(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"İlber Ortaylı" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "İlber Ortaylı" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
İlber Ortaylı
Halep’in yüzüne nasıl bakacağız?
17 Aralık 2016

ÜSKÜP’te otel odasında TV’de gece haberlerini izliyorum. ABD’nin Birleşmiş Milletler Daimi Delegesi Büyükelçi Samantha Power, bir üniversite kampus öğrencisinin umursamazlığı ve rahatlığı içinde İran, Rusya ve Suriye’ye hücum ediyor: “Siz çocukları ve kadınları öldürürken ve onlara şehri boşaltmalarına bile müsaade etmezken ne kadar yalancı, utanmaz ve merhametsizsiniz.” ‘Dik başlı öğrenci’, ertesi gün aniden bir diplomatın üslubuna dönüyor. Yeni anlaşmalar, yeni üslup yaratıyor çünkü: “Şimdi Halep boşaldı, sadece teröristler var” diyor. Olanlara karşı soğukkanlı. Şehir ne kadar da çabuk boşalmış, oysa hiç de öyle gözükmüyor! 21’inci yüzyılda değişen bir şey var: İnsanlar eskisi kadar uykuda değil; medya uyuttuğu kadar uyanık da tutuyor. 

 

 

KLASİK DİPLOMATLARIMIZIN FERASETİNE SIĞINMALIYDIK

 

Halep politikamıza nasıl başladık, nasıl devam ediyoruz bilemiyorum. Zaten Suriye’nin Türkmenlerle dolu olan bu bölgesine nasıl yaklaştık ve ne yapabiliriz, bunun tartışması burada yapılamaz. Ama hakkında muhakkak konuşmalıyız. Halep şehri, çarşıları, camileri ve tekkeleriyle yukarı Mezopotamya’nın büyük Osmanlı şehri Antep’in ve Urfa’nın bile bağlı olduğu bir merkezdi. Sultan Alp Arslan’ın Malazgirt’ten de önceki ilk fethinden beri bizimle iç içe olan bir yerdi. Dünyada Halep kadar uyumlu ve kozmopolit bir şehir az bulunurdu. Örneğin Nureddin-i Zengi’nin komutasındaki Halep Kalesi bir mühendislik ve güzellik timsalidir. Bu kadar güzel kale hiçbir yerde yoktur. Ama Halep bugün sadece eserleriyle değil, çilekeş halkıyla da insanlık için bir yüz karasına dönüştü. 

 

 

İnsanlar oraya nasıl dönecekler ve biz Halep’in yüzüne nasıl bakacağız? Kalenin dibindeki Memluk cami ve hamamlarını, Osmanlı’nın büyük çarşısını, Mevlevi Dergâhı’nı kim bilir ne zaman restore edebileceğiz? Onu tahrip eden, utanmazca katleden barbarlara karşı “Ne yapabildik” diye sormalıyız. Bazısıyla anlaşmak, bazısına cephe almak zorundaydık. Üç bilinmeyenli denklemi çözmek zordur. Biraz klasik diplomatlarımızın ferasetine sığınmak zorundaydık. 

 

İster Hatay’dan girin, ister Kilis’ten, Halep 45 dakikalık bir otomobil yolculuğu uzaklıkta. Onu unutmamanın, ondan el çekmemenin muhtelif yolları vardır. Pekâlâ savaştan sonraki rehabilitasyonda bile başrolü oynayabiliriz.

 

OSMANLILIĞI KEŞFETTİĞİM YERDİ 

 

HALEP hiçbir Türk devrine düşman değildi. Kanuni Süleyman Han’ı da, Sultan Abdülhamid’i de aynı hayırhahlıkla anıyorlardı ve şüphesiz Cihan Harbi’nin sonunda son komutan olarak Mustafa Kemal Paşa’yı da görmüştü.


Halep, 1966’da benim Osmanlılığı keşfettiğim yerdi. İddiasız ama muhteşem... Sade ama çok çarpıcı güzel... Çarşıdaki ikinci sınıf bir lokantaya girdiğiniz zaman bile adeta bir törenle karşılanıp uğurlanırdınız. Bizde kaybolmaya başlayan, başka yerlerde görülmeyen mutfak sanatları oradaydı. El sanatları kaybettiklerimizin aksine direnmekte devam ediyordu. Taşın ve kirecin yarattığı çarşının içinde çok değişik lisanlar konuşulurdu, hal ve tavırlarıyla ayrı bir medeniyeti temsil edenleri görürdünüz.

 

 

İNSANI KİBAR VE MİSAFİRPERVERDİR

 

İlerleyen yıllarda ve tanıdığım değişik gruplarda başka zenginlikler de gördüm. Ta 5 bin yıllık Ebla kazılarından beri Halep’in medeniyeti her yerde geziyordu. Osmanlı’nın hiçbir limanı ve başkentinde Jorj Antakî ve diğer Hıristiyan Arap eşrafı gibi rahat ve birikimlileri görmedim. Halep hiç gerilememiş. Yavuz Selim’in fethettiğini, Muhteşem Süleyman geliştirmiş, 18’inci, 19’uncu asırda da gelişmiş. Halepliler hangi dinden ve dilden olursa olsun kibar ve misafirperverdi. Ne Halep’in Ermeni’sinde örtülü bir kırgınlık, ne de Arap’ta bir rakip tavır vardı.

