(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Uğur Vardan" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Uğur Vardan" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Uğur Vardan

‘Satıcı’ yine ölecek mi?

28 Ocak 2017

Vakti zamanında da yazmıştım; Batı sinema entelijansiyası biraz oryantalist refleksler, biraz ‘öteki’ni de tanıma çabası ama çokça da kendi kaynaklarını tüketmenin ardından aradığı yeni sesler ya da yeni ruhları önce ‘Uzakdoğu’, sonra da ‘İran sineması’nda bulmuştu. Özellikle Çinli yönetmenlerin göz kamaştırdığı ve hikâyenin yanı sıra görselliğin de ön planda olduğu ‘Uzakdoğu cephesi’nin aksine ‘Komşu’nun sinemasına sakin ve minimalist bir üslup hâkimdi. Abbas Kiarostami, Cafer Panahi, Behram Beyzai, Majid Majidi, Mohsen Makhmalbaf gibi yönetmenlerin sürüklediği ve genel olarak ‘İran Yeni Dalgası’ olarak adlandırılan hareket, bir anlamda ivmesini kaybetmişken heyecan katan yeni bir isme tanıklık ettik. Asghar Farhadi, ‘Elly Hakkında’ (‘Darbareye Elly’) adlı filmiyle dikkat çekmişti ama asıl çıkışını ‘Bir Ayrılık’la (‘Jodaeiye Nader az Simin’) yaptı. Berlin’den ‘Altın Ayı’yla dönen bu filmin ardından bu kez öyküsü Fransa’da geçen ‘Geçmiş’i (‘Le passé’) izledik İranlı yönetmenden. Genel olarak akıcı bir üslupla kişisel tercihler üzerinden ahlak ve vicdan meselelerine odaklanan ve son derece iyi yazılmış senaryolardan çekilen filmlerdi bunlar.

Farhadi’nin, geçen çarşamba açıklanan Oscar listesinde ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ dalındaki beş adaydan biri olan son çalışması ‘Satıcı’ (‘Forushande’), bu hafta salonlarımıza uğruyor. Film, genç bir çiftin başlarına gelen bir olay sonucu dengelerini kaybetmeleri üzerine gelişen bir öyküye sahip. Önce kısaca özet: Tiyatroyla amatörce ilgilenen Rana ve Emad çifti, oturdukları apartman, yandaki inşaattan dolayı büyük bir hasar görünce yeni bir yer aramaya başlar. Çok geçmeden, sahneledikleri oyunda rol alan arkadaşlarının tavsiye ettiği bir evi tutarlar. Lakin evin önceki kiracısı olan kadının ilişkileri çok geçmeden kendilerine sorun olarak döner. Emad’ın evde olmadığı bir zamanda, kapıyı yanlışlıkla açan Rana’nın başına gelenler, çift için gerilimli bir sürecin başlangıcı olacaktır.

Adını, Rana ve Emad’ın sahneye koydukları, Arthur Miller’ın ünlü klasiği ‘Satıcının Ölümü’nden alan bu son filminde Farhadi, yine hayatın kendilerine çizdiği yeni pozisyonlarda vicdani ve ahlaki ikilemlere giren ve bu aşamalarda iç dengeleri bozulan bireylerin portrelerine soyunuyor. Belki akış anlamında şu türden bir farkı var ‘Satıcı’nın: Hikâye başlarda sakin ilerlerken, Rana -yaşadığı olay sonucu doğaldır- fiziksel olduğu kadar psikolojik olarak da örseleniyor. Ama asıl problemler Emad’ın cephesinde yaşanıyor. Karısının olayı polise götürmemesi, ardından içini kemiren şüphe aslında bir öğretmen olan genç kocanın hem öğrencileriyle olan ilişkilerini sekteye uğratıyor hem de bir noktadan sonra öykü dedektifvari bir hal alıyor. Emad, eldeki tek ipucu olan bir kamyonet üzerinden zorlu bir sürek avına soyunuyor.

BU KEZ ERKEKLER SUÇLU!

Bence ‘Satıcı’nın bir başka farklı noktası da var. Farhadi sinemasını çok seven ve önemseyen biri olmama rağmen, önceki iki filmine bakıldığında, anlatılan öykülerin bilinçaltında sanki yaşanan problemlerin arkasında kadınların olduğuna dair refleks olduğunu düşünürüm hep. Açmak gerekirse ‘Bir Ayrılık’ta kocasının, alzheimer’lı babasına olan düşkünlüğüne ve şefkatine bir anlamda karşı çıkan ve geleceklerini yurtdışında arayan Simin’le ‘Geçmiş’te gurbet eldeki iki İranlıyı birbirine düşüren Marie karakterleri, bu bakışın soyuttaki tezahürleridir. ‘Satıcı’da ise sanki bir noktaya kadar bu refleks korunuyor gibi gözüküyor ama nihayetinde Farhadi, bence ilk kez her türlü suçun ve günahın vebalini erkeğe, onun şehvet düşkünlüğüne, yalancılığına yüklerken ‘İyi aile babası’ portresinin ardındaki sırları kazıyor. Bir anlamda ‘orta sınıf ahlakı’nı sorguluyor.

Performanslardan kısaca bahsedersek: ‘Elly Hakkında’da Farhadi’yle çalışan Taraneh Alidoosti’nin Rana’da, Shahab Hosseini’nin de Emad’da parladığı filmde çiftin oyuncu dostları Babak’ta da Babak Karimi’yi (ki o da ‘Bir Ayrılık’ta da oynamıştı) izliyoruz. ‘Satıcı’, Farhadi’nin önceki iki filmi gibi sarih ve akıcı değil, nispeten daha sert köşelere sahip; finali de yıpratıcı ama yine de insan doğasına ilişkin dertleri ve bu dertleri aktaran iyi bir metne sahip senaryosuyla dikkate değer bir çaba. Kuşkusuz Miller’ın oyununa ve kahramanları Willy ve eşi Linda Loman’ın öyküsüne hâkim izleyici, Emad ve Rana üzerinden yapacağı kıyaslamalarla filmden daha fazla zevk alacaktır.    

SATICI

Yönetmen: Ashgar Farhadi
Oyuncular: Shahab Hosseini, Taraneh 
Alidoosti, Babak Karimi, Mina Sadati, 
Farid Sajjadihosseini / İran yapımı

 

BUNUN NERESİ KOMEDİ?

Osmanlı döneminde bir Anadolu köyü... Erkekler 19 yıl önce savaşa gitmiş ve kendilerinden bir daha haber alınamamıştır. Geride kalan kadınlar, artık yeni bir hayat kurmak istemekte ama sorunlarına çare üretememektedir. En nihayetinde hemşerileri olan vezire bir mektup yazarak yardım isterler. Vezir, emrindeki kıdemli memur Müstesna’ya, ahaliden ‘güçlü-kuvvetli’ beş kişi bularak köye gitmesini ve meseleyi çözmesini söyler. Ayrı etnik kökenden seçilen beş kişi, vatan için savaşacaklarını sanarak yola çıkarlar. Köydeki kadınlar ise gelecek erkekler heyetini heyecanla beklemektedir.

CİNSİYETÇİ BAKIŞ AÇISI

Mahsun Kırmızıgül imzalı ‘Vezir Parmağı’nın konusu kısaca böyle. Komedi iddiasıyla çekilen bu filmin doğrusu hedefine vardığını söylemek zor. Öte yandan hedefin ne olduğunu anlamak da zor. Gittikçe muhafazakârlaşan bir toplum modeli içinde cinsellik etrafında inşa edilmeye çalışılan metin (ki senaryoyu da Kırmızıgül kendisi kaleme almış), başlarda en azından kâğıt üzerinde cesur gibi duruyor.

Ama film ilerledikçe anlıyorsunuz ki, ortada bir cesaret alan yok, aksine alabildiğine cinsiyetçi, kadını sadece cinsel meta olarak gören, demode, erkekliği yücelten bir mantığın ifadesi var. Kırmızıgül, “İyi ama ben bunları komedi olarak yaptım” diyorsa bu daha da kötü, çünkü bu çabanın üstesinden gelinememiş hem de filmde komedi falan yok. Az biraz görsellik ve kostüm tasarımı açısından özenilmiş, bu yanıyla belki estetik açısından farklı olmaya çalışılmış ama temel olarak ‘Recep İvedik’ mantığının ambalajlanmış ve geçmişe taşınmış haliyle karşı karşıya olduğumuzu
söyleyebiliriz.

Bir de şu çaba var; ‘Vezir Parmağı’, Arzu Film ekolünden çıkmış kimi yapıtların ruhundan ve izinden gitmeye çalışmış. Kimi kadrajlar ve hava, ‘Şekerpare’, ‘Gulyabani’, ‘Tosun Paşa’ ve dahi ‘rahmetli’ Atıf Yılmaz’ın ‘Değirmen’ini hatırlatıyor ama sadece görüntüler düzeyinde, yoksa içerik açısından bu filmlerin yanından dahi geçmiyor. Bu arada bir zamanlar tıpkı ‘Yeni Pele’, ‘Yeni Maradona’ ve de ‘Yeni Zidane’ları arar gibi sinemamız dahili içinde birtakım isimler üzerinden ‘Yeni Yılmaz Güney olabilir mi?’ sorusu sorulurdu.

YILMAZ GÜNEY’DEN ERTEM EĞİLMEZ’E

Bu sorulardan birinin muhatabı da hatırladığım kadarıyla Mahsun Kırmızıgül’dü. ‘Vezir Parmağı’nı izlediğinde insan, ‘Yeni Yılmaz Güney’likten vazgeçilip ‘Yeni Ertem Eğilmez’lik arayışına girilmiş diye düşünüyor. Karakterlerin de genel bir hâkimiyet arz etmediği, bu yüzden oyunculuk performansları üzerinden (belki bir nebze ‘üçkâğıtçı kadı’ rolündeki Rana Cabbar’ın öne çıktığını söyleyebiliriz) yazıp çizmeye mahal vermeyen filmde, 
ne fikirsel ne de komedi açısından pek bir şey bulamıyoruz.

Sonuç olarak sezonun vasat altı yapımlarından biri olmuş ‘Vezir Parmağı’.   

Vezir Parmağı
Yönetmen: Mahsun Kırmızıgül
Oyuncular: Ali Sürmeli, Yasemin Yalçın, Peker Açıkalın, Ece Uslu, Gülben Ergen, Rana Cabbar, Selim Bayraktar,
Mahsun Kırmızıgül
Türkiye yapımı

AKSİYONA ‘NEYMAR KATKISI’

Günümüz sinemasında bir yıldız oyuncunun birkaç tane ‘özel’ forması olmalı ve birini çıkarıp ötekini giymeli ki, hayranları da “Yeter artık, hep aynı rol” diye sıkılmasın! Bu durumun kapısını ilk olarak Sylvester Stallone aralamıştı, bir ‘Rocky’yle yoluna devam ederken araya ‘Vietnam gazisi’ John J. Rambo’yu alıyor ve ‘İlk Kan’ sürekli akmaya devam ediyordu. Bu türden bir girişimin şimdiki zamanlardaki en faal temsilcisi de Vin Diesel. Amerikalı aktör daha çok ‘Hızlı ve Öfkeli’ ekibinin üyesi, arada bir ‘Riddick Günlükleri’ serisinde forma giyiyor; bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan ‘Yeni Nesil Ajan: Xander Cage’in Dönüşü’yle (‘xXx: Return of Xander Cage’) birlikte kariyerdeki üçüncü seriye “Merhaba” diyor.

Bu ikinci adımda, ekstrem sporlarla uğraşırken hükümet adına çalışan bir elemana dönüşen ‘xXx’ namlı Xander Cage, artık etraftan el ayak çekip Dominik’te maç izlemek isteyen yerel halk için şifre kırmak gibi işlerle uğraşırken yeniden göreve çağrılıyor. Çünkü eski patronu Gibbons öldürülmüştür ve Dünya, uzaydaki uyduları düşürüp yeni sorunlar çıkaran bir grubun tehdidi altındadır. Üstelik ortalık yeni ‘xXx’ ajanları kaynıyordur.

D. J. Caruso imzalı ‘Yeni Nesil Ajan: Xander Cage’in Dönüşü’, muhteviyat açısından bir tür ‘Hızlı ve Öfkeli-Yan hikâye’ şeklinde gelişiyor ve ‘full aksiyon’ içeriyor. Filmde araba takip sahneleri, düşen uçak, dev dalgalarda mücadele gibi günümüz aksiyon sinemasının klişelerine bolca rastlamanız mümkün, belki türe kattıkları tek bir yenilik var; Barcelona’lı Neymar’ın futbol yetenekleriyle meseleye dahil olması... 

Kadrosunda Vin Diesel’in yanı sıra Danimarka doğumlu Hint asıllı model Deepika Padukone, ‘Ip Man’den hatırladığımız ve en son ‘Rogue One’da izlediğimiz Donnie Yen, ‘Game of Trones’un Sandor The Hound’ Clegane’i Rory McCann, Çinli yıldız Kris Vu gibi isimleri barındıran filmde Samuel L. Jackson ve Ice Cube, ‘Ustalara saygı’ kabilinden yer alıyor. Toni Collette de kariyeri için yeni bir sayfa açıyor ve CIA yöneticisi
oluyor.

Sonuç; kimi anları itibariyle eğlenceli bir aksiyon arıyorsanız, ‘Yeni Nesil Ajan: Xander Cage’in Dönüşü’ uygun bir seçenek  olabilir.

 

DİĞER SEÇENEKLER

Haftanın diğer seçeneklerine gelince: Farren Blackburn’un yönettiği gerilim filmi ‘İçeride’de (‘Shut In’) başrolleri Naomi Watts, Jacob Tremblay, Oliver Platt ve Charlie Heaton paylaşıyor. Viktor Andrenko ve Manuk Depoyan ikilisinin imzasını taşıyan ‘Cesur Kahraman: Ejderha Büyüsü’ (‘The Dragon Spell’) ise miniklere seslenen bir animasyon.

ELEŞTİRMENLER ZİRVESİ Türkiye’nin en iyi sinema yorumcuları haftanın filmlerini değerlendiriyor...

Yazının devamı...

Salih için kredi maçı

26 Ocak 2017

Advocaat da dün ilk 11’de 5 ‘yavru Kanarya’ya yer vermişti. Fenerbahçeliler istemiştir ki goller, asistler ve güzel hareketler bu çocuklar tarafından yapılsın. Peki gol atsalar veya asist yapsalar ne olacak ki?

Geçmiş kupa maçlarında da Recep Niyaz’lar, Beykan’lar, Gökay’lar falan ‘umut’ olmuştu. Neredeler?

SABIRLI DAVRANMALI

Esasen dünkü maç bu gençlerin değil, bıyıkları yeni terlemişken Roma forması giymiş Salih Uçan’ın ispat maçıydı! Tabii hazin bir durum. 23 yaşında, ama 33 yaşındaki bir futbolcu kadar yıpratıldı bu çocuk.

Yeniden Advocaat’ın görüş alanına girmeyi başaran Salih, dün biraz daha kredi kazandı. Salih dahil, gençlere göstermelik değil, sabırlı şekilde forma verilmeli.

Misal, bu gençlerden bir ikisine Beşiktaş kupa derbisinden yer verilse, Aziz Başkan’ın haklı altyapı eleştirisine de bir nebze cevap verilmiş olunur...

Puan hesabının bile olmadığı şu maça keşke Amed seyircileri de tanıklık edebilseydi...

Yazının devamı...

Romantik sulara açılırken…

21 Ocak 2017

Böylesi bir genel tabloda yeteneklerine çok daha önceden vâkıf olduğumuz, sınırlarının eriştiği yerleri bildiğimiz ve takdir ettiğimiz isimlerin her yeni projesi, aynı zamanda sinema adına yeni bir umut ışığı oluyor. Ata Demirer, az sayıda üyesi olduğuna inandığım bir tür özel yetenekler kulübünün sabit isimlerinden ve sinemadaki her yeni adımı, heyecan yaratıyor. Lakin bir önceki filmi ‘Niyazi Gül Dörtnala’, komedi yüklü sahneleri bakımından ortalamanın üstünde olsa da genel çizgileri itibariyle bekleneni veremeyen bir hamleydi. Demirer, şimdi de yeni filmi ‘Olanlar Oldu’yla huzurlarımızda.

Ege’nin kıyı kasabalarından birinde yaşayan Döndü’yle, mürüvvetini görmek istediği oğlu Zafer’in hayatı etrafında biçimlenen yapım, bütün Demirer filmleri gibi yönetmen olarak Hakan Algül imzasını taşıyor.

‘Olanlar Oldu’ Demirer filmografisi içindeki farklı bir yeri tarif ediyor; o da şu sanırım: Komedi görünümlü aşk filmi. (‘Romantik komedi’den farklı olarak diyelim!) Evet, benzer bir refleks elbette önceki filmlerinde de vardı ama öykü komedi ağırlıklı ilerliyor, aşk ise bir çeşni olarak önümüze geliyordu. Bu kez hikâye bayağı bir romantizme yelken (elbette kaptan olarak çalışan Zafer’in mütevazı tur teknesi eşliğinde!) açıyor. Lakin bu yeni format da, ‘Niyazi Gül Dörtnala’vari bir çizginin ötesine gidemiyor. Evet, Demirer’in sulu zırtlaklıktan uzak, kabalığa prim vermeyen, naif, Trakya ve Ege’nin yerel tatlarıyla süslü, bazen durum komedilerinden bazen de taklitlerden beslenen üslubu yine karşımızda ama ortaya çıkan yapıtın ne yazık ki sanatçının geçmiş işlerinden bir adım geride olduğunu belirtmek durumundayız.

TUVANA TÜRKAY SAMİMİ VE SEMPATİK

Malum, komedide öykü bazen çok önem arz etmez; çünkü bazen takım oyunu, bazen de tek bir yıldızın ışıltısı her şeyi halleder. ‘Olanlar Oldu’nun sorunu ise galiba komedi adına çok da güldürmeyen kimi sahneleri ve Döndü karakteri. Ata Demirer’in Döndü ve Zafer’i canlandırdığı filmde, sıra fiziksel olarak hafiften ‘Big Momma’s House’daki tiplemeyi hatırlatan anneye geldiğinde tempo ve akış sekteye uğruyor gibi. Sanki bu yapımın kadrosunda ‘Demirer filmleri’nin olmazsa olmazlarından Demet Akbağ yok, bu yüzden de Demirer, Akbağ’ın yokluğunu doldurmak üzere kademeye girmiş ama bu durum, oyun planını aksatmış gibi.

Oyunculuklara göz atarsak; Demirer (elbette ki Zafer rolündeki performansıyla) ve Renan Bilek gayet iyiler. Tuvana Türkay da Aslı karakterinde samimi ve sempatik.

Demirer’in, birkaç yıldır süren ve ‘Ata Demirer Gazinosu’ adı altında sunduğu enfes bir sahne şovu var. Bu şov esnasında ondaki potansiyele hayran olmamanız mümkün değil, dolayısıyla iş sinemaya gelince benzer bir çizgiyi (ya da başarıyı) perdede de bekliyorsunuz. ‘Olanlar Oldu’yu ‘Demirer filmografisi’nde romantizme fazla göz kırpmanın ilk adımı olarak kabul edelim ve daha iyi işleri imza atacağına olan inancımız eşliğinde “Önümüzdeki maçlara bakalım” diyelim.

OLANLAR OLDU

Yönetmen: Hakan Algül

Oyuncular: Ata Demirer, Tuvana Türkay, Salih Kalyon, Ülkü Duru, Seda Güven, Renan Bilek, Toprak Sergen 

Türkiye yapımı

BU ‘FİRST LADY’ OSCAR’A GİDER…

‘Jackie’, Amerikan siyasi tarihinin en acılı sayfalarından birinde geziniyor. Film, kocası John F. Kennedy suikasta kurban giden ‘First Lady’ Jacqueline Kennedy’nin cinayet sonrası yaşadığı kâbus dolu süreçten pasajlar sunuyor. Natalie Portman, ‘Oscar’lık performansıyla filme damga vuruyor.  

Jacqueline Kennedy, kuşkusuz şimdiki kuşaklar için tarih öncesi bir figür. Belli bir yaşın üzerindekiler açısından da iki farklı hayatın ifadesi; önce ‘First Lady’, sonra da dünyanın bir zamanlar en zengin adamı kabul edilen İzmir doğumlu Yunanlı armatör Onasis’in eşi olarak... Şilili yönetmen Pablo Larrain, son filmi ‘Jackie’de işte bu ilginç karakterin, ‘First Lady’liğe veda ettiği dönemin başlangıcına odaklanıyor ve bir anlamda Amerikan siyasi hayatının en önemli siyasi cinayetlerinden birinin gerçekleştiği esnada yaşananları da perdeye taşıyor. Larrain, 2016 yılı boyunca çektiği iki filmin kahramanlarını tarihten ödünç almıştı. ‘Jackie’ de, tıpkı ‘Neruda’ gibi bilinen anlamında biyografik özelliklere sahip bir çalışma değil.

‘Tony Monero’, ‘No’, ‘El Club’ gibi filmlerin yaratıcısı bu son adımında, kocasını gözlerinin önünde gerçekleşen bir suikastta kaybeden bir kadının hem ayakta durma çabalarına hem düzenlenecek cenaze törenini yönlendirme kaygılarına hem de sonraki hayatını nasıl çizeceğine dair kuşkularına dikkat çekiyor. ‘Jackie’, birkaç koldan ilerliyor. Bir yanda John F. Kennedy cinayetinin ardından bir gazeteciyle samimi duygularını aktarmak üzere söyleşi veren Jacqueline Kennedy’yi izliyoruz (Gerçekte ‘First Lady’, cinayetten bir hafta sonra gazeteci-yazar Theodore H. White’a Life dergisi için yaklaşık dört saat süren bir röportaj vermiş. Filmde ismi açıklanmayan ama White’a refere edilen bir gazeteci var.) Öte yandan film zaman zaman, -suikastın gerçekleştirildiği 22 Kasım 1963’ten yaklaşık bir buçuk yıl önce CBS Televizyonu’nda  gösterilen- Jackie’nin Beyaz Saray’a ne türden dokunuşlar yaptığını anlatan bir programın görüntülerinde geziniyor. Ve nihayetinde tıpkı eşi gibi bir suikaste kurban giden Abraham Lincoln’e yapılan ve veda niteliği taşıyan bir törenin benzerini gerçekleştirmek için uğraş veren acılı ama metanetli bir eşin çabalarını gözlüyoruz.     

Senaryosunu Noah Oppenheim’ın kaleme aldığı ‘Jackie’de Larrain, bazı anları itibariyle gerilim filmlerini hatırlatan bir atmosfer kurmuş. Ayrıca bu atmosferin yaratılmasına katkıda bulunan Mica Levi’nin müziği de çok etkileyici. Öykünün bize sunduğu karakterde ise kontrollü, takıntılı, yer yer şaşkın, yer yer sakin ve ne yaptığını bilen bir profil görüyoruz. Larrain böylesi bir portreyi seyircisiyle bazen son derece estetik, bazen de son derece ürkütücü kadrajlar eşliğinde buluştururken metin olarak kulak vermeye değer bir film de izliyoruz.

LINCOLN’ÜN HAYALETİ

Jacqueline Kennedy’nin özellikle bir rahiple (tıpkı gazeteci gibi o da isimsiz) konuşmaları ve kendi hayatı üzerinden Tanrı’yı sorguladığı bölümler çok etkileyici. Öte yandan, John F. Kennedy figürünün üzerinde bir hayalet gibi dolaşan Abraham Lincoln’e ilişkin de birçok gönderme var filmde. Ki bu konudaki kilit sahnede Jackie, kocasının cenazesini bir ambulansla Beyaz Saray’a getirirken şoför ve hemşireye James Garfield ve William McKinley’in kim olduğunu bilip bilmediklerini soruyor. Tanımadıklarına dair aldığı cevabın arkasından Lincoln’ü hatırlatıyor. Garfield ve McKinley, Amerikan tarihinin suikasta uğramış diğer iki başkanı; bu noktadan hareketle Jackie, kocasının bir ulusun zihnine derinden yerleşmesi için daha fazla gayret gösteriyor. Bir başka kilit sahnede ise John F. Kennedy’nin kardeşi Robert, ağabeyinin yaklaşık iki yıl süren başkanlığı döneminde kayda değer hiçbir iz bırakamadığını, kimi önemli hamlelerinin ise yerine geçen Lyndon B. Johnson’ın hanesine yazılacağını düşünüyor.Bu arada Jackie’nin, kocasının cansız cesedini bir limuzinin arkasında kucakladığı sahne de unutulmazdı.

Ya performanslar? Jacqueline Kennedy’de Natalie Portman müthiş oynuyor. Muhtemelen Oscar’ın ‘En İyi Kadın Oyuncu’ dalındaki öncelikli favorisi olacak. Ama canlandırdığı karakterin, kendi yaşındaki dönemini perdeye taşımasına rağmen o çocuksu yapısıyla sanki Jacqueline Kennedy’yi değil de bağımsız bir portreyi önümüze atıyor gibi. Robert Kennedy’de Peter Sarsgaard, gazetecide Billy Crudup, sekreter Nancy Tuckerman’da Greta Gerwig ve de özellikle rahipte John Hurt çok iyi.

‘Kral Arthur efsanesi’ndeki kalenin, yani Camelot’ın da John F. Kennedy üzerinden ‘Beyaz Saray’a ait bir metafor olarak dillendirildiği film, bana kalırsa Larrain’ın diğer yapıtları açısından daha alt perdede seyrediyor. Ama ayrıntıları ve genel çerçevesi itibariyle kayıtsız kalınamayacak bir yapım olmuş. 

JACKIE

 Yönetmen: Pablo Larrain

Oyuncular: Natalie Portman, Billy Crudup, Peter Sarsgaard, Greta Gerwig, John Hurt, Richard E. Grant, Caspar Phillipson, John Carroll Lynch 

Şili-Fransa-ABD ortak yapımı

DİĞER SEÇENEKLER

Haftanın diğer seçeneklerine gelince: John Hamburg’un yönettiği ‘Bu da Nerden Çıktı?’da (‘Why Him?’) Zoey Deutch, Bryan Cranston, James Franco ve Tangie Ambrose rol alıyor. Perdeler, ‘Sömestr dönemi’ni üç animasyonla karşılıyor. Ron Clements ve John Musker’ın yönettiği ‘Moana’, Hüseyin Emre Konyalı’nın imzasını taşıyan ‘yerli’ üretim ‘Pepee: Birlik Zamanı’ ve Fransız yapımı ‘Minik Kahramanlar Macera Peşinde’ (‘Les Ilusianautas’). Bu filmin yönetmeni ise Eduardo Schuldt. Başrollerinde Afra Saraçoğlu, Tolga Sarıtaş, Sarp Akkaya ve Tülin Özen gibi isimleri izlediğimiz ‘Kötü Çocuk’ ise çok tutmuş gençlik serisinin sinemadaki ilk yansıması. Film yönetmen olarak Yağız Alp Akaydın’ın imzasını taşıyor.

Yazının devamı...

Erken gelen goller maçı kopardı

16 Ocak 2017

Kötü bir futbolun ardından çok kritik bir maçı yitirmek mi yoksa yepyeni stadının açılışında tribünlerin sadece beşte birinin dolması mı... Sanırım ikincisi zira saha dışı sonuçlar düzelir ancak Türk halkının futboldan uzaklaşmasını ne yapacağız bilmiyorum. Tamam, güvenlik için üst kısımlar boş bırakılmış ama 7 bin düşük rakam... Düşünün biletler 10-20 TL, 19 yaş altı taraftarlar ücretsiz, gelen her taraftara forma hediye ancak beklenen ilgi yok.

O TOP DiREKTEN DÖNMESE...

Maç başlayınca taraftarın bu tavrına biraz anlam verir gibi olduk. Takımları üst üste yediği iki golün ardından yelkenleri suya indirdi ve teslimiyet havasında maçı tamamladı. Eğer 11. dakikada Musa’nın kafa vuruşunda top direkten dönmese de Antalya ağlarına gitse de çok bir şey değişmezdi gibi görünüyor.

Rıza Çalımbay’ın Antalyaspor’u çok disiplinli, organize bir ekip... Eto’o’nun sahadaki varlığı büyük kazanım. Kamerunlu’yu devre arasında vermeyerek kendileri adına iyi yaptıkları kesin. Danilo, Deniz ve Mbilla ön plana çıkan diğer isimlerdi. Gaziantepspor’daysa M. Demir ileride gayretliydi ancak kendisine ulaşan top o kadar azdı ki o da yetersiz kaldı.

Yazının devamı...

Puan kazanmak için iyi mücadele yetmiyor!

15 Ocak 2017

Antalya kampında yüksek tempoda çalışan ve zihinsel bir yorgunluk yaşayan ev sahibi karşısında konuk ekip aslında maça fena da başlamadı ve ilk gole kadar da başa baş mücadele etti ancak Batdal’ın şık golü, hemen ardından gelen penaltı sarı kırmızılıların gardını düşürdü.

FARK YEMEYi HAK ETMEDiLER

Skor her ne kadar 5-0 olsa da Kayseri’nin ortaya koyduğu mücadelenin aslında karşılığı bu skor değil... Yalçın’ın talebeleri topa rakipleri kadar sahip oldu, ikili mücadele kazanma, pas isabeti, şut sayısı gibi istatistiklerde Başakşehir kadar başarılıydılar ancak iki ekibi ayıran, ceza sahası içinden çekilen şutlar oldu. Bireysel yetenekler ve müthiş pas trafiği ile ceza sahası içinde pozisyonlara giren ev sahibi ekip çok önemli bir galibiyet aldı.

 

Yazının devamı...

Keşke biraz daha uyusaydım...

14 Ocak 2017

Yalnızlık başa bela, üstüne bir de uzayın sonsuz boşluğundaysanız... Alan Turing’in trajik hayatından kesitler sunan ‘The Imitation Game’le tanıdığımız Morten Tyldum, son filmi ‘Uzay Yolcuları’ (‘Passengers’) ile işte bu dertler etrafında gelişen bir öykü anlatıyor. Önce kısaca konu diyelim: Avalon adlı uzay gemisi, 120 yıl sonra uyandırılacak 5 bin yolcusuyla seyrinde ilerlemektedir. Derken yolculardan biri, Jim Preston uyanır. Bir mühendis olan Preston, seyahatinin sonuna geldiğini sanır lakin gemide kendisinden başka uyanan yoktur. Çok geçmeden son durak niteliğindeki ‘Homestead II’ adlı gezegene ulaşmak için önünde daha 90 yıllık bir sürenin olduğunu fark eder. Koca gemide tek dostu vardır; robot barmen Arthur. Spor salonuydu, lokantaydı, dans pistiydi derken bütün mekânları adeta tüketir. Arthur’un yarenliği de bir yere kadar; uyuyan yolcular içinde beğendiği ve kişisel dosyalarından bir yazar olduğunu öğrendiği Aurora Lane’i uyandırma düşüncesine kapılır ve ardından da harekete geçer...

‘Prometheus’ ve ‘Dr. Strange’ gibi filmlerin senaryolarına da katkıda bulunan Jon Spaiths’in kaleme aldığı metinden çekilen ‘Uzay Yolcuları’, genel olarak bir ‘Robinson Crusoe hikâyesi’. Filmin ilk 20 dakikası bir yalnızlığın ifadesi. Bu bölümün bir anlamda uzun versiyonunu Ridley Scott’ın Matt Damon’lı ‘Marslı’sında izlemiştik. Öykünün sonraki aşamasında, yani meselelere Aurora Lane’in dahil olma safhasında da Alfonso Cuoron’un, Sandra Bullock ve George Clooney’li ‘Gravity’sini hatırlıyoruz... Tuhaf gülüşe sahip barmen Arthur’un yer aldığı sahnelerde sanki ‘Shining’deki bar kadrajlarını akla getiriyor. Avalon’un iç tasarımlarından bazıları da ‘2001: Uzay Macerası’nı anımsatıyor.

FELSEFESİ İYİ, AKSİYONU GEREKSİZ 

Peki filmin kendisi neler söylüyor? Jim Preston’ın yalnızlığını izlediğimiz bölümde kimi varoluşsal problemleri, Aurora’nın katılımıyla da bambaşka meseleleri (‘Âdem ve Havva’sal diyelim) görüyor, hissediyor ve seyirci zihnimizde tartıyoruz. ‘Uzay Yolcuları’, bu noktalarda merak uyandırıyor, öyküsü belli oranda çekici geliyor. Ama sonrasında devreye bence gereksiz bir biçimde aksiyon giriyor. Tamam, sistem neden işlemedi, Jim neden erkenden uyandı, bunun cevabını aramak ve de bulmak lazım ama işin içine manasız kahramanlık gösterileri girince, Avalon değil belki ama film rotasından çıkıyor.

Hep bu tür tökezlemelerde benim aklıma Tarkovski’nin ‘Solaris’i gelir. Söz konusu yapım, sonsuzluk içinde kendi varlığımızı ve sonumuzu bize hatırlatır ve aksiyona gerek duyulmadan da heyecan uyandırılabilecek anlar ve süreçler olabileceğini gösterir. Hoş Kubrick’in ‘2001: Uzay Macerası’ da benzer bir refleksin ifadesidir. Tabii ki “İyi ama iki film de sinema tarihinin köşe taşlarındandır, kıyaslama insafsız olmuyor mu?” diyebilirsiniz ama yine de ‘Uzay Yolcuları’ sanki kimi göndermeler dışında zihnimizde daha derin izler bırakabilecekken kolay yolu seçmiş gibi görünüyor.

Oyunculuklara gelince: Preston’da karşımıza ‘Galaksinin Koruyucuları’ndan da hatırladığımız Chris Pratt gelirken Aurora rolündeki Jennifer Lawrence’la fiziksel anlamda ‘hoş’ bir ikili olmuşlar. Ama çok özel bir performans sunduklarını söyleyemeyiz (ayrıca Aurora’nın yazar olduğuna da pek ikna olamıyoruz). Michael Sheen ise barmen Arthur’a özel dokunuşlar katıyor. Öte yandan uzay gemisinin tasarımının ve yüzme havuzunda yerçekiminin ortadan kalktığı sahnenin görsel olarak etkileyici olduğunu belirtmeliyim.   

Sonuç olarak ‘Uzay Yolcuları’, felsefi takıldığı bölümlerde etkileyici ama aksiyona göz kırptığı andan itibaren de irtifa kaybeden bir film olmuş. 

HAYAT ONLARIN GÖZLERİNDE PARLIYOR

Akademi’nin, ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ kategorisinde ‘Son dokuz’a kalan toplamı arasında yer alan ‘Kabakçığın Hayatı’ (‘Ma vie de Courgette’), ‘çizgidışı’ animasyonlardan. Gilles Paris’nin romanından Fransız Céline Sciamma’nın yazdığı senaryoyla perdeye taşınan yapımda, annesinin ‘Kabak’ adını taktığı Icarde’nin zorlu hayat yollarında rotasını bulmaya çalışması anlatılıyor. Yalnız bir çocuk olan ‘Kabak’, annesinin bir kaza sonucu hayatını kaybetmesiyle yetimhanenin yolunu tutuyor. Burada kendisiyle birlikte altı çocukla yeni bir serüvene atılırken ayakta durmayı, yaşama tutunmayı ve en önemlisi dayanışmayı öğreniyor. Sonradan ekibe dahil olan Camille sayesinde de aşkı diyelim...

Yönetmenliğini İsviçreli Claude Barras’ın üstlendiği film, ‘stop-motion’ tekniğiyle çekilmiş. ‘Kabakçığın Hayatı’nı ilk olarak basit ve sade olarak tanımlayabiliriz. Öte yandan film, bu basit ve sade öyküyü son derece güçlü duygularla ve yüreğinize işleyen detaylarla aktarıyor. Aslında tasvir edilen dünya, Kabak ve diğer çocukların da tek tek öykülerine bakıldığında yüksek dozda trajedi içeriyor.

Film, bu katlanılması zor durumlara karşı kenetlenerek ve hınzırca bir bakışı da ekleyerek, hayatın kendilerine çizdiği dar koridorların dışına taşan miniklerin çabasına odaklanıyor. Barras’ın sakin ve telaşsız anlatımı o kadar güzel, o kadar derinlemesine ki, ‘Kabakçığın Hayatı’nı unutulmaz yapıtlar arasına sokuyor. Kimi yabancı eleştirmenler filmi, Henry Selick’in ‘Coraline’ıyla akraba ilan etmişler, haklılar.

Fransa’nın parlak senaristlerinden kabul edilen Céline Sciamma’nın dokunuşları da karakterlere özel derinlikler kazandırmış gibi; topluluğun patronu gibi davranan arıza Simon, Kabak’a kol kanat geren ve bir tür baba figürüne dönüşen altın kalpli polis Raymond, yetimhanenin diğer üyeleri Ahmed, Alice, Jujube; hepsi özel ve öyküleri kulak kabartmaya değer kişiliklere dönüştürülmüş. Ayrıca çizim olarak karakterlerin o iri gözleri de, ruh durumlarını anlatmada önemli bir unsur olarak öne çıkıyor.

Aslında ‘Kabakçığın Hayatı’ için Charles Dickens-Kemalettin Tuğcu tatları da içeriyor demek mümkün. Her yaştan seyirci için hayat dersleri ve güzellikler barındıran bu özel ve güzel animasyonu kesinlikle kaçırmayın derim...

YOLLARIN ‘YILDIZ’I...

Zor bir hayat denkleminin acılarını, şehir şehir dergi aboneliği satan bir gruba katılarak dindirmeyi düşünen Star, burada ‘satıcıların şahı’ konumundaki Jake’le yakınlaşınca, sistemin başındaki Krystal’la sorun yaşar. Geçen yıl Cannes’da ‘Jüri Özel Ödülü’ alan ve çoklarınca çok beğenilen ‘American Honey’, ‘Filmekimi’ turunun ardından yeniden seyirci huzuruna çıkıyor. ‘Fish Tank’ ve Emily Bronte uyarlaması ‘Uğultulu Tepeler’ gibi yapıtlarıyla tanınan İngiliz Andrea Arnold imzalı çalışma, Dickens’ın ‘Oliver Twist’iyle 60’ların sonuyla 70’lerin başındaki ‘Derin Amerika’nın özgür ruhlu filmleri’nin (‘Easy Rider’ mesela) harmanı gibi. Lakin söz konusu yapımlar genel bir sosyolojik refleksin yansımasıydı, burada benzer bir derinliğe rastlamak (en azından benim için) pek mümkün olmadı. Daha çok ayakta kalmaya çalışan ve bu arada, “Boş durmayalım, eğlenelim, gençliğimizin tadını da çıkaralım” diyen bir grup ergenin serüvenlerini ve çekişmelerini izliyoruz. Şarkılar da cabası...

Shia LaBeouf dışında amatör isimlerin sürüklediği yapımda Star’ı canlandıran Sasha Lane’in performansı dikkat çekici.

DİĞER SEÇENEKLER

Haftanın diğer seçeneklerine gelince: Orçun Benli’nin yönettiği ‘Hep Yek 2’de Gökhan Yıkılkan, İnan Ulaş Torun, Gürkan Uygun ve Tuna Orhan gibi isimler rol alıyor. Hint kökenli Mira Nair imzalı ‘Queen of Katwe’nin kadrosu ise şu oyunculardan oluşuyor: Madina Nalwanga, David Oyelowo, Lupita Nyongo ve Martin Kabanza.‘Sebastian: Sevgili Dostum’u (‘Belle et Sebastien: L’Aventure Continue’) Christian Duguay yönetmiş, oyuncular Felix Bossuet, Tcheky Karyo, Thierry Neuvic ve de Margaux Chatelier. Yerli gerilim ‘Gölge’de Yüksel Molla, Funda Dönmez, Şenol İpek ve Deniz Gönen oynuyor, yönetmen Burak Donay. Bir diğer gerilim olan ‘Felak’ da Mehmet Emin Şimşek imzasını taşıyor. Filmin oyuncuları Özlem Durmaz, Banu Çiçek, Yusuf Memiş ve Selim İşcan.   

Yazının devamı...

Okunası futbol

10 Ocak 2017

Zamanlama o kadar uygundu ki, okuma-yazma faaliyetimin henüz emekleme dönemindeki en zevkli idman sahası, nam-ı diğer ‘Altar’ın oğlu’nun ilk macerası olan ‘Maryo’nun Kuşları’ydı. Sonrasında diğer kahramanlarla tanıştım elbet; yerlisi yabancısı, kovboyu uzaylısı derken hepsi o çocukluk günlerinden şimdiki zamana kadar eşlik etti hayat yolculuğuma. Tarkan da, ilk göz ağrısı olarak hep ayrı bir yerde durdu.

 “SiHiRLi AYAKKABI”

BÜYÜME serüveninde duraklar bir değil ki; ben önce çizgi romanları keşfetmiştim, sonra sinemanın, ardından da futbolun büyüsünü... Bu harmanda kuşkusuz en derin ve keyifli anılardan biri de, bir zamanların efsane dergisi Doğan Kardeş vasıtasıyla tanıştığım ‘Sihirli Ayakkabı’ adlı çizgi romandı.

Yetenekleri sınırlı Billy Dane adlı bir çocuğun, eski bir futbolcunun (adı ‘Bombacı Ken’di) kramponları sayesinde (onları giydiğinde inanılmaz oynuyordu) olaganüstü işler başarmasını ve yükselmesini anlatan bu İngiliz yapımı seriyi (orijinal ismi ‘Billy’s Boots’du) okumanın hazzı, o ünlü reklam sloganında olduğu gibi ‘Paha biçilemezdi’di.

Aslında bu sayfalarda ‘Sihirli Ayakkabı’dan daha önce de -Temmuz 2015’te yayımlanan “Sevdamızın ‘çizgisel’ ifadesi” başlıklı yazıda- bahsetmiştim. Çünkü ‘Bir Zamanlar Sahalarda’ adlı ‘yerli’ üretim bir futbol çizgi romanı kitapçı vitrinlerini süslemişti. ‘Çıkan kısmın özeti’ kabilinden konusunu hatırlarsak, bu çizgi roman babası şikeci ve kumarbaz bir faal futbolcu olan minik bir çocuğun (‘Tekir’ lakabıyla tanınıyordu) oyuna ilişkin sevdasını ve yetenekli bir kaleci olarak mahalle maçlarındaki tutunma öyküsünü anlatıyordu. Öykünün yaratıcısı Bülent Sağman’dı ve çizimler Cem Özüduru’ya aitti. Bir üçlemenin ilk kitabı niteliğindeki ‘Bir Zamanlar Sahada’nın devamı da geldi: ‘Bir Zamanlar Kupalarda’.

Aslında ikinci adım Haziran 2016’da piyasaya çıktı ama bir türlü yazmaya fırsatım olmadı, kısmet bugüneymiş diyelim.

iYi OKUYAN KAZANSIN!

‘BİR Zamanlar Sahada’, ‘Tekir’in genç takım serüvenindeki yaşadıklarını anlatıyor. Öykünün atmosferi, uğradığı duraklar, sayfalara taşınan hayatın sertlikleri, sınıfsal meseleler, ergenliğin bu topraklardaki ifadeleri ve bu bağlamda cinsellik, elbette ilkini hatırlatıyor. Ki bu da doğal, çünkü hem devam kitabı hem de öykü yine Bülent Sağman’a ait. Öte yandan bu kez çizer değişmiş, Özüduru’nun yerini İtalyan Guiseppe Manunta almış, kapak yine ünlü İtalyan çizer Giampiero Casertano’ya ait. Küçük bir not: Hikâyedeki Avrupalı kaleci ‘Sarı Panzer’ de, Toni (Harald Anton) Schumacher’e selam gönderme olmuş. Serinin son adımında, önsözde belirtildiği üzre Tekir’i Avrupa arenasında görecekmişiz.

Malum bizde futbol daha çok, ‘Üç ihtimalli bir oyun’un tek ihtimal (galibiyet yani) üzerinden tanımlandığı bir hevesin ifadesi. Dolayısıyla bu sevdanın başka türlü tanımlandığı her alan ve de özellikle başka disiplinlerle alışveriş (sinema, edebiyat, çizgi roman vs.), farklı kulvarlara, koridorlara geçit tanıması açısından çok değerli. Toparlarsak futbolu bu yönleriyle ele alan, seven, tutkusuna farklı anlamlar katmaya çalışan herkese ‘Bir Zamanlar Kupalarda’yı öneririm (tıpkı ilk kitap olan ‘Bir Zamanlar Sahada’yı önerdiğim gibi). İyi okuyan kazansın!

Yazının devamı...

‘Büyük birader’e karşı tek başına...

7 Ocak 2017

Orwell’ın öngörüsü şimdiki zamanlarda bütün gerçekliğiyle sürüyor. ‘Dünyanın jandarması’ namlı Amerika, hem kendi vatandaşlarını hem de gezegenin her köşesini gözlüyor. Bu hissiyata çoktan sahiptik ama Edward Snowden, en azından işi belgelere döktü ve meseleyi, dünya kamuoyuyla paylaştı. Lakin bunun bir bedeli olacaktı; ülkesi tarafından ‘vatan haini’ ilan edildi ve Rusya’ya sığınmak zorunda kaldı, halen bu ülkede yaşıyor. 2003 yılında gayet ‘vatansever’ hislerle kendisini sistemin kollarına bırakan ve ‘alaylı’ bir bilgisayar dahisi olarak CIA’nin yan birimlerinden NSA’de (National Security Agency-Ulusal Güvenlik Dairesi) birçok önemli projede yaratıcı ve yürütücü olarak çalışan tam adıyla Edward Joseph Snowden, resmi görevini 2011’e kadar sürdürdü. Sonrasında ortadan kayboldu ve elindeki gizli bilgileri basın üzerinden kamuoyuyla paylaşarak sistemin ‘sinsi’ planlarını ortaya çıkarmış oldu.

Aslında Snowden’ın öyküsünü 2014 tarihli belgesel ‘Citizenfour’da izlemiştik. Laura Poitras imzalı yapım Akademi tarafından ödüllendirilmiş ve ‘En İyi Belgesel’ dalında Oscar almıştı. Hollywood’un kendi gerçekliği içinde muhalif sayılabilecek yönetmenlerinden Oliver Stone, aynı sulara döndü ve eski Ulusal Güvenlik Dairesi elemanının öyküsünü bu kez kurgusal bir filmle kamuoyunun beğenisine sundu. ‘Snowden’ adlı yapım, bu hafta itibariyle bizim salonlarımıza da uğruyor. Film, meseleye ilişkin Anatoly Kucherena ve Luke Harding’in yazdıkları kitaplardan yola çıkılarak Stone’un Kieran Fitzgerald’la birlikte kaleme aldığı senaryodan çekilmiş.

‘Snowden’, temel olarak ülkesinin bilgisayar teknolojisi üzerinden fark yaratmasını isteyen ve 11 Eylül’le zirvesine ulaşan terör olaylarının önlenmesini ilişkin çabalara yardımcı olmak üzere CIA çatısı altında çalışmaya karar veren iyi niyetli bir gencin, süreç içinde sistem karşıtı bir figüre dönüşmesini anlatıyor. İşini kız arkadaşı Lindsay Mills’ten saklayan, dehasını sistemin emrine veren genç Edward, çok geçmeden sadece ana düşman görülen Rusya, Çin ve İran dışında Japonya, Almanya, Brezilya, hatta Avusturya gibi ülkelerin de izlendiğini, gözlendiğini, birçok dünya vatandaşının e-postalarına, cep telefonu mesajlarına ve hatta bilgisayar kamerasına kadar erişildiğini gözlüyor. Bu tablo genç ajanı ahlaki ve vicdanı bir hesaplaşmaya itiyor.

O sırada Amerika yeni bir seçim heyecanı yaşıyor; Snowden, “Obama gelince işler düzelir sandım” diyor ama zamanla yanıldığını anlıyor. Anladığı bir başka şey de terörün bir gerekçe değil, bahane olduğu. Bu durumda da, “Asıl dert bütün dünyaya ilişkin ekonomik ve sosyal kontroldü” yargısına varıyor, ardından da sistem dışına çıkarak kimi gerçekleri açığa çıkarmak için hamlelerine başlıyor. Vicdani duruşunu besleyen en önemli şey ise, “Vatandaşlar, hükümetimizi sorgulayabilmeli, çünkü bu anayasal bir hak...” düşüncesi.  

‘OBAMA DÜZELTİR SANMIŞTIM’

‘Snowden’ı izlerken tıpkı ‘Citizenfour’ gibi ilginç detaylarla karşılaşıyorsunuz. Stone’un filmi ele aldığı karakterin dönüşünü, sevgilisi ve iş arkadaşlarıyla yaşadıklarını aktarırken, kişisel dönüşümünü ve Edward Snowden’ın psikolojini de başarıyla ve inandırıcı bir dille yansıtmış.

Öte yandan hem Laura Poitras’ın belgeselinin hem de bu filmin hatırlattığı bir şey daha var; sistemin kendisine aykırı gördüğü bir kişinin öyküsüne, sistemin sinema düzeninin hayat hakkı tanıması -ki daha önce de yazmıştım- hatta Akademi’nin ödül bile vermesi. Evet, “Amerikan sineması hep böyledir” derler, “Sistem günah işler, bu günahların hesaplaşması da perdede yapılır ve sistem böylelikle ‘sözde’ aklanır.” Bu, liberalizmin temel reflekslerindendir belki de ama şöyle ya da böyle, ortada bir hesaplaşma vardır. Oliver Stone da aslında sisteme inancını ‘JFK’ gibi filmlerde gösteren bir yönetmen olarak, kendince bir hesaplaşmaya soyunmuş ve ‘Snowden’ın öyküsünü ve meselenin perde arkasını, peliküle taşımış.

Joseph Gordon-Levitt’in inandırıcı bir Snowden portresi çizdiği filmde Shailene Woodley (Snowden’ın kız arkadaşı Lindsay), Rhys Ifans (Snowden’in CIA’deki eğitmeni Corbin O’Brian), Zachary Quinto (gazeteci Glenn Greenwald), Tom Wilkinson (The Guardian muhabiri Ewen MacAskill) ve Melissa Leo (yönetmen Laura Poitras) gibi oyuncular da gayet iyi.

Sonuç olarak günümüz toplumlarında özgür basının yerine ve önemine de vurgu yapan bu filmi, kesinlikle kaçırmayın derim.

BİR SUİKASTIN ANATOMİSİ

Nazi işgali altındaki Çekoslovakya’da, bir gece ülkeye paraşütle inen iki direnişçi, çok sayıda insanın katline neden olan ve ‘Prag Kasabı’ olarak ünlenen Reinhard Heydrich’e suikast düzenlemek üzere hazırlıklara başlar. Londra’daki muhalif güçler adına hareket eden Çek Jan Kubis ve Slovak Josef Gabcik, eylemin planlanma sürecinde yerel direnişçilerle hareket ederken dikkat çekmemek adına Marie ve Lenka adlı kadınlarla ilişki yaşıyormuş gibi görünürler. Ama çok geçmeden bu durum gerçek aşka yerini bırakır.

Sean Ellis’in yönettiği ‘Anthropoid’, girişte özetlemeye çalıştığımız gerçek bir hikâyenin sinemasal yansıması. Tarihe ‘Anthropoid Operasyonu’ olarak geçen olay, daha önce de üç kez beyazperdeye uyarlanmıştı. Suikast girişimi 27 Mayıs 1942’de gerçekleştirilmişti. Ünlü yönetmen Fritz Lang, yaşanan kimi detaylar henüz tam anlamıyla açığa çıkmamışken 1943’te, söz konusu olayı ‘Hangmen Also Die!’ adlı filmiyle sinemaya taşımıştı. 1965’te bu kez Çek yönetmen Jirí Sequens, ‘Atentát’ adlı yapımda ‘Heydrich suikastı’nı konu edinmişti. Kimi Bond filmlerinin ve ‘Alfie’nin yönetmeni olarak da tanınan Lewis Gilbert ise 1975 tarihli ‘Operation: Daybreak’te bir kez daha aynı sulara döndü. Bizde ‘Zamana Güzellik Kat’ Türkçesiyle gösterime giren ‘Cashback’in yönetmeni olarak hatırladığımız Sean Ellis, ‘Anthropoid’le cesur direnişçilerin öyküsünü, adeta şimdiki zaman seyircisine hatırlatmak adına tekrar sinemaya taşımış.

İki İrlandalı aktörün, Jamie Dornan ve Cillian Murphy’nin iki ana karakteri, Kubis ve Gab-
cik’i canlandırdığı film, sakin gelişen ve temposunu zamanla bulan bir çalışma olmuş. Ellis’in filmi dönem tasvirini de ruh ve görüntü olarak gayet başarılı yansıtıyor.

Sonuç olarak ‘Anthropoid’, tarihi referanslarıyla izlenmeye değer bir yapım, bu kayda değer çabayı ıskalamayın
derim.

GÜLDÜRMESİNE GÜLDÜRÜYOR AMA...

Aslında ‘Çalgı Çengi’ onların serüveni için belki de en önemli virajdı. Çünkü bu filmle tanındılar, sevildiler, ilerisi için ümit verdiler. Onlar; yani Murat Cemcir ve Ahmet Kural ikilisi... Ve tabii ki filmi çeken yönetmen Selçuk Aydemir... Söz konusu yapım, Şubat 2011’de sessiz sedasız gösterime girmiş, gerçek değerini DVD’sinin çıkmasının ardından, adeta kulaktan kulağa bulmuş bir yapıttı. Aydemir öncülüğündeki ikili, sonrasında açıldıkça açıldı, (şimdilik iki filmden oluşan) ‘Düğün Dernek’ serisinin yanı sıra ‘İşler Güçler’ ve ‘Kardeş Payı’ dizileri derken, popüler kültürümüz içinde önemli figürlere dönüştü. Öyle ki, resmi kayıtların baz alındığı 1989 yılı başlangıç tarihi olmak üzere, ‘Tüm Zamanların En Çok İzlenen Filmleri’ listesinde ‘Düğün Dernek’ 6.980.070 seyirciyle ikinci, ‘Düğün Dernek 2: Sünnet’ ise 6.073.364 kişiyle dördüncü sırada yer almakta.

Bu haftanın yenilerinden ‘Çalgı Çengi İkimiz’, ikilinin ve de yönetmen Aydemir’in dördüncü uzun metrajlı çalışması. Film, düğünlerde şarkı söyleyen Ankaralı iki ‘teyzeoğlu’, Salih ve Gürkan’ın altı yıl sonra yaşadıkları üzerine kurulu. İlk adımda ikili, bir sünnet düğünü esnasında mafyanın işlediği bir cinayete tanık oluyor ve işin içinden çıkmak için çabalayıp duruyordu. İkinci adımda ise ikili, Gürkan’ın evlenebilmesi için mafya âleminden ayrılmak için çabalarken “Tarkan’ı ilk keşfeden kişi” olduğunu iddia eden bir nikâh memuru, onları ‘Yıldız’ yapma gayretlerine soyunuyor.

Sadece yetenek yeter mi?

‘Çalgı Çengi’yi izlediğimde (ben de DVD vasıtasıyla keşfedenler arasındaydım) çok beğenmiş ve İngilizvari (özellikle de Guy Ritchie) suç filmlerini komedi formatında önümüze getiren yerli örnekler arasında farklı bir yeri tarif ettiğini düşünmüştüm. Oyunculuklar, durum komedileri, diyaloglar, ‘Elvan Kobra muhabbeti’ çok iyiydi ve ortada filmin omurgasını dayandırdığı bir senaryo vardı. Yönetmen Selçuk Aydemir de, kısıtlı imkânlarla da iyi işler (güçler!) çıkarabileceğini göstermişti. Lakin sonraki iki adım ve de ne yazık ki bu son film, ‘Çalgı Çengi’nin tadından, derinliğinden, sinemasal dokusundan çok uzakta.

Aslında sorun genel. Son dönem komedi filmlerinin neredeyse hepsinde aynı dert var. Durumu netleştirmek için şöyle örnekleyeyim: Herkes ellerindeki yetenekli oyuncularla sahaya çıkıyor ve onların üst düzey kapasiteleriyle sonuç alacağına inanıyor. Yani elinizde Hagi ya da Alex gibi usta yıldızlar var ama bir oyun planınız, stratejiniz yok. Lakin devreye ‘yetenekler’ giriyor, bulunan pozisyonlarla sonuç alınıyor. Ve fakat ortada bir takım oyununa, göze hoş gelen bir futbola rastlayamıyoruz; sadece sonuca (yani gişeye) odaklı maçlar seyrediyoruz. Bu da kendi ligimizde iş yapan ama evrensel futbolda (yani sinemada) kıymet-i harbiyesi olmayan bir görüntü yaratıyor.

Evet, ‘Çalgı Çengi İkimiz’ Cemcir ve Kural’ın yanı sıra kadrodaki her biri değerli ve yetenekli isimler de varlığıyla bol bol güldürüyor (ki türdaşları arasında daha fazla kahkaha ve espri vaat ediyor) ama sinematografik açıdan sıradanlığı aşamıyor.

Son olarak, bu ekip (Aydemir, Cemcir ve Kural) ‘Düğün Dernek’ serisiyle zaten gişeye ne kadar hâkim olduğunu gösterdi, muhtemelen ‘Çalgı Çengi İkimiz’ de büyük bir seyirci ilgisine mazhar olacak. Acaba şöyle bir soluklanıp arada sanatsal dokunuşları olan, sinema tarihimiz açısından iz bırakabilecekleri işlere imza atmayı da denemezler mi? Onları seven ve yeteneklerine inanan bir sinemasever olarak naçizane böyle bir beklentim var, belirteyim dedim!            

SONSUZLUK VE BİR ADAM

Yaşadığı trajedinin ardından Japonya’daki Fuji Dağı sınırları dahilindeki Aokigahara’ya, nam-ı diğer ‘İntihar Ormanı’na yollanan Arthur Brennan, burada kafasındaki uygulamaya hazırlanırken rastladığı bir Japon, Takumi Nakamura onu farklı hesaplaşmaların içine çeker...

Sadece iki insanın meselelere bakış açılarını (ve benzerliklerini) değil, farklı kültürlerin reflekslerini de masaya yatıran ‘Sonsuzluk Ormanı’ (‘The Sea of Trees’), kuşkusuz usta yönetmen Gus Van Sant’ın en iyi işlerinden biri değil. Yabancı eleştirmenler filmi, ilk kez gösterildiği Cannes’da tefe koymuşlardı, “O kadar da değil” demekten yanayım. Hatta anlatım açısından tıkır tıkır işleyen, sahaya sürdüğü metaforların hakkını veren bir çaba olmuş ‘Sonsuzluk Ormanı’. Ayrıca öykünün son ‘Filmekimi’nde gösterilen ‘Swiss Army Man’le uzak akraba olduğunu söylemeliyim. 

BU DA VAR!

Haftanın bir başka seçeneği olan ‘Ağ’ı (‘Geumul’) Kim Ki Duk yönetmiş, kadroda Ryoo Seung Bum, Lee Won Gun, Kim Young Min ve Choi Guy Hwa gibi isimler yer alıyor. Filmin konusu şöyle: Teknesinin motoru bozulan bir balıkçı, Güney Kore’ye sürüklenir. Uzun ve acı dolu bir sorgulama sürecinin ardından Kuzey Kore’ye sınır dışı edilir. Ancak Güney Kore’yi terk etmeden önce ülkenin aynı anda hem ne kadar gelişmiş olduğunu hem de ne kadar karanlık bir yana sahip olduğunu görür. Ekonomik gelişmenin mutluluk getirmediği düşüncesiyle döndüğü kendi ülkesinde, sorgulamalar esnasında, güneyde karşılaştığı şiddetin benzerini yeniden yaşar.

Yazının devamı...