsın doktorası bile elinden alınarak akademik hayatı çizikleniyordu. Allah’tan yetkili kurullar, intihal ithamının bu kadar da ağır cezaları hak etmediğine karar verdi ama adamın süngüsü ta doktorası sırasındaki bu nakil hatasından dolayı epey düştüydü. 

Doğrusunu söylemek gerekir; Türkiye’nin küçümsediği mazideki akademik yıllarda aşırmacılık olmuyor değildi ama bu kadar çok lafı edilmiyordu. Bazı dallarda, mesela tıpta nakilcilik modern tıbbın ve cerrahinin Türkiye’ye getirilmesi yolunu açtığından normal karşılanıyordu; bugün öyle değil. Tıp ve mühendislikte aşırmacılığa karşı meslektaşlar çok hassas. YÖK’e çok sık şikâyet yapılıyor. Ne var ki toplumsal bilimler alanında aynı gözlemi yapmamız mümkün değil. 

NORMAL HALE GELMİŞ

Master tezlerinde bilgisayar üzerinden hem de tarama yöntemiyle blok blok göçürmeler normal hale geldi. Koca adamlar ve kadınlar lisans talebelerinden daha hızlı aşırmacılar. Doktora ve hatta doçentlik gibi tezlerde de dedikodu dışında gerçek şikâyet ve YÖK nezdinde başvurular sayısız. Son günlerde gazetede yine böyle bir haber çıktı. Habere göre Doç. Dr. Erkan Göksu’nun herkesin rahatlıkla ulaşabileceği bir kitabı, çok az değişiklikle tez olarak sunulmuş ve kabul edilmiş. İddia şayet doğruysa, YÖK’ün Ulusal Tez Merkezi sisteminde de erişime açılmış. Eğer YÖK, gerekli organlarıyla acımasız davranmaz ve şikâyetleri doğru ve ciddi olarak değerlendirmezse umutsuz noktalara gideriz. İş bu kadarla bitmez. Adli teşkilatta da mahkemelerin bu gibi davaları daha ciddi ve titiz şekilde bilirkişilere havale etmesi ve karar alması gerekiyor. 

Maalesef intihal Türk akademik hayatında hem de halkın en çok ilgi duymaya başladığı sosyal bilimler dalında ayyuka çıktı. Rastgele suçlamalar kadar ciddi takibatın da resen yapılması gerekiyor. Her evin avlusuna bir üniversite açacak raddeye geldik ama kurumlarımızın gözetlenmesi, disiplinin hakkaniyetle sağlanması yöntemini pek beceremedik. 

ÇOCUKTUM

Yazının devamı...

Fetih kutlaması niye tartışılıyor!

28 Mayıs 2017

İSTANBUL’un fethinin kutlanması uzun zamandır tartışma konusu. Kavga 1951-1952’den itibaren, muhafazakârların başta desteklediği hükümetin ve onun dışişleri bakanının karşısında yer alan grup tarafından başlatıldı. Şimdi işin biraz evveline gidelim. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçları arasında bizce en önemlisi Türkiye ile Yunanistan’ın yakınlaşmasıydı. Hatta Bulgaristan’ın, Arnavutluk’un, Yugoslavya’nın komünist bloka dahil olduğu ilk yıllarda, Yunanistan Başbakanı Panayis Çaldaris bir Türk-Yunan konfederasyonundan bahsediyordu. NATO’ya birlikte girdik. Bu yakınlığın sonucunda, Yunan Kralı Paul ve Kraliçe Frederica’nın geldiği tarihte Demokrat Parti hükümeti, İstanbul’un fethi törenlerini tasarlananın altında bir düzeye indirdi. 

Fetih kutlaması için canla başla çalışanlar neredeyse istiskale uğradı. Tören programları kısıldı. Bunların çok önemli olduğu söylenemez. Ama daha şarkvari bir davranış gösterildi: Fetih yıldönümü vesilesiyle hazırlanan onlarca çalışmanın hükümetçe desteklenmesi ve basılmasından vazgeçildi. Oysa sonradan Fetih Cemiyeti ve muhtelif vakıflar tarafından basılan bu çalışmaların halen yurtta ve dış dünyada başvurulan eserler olduğunu söylersek etkinin de, tepkinin de, tedbirin de ne kadar ham olduğu anlaşılır.