 

BALKANLAR’IN EN DEMOKRATİK KÖŞESİ MAKEDONYA

 

Makedonya her şeye rağmen demokrasinin işlediği bir küçük cumhuriyet. Bu küçük ve karışık nüfuslu ülkede herkes birbirine açık.

 

GEÇEN hafta Makedonya’daydım. Bir konferansım vardı ve okuyucularımla buluştum. Makedonya bizim için mühim bir ülke. 90 bin kadar Türk’ün yaşadığı bir cumhuriyet. Ayrıca bu ülkeyi 1993’teki bağımsızlık ilanından sonra ilk tanıyan devlet Türkiye. 1950’ye kadar orada önemli bir Türk nüfus bulunuyordu. Göçle yavaş yavaş eridi. Bugün Makedonya Türklerinin parlamentoda belirli sayıda milletvekilleri ve bakanları var. Şu ara devlet bakanı olan Furkan Çako örneğin bilgili ve zarif bir genç politikacı. Makedonya Cumhurbaşkanı Gyorge Ivanov gerçekten bir Türk dostu. İşin esasında Makedonya’da Türkler ve Slav Makedonlar yakın işbirliği içinde.


Kalkandelen, Arnavut nüfusun kalabalık olduğu bir yer. Gostivar ise Türklerin yoğun olduğu şehir. Makedonya’da Arnavutlar ikinci kalabalık grup. Yanı başlarındaki Kosova’dan da gelen göçlerle çarşı pazarda, sivil hayatta da nüfuslarının arttığını görmek mümkün. Eskinin aksine dini hayat yoğunlaşıyor. Hem Hıristiyanların hem Müslümanların ibadet yerlerini ve açıktaki sembollerini önemle korudukları hatta abartıyla inşa yoluna gittikleri görülüyor. Üsküp’teki Mustafa Paşa başta olmak üzere camiler ve Kurşunlu Han gibi eserler restore ediliyor. Yunus Emre Kültür Merkezi’nin öğrenci sayısı süratle artıyor. Talebi karşılaşmakta güçlük çekiyorlar. 

 

SON SEÇİMLERDEKİ BÜYÜK YARIŞ

 

Maziye göre çok şey değişti. Sakin bir köşe olan Makedonya’nın işi yine de zor. Ülke, Avrupa Birliği karşısında mağdur, cumhuriyetin adını değiştirmekten bayrağını değiştirmeye kadar garip tedbirler uyguladılar. Son seçimlerde iktidardaki milliyetçi parti yine bir sandalye ile seçimi kazandı. Sosyal Demokrat Parti seçim sonuçlarına itiraz etti. Kısacası mesele bir dava konusu. Hal böyleyken Üsküp’teki ABD büyükelçisinin dakika kaybetmeden; seçim sonuçlarının araştırılmasındaki yöntemler konusunda ikna edilmiş değiliz yollu demeç vermesi kim ne derse desin küstah bir tavır olarak nitelendirilmeli. ABD belli ki, hayatın her şubesinde süratle Trump dönemine hazırlanıyor. 



Makedonya her şeye rağmen Balkanlar’da demokrasinin işlediği bir küçük cumhuriyet. Bu küçük ve karışık nüfuslu ülke, her halükârda Balkanlar’ın en demokratik, herkesin birbirine daha açık olduğu ve bu yüzden güzel bir köşesi.

 

 

MAKEDONYA TARİHÇİLERİ TABULARI ARALIYOR

 

BİR zaman Makedonya tarihçilerini Makedonya ihtilalcilerini mitoloji kahramanları gibi överken hatırlıyorum. Bizim Fikret Adanır ilk uluslararası Makedonya tarihçisi olarak isim bırakan bir eser yazmıştı: ‘Makedonya Sorunu’. Bu Almanca tezde Makedonya çetelerinin milli hareketi kadar çeteciliği üzerinde de duruyor ve uyguladıkları terör metotlarından da söz ediyordu. Makedonya tarihçileri bugün bu dönemi artık tabulardan uzak yazmaya başladılar ve beş buçuk asırlık Türk dönemine de daha başka bir gözle bakıyorlar.

 

HEPİMİZİN BAŞI SAĞ OLSUN

 

BEŞİKTAŞ Stadyumu’ndaki feci patlamadan sonra bir de Kayseri... Stadyumun üstündeki tepeye ardı arkası kesilmeyen ziyaretçilerden sonra şimdi de biraz aşağıda Dolmabahçe’nin önünde, Kayseri’deki saldırıyı telin edenler toplanıyor. Teröre karşı Türkiye direnmek niyetinde. Hepimizin başı sağ olsun. 

 

Yazının devamı...
Çocuklar matematikten kalmış, şimdi ne yapacağız?
10 Aralık 2016

EKONOMİK Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD), çarpıcı araştırmalar yapan milletlerarası bir kuruluş. 34 OECD üyesinin (aralarında Türkiye de var) 72 ülkeyi kapsayan ‘Öğrenci Değerlendirme Programı’ (PISA) sonuç raporu Paris’te açıklandı.

 

Üzerinde durulması gereken bir araştırma bu. Ülkelerin doğa bilimleri ve matematik alanında öğrencilerini nasıl yetiştirdikleri bu araştırmayla tespit ediliyor. Aslında bu araştırma ülkenin iktisadi, sınai değerlendirmesinin de bir dalını teşkil ediyor. İnsanlarını iyi yetiştiremeyen ülkeler ve toplumlar tekin değildir; ciddi operasyonlar için iltifata layık değildir ve iyi müttefik olmaz.

 

ÖĞRETMENLERİN BAKANLIKTAN KOVULDUĞU GÜN

 

PISA programı, araştırma konusu ülkelerde sınavlar yapar. Öğrencilerin özellikle matematikte problem çözümü, doğa bilimlerindeki bilgi ve düşünce gözlemi tespit edilir. 2015’teki en yüksek puanı alan ülkenin Singapur olduğu görülüyor. Ardından Japonya, Çin, sonra iki Avrupa ülkesi, Finlandiya ve Estonya geliyor. Şu nokta önemli: İlk üçü ‘Asya kaplanları’nı oluşturan gruptan. Son 60 yılın kalkınanları. Bu ülkelerin özelliği, matematik, mühendislik ve doğa bilimlerine önem vermeleri. Türkiye bu gruptandı. Artık değil.

 

Politikacılara laf etmeden evvel Milli Eğitim Bakanlığı’nın adını zikretmeliyiz.

 

Milli Eğitim Bakanlığı maalesef kendilerine göre ideoloji tespit eden ve etrafı buna göre tarumar eden öğretmen kadrolarından oluşur. Bunların partileri mühim değildir. Bakanlıktaki hademelerin kapıya gelen öğretmenleri kovalamaya başladığı günden beri vaziyet buna dönüşmüştür. Altı ay, bir sene ABD’de eğitim görenler kendilerini Pestalozzi [Johann Heinrich Pestalozzi, 1746-1827, İsviçreli pedagog ve eğitim reformcusu] zanneder.

 

Başka tahribatlar da var. Bir konferansta ünlü matematikçimiz Cahit Arf, “Liselere modern matematiği sokmak benim günahımdır” demişti. Klasik matematikten modern matematiğe geçişin mahzurlarını gözlemlemek ve hüküm vermek benim işim değil. İşin başındaki otorite söylüyor. Çocuklarımızı deneme tahtası yaparsak bu gibi sonuçlara alışkın olmalıyız.

 

‘BU MEMLEKET CAHİL GELDİ CAHİL GİDİYOR’ DENMESİN

 

Dördüncü ve beşinci gelen Finlandiya ve Estonya aynı dil grubundan akraba ülkelerdir. Bu iki komşu arasındaki eğitim ve kültür alanındaki işbirliği yüksek seviyededir. 72 ülkenin yarısı 490 ile 556 puan arasındayken, Türkiye ve Arnavutluk öğrencileri bilim ve matematik sıralamasında bunlardan 100 puan aşağı düşüyor. Güney Amerika ülkeleriyle bir gruptalar. 15 yaşın üzerindeki bu gençliğin vahim durumu için kimler hesap verecek, bunu düşünmek gerekir. Bir arkadaşım “Beş yıl evvel daha iyi bir netice alınmıştı, kabahatli bütün çocuklardaki tablettir” dedi.

 

MEDENİYETİ TAKDİR EDEN HERKES BU DURUMA ÜZÜLÜR

 

Kimse “Bu memleket cahil geldi, cahil gidiyor” diye mani düzmesin. Türkiye liselerinin ortaokullarının eğitimini düzenlemek Tanzimat Devri’nin en büyük başarılarındandır. Darülmuallimin ve Darülmuallimât’ın yani Erkek ve Kız Öğretmen Okulları’nın teşkili, Rüşdiye yani Ortaokul müfredatı, vilayet merkezlerinde liselerin kurulması bu atılımın başını teşkil eder. Türkiye’nin en fakir ve sorunlu zamanlarında o liselerden mezun olan çocuklar her yere uyum sağlayabildiler. Ankara Atatürk Lisesi’nin mezunları arasında Gazi Yaşargil vardır. Mardinli Aziz Sancar Hoca her yerde okuyabildi ve buraya kadar geldi.

 

Önce 1950’den sonra seçmen kandırmak için altyapısız lise ve ortaokulları çoğalttık, sonra hızlandırılmış eğitim safsatasıyla Gazi Eğitim ve Çapa gibi öğretmen okullarının canına okuduk. Bu işlerin sağı solu yok; her partinin günahıdır.

 

Maalesef Milli Eğitim Bakanlığı bu eğitimin bürokratik ve akademik yükünü kaldıramıyor. Aslında her türlü kayırmacılık ve partizanlığın aleti değil, öncüsü bir kuruluştur. Buna üzülmek için Türk olmak gerekmez, güzel şeylere hayran olan herhangi bir insan evladı da üzülür. Avrupa’daki eğitimin gerilemesinden, Fransız liselerinin yeni durumundan endişe duymak için Fransız olmaya gerek yok, bu medeniyeti takdir eden her insan olumsuz değişmelere üzülerek bakar. Komşumuz İran birtakım şeylerde Türkiye’nin başarılarını gösteremeyen bir ülkedir ama eğitimcileri ve aydınları sorumlu ve bilgilidir. Ortaeğitim kurumlarının seviyesi yüksektir. Dünyanın en ileri üniversitelerinde dahi İran’dan gelen öğrenciler takdir görüyor.

 

Artık kendimize gelelim, kasabalı politikacı zihniyetiyle ziyan ettiklerimiz kendi evlatlarımızdır. Çağdaş medeniyet iki dal üzerinde durur: Filoloji ve matematik. Bu iki dalda iyi eğitim veremezsek üniversitelere hazırlıksız insan gelir. Hele üniversiteleri bir siyasi dergâh haline dönüştürürseniz çok vahim neticeler elde edersiniz.

 

BURASI KURUCUSUNUN GEOMETRİ KİTABI YAZDIĞI BİR ÜLKE

 

CUMHURİYET döneminde ilkokul öğretmeni en çok saygı gören kişiydi. Maarif Vekili Mustafa Necati her biriyle mektuplaşırdı. İster İstanbul’daki büyük Vefa Lisesi’nden istersen Kastamonu veya Konya Lisesi’nden diploma al fark etmiyordu. Süleyman Demirel Teknik Üniversite’yi İstanbul’daki liselerde okuyarak kazanmadı.

Bunun gibi örnekler çoktur. Kurucusunun geometri kitabı yazıp terimleriyle ilgilendiği, Sadrazam Ahmed Cevat Paşa’nın Fransızca matematik monografileri yazdığı, tanınmış matematikçiler çıkaran bir milletin çocukları bugün matematikten kötü not alıyorsa kimleri mahkemeye vermek lazım.

 

ÇÖLDE BİR BÜYÜKELÇİ 

 

Dışişleri Bakanlığı’nda birkaç büyükelçi arkadaşımız var. Adeta umulmadık bir tarihi bağla genç memurların arasından da böyleleri çıkıyor. Kökleri bizde az tanınan Tanzimat Devri’nin büyük diplomatlarına kadar uzanır. Süha Umur böyle bir diplomat. 

 

SÜHA Umar’ı okul yıllarından tanırım. Mekteb-i Mülkiye’nin diplomasi şubesinin girgin gençlerindendi. Haliyle Dışişleri’ne girdi. Bakanlığın belki azınlıkta kalan, ama bana kalırsa ancak eski çarlık Rusyası’nda ve Babıâli’de görünen ağır, başarılı diplomat takımındandı. Gorçakov, Ali Paşa veya Fuat Paşa olsun, bunlar ne ülkelerindeki aşırı muhafazakârların kör gözüne ne de 20’nci yüzyılda bloklara mensup takımın hazır reçetelerine itibar ederdi. Süha Umar, şu sıralarda çıkan “Çöl Devriyesi, Ürdün Anıları” kitabında Ortadoğu’yu anlatıyor. Geçen yıl çıkan “Belgrad-500 Yıl Sonra” adlı kitabıyla birlikte bu kitabı değerlendirmek gerekir.


Dışişleri Bakanlığı’nda birkaç büyükelçi arkadaşımız var. Adeta umulmadık bir tarihi bağla genç memurların arasından da böyleleri çıkıyor. Kökleri bizde az tanınan Tanzimat Devri’nin büyük diplomatlarına kadar uzanır. Alışılmış reçeteyle değil, bloklararası bağımsız politikanın düsturlarıyla hareket ederler. Bu tip diplomatların en büyük özelliği coğrafya ve tarihi çok iyi bilmeleri, gittikleri ülkeyle Türkiye’yi bir arada düşünmeleridir.

 

SIRBİSTAN’I NASIL DEĞERLENDİRMELİ?

 

Süha Umar, Sırbistan ile en gerilimli zamanımızda Belgrad’da büyükelçilik yaptı, ülkenin her şeyini tanıyordu. Her zaman için çatıştığımız ama dost da kaldığımız Sırbistan’la özellikle bu dönemde niçin birlikte bağımsız bir politika gütmemiz gerektiğini Süha Umar’ın hatıralarından anlıyorum.
Devletlu Belgrad Büyükelçisi ülkenin her köşesinde Osmanlı izleriyle yaşadı. Sırp halkının nezdinde maziyi inceledi. Balkanlar’daki geleceğimiz için Sırbistan’ı nasıl görmeliyiz, cevap aradı. Ülkenin doğasını ve tarihi eserlerini iyi bilen bu diplomatımızın Sırp politikasındaki tayin edici kişilerle görüşmelerini çok canlı ve faydalı bulduğumu söylemeliyim. Diplomatlarımız hatırat yazıyorlar; Umar, en iyilerinden biri ve belki de en candan olanı. Sırbistan’ı nasıl değerlendirmeliyiz? Büyükelçi’nin sefaretnamesinden okuyalım...

Yazının devamı...
Avrupa’ya tamam mı Avrupa’yla devam mı?
3 Aralık 2016

AVRUPA İkinci Cihan Harbi’nden çıkmıştı. Ortalık Birinci Harp sonrasından daha berbattı. Galipler de mağluplar kadar beter durumdaydı. Bu yıllarda Avrupa’da konuşlanan Birleşik Amerika Silahlı Kuvvetleri Komutanlığı’nın İngiltere’de bulunan subay ve askerlerine hitaben bastırdığı bir talimatnamedeki ifade çok ilginçtir. Orada Britanya İmparatorluğu halkının gururundan, kendine özgü sembollere olan saygısından söz ediliyor. Onların fakirliğiyle alay edilmemesini şiddetle emrediyor ve hükümdarın kişiliğine saygısız davranışlardan kaçınılmasının şart olduğunu belirtiyor.

 

Fransa’yı kurtaranlar hiç şüphesiz müttefiklerdi. İkinci Cihan Savaşı’na yüzde 55’i kırsalda yaşayan nüfusla giren Fransa’nın harpten çıkışı da hiç iç açıcı değildi. Galiba savaş öncesi duruma erişebilmek için 1955-56 yılına kadar uğraşıldı.

 

ALMAN MUCİZESİ

 

Harap Avrupa’da her şeye rağmen Amerikan Marshall kalkınma yardımının en etkin sonuçlar sağladığı yer Almanya oldu. O yıllarda İngiltere ve Fransa “Savaşı biz kazandık, kaybeden daha önde kalkınıyor” diyordu. Almanya 1950’lerden itibaren işsizliğin tamamen kaybolduğu, refah seviyesinin arttığı ve savaş sonuçlarının büyük ölçüde restore edildiği bir memleket haline geldi. Silahlı kuvvetlerin hacmi ve silah sayısı azalmıştı. Memleketin doğusu Demokratik Almanya olarak, batısı da müttefiklerin kuvvetinde ve işgali altında Federal Almanya olarak yeniden teşkil edilmişti. ‘Alman mucizesi’ sözü duyulmaya başlandı. Bu mucizeden dolayı Almanların sesleri çok yüksek çıkıyordu.

 

O kuşağın Almanları bugünküler gibi kendilerini harp suçlusu hatta Hitler rejimini cani olarak görmüyorlardı. Milliyetçiliği yeniden hortlatmaktan çekinenler sadece Alman Sosyal Demokratları ve Konrad Adenauer’in etrafındaki bazı aklı başındaki muhafazakâr Almanlar değildi. Birinci Harp sonrası hataların tekrarlanmasından ve doğacak sorunlardan çekinen Batılılar da aynı doğrultudalardı. Almanya’nın harp çıkaran ülke konumuna sünger çekildi.

 

DEVLET ADAMLARI ANLAŞINCA

 

İyi bir kurmay olduğu için Alman kültürüne de vâkıf, İkinci Cihan Harbi’nde ülkenin kurtarıcı önderi Charles de Gaulle yeniden iktidara çağrılmış ve Fransa yeni bir anayasa yapmıştı. General Charles de Gaulle neslinin bütün Fransızları gibi Almanya’ya muarız bir iklimde büyümüştü. Birinci Dünya Savaşı’nda Mareşal Petain’in karargâhında aktif bir kurmay olarak İngiliz-Fransız rekabetini de görmüştür. Buna rağmen İkinci Cihan Savaşı sırasında Londra’daki mülteci hükümetin reisi olarak müttefikiyle her zaman uyumlu ilişkiler içinde olduğu söylenemezdi.

 

1950’lerin Adenauer Almanyası her iki devletin yöneticileri arasında da daha uyumlu ve anlaşmalı bir ortamın varlığını gösterdi. Fransız devlet adamı Robert Schuman’ın 9 Mayıs 1950’de önerdiği ‘Fransız-Alman Kömür ve Çelik Birliği’ yavaş yavaş İtalyan De Gaspari, Fransız Jean Monnet, Robert Schuman, Belçikalı Paul-Henri Spaak’ın oluşturduğu bir tür ‘Avrupa Federasyonu’ fikri ve eylemi etrafında gelişti. 1957’de Belçika, Fransa, İtalya, Lüksemburg, Hollanda ve Federal Almanya, Roma Anlaşması’nı imzaladılar.

 

Önce ‘Avrupa Ekonomik Topluluğu’, ardından da ‘Gümrük Birliği’, ‘Avrupa Atom Enerjisi Birliği’, 1958’e dek atılan ciddi adımları ortaya çıkarmıştır. Avrupa Birliği henüz sadece Batı Avrupa’ydı. Almanlar İngiltere’yi de bu oluşuma almak istiyordu, Fransızlar ise buna karşıydı.

 

Orta sınıf Avrupalılar, Avrupa Birliği’ni komünizme karşı büyük bir iktisadi kuvvet olarak görüyorlardı. Doğrusu ABD ile Avrupa rekabeti kimseyi ciddi endişeye sevk etmedi. Avrupa, Amerika’nın askeri gücünün kendileri için şart olduğunu biliyordu.

 

EN BAŞTA BİZ İSTEMEDİK

 

Birliğe İtalya katılınca ilk sorun da başladı. Kuzey İtalya’nın canlı, renkli endüstrisi, yaratıcılığı ve enerjisi, güney İtalya’nın perişanlığı kanun ve nizama uymayan yapısıyla tezat teşkil ediyordu. Buna rağmen bu büyük bir problem gibi görünmedi. Hatta Avrupa zannetti ki (veya Federal Almanya gibi başkalarına da zannettirdi ki) böyle gelişmemiş, sorunlu bölgeler de Avrupa’nın içinde eski medeniyetin dirilmesiyle eriyip gidecektir.

 

Bu doğrultuda 1981’de Yunanistan kabul edildi. Hatta bazı romantik Akdenizli aydın politikacılar, ki bunların içinde Ankara’daki Avrupa Birliği temsilcisi Gianpaulo Papa veya İtalyan Sosyalist Parti milletvekillerinden Tuglia Romagnoli gibileri de vardı, Türkiye’yi de üyelik için istediler. Bu ortamda onların seslerinin kaybolması bir yana, sanayimizin babası Vehbi Koç, ona uyan TSK, hem ordunun hem sanayinin görüşlerine uyan Büyükelçi İlter Türkmen gibi diplomatlar ve Bülent Ecevit de Birlik’e girmemizi istemedi.

 

YUNANİSTAN 30 YIL BUNALTTI

 

Ne gariptir ki Ortak Pazar karşıtı olan bu çevrelerin bir müddet sonra “Avrupa Birliği’ne girmezsek ölürüz” feryadı yeri göğü tuttu. O devirdeki MSP, Avrupa’ya karşıydı; sonra bu partiden çıkan AK Partili ve eski ANAP’tan politikacılar da Avrupacı oldu. Türkler hiçbir zaman Avrupa Birliği ve konumunu ciddi şekilde etüt etmediler, maliyecilerin tavırları ve bilgileri son derece safdilceydi. İspanya ve Yunanistan’dan daha çok destek alacağımızı ve aniden kalkınacağımızı söyleyebiliyorlardı. Biz girmeye kalksak belki birlikte reddedileceğimiz ama tek başına Fransa ve Almanya desteğiyle hemen kabul edilen Yunanistan, 1980’den itibaren bize nefes aldırmadı; Türkiye’nin dış politikasını 30 yıl boyu bunalttı.

 

‘ZATEN EKŞİYMİŞ’ DER GİBİ

 

Şimdi aniden anti-Avrupa eğilimine girdik. Bir taraf diyor ki “Avrupa’nın savunması yok, üç milyon göçmeni biz tutmasak berbat olurlar”. Bazıları da diyor ki “Avrupa’sız yaşayamayız”. Bu laflara ancak “Öyle değil” denir.

 

Avrupa’yı küçümseme, tilkinin erişemediği çardaktaki üzüm salkımı için “Zaten ekşiymiş” demesine benziyor. Türkiye’nin AB sayesinde zenginleştiğini söylemek ise tatlı bir yalan. Türkiye mühendisler ülkesidir, bugüne kadar korumacılığımız ve sanayileşmemizle, barış hükmettiği takdirde yabancı sermayenin yerleşmek için can atacağı memleketlerden biriydi. Günümüz Türkiyesi’nin ise talihsiz coğrafyasının getirdiği problemler ve maalesef hızlanan çatışma ortamı yüzünden Avrupa Birliği’nin gerçek anlamda bir adayı olmadığı görülüyor. AB’nin diplomatik oyalamacılığı karşısında gösterilen tepkilerin bir etkisi olur mu, bilmiyoruz. Fakat diplomaside aşırı gürültücü bir üslûbun, bazı ahvalde yerel girişim ve yetenekli politikacıların çabasını etkileyeceği açık.

Yazının devamı...
Deniz Arşivi İstanbul’da kalmalı
26 Kasım 2016

KARA ordularımızın tarihi eskidir, hava kuvvetlerimizin kuruluşu öbür büyük devletlerinkiyle hemen hemen aynı tarihtedir. Deniz gücümüzün teşekkülünde denizci devletlere göre maalesef ortaçağların sonunu beklemek zorunda kaldık. Tarihi coğrafyamız başkasına imkân vermedi. Osmanlı’nın tarihi; Türklerin hem denizlerde hem de Tuna ve Fırat mansabı başta olmak üzere nehirlerde kurulup yayılmaya başladığı bir devirdir. Osmanlı bahriye arşivleri de bu bakımdan fevkalade önemlidir.

 

Son günlerde aldığım bir duyuma göre, Beşiktaş Deniz Müzesi nezdinde bulunan kısmen de Dolmabahçe Sarayı’nın içinde bir bölüme yerleştirilen Deniz Arşivi’nin, Ankara’ya taşınması düşünülüyor. Tamamıyla isabetsiz bir karar olduğunu söylemeliyiz. Kuşkusuz Ankara’da böyle bir belgeliğin araştırmaya amade olması gerekir. Ne var ki zamanımızda en kolay işlerden biri ‘Arşiv’i kopyalamak, onu teknik araçlarla en uygun şekilde çoğaltıp Ankara ve hatta İzmir’de de saklanmaktır. Tarihi arşivinse İstanbul’da tutulması gerekir. 

 

 

BELGELER ÇOK UZAĞA GİDEMEZ

 

Kaldı ki 1923’ten beri Ankara civarındaki Lala Han başta olmak üzere Deniz Arşivlerimizin İstanbul’la Anadolu arasında gelgite konu olduğu görülüyor. Tarihi evrakın sıhhati açısından bu gibi taşınmalar arzu edilmez. Arşiv taşınması fevkalade mühim bir olaydır. Tabii ki Deniz Müzesi ve civarındaki bazı yerlerin bu evrakın saklanması için ne kadar uygun olup olmadığını tartışacak durumda değiliz. Son senelerdeki tasnif faaliyetinin gelişimini de takdir etmekten geri durmuyoruz. Lakin Arşiv’in nakli ameliyesi son defa olarak İstanbul’da bir yer seçerek düşünülmelidir.

 

Bunun için uzmanlar, Kasımpaşa’da restorasyonu ilerleyen Cezayirli Hasan Paşa Külliyesi’ni veya Yıldız Sarayı’nda restorasyonu biten bazı binaları işaret ediyorlar. Tasnifin de bir an önce tamamlanması gerekecektir.

 

Denizcilik tarihi aynı zamanda bir kavmin teknoloji ve medeniyet tarihi demektir. O yüzden deniz arşivlerimizin birinci derecede önemli olduğu, sadece Türk araştırmacıları değil bütün deniz tarihçilerini ilgilendirdiği ve Türk deniz tarih arşivlerinin sadece bizim kaynaklarla değil yabancı arşivlerden elde edilecek kopyalarla zenginleştirilmesi gerektiği açıktır. Türk denizcilik tarihi amatörce veya ikinci kaynaklara dayanarak kaleme alınan bir dal olarak kalmamalıdır. Arşiv bir milletin mazisinin, soyluluğunun tapusudur. Deniz arşivleri İstanbul’dan başka bir yere taşınamaz, böyle bir tasavvurun unutulması gerekiyor.

 

DENİZCİLİKTE SONRADAN GELİŞTİK

 

HERKESİN malumudur; biz Türklerin Anadolu’nun fethine kadar kaydadeğer bir denizciliğimiz olduğu söylenemez. Selçuklu hâkimiyetinin ilk iki asrında da Akdeniz ve Karadeniz limanlarıyla temas kurmanın ötesinde ciddi bir konuşlanma ve tersane inşa etme söz konusu değildir.

 

Sinop üzerinden kuzey Karadeniz ülkeleriyle ve Alaiyye (Alanya) üzerinden Akdeniz kıyılarına ulaştığımız hesaba katılsa dahi (ki bu 13’üncü asırda meydana gelmiştir), bugünkü Ege Denizi’ne çıkışımız çok sonralara denk düşer. Fatih’in İstanbul kuşatması sırasında bile deniz gücü kara kuvvetleriyle mukayese edilemeyecek durumdaydı. Osmanlı donanması ancak İstanbul’un fethinden sonra ve özellikle Kanuni devrinde Akdeniz dünyasıyla teknik bakımından bütünleşmeye başlamış gibi görünüyor. Ne var ki okyanuslara açılma ve özellikle Hollanda ve İngiltere’nin hem denizcilik hem gemi inşasındaki atılımları bütün Akdeniz dünyasını ve bu arada bizi de geride bırakmıştır. Denizciliğimizi de donanmamızı da yenilemek zorundaydık. Gerek siyasi bağımsızlığımızı korumak, gerek ticari ilişkilerde denge sağlamak için gerekliydi bu.

 

19. yüzyıl sonunda Türk denizciliği de gelişme gösterdi; Türk ticaret filosu dünya denizlerine daha yoğun açılmaya başladı. Bu dönemde civar ülkelere göre büyük atılımlar yaptık ama aynı zamanda da büyük sorunlarla da karşılaştık.

 

Bu farklı dönemlerde denizin ne olduğunu, Türk savaş gücünün, ticari yapısının ve Türk insanının yeteneklerinin denizle olan uyumunu (veya uyumsuzluğunu) anlamak için denizcilik tarihini anlamak önem kazanmaktadır. Deniz Kuvvetleri bu konuda üstüne düşen görevi yapıyor ama sivil denizci kuruluşların çalışmalarına da bakmak ve gözden geçirmek lazım.

 

ZİGETVAR’DA MUHTEŞEM SÜLEYMAN

 

 

BU hafta Budapeşte’de Türk Tarih Kurumu, Macaristan Bilimler Akademisi’yle birlikte Kanuni’nin Zigetvar Seferi ve ölümünün 450. yılını anmak üzere bir sempozyum tertipledi. Programın içinde, Kanuni’nin Zigetvar’daki türbesini ziyaret de vardı. 

 

 

 

72 yaşındaki padişah kırk altıncı saltanat yılında son bir sefere çıkmıştı. Avusturyalıların ve Alman İmparatorluğu’nun ileri üssünü oluşturan Zigetvar’ın zaptı niyetindeydi. Ama çok da hastaydı.

 

 

 

Hasta padişah kalenin alındığını görmedi. Ölümü Sokullu Mehmed Paşa tarafından ustalıkla gizlendi. Hatta vakanüvisin kaydına göre dedikodu yayılmasın diye oradakiler katledildi. 

 

 

 

Bozgunun önlenmesine aşırı dikkat ediliyordu. Kale düştükten sonra, askerin resmi geçidi sırasında Muhteşem Süleyman’ın naaşı tahtında oturur ve geçidi izler vaziyette tutuldu. 

 

 

 

İNSANLAR BİR DEVRİN KAPANDIĞINI HİSSETMİŞTİ

 

 

 

Ordu dönüşe geçti. Zafer alayı muhteşemdi. Askerlere, “Hasta padişah, arabasındadır” deniyordu. Ta ki Belgrad’a gelene dek... Orada 2. Selim tahta oturdu, kendisine biat edildi. Bir anda askerin feryadı figanı yeri göğü inletti. İnsanlar bir devrin kapandığını hissetmişti. Padişah İstanbul’a Süleymaniye Camii haziresindeki türbesine defnedildi.

 

 

 

BÜYÜK HÜKÜMDARLAR DÖNEMİ

 

 

 

İspanya’da Şarlken, İngiltere’de 8. Henry, Fransa’da Fransuva, yükselmeye başlayan Rusya’da Korkunç İvan, İran’da da kurnaz bir hükümdar olan Tahmasb’ın zamanıydı. Büyük hükümdarlar devrinde en çok göz dolduran Muhteşem Süleyman’dı. Kültürlüydü, Batı musikisine bile merakı vardı. Osmanlı mimarisinin zirve dönemiydi. Denizcilikte bile eskiye göre atılımlar yapılan bir devre girilmişti. İspanya ve Avusturya Habsburglarının sultasındaki Katolik dünyaya karşı Katolik Fransa’yı yanına aldığı gibi Protestanlara da destek oluyor, hatta Engizisyon’un zulmünden kaçan Yahudileri de Osmanlı topraklarına kabul ediyordu. Süleyman Han gerçekten muhteşemdi.

 

KANUNİ’NİN MEZARI ARANIYOR

 

VEFAT ettiği otağında derhal bir mumyalanma ameliyesi başladı. Tıp sanatının gereği, naaşından ka’t edilen iç organlar orada gömüldü.

 

Osmanlı tarihinde Murad Hüdavendigar Han’dan sonra harp sahasındaki ikinci türbe inşa edildi. Ne var ki 1686’daki Budin’in düşüşünden ve 1687’deki II. Mohaç yenilgisinden sonra Avusturyalılar bu türbeyi yok ettiler.  Yerine yaptıkları kilisenin içinde veya etrafında Kanuni’nin organlarının gömüldüğü ikinci mezar aranıyor. Bulunması yakın. Macar tarihçiliği ve tarih okumayı seven Macar halkı Zigetvar’daki türbeye dikkatle eğilmiş vaziyette. Arkeologlar, Macar meslektaşlar mezarlığın yerini iki noktada arıyorlar. İlki, ovanın üzerinde kilisenin bulunduğu tümsek, ikincisi, civardaki üzüm bağlarının bulunduğu, kuşatmaya ve savaş alanına hâkim ama güvenli nokta.

 

İlerleyen çalışmalar büyük ihtimalle kesin sonucu getirecek. Bizi ilgilendiren savaşanları çocuklarının ortak tarihin anıtını yeniden inşa etme konusundaki işbirliği. Bunu takdir etmek lazım.

 

Yazının devamı...
Sultan Alp Arslan’a suikast
19 Kasım 2016

SULTAN Alp Arslan bir taht kavgası sonunda İran Selçuklularının hükümdarı oldu. Büyük Selçuklu Devleti, İran tarihinin önemli bir safhasıdır. Daha evvelinde bu eski medeniyetin ve dilin yaşadığı coğrafya önemli ölçüde Türk kabileler tarafından paylaşılır hale gelmişti.

 

MÜSLÜMANLIĞA İRAN MEDENİYETİ ÜZERİNDEN GİRDİK

 

Gerçi İranlılık ve Türklük bilinen en eski tarihe kadar kültürel ve dini bir ilişki içindeydi. Şamanizm dahi İran dininden etkilenmiştir. Müslümanlığa da zaten Araplarla temasla değil, İran medeniyetiyle temas sayesinde girdik. Kullandığımız tabirler; peygamber, abdest, namaz, oruç, hep Farsçadan geçmedir. Her şeyden önce memleketin adını İran koyanlar, Selçuklu Türk devleti ve halkıdır.

 

Sultan Alp Arslan’ın Malazgirt Zaferi’ne rağmen Anadolu’yu ele geçirip iskân etme gibi bir amacı olduğunu söylemek güç. O ortaçağların zengin, verimli ve uygun stratejik bölgesine, yani Suriye, Filistin ve Mısır’a yöneliyordu. Nitekim ilk aldığı yerlerden Berzem Kalesi’nin Komutanı Yusuf’u sorgulama sırasında tahkir etmesi ardından onu serbest bırakması vakayinamelere göre hayatını sona erdiren suikasta neden olmuştur. Tarihin garip bir tecellisi olarak, hem oğlu Sultan Melikşah hem kendisinin hem de oğlunun en büyük devlet adamlarından biri olan Nizamülmülk de suikastla öldürüldü. Onları da Haşhaşiler katletmiştir.

 

TÜRK HÜKÜMDARLARI NE ZAMAN ‘SULTAN’ OLDU?

 

1055 ile 1090 arası bütün İran’ın ve Ortadoğu tarihinin en verimli dönemidir. Evvela Ortadoğu’ya çöken uyuşuk manzara ve gerileme, Horasan (Türkmenistan) üzerinden gelen Selçukilerle bir dinamizme kavuştu. Alp Arslan’ın amcası Tuğrul Bey Bağdat’ı aldı. Abbasi halifeleri Türklere tabi hale geldi. Türk hükümdarları kendilerine Sultan unvanı verdiler, bu ‘Kayser’ gibi bir adlandırmadır. Dünyevi hâkimiyetten başka dini hâkimiyeti temsil eden halifenin de kendilerine itaati, hiç değilse yandaşlığı şarttır.

 

Türkler İran’da olsun, Suriye’de olsun, mahalli dilleri yani Farsça ve Arapçayı medresede ve yargıda bıraktılar ama orduda kesinlikle Türkçe kullanıldı ve Türk unsur hâkimdi; bu Türk devletinin ve dilinin yaşaması ve üniversalleşmesini (cihanşümul mahiyet kazanmasını) sağlayan bir gelişmedir. Alp Arslan’ın erken ölümüne rağmen İran, Türk köylüleri ve şehirleriyle değil ön planda göçebeleriyle doldu. Yerli İran kültür ve medeniyeti, Türk askeri dinamizