(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Nil Karaibrahimgil" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Nil Karaibrahimgil" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Nil Karaibrahimgil

Nil Karaibrahimgil

Umut bitmez, ömür bitmeden
18 Aralık 2016

O ağlayan çocuk posteri gibi bakıyorum etrafa.
Gülünecek şey, sevinilecek şey, heyecanlanacak şey bulamıyorum.
Kararıp oturmayı da bilmiyorum işin kötüsü.
Hüznün ötesine bakmak istiyorum hep.
Acının sonrasında ne var?
Livaneli’nin dediği gibi bu günler ‘bir parantezdir geçecek’ mi? 
Yoksa Huxley’in dediği gibi ‘bu dünya başka bir gezegenin cehennemi’ mi?
Öyle olduğuna inanasım gelmiyor benim. Parantez olmasını istiyorum çünkü, cehenneme benzetmiyorum burayı. Öyle düşünsem, anne de olmazdım. O şarkıları da yazmazdım. Her sabah, en karanlık sabahlarda bile, içimde bir umutla da uyanamazdım.
Hepimiz bir zamandır, nefesi oksijen tüpüyle alıyor gibiyiz. Bacaklarımız suda yürüyor.
Evet hayat devam ediyor etmesine ama sanki bu az nefeslerle, bu ağır adımlarla. İnsan kendini taşıyor oradan oraya. Yüreğini de taşıyor. İçindeki korkuyla, kaygıyla, hayal kırıklığıyla, hüzünle.
İki gün kötü haber gelmese, üçüncü gün geliyor. Buradan gelmezse, dünyadan geliyor. Dünya da çıldırmış gibi bakıyor. 
Ne yapacağız peki? 
Söyleyeyim, iyi insan olmaya devam edeceğiz. 
Akşamları eve yorgun argın gelip masaya kocaman bir sevgi koyacağız. 
“Nasıl hayatı zenginleştiririm?
Nasıl moral veririm? Nasıl yardım ederim?” diye soracağız. 
Dünyayı bulduğumuzdan daha iyi bir yer olarak bırakmak için, ne yaptığımıza bakacağız. Başkaları onu bozdukça, tamir çantasını açacağız.
Geçen ay, ‘Niltemenni’ diye bir video yapmıştık. Bu kötü zamanlarda yeni yıla umutla girmek için. İçi iyi dileklerle dolu.
“Dilerim yeni yılda sevdiğiniz kim varsa, sağlığı iyi olsun” diye başlıyor. Peş peşe dilekler diliyor. “Büyük mutluluklar olmadığında, küçük mutlulukları biriktirin” diyor. Ben Nil’den böyle zamanlarda bunu bekliyorum, o sebeple onu size vereceğim bu hafta. 
İyi insan olmaya devam edelim diye,
Bıkıp usanmadan.
Küsüp gitmeden. 
Çünkü umut bitmez, ömür bitmeden. 

Yazının devamı...
Parça parça birkaç şey
4 Aralık 2016

Amerikan romantik, müzikal komedi drama dizisi. Rachel Bloom ve Aline Brosh McKenna’nın eseri. Rachel aynı zamanda başrolde.
Uzun zamandır, bu kadar bayıla bayıla izlediğim bir dizi olmamıştı. Müzikal olmasından olabilir.
Beni çocukluğuma götürüyor.
Canım bir diziye müzikler yazmak istedi. Gülse seninle mi yapsak?
Şarkıların güzelliği, komikliği, konunun absürtlüğü.
Hayata, ‘saçmalayabilirsiniz, serbest!’ parantezi açan her şeyi seviyorum ben.
Korkusuzca. Eleştirilmekten, ayıplanmaktan, dışlanmaktan, küçük düşmekten korkmadan yapılan her şey, bana güç veriyor.
Yüreğime kan gidiyor, yürekleniyorum. Beynimdeki korku filmi bölgesini kapıyor.
‘Boşver ya, gül eğlen, hayat zaten gel geç bir şey, fazla da ciddiye alma’ diyor.
Bu dizi bende bu etkileri yaptı işte. Hafifletti her şeyi.
Çocukken izlediğim ‘Friends’ dizisi gibi. ‘Simpsonlar’ gibi.
‘Tanıyorum ya ben bunları, sen daha dur bu daha ne saçmalayacak, ne gülünç duruma düşecek’ dediğimiz türden can dostlar yaratıyor.
Herkesi kusurlarıyla bağrına basıyorsun.
Kendine bunu yapabileni, zaten kimse tutamıyor hayatta.

Hani yasaktı

İki yaşından önce telefon kullandırmayın yasağı kalktı!
Biz içimizi mi dinliyoruz, Amerikan Pediatri Akademisi’ni (American Academy Of Pediatrics) mi?
Tabii ki, Amerikan Pediatri Akademisi’ni.
Cep telefonunu ve içindekileri elimize tutuşturan Silikon Vadisi’ndeki anne babalar bile yazı yayınlamıştı: “Aman sakın ha telefonu çocuklara vermeyin, onlar koşsun oynasın, çamurdan heykel yapsın, sincap kovalasın” demişlerdi.
“Özellikle iki yaş öncesi sakın”dı hani?
Şimdi laflarını geri almışlarmış, hatta 6 aylık bebek bile, ananesiyle Skype’ta ‘ce-e’ oynadığında iyi duygular göstermiş filan.
Ya ben iki yıldır, Aziz Arif beni bile ceple görmesin diye (çünkü siz Amerikalılar bir de, dediğin değil yaptığın önemli demiştiniz diye, ben de cepsiz bir hayatım varmış gibi davranıyordum), yakalandığımda telefonumu kızgın tavalara fırlatayım, şimdi de hop fikrinizi değiştirin! 

En son tereyağında kalbimi fena kırmıştınız.
Hiç unutmam o günü...
Yıllarca tereyağ yerine kokonat’ıydı, badem’iydi, susam’ıydı yağını çıkartayım diye uğraşırken, bir sabah Time dergisinin kapağında ‘tereyağ aklandı’ yazısını okumuştum. Kızarmış ekmeğin üzerine sürülen ve henüz tamamen erimesine fırsat bile verilmeden mideye indirilen o tereyağlı günlere hasretle dönüp bakmıştım.
Nostaljiye fazla mahal vermeden, aynen o günlere geri döndüm tabi.
Neyse, şimdi diyorlar ki kendi iç sesimden bile çok dinlediğim Amerikalı uzmanlar: Canım biraz telefonla oynasın. Ama öyle her şeye değil ve herkesle değil. Susam sokağı, pbs gibi şeylere bakın. Tamam bakalım. Vallahi iyi oldu. Çocuğunu, hâlâ at arabasına bindiren romanlardaki Rus köylüler gibi davranıyordum. Artık o da küçük parmaklarıyla, şöyle fiyakalı ekran kaydırmalar yapar...

Kitap kulübü

Ha, bu hafta bir de kafamda şu konu var:
Bir kitap kulübü kurmak istiyorum. Evet. Çok istiyorum hem de.
Neler okuduğumu merak ediyorsunuz, sık sık soruyorsunuz.
Hep beraber aynı kitabı okur tartışırız, ne dersiniz?
Online sohbet ederiz, kulübümüz büyüdüğünde, çiçekli şapkalarımızla bir yerde buluşur, kahve içerek, ‘hadi canım ben senin dediğini hiç de çıkarmadım bu kitaptan’ deriz...
Bunun için, beni seven kitap kurtlarına ihtiyacım var.
Beni sevenlere her zaman ihtiyacım var ayrı.
Onu da ayrı kulüp yaparız, yan kapıdan ona da geçer isteyen...
Şaka bir yana. Bu işe varım, kurarım, Facebook’tan yönetirim, bayıla bayıla ekibin parçası olurum diyen varsa, bana Instagram’dan @niltakipte, ya da buradaki mail adresimden ulaşabilirler.

Saka kuşu

Bugünlerde, Donna Tartt’ın “Saka Kuşu”nu okuyorum. 13 yaşında bir oğlan geldi, göğsüme yerleşti. Bu çok seyrek olur ama oldu. Bu mucizeyi mümkün olduğunca uzun tutmak, onun saçlarının kokusunu, huyunu suyunu biraz daha içime çekebilmek için yavaştan alıyorum. Salinger’ın “Holden”ından beri hiç bir oğlan beni kelimelerle esir almamıştı. İşte böyle bu hafta dolu dolu geçti anlayacağınız.

 

 

Yazının devamı...
Niltemenni
27 Kasım 2016

Ben burada yazdığım iki yazıyı, şarkılı okudum, video yaptım.
Biri ‘Gençliğime Sevgilerimle’, diğeri de ‘Meğer ben Aziz Arifmişim...’
İki sevdiğim şeyi yapıştırmış oldum birbirine. Yazı ve müzik. Tam şarkı da değil, tam yazı okuma da değil, rap değil, başka bir şey.
Sanki tam benlik bir şey buldum, hem carcar konuşuyorum, hem de istediğimde şarkı söylüyorum.
Mesela okuyorum okuyorum... Sonra birden karşıma ‘hayalini kendinden saklamasın’ diye bir cümle geliyor.
Bu cümle okunmamalı, melodili söylenmeli diyorum, onu şarkı gibi söylüyorum sonra yazı devam ediyor.
Birine masal anlatıyormuşsunuz da, arada müzikal gibi şarkıya geçiyormuşsunuz gibi düşünün.
Şimdi işte bunların üçüncüsü geliyor: ‘Niltemenni’ koyduk adına.
Yeni yıla, yenilenmeye, umutlanmaya, güzel dileklere ihtiyacımız vardı.
Benim de ‘Nil duası’ diye, her yıl sonu yazdığım bir yazım vardı. Oturduk onu müzikli video yaptık bu sefer.
Ne zaman, böyle bir hayalle bir masadan kalksam, artık o andan itibaren hayatın içinde bir parantez açılıyor.
İçimdeki hayalleri gerçekleştirme cemiyeti çalışmaya başlıyor.
Sabahları başka uyanıyorum. Sihirli ayakkabılarım oluyor, yatağın hemen yanında.
Ayağıma geçiveriyorlar. Beni oradan oraya götürmeye başlıyorlar.
Konuşmalı şarkıyı Sertaç Özgümüş’ün stüdyosuna bırakıyorum, başlıyor ritimleri, enstrümanları eklemeye...
Işıklı bir ağaç olayım bu sefer videoda diyoruz...
Aslı Filinta’yla Mahizer Aytaş başlıyor beni ağaçlandırmaya, ışıklandırmaya...
Aslı ve Mahizer’le ikinci buluşmam bu. Üçümüzün de küçük çocukları var.
Ortada bir laptop, yere çöküyoruz. Aslı’nın Tola içeride uyuyor, Mahizer’in Leyla yerlerde geziniyor, Aziz Arif de yanımızda araba sürüyor.
Huysuzlanmıyorlar hiç. Sakin çocuklar. Biliyorlar annelerinin bir işler peşinde olduğunu.
Onlar etraftayken bir şey yapmak daha eğlenceli oluyor.
Sanki onlar gezinirken daha cesur oluyoruz ve daha oyunbaz. Sanki üç ilham perisi uçuşuyor tepemizde.
Bu sefer bir kapris yaptım, görüntü yönetmenimiz Michel olsun dedim.
Michel’le daha önce, ‘Bizi Anlatsam’ şarkısının klibinde çalışmıştım ve çok beğenmiştim yaptığını.
Michel, ağaç olmuş Nil’in ışığını yaptı. ‘Bu benim yeni yıl yorumum’ dedi yaptığı ışığa.
Soğuk dev bir stüdyoda, ağaç olmuş, ışıkları yanmış, bir pikabın üzerinde dönerek şarkı söylüyordum.
Daha önceki iki videoyu da çeken, canım Serdar’ım yönetmenimdi.
Aziz Arif ‘anne bi da!’ diye bağırıyordu, ben ışıklı bir ağaç olmuş, şarkı söyleyerek bir pikabın üzerinde dönüyordum.
Bu bir masaldı. Hayatı masal yapmak için, demek bazen birazcık çalışmak lazımdı.
Kollarımı ağaç gibi kaldırıp, kameraya bakarak diliyordum: Şu hayatta nolur kimse ‘hayalini kendinden saklamasın...’
Herkesin neşesi bol olsun, ‘içinde bir şey durup durup zıplasın!’ diyordum.
Bunları yaparken içim zıplıyordu benim. Ruhum trambolinde. Havalanıp havalanıp iniyordu.
Hayalleri gerçekleştirirken geçilen, o ışıklı tünelden geçiyordum. Sizinle şarkılı konuşmak için yapıyordum bunu. Yazıya sesimi koyuyordum, yazıya müziği...
Çekim uzadı, Aziz Arif’in uykusu geldi.
Zaten her şey yeterince sürrealdi ve bu da onu yormuştu.
Çekim aralarında, ağaç halimle ona sarılıyordum.
Dallarımda kuş var mı diye bakıyorduk.
Anne ağaç oldu diyordum, olmasın demiyordu. Demek ağaç da olsam, bana sarılacak beni sevecek... Ama bakalım sözümü dinleyecek mi...
Gitmesi gerekiyordu. Yere çöktüm: Aziz Arif’im gitmen iyi olur senin. Benim burada biraz daha işim var dedim.... Ben bir ağaçtım, beni dinlemesi gerekiyordu.
‘Niltemenni’ videosu, yakında sizinle.
Şimdiden diliyorum: yeni yılınız pırıl pırıl yansın.

 

 

Yazının devamı...
İçimdeki kız çocuğu konuştu
20 Kasım 2016

Onlar yarınların sözlerini edecekler.
Biz duymayacağız
diyeceklerini.
Gelecekte bir evin ışıkları yanacak, içlerinde onlar olacak.
O evde aş, o evde aşk, o evde mutluluk olması için, çocukluğa narin bir çiçek, bir kelebek gibi bakmalıyız.
O yaşlarda deftere yazdıklarını, ömür boyu temize çekersin.
Çocuğun istismarı
kolaydır.
Anne baba olsanız şaşırarak görürsünüz, hafif bir sırtından itseniz düşer.
O kadar zayıf, savunmasız.
Kötüyle, hüzünle henüz tanışmamış bir çocuğa, bir masal kitabının sayfasında kaybolan bir pengueni bile anlatamazsınız.
Göz pınarlarından akacak yaşlara yüreğiniz dayanmaz.
Onlara el kaldıran, savunmasızlıklarında onları savurup atan, bıçak gibi laflarla ve eylemlerle yaralayanlara tahammül göstermek
imkansız.
Kız çocukları...
Onların yelkenlerine ayrıca rüzgar üflemek istiyorum.
Onların sanki bir tarafı hep savunmasız kalıyor nedense.
Belki erkekler hep fiziksel olarak güçlü olduklarından. Belki sesleri bağırınca daha gür çıktığından, bilmiyorum...
Onların daha minicikken ellerinden alınan, kendilerine güvenlerini, saygılarını, sevgilerini düşünüyorum.
Çoğu, ben gelecek güzel günlere değmem, oraya bir şey götüremem diye biniyor geleceğin trenine.
Dünyanın her yerinde kız çocuğu, biraz daha hızlı koşmak zorunda.
Bu çok üzücü ama böyle.
İşte bu sebeple, benim gibi eline mikrofon, üzerine spot alan kadınlar, onlara moral, onlara ilham, onlara yol olmaya çalışıyoruz.
Kendilerine inansınlar, korkmadan okusunlar, yapsınlar etsinler, seslerini boğazlarında düğümlemesinler de konuşsunlar diye.
Kadınların içgüdüleri inanılmazdır, sezgileri de.
Onlardan müthiş yöneticiler de olur. Keşke daha fazla olsa.
En güzeli nedir biliyor musunuz, kadınlar kırmadan bükebilir. Kırmadan bükülerek dünya yönetilse, harikalar diyarında yaşardık.
Kız çocukları büyür ve kadın olurlar ama kadınlar, içlerindeki o kırılgan kız çocuklarıyla sokağa çıkarlar.
Cam fanusta o çocukluklarından taşıdıkları, yaralı kuşla.
Onlara ettiğiniz her güven kırıcı kelime, defalarca eko yaparak kafalarında çınlar.
Kaba kuvvette şangırt diye kırılırlar.
Bazen, birbirimizin neden yapıldığımızı bilmemiz lazım.
Herkes etten kemikten görünüyor ama öyle değil işte, ruh materyallerimiz karışık. Onları iyi anlamalı, onları iyi hissetmeli ve öyle dokunmalıyız birbirimize.
Çocuklara, kızlara, kadınlara dokunan yasalar, o cam fanusları korumalı en başta.

 

 

Yazının devamı...
Hoşçakal Cohen
13 Kasım 2016

Son albümünü birkaç hafta önce çıkarmıştı.
82 yaşındaydı.
‘I’m ready my lord’ (Hazırım Tanrım) diyordu son şarkısında.
Gideceğini biliyordu. Tıpkı David Bowie’nin yaptığı gibi, sonuna yaklaşırken bile şarkı söylüyordu. Ölümü dansa kaldırır gibi...
Cohen, hayatı anlatan eşsiz bir şairdi.
İlla bir şarkı yazarı Nobel alacaksa, benim Nobel’im Leonard Cohen’e olurdu.
Sırf ‘Hallelujah’ için verirdim ben ona Nobel’i.
Hallelujah şarkısına bir dönem kafayı takmıştım. Jeff Buckley’den dinlerdim, acılı söylerdi.
Nasıl yazılmış olduğunu anlamaya çalışırdım.
Cohen’in 5 yılını almıştı yazmak. Onlarca farklı nakarat ve son yazmıştı nihai haline gelmeden önce. Yüzlerce kişi söyledi.
‘Duydum ki gizli bir akor varmış
David’in çaldığı ve Tanrı’nın hoşuna giden
Ama sen müzikle pek ilgilenmiyorsun değil mi’... diye başlardı Hallelujah ve sanki her yere giderdi.
Hayatın her yerine dokunurdu. Ruhun sınırlarını hissettiren şarkılardan.
Hayata teslimiyeti çok asilceydi Cohen’in.
Ağlamadan anlatırdı her şeyi tek tek.
Ve en zoru da, bunu yüzlerce kez damıtılmış cümlelerle yapardı.
Benim gibi şarkı yazmaya gönlünü vermişlere, ışıktı. Dersti.
‘Bu iş uğraşa uğraşa, yaza boza böyle yapılır’dı.
Kelimeleri, bir kuyumcunun gece yarısı masa lambası altında büyüteçlerle yerleştirdiği mücevherler gibiydi.
Cımbızla taşınırdı sanki şarkıya. Öylesine bilindik bir laf etmemek için yıllarını verirdi. Söyleyecekse, Cohen gibi söyleyecekti.
‘Bir çatlak var her şeyde / ışık böyle sızıyor içeriye’ derdi Anthem (ilahi) şarkısında.
Her şeyde bir çatlak olduğunu ondan öğrendim ben. Buna sızlanmamayı da.
‘Going home’ şarkısında, ‘A brief elaboration of a tube’ diyor insana. ‘Özenle işlenmiş bir boru...’
İçimizdeki, ağzımızdan anüse uzanan borudan bahsediyor.
Biz, onun detaylandırılmışımdan başka bir şey değiliz diyor.
Kendimi bazen süslü bir borudan ibaret görmek beni rahatlatıyor.
Hayvanlarla kucaklaşıyorum içimde. Bir kuştan, böcekten çok da farklı değilim, böyle bakıldığında diyorum.
Her şarkıda mutlaka gelişi güzel yazılmış bir satır bulursunuz.
Kafiye için yazılmış ya da bir önceki satırın güzelliğine sığınmış, sıradan bir cümle.
Leonard Cohen’de bulamazsınız. Öylesine yazılmış tek satır yoktur onda.
Bir röportajında demiş ki: Kimsenin hayatı, tam da istediği gibi gitmemiştir. İyi bir şarkının görevi, bu yenilginin yalnızlığını insanın omuzundan alıp paylaştırmaktır. İnsanlığın tamamı yeniliyorsa, yenilginde yalnız sayılmazsın. Yenilgi her şeyin gerçeği, bütün mizahın da kaynağıdır. Herkes, hayat yolculuğunda, yanında oturan adama, ‘İşte böyle, değil mi?’ deme ihtiyacı duyar.
Leonard Cohen gitti ama sesi ve kelimeleri bize anlatmaya devam edecek.
Biz de, süslü borularımızdan kafamızı kaldırıp, çatlaklardan sızan ışığına bakıp, avunacağız.

Yazının devamı...
Kendinle bir saat baş başa kalabilir misin?
6 Kasım 2016

Uyanır uyanmaz sanki beynimden bir ağaç büyüyor.
Koca gövdesi güneşle beraber göğe yükselirken, dallanmaya başlıyor, o kadar çok dallanıyor budaklanıyor ki, artık ben bir sincap gibi hangi dalda gezineceğime karar veremiyorum.
Zıp zıp geziyorum. Benim gibi biraz içine kapalı diyebileceğimiz birinin başına önce şöhret tozu dökülüp, sonra da annelik gelince, siz bu dalların yoğunluğunu düşünün artık.
Bir de sosyal medya, internet çıktı başıma. Evlerden içeri başkaları bocalanmış gibi oldu.
Kapılar kırıldı herkes içeride. Tanıdık tanımadık.
Sen şöylesin, annelik böyle, benim mutluluk anlayışım şöyle, kahvaltım da böyle demeye
başladı.
Herkes bir ağızdan konuşuyor. Herkes, boy boy fotoğrafını kendi çekip koyacak kadar kendinden emin ve takipçileri kadar da şöhret.
Peki şimdi madem buradayız, kalkanları nasıl açacağız? Siz lüzum görmeyebilirsiniz ama benim bir yol bulmam şart.
Şu hale geldim çünkü, okuyacağım, bakacağım, öğreneceğim, dinleyeceğim şeyleri arayıp bulma paniğinden, okuyamıyorum, bakamıyorum, öğrenemiyorum, dinleyemiyorum.
En başta da kendi kafamı. Yahu nerede benim şu kendi kafam?
Bir herkes sessiz olsun da, şunu anons ettireyim, bulayım bir.
Koca bir AVM’de kendimden ayrı düşmüş gibiyim.
Sanırsınız koca bir AVM’de çocukluğumu anons ettiriyorum.
Gelsin derhal buraya. Bir daha da elimi bırakmasın.
Şimdi size bu kaos ve sis ortamında, Twitter laklakında, WhatsApp gruplarında, Google bile ileri geri konuşurken hakkımda, nasıl merkezimde kalıp savrulmadım onu anlatacağım.
Çok basit. ‘Nille bir saat’ diye bir program başlattım evde.
İstediğim zaman başlayan bu programa, saat bile davetli değil.
Kum saati ve ben. Cep, mep yok. Laptop, meptop yok.
Zamanda, çocukluğumdaki o geçmez saatlere ışınlanmışım gibi.
Nasıl yavaşlıyor zaman anlatamam. Kum bana bakıyor, ben kuma. Dün hatta kum saatini elime alıp baktım, yahu bu gerçekten akıyor mu diye.
Sanki zaman dururmuş gibi. Ne yani zaman akmayan bir tuzluk gibi dursa, hadi geç diye dibine mi vuracağız yoksa aman iyi çaktırmayın mı diyeceğiz? Demek ‘ak’ diyecekmişim ben.
Neden? Çünkü kolay değil. Kendimle baş başayım.
Beni kimse ve hiçbir şey oyalamıyor. Ne bir video, ne bir dedikodu, ne de filtreli fotoğraflar.
Herkes gidiyor. Bütün o rabarba susuyor.
Sıkıntıdan patlasam da oturup bekliyorum.
Godot’yu. Nil’i. Çocukluğumu.
Beni hiç tanımayan birine, kim olduğumu, yolculuğumu nasıl anlatırdım bakıyorum.
Hislerimi açıyorum özenle küçük mendillerden. Tek tek bakıyorum.
Kağıt kalem. Gitar. Bir şey yutma saati değil, bir şey kusma saati.
O sebeple kitap da yok. Sallıyorum kendimi, yere dökülenlere bakıyorum.
Tek tek elime alıp bakıyorum. Gitarda La minör basıp, üzerine bir şey söylüyorum. Olmuyor... Olsun diyorum... Olmuyor’a olsun demek önemlidir.
Her sabah o gün ne olursa olsun, benim için en büyük hedef, ‘Nil’le bir saat’ programına katılmak.
Eğer tutarsa, gitgide program saatini uzatacağım. Bir sabaha, bir de akşama koyacağım. Akşam insana üşüşen kuşlar başka oluyor. Onlara da yem vermek istiyorum.
Hepimizin, dublajsız ve dublörsüz kendimizi oynadığımız zamana ihtiyacımız var. Kimse bir şey demezken pencereden bakmaya, kimse bir şey sormazken bir yere oturmaya, kimse bizi çağırmazken yalnız kalakalmaya. İşte o vakit, çıkıp geliyor çocukluk. Oturuyor yanına. O ayakları yerden kesik halin.
En güzel halin. En hayal kuran halin. En oyun oynayan halin. En meraklı halin. En sevilen halin. En yaramaz halin. En umutlu halin. En savunmasız halin. En güçlü halin. En gerçek halin. En korkusuz.
Büyüme hormonu basılıp da korkular alemine geçmeden önceki o saf sen.
Özün. İçin...Geliyor, tutuyor elinden. Artık o bir saat koşup oynar mısınız, çizip boyar mısınız, şarkı mı söylersiniz yoksa susup oturur musunuz bilinmez.
Ama işte o saate, altın saat diyorum ben.
O bir saatimi iple çekiyorum ben.

 

 

 

Yazının devamı...
Çocuğun bildiği benim unuttuğum
30 Ekim 2016


Hep bakılacak, üzerinde uzun uzun konuşulacak, koklanıp dinlenecek bir şeyler olduğunu da.
Her anın içinde, o an neredeyse ne, bir sürü görmeye değer şey varmış meğer.
Bilmezdim ben. Anlar peşinde koşardım.
Hayali anlarım vardı. Bir sürü anı, montajda atardım. Bakmaz, görmez, koklamaz, dinlemez, dokunmazdım.
Ta ki, seyahat ettiğim hayat gemisine bir çocuk binene dek.
Hep diyorlar da, okuyorum da, boyutlarına bakınca insanın ciddiye alası gelmiyor: Bunların beyinleri orman. Bizimki fidanlık. Bunlar birer sünger, biz keçe.
Bunlara her şey olur, bize az şey olur. Bunlar meraklı, biz bilmiş.
Bunlar soru soru soru, biz cevaplar. Beyinlerindeki trafik o kadar gelişkin ki, onlara en sofistike müzikleri çalabilirsiniz.
Mesela John Coltrane’in ‘a love supreme’ albümünü. Size bir sene bir Çinli car car konuşsa, Çince öğrenebilir misiniz?
Onlar öğreniyorlar. Dili müzik gibi dinliyorlar. Bütün olarak yutuyorlar. Maviydi, gramerdi, kuştu ezberlemiyorlar okullardaki gibi.
Ben parka, ‘canım işte biraz koşar, hava alırız, oradan da yemek saati eve döneriz’ diye bir önyargıyla giriyorum.
O, taptaze yepyeni gözlerle ‘yaşasın park’ diye giriyor.
Tabii doğal olarak da, bambaşka şeyler yaşıyoruz.
Ben parktaki göle baktığımda, ‘kaplumbağalar yok’ diyorum.
O ‘ordalar ama biz görmüyoruz’ diyor. Haklı çıkıyor.
Suyun içindelermiş, yeterince bakınca kafayı çıkardı biri.
‘Tavus kuşu bugün yok. Alıp götürmüşlerdir, hastadır belki de ölmüştür, biri yemiştir’ filanlar geçiyor benim kafamdan.
Karanlık bir soğukkanlılıkla, çabucak vazgeçmeye meylediyorum.
O, ‘bulalım buralardadır’ diye parkta dört dönmeye ikna ediyor beni.
Ve noluyor tahmin edin.
Birden köşeyi dönüp, binanın arkasında kaybolan o güzel varlığı görüyoruz. Peşine takılıyoruz sessizce.
O çalılara girip kaybolunca, benim için artık çıkmaz oluyor. O bekliyor.
Elmasını ısırarak gözlerini çalılardan elbet çıkacak tavus kuşuna dikiyor. ‘Zaman akmıyor mu ona’ diye düşünüyorum.
Ne güzel, ‘burada buna bakacağıma gider oyun oynarım’ gibi alternatif evrenleri doğmamış henüz.
Sadece o, ben ve tavus kuşu.
Sanki buna doğduk ve hayat burada geçecek.
Ve bunda hiçbir sorun yok.
Zaten neredeysek orada geçmiyor mu?
Üzülerek şunu fark ettim: Biz geçip gitmesine izin veriyoruz. O zamanla birlikte geçiyor. Kocaman bir bulvarda, bir kraliçenin geçişi gibi. Atlarla, şarkılarla, şanlı bir geçit. Yavaşça selamlayarak halkını. Olan biteni. O ana uğramıyor. Yatıya kalıyor.
İşte çocuktaki erdem bu.
Saatlerimi ona ayarlıyorum ben de.
O tavus kuşunu belki 10 dakika bekliyoruz. Biraz gezinip yine uğruyoruz, sonra yine, sonra yine.
Sonra başka bir kız çocuğu beliriyor yanımızda.
Lara. Lara’yla bekliyoruz bu sefer. ‘Uyumuştur ya da yalnız kalmak istiyordur’ diyor Lara.
Ceviz yiyoruz tavus kuşunun çıkmak bilmediği, çalılığa bakarak.
Sonra Lara’yla ağaçların altındaki mantarlar... Salyangozlar ısırmış evet... Sonra yokuş aşağı koşmalar... İnsan hızlanıyor evet... Sonra aslan heykelinin sırtına binmeler...
Havuza ördeklerin yanına uçuyorlarmış hayal bu ya...
Küçücük park oluyor bir alem.
20 dakika bir anda oluyor iki saat. Bulut bırakıyor güneşi.
Güneş giriyor gözüne. Göz kapanıyor. Gülüyor. Güneşi kim bıraktı birden?
İki şey getiriyorum size naçizane, bu park gezisinden.
Biri her gün yeni bir şey yapın. Bir de yaptığınız her şeye ilk kez bakın.
Güneş gözünüze girene dek.

 

Yazının devamı...
Bir şeyi alıyorsan, bir şeyi ver
23 Ekim 2016


Kimsenin çok şeye, ‘bir tane daha’ya ihtiyacı yok.
İnsan büyüdükçe anlıyor, dükkanlarda aradığının başka şey olduğunu.
Eve gidip suluboya yapmanın, bir parfüm daha almaktan daha iyi bir şey olduğunu.
Kasada, parası neyse verdikten sonra, kolaycacık senin olan bir şey, eve götürene kadar eskiyor zaten.
İhtiyaç için almak başka. Onu ayırıyorum. Lafım, ‘bitandaa’lara.
Evdeki sonbahar temizliğiyle, bu konu üstüme üstüme geldi.
Yılların müsrifliğinden utandım.
Kendimi barbi gibi giydirip durmuşum. Halbuki çok az şeyi hep giymişim.
Torbalarda nefes alamamış elbiseler.
Kutularda dolaşmayı beklemiş ayakkabılar.
Tepelerde gökyüzü görmemiş şapkalar.
Kim aldı bunları? Ne düşünerek? Kendini mi tanımıyordu?
Bir ara kitap ayracından, diş fırçasına sahip olduğum (ki hiçbir şeye sahip değiliz aslında o da ayrı konu, onlar bize sahip.
Sonra koşarak yeni sahiplerine gidecekler naftalin kokularıyla) her şeyi yazayım dedim.
Bunun bana vereceği ıstırap o kadar çok olacaktı ki, dersimi alacaktım.
Fakat bu ceza bir insanın kendisine vermesi için ağır geldi.
Ev tıkış tıkış. Kitaplar da üstüme geliyor ama kütüphane inşa ediyoruz diye ona bir şey diyemiyorum.
Kendim için başlattığım bu ‘bitandaa’sız dünyayı, oğluma öğretiyorum.
Kamyon isterse, senin kamyonun var diyorum.
Elindekini sevmeyi, onunla bıkmadan yüzbinlerce kere oynamayı öğrense harika olmaz mı?
Yeninin kokusunun müptelası olmasa.
Bir arkadaşım evine gelen misafiri anlattı. Anne oğul gelmişler.
Oğlan bir buçuk saat bir iple -evet ip- oynamış.
O ip, ev olmuş, TIR olmuş, yol olmuş...
Kim bilir neler olmuş.
Geçenlerde, elini araba yapmış yokuşları çıkan Aziz Arif’in eline araba tıkıştırırken yakaladım birini.
Yapmayın dedim. Onun arabası var. Araba eksiği olsaydı emin olun söylerdi.
Özellikle çocuklara, minicik yaştan, ‘bitandaa’sız
yaşamayı öğretmemiz lazım.
Ne bizim ne de üzerinde yaşadığımız güzel dünyamızın bitandaa’yla baş edecek kaynağı yok.
O bitmez, doymaz bir şey.
Bu yaz, arkadaşımın 5 yaşındaki oğlu bana dönüp ‘you get what you get/ and you dont get upset’ (aldığını alırsın ve hayal kırıklığına uğramazsın) dedi, tekerleme gibi tonlayarak.
Okulda duymuş. Herhalde oyuncakların, evdeki gibi sadece onların değil, başkalarının da olduğu gerçek dünyaya hazırlık için öğretmişler.
Bir iç disiplin tekerlemesi, cebinden çıkarıp hatırlaman için.
Eşyaları tek tek yazmaya üşendim ama, fazlalıkları dağıtıp sadeleştikten sonra, her yeni gelen, bir şeye yol verecek.
Kıyafetlerde de, oyuncaklarda da.
Bir şeyi alıyorsan, bir şeyle vedalaşacaksın.
Ancak böyle boğulmadan yaşayabilir, hatta belki bir gün suluboyaya başlayabilirsin.
Marie Kondo’nun ‘Hayatı sadeleştirmek için, derle topla rahatla’ kitabında dediği gibi, eşyanızı elinize alıp ‘bu bana hala neşe veriyor mu’ diye sormak en iyisi.
Var mı artık sana neşe vermeyenin, başkasına vermesi gibisi?

Yazının devamı...