SOVYETLER’DEN MİRAS GÖSTERİ MÜHENDİSLİĞİ 

Bugün de birtakım çevreler “Fetih niye kutlanıyor” diye konuşuyorlar. Cevap çok açık olmalı: “Size ne?” Umumi ahlak ve güvenliğe mugayir davranış olmadıkça bu gibi kutlamalar demokrasinin icabındandır, siz karşıysanız kutlamalara katılmayınız. 

Kuşkusuz bu temel ilke, bir sanat ve adeta fonetik bir mimarlık haline dönüşen kutlama tekniklerinin maskara edilmesi için geçerli olmamalıdır. Dünyaya toplumsal törenleri öğreten Sovyetler Birliği’nde zamanla ‘gösteri mühendisliği’ diye bir eğitim ve meslek ortaya çıktı. Gösteri mühendislerinin eski Sovyetler Birliği’nden gelen birkaç mensubu en başta Azerbaycanlı Türkler bizde de bu gibi törenleri yaptılar. 

Gösterileri tenkit edenlerin bazıları Panorama Müzesi’ni de tenkit ediyorlar. Yalnız dikkat edelim müzenin düzenlenişi üzerine ciddi bilgi sahibi olmadıkları açık. Hatta bazıları Panorama 1453 Müzesi gibi müzelerin Sovyetler’in geliştirdiği bir dal olduğunu bilmiyorlar ve bu konuda zaten ciddi bilgileri yok. Şunu söyleyelim 1453 yılı, dünya tarihi için mühim bir olaydır. Hem kutlanması hem de müzeler ve kütüphanelerle incelenip öğretilmesi olumludur. Tenkit edilecek şey bilgisizlik ve yanlışlıktır. 

FETİH HAKKINDA YANLIŞ BİLİNENLER

Yazının devamı...

2 başkent 2 kader

21 Mayıs 2017

İtalya bütün tarih seven gençler gibi benim de hep gezip görmek istediğim bir yerdi. Hayatın tuhaf cilvesi, bir buçuk yaşındayken bulunduğum ve elbette hatırlamadığım bu şehre bir daha yıllar boyu gidemedim. Bununla beraber, oldukça genç yaşta Venedik ve Trieste’yi, ardından da biraz gecikmeyle Floransa’yı gezebildim. Hem de doya doya. 

Fakat 1970’lerin başına dek Roma’yı hâlâ görmemiştim. İtalya’ya kuzey tarafından her adım atışımda Roma liste dışı kalıyordu. Çünkü İtalya seyahati insanı oyalayacak kentlerle doludur. Hele bana göre İtalya’nın en çok özleneceği yeri Apeninler’in kuzeyindeki o soğuk dünyadır. İtalya Avrupa medeniyetinin başlangıcı ve arasıdır. Yıllar geçti. Nihayet bir gece ‘late night show’ denilen sinema gösterisinde Fellini’nin Roma’sını seyrettim (Bu arada Viyana’da Pasolini ve Fellini’yi tanıdığımı söylemem gerekir). Artık Roma’yı muhakkak görmem gerekiyordu. 

ROMA’NIN ÇAMLARI ROMA’NIN MERDİVENLERİ

Filmi izlememin hemen ardından, 1972’de Roma’yı nihayet gördüm. Kitaplardan tanıdığım Roma’nın hakikisi beni çarptı. Dönüşümü de erteleyerek şehirde üç haftayı aşkın bir süre kaldım. Bütün şehri sokak sokak gezindim; hatta Via Appia’yı bile tabanvayla keşfettim.

Harita, rehber ve kahve, işte bu 23 günün araçlarıdır. Gezileri her zaman yalnız yapmak iyidir; daha çok öğrenirsiniz. Yanımda kötü bir fotoğraf makinesi de vardı. Pini di Roma (Roma çamları), Roma’nın merdivenleri, Batı edebiyatını, müziğini ve resmini niye etkilemişti, anlamıştım. 

DÜNYADA VAR MI BÖYLE 

Yazının devamı...

Uydurulan palavralar neye dayanıyor

14 Mayıs 2017

BİR televizyon kanalının geçen haftaki tarih programında kendi içinde bütünlük arz etmeyen ve belirli bir çerçevede ele alınamayacak konular görüşüldü.

Aslında konular görüşüldü demek de fazla iltifat olur. Kahvehane köşelerinde, 50 yıldır tekrarlanagelen bazı yaveler ilk defa bu kadar açıklıkla TV ekranına da getirildi. Falanın annesi babası şu işi yapardı, filan şöyledir demek hiç kimsenin hak etmediği söylemlerdir. Her şeyi bir yana bırakalım, Türkiye cumhurbaşkanlarının ilki ve tabii bazılarının asıl rahatsız olduğu konu Kurtuluş Savaşı Başkomutanı, TBMM Reisi, Yeni Türkiye’nin kurucusu ve silah arkadaşlarının aralarındaki ilişkilerini abartarak yorum yapan çevreler, maalesef bu sefer de doğrudan doğruya Atatürk’ün ailesine el attılar. 


ANSİKLOPEDİLERDE DEDİKODU
Bu amiyaneliği anlamak fevkalade güçtür demeyin. Sebep bizim hazin çağdaşlaşmamızdır. Kasabalara gerçek bir eğitim götüremedik. Mektep bitirenlerin gerçekleri yansıtan bir yorumuna rastlamak zor. Kulak dolgusu, dedikodu yöntemi tarihçiliğe yansıyor. Sözü edilen insanların biyografilerinin ne kadar çarpıtılarak ve noksanla ele alındığını görünce dahi bunu anlarsınız. Mesela sözünü ettikleri yorumlarda Afet İnan Hoca’nın akademik kariyerinin ciddiyetle tetkik edilmediği anlaşılıyor. Bizim millet biyografiyi takip etme alışkanlığına sahip değildir. Birisinden dedikoduyla bahsetmeyi tercih ederler. Aynı yöntemi gazetecilikte de kullanırlar, hatta ansiklopedicilikte de. 

Yazının devamı...

2. Dünya Savaşı bitti ama etkileri devam ediyor

7 Mayıs 2017

 Almanya adına Mareşal Keitel’in imzaladığı mütarekeden önceki olaylar şöyle cereyan etti: Almanlar 25 Nisan’da Finlandiya’yı terk etmişlerdi. Mussolini, Kuzey İtalya’da İsviçre sınırına geçerken aynı gün partizanlar tarafından sevgilisi Clara’yla birlikte infaz edildi. Bu, İtalyan Sosyal Cumhuriyeti’nin sona erişi demekti. Hakiki İtalya iki yıl evvel Müttefiklerle birleşmişti. Harbin büyük tahribatından da bu sayede kısmen kurtulmuştu. Orada krallık henüz yapılacak referanduma kadar devam edecekti. Almanya’nın akıbeti Tahran, Yalta ve Potsdam’da karara bağlanmıştı. İlginçtir Tahran’da Roosevelt Almanya’yı tarımla geçinen, sanayisi sınırlı bir ülke haline indirgemek isterken, Stalin gelecekteki Almanya’ya karşı yaşam şansı veren bir tavırdaydı. 

Müttefik ordular İtalya ve Normandiya üzerinden kıtayı kurtardılar. Doğudan gelen Sovyet Kızıl Ordusu ise bugünkü Almanya’nın doğu kısmını ve Berlin’i Almanlardan temizlemiştir. Berlin, Sovyet işgal bölgesinin ortasındaydı ve bilahare dört müttefik tarafından işgal görevi paylaşıldı. 

İşgal görevinin içinde yıkılan Avrupa’nın aç kitlelerini doyurmak da vardı. Şurası açık: Bu görevi en iyi Amerikan işgal kuvvetleri yerine getirebildi. Ama Sovyet Kızıl Ordusu başka bir şey yaptı. Auschwitz gibi ölüm kamplarındaki binlerce insanı kurtardılar ve hayata dönüşü sağladılar. 12 Ağustos 1945’te Oder–Neisse hattı Sovyet işgal bölgesinin sınırı olarak tespit edildi. Almanya’nın doğusu ve Königsberg Polonya’ya bırakıldı. Königsberg’in kuzey kısmı Kaliningrad olarak Sovyetler tarafından ilhak edildi. Rivayetlerden birine göre Stalin, 1941’de Leningrad civarında Katherine Sarayı’ndan Naziler tarafından çalınan ‘Kehribar Oda’nın tazminatı olarak Königsberg’in yani Kaliningrad’ın kehribar kaynaklarına el koymak için bu ilhakı yapmıştır. 

Barış anlaşmasına katılan devletlerden Romanya, Macaristan, Bulgaristan’ın söz ve hareket hakkı çoktan karar altına alınmıştı. Bu, Sovyet işgal yönetimine bırakıldı ve Avrupa bu sefer Amerika’yı da içine alarak yeni bir gerilim dönemine girdi. 

İkinci Dünya Savaşı şu ana kadar dünyanın ahvalini değerlendirmek yani tarih yazmak konusunda önde giden kıtayı en çok tahrip eden savaştır. Bu yüzden zihinleri hep meşgul eder. Bir kere Avrupa Yahudiliği ciddi bir imha ameliyesinden geçirildi. Aynı şey Avrupa’daki Çingeneler için de söz konusu. Gelişmiş bir bürokrasinin mühendislik, kimya ilimi ve teknolojinin eseri olan ölüm kampları o güne kadar beşeriyetin tanıdığı bir olay değildi. 

Maalesef milyonlar yok edildi ve bu çok yakın bir tarih. Hiçbir şekilde benzeri olmayan, kendine özgü bir cinayet ve sapıklık. Avrupa ikiye bölündü. Kırk sene sonra Doğu Avrupa’daki komünist rejimler yıkılıp Avrupa dünyası tekrar birleşirken görüldü ki, 1940’tan evvelki Doğu Avrupa ve Batı Avrupa farklılığı çok daha fazla büyümüştür. Balkanlar’ın 19 ve 20’nci yüzyıl başlarındaki Avrupalılaşma süreci bu 40 yıl boyunca buzdolabına girmiştir. 

Vakıa Doğu ve Batı Avrupa arasında ekonomik, endüstriyel farklar vardı ama bu entelektüel bakımdan geçerli değildi. İkinci Dünya Harbi’nden evvel Çekoslovakya seçkin bir demokratik cumhuriyet ve bir burjuva toplumuna sahipti. Aydın sınıfı Fransa ve Almanya’nın bile yer yer çok önünde giderdi. Macarlar Orta Avrupa’nın seçkin bir ülkesini oluşturan halktı. Bütün bu pırıltılar mazide kalmıştır. 

HİTLER PARİS’İN YIKIMINI EMRETMİŞTİ

Yazının devamı...

Şehircilik anlayışımızı neden gözden geçirmeliyiz?

30 Nisan 2017

SON kırk yıl içinde Türkiye bütçeleri büyüdü. Belediyelerin bütçeleri ve imar imtiyazları da gelişti. Turist sayısında artış olduğu gibi bu artışın içinde Doğulu ülkelerden gelenlerin oranı da büyüdü. Bütün bu boyutlar bir araya gelince şehir merkezlerinin sadece eski mescid, kervansaray, medreseler gibi binalarla değil umumi olarak etraflarıyla da birlikte ele alınması gibi bir dönüşüm de programa girdi. Ne var ki Türkiye bürokrasisinin doğal çevre ve tarihi mirası bir araya getirme konusundaki bilgisizliği bir sorun olarak ortaya çıktı. 

Mesela Sivas’ta veya Erzurum’daki Selçuki eserlerinin etrafı düzenleniyor; bu olumlu bir puan. Ne var ki etraf meydan taşla, Çin granitleriyle kaplanıyor; ağaçlar kesiliyor, onun yerine çiçek tarhları konuyor. Bu çiçek tarhlarının etrafına da Taksim’de görüldüğü üzere 5-10 güvenlik görevlisi dikiliyor. Manzaranın pek elim olduğunu kimse inkâr edemez. Zavallı çiçekleri vahşi hemşehrilerin koparmasından kurtarmak için korumalara muhtacız. 

Mesela Erzurum’da Yakutiye Medresesi, Sivas’ta Çifte Minare’nin etrafında eskiden ağaçlar vardı; çünkü bu Selçuklu devrinde de böyleydi. Meydanlar topraktı veya daha doğal bir şekilde taş döşenmişti. Bunu tamamıyla Çin granitiyle kaplamak için ağaçları kesip çiçek ekmenin pek gerekli olduğunu söyleyemeyiz. Selçuklu ve Osmanlı mimarisi ağaçla güzeldir. 

(Lale koruması)

SÜLEYMANİYE’Yİ KURTARMA(!) ASFALTI

Osmanlı payitahtının muhteşem eseri Süleymaniye Külliyesi’nin ara yollarını parkeden kurtarmak için(!) bayağı bir şekilde asfaltlıyorlar, bu ameliyenin hangi restorasyon ve çevre uzmanlığı ve tarihi bilgiyle bağdaştığını sormayın. Bu yeni Türkiye’nin çevre anlayışıdır. Bu çevre anlayışında mermer, olmadı beton kalıp daha makbuldür. Çiçekçilik olumlu bir gelişme olarak benimsendi ama ağaç düşmanlığı da aynı oranda artıyor. 

Yeşilliğin, bahçenin hatta korunun bulunmadığı bir Selçuklu-Osmanlı şehircilik anlayışı düşünülemez. Bu istisnai çevre bozulması bir an evvel bilimsel yöntemlerle tedavi edilmeli ve şehirlerin nasıl korunacağı hesaba katılmalıdır. Mesela İran’da ve Lübnan’da, Arnavutluk ve Bosna’da yeşil korunarak restorasyon yapıldığı halde Şark’ın bazı yerlerinde en başta Suudi Arabistan’da ve maalesef Türkiye’de ağacın ve korunun geleneksel şehir ve binaların restorasyonunda yeri yoktur. 

Yazının devamı...

 Nasıl korumalı?

23 Nisan 2017

NİSAN ayında, doğum günü vesilesiyle Mimar Sinan’ı anıyoruz. 15 Nisan, muhtemelen zihnimizden belirlediğimiz bir doğum tarihidir. Aslında büyük mimarın doğum yılını da çok iyi bilmiyoruz. Kendisinin hayatını kaleme alan yakın dostu Sâî Mustafa Çelebi’nin Tezkiretü’l-Bünyan ve Tezkiretü’l-Ebniye’si (Yapılar Kitabı) her yönde çok tutarlı bilgiler vermiyor. Az bilgiye sahibiz. Sinan’ın devşirme olduğu malum. Ancak bu devşirme genç, taş işçiliği ve inşaat konusunda çok tecrübelidir. Dolayısıyla o bilinen, sekiz-dokuz ve on altı yaşlar arasındaki devşirilme kuralına uyması şart değildir. 

YAVUZ’UN ORDUSUNDAYDI

Kendisinin Orta Anadolu’da Kayseri civarındaki Ağırnas’tan çıktığı ileri sürülüyor. En akla yakın ihtimaldir. Etnik kökeni ne olabilir? 16. asırda bu bölgede etnik gruplar çeşitliydi. Ne var ki adı devşirmeliğinden önce adı Sinanneddin’di ve Türkçeyi de konuşuyordu. İnşaat işlerinden daha acemi oğlanı yani yeniçeri adayı olmadan önce anlıyordu. Devşirme çocukların menşei, sözlü kültür ve hatırlamanın dışında eşkal defterlerinde “Rumeli’den geldi” veya “Anadolu’dan geldi” diye kaydedilir, ayrıntılı yer bildirilmezdi. 

Sinan’ın bir Türk köyüne verilerek Türkçe öğrendiğine dair tezkirelerde bir kayıt yok ama Yavuz Sultan Selim devrinde ordudadır. Sofya’daki yeni Bulgar hükümetinin İstanbul’dan aldığı izinle camiye çevrilen eserin ona atfedildiği ve Koca Sinan’dan “Bulgarin” diye bahsedildiği de aklımda. Bu da bir yakıştırmadır. 

PİRAMİTLERDEN ETKİLENDİ

Bildiklerimize gelelim: İlk eserlerinin Rodos ve Belgrad seferlerinden etkilendiği açık. Prut Nehri üzerinde kurulan köprüde çalıştı ve herkesin dikkatini çekip takdirini aldı. Eserleri sayısız... Mısır’da bulunmuştur; Suriye’deki büyük eserleri, Lübnan’daki Baalbek Roma mabedi serisini gördüğü de açıktır. Bilhassa Mısır piramitleri gibi mimari geometrik özellikleri hâlâ muamma olan yapılardan etkilendiği biliniyor. Kesin olarak bildiğimizse şu: O dönem ürettikleri bugünün en büyük mimarlarını etkilemeye devam ediyor: Bugün Le Corbusier ve Frank Lloyd Wright gibi modern mimarinin öncüleri, bilhassa Wright, mimari tarihin devlerini siliyor ve Sinan’dan başka ismi zikretmiyor. 

İSTANBUL SİLUETİ ONUN

Yazının devamı...

Osmanlı mirası böyle mi korunmalı!

16 Nisan 2017

TOPKAPI surlarının dışında Topkapı-Edirnekapı arasındaki, sur boyu devam edip giden en büyük mezarlıklarımızdandır. Özellikle tarihi kişilerin şahidelerinin ve kabirlerinin bulunduğu kesim Anadolu yakasındaki Karacaahmet ve Eyüp Sultan’dakiler gibi beton parmaklıklarla çevrilmiştir.

Bunun bir muhafaza olduğunu sanmayalım. Arkasına geçtiğiniz zaman, bir faciayla geçmişine, tarihteki önemli şahsiyetlerine, kısacası ölülerine saygı duymayan bir toplumla karşılaşacaksınız. Reenkarnasyona yani ölümden sonra ruhun bedenden çıkıp başka bedene girdiğine (tenasüh) inanan bazı dinlerde mezarlara saygı gösterilmez. Çünkü içine gömülen ceset de kirli olarak muamele görür. Ama semavi dinlerden olan Müslümanlık’ta reenkarnasyon inancına yer yoktur. Ölüye de saygı gösterilir. Vahhabilerin görüşü ve tavrı istisnaidir. 

TARİH KONUŞULUYOR MİRAS KORUNMUYOR

Bazı mezarlar tarihi, bilgi noksanlıklarımızı örtecek kadar önemli. Ünlü Mehmet Süreyya Bey Sicill-i Osmanî adlı biyografik eserini büyük ölçüde mezar taşlarına dayanarak kaleme almıştır. Edirnekapı şehitliğinde sadece şehit ecdat değil, aile mensupları, önemli İstanbullular ve hatta Türkiye’ye gelen ünlü mülteci mimar, Etnografya Müzesi önündeki katafalkı hazırlarken üşüten ve kalp hastalığı nüksederek 1938 Aralık’ında vefat eden Bruno Taut da defnedilmiştir. Nazi Almanyası’ndan kaçan bu büyük adama bizim gösterdiğimiz kadirşinas bir davranışımızdır. 

Koruyucu duvarların arkasındaki taşlar ya çalınır, ya kırılır ya da daha hazini utanmazca birilerine satılır. Çünkü içlerinde hat sanatının şaheseri olanlar da vardır. Bilhassa kadın mezarlarının şahidelerinde bu güzellik görülür. 

CEHALET VE HÖDÜKLÜK

BU

Yazının devamı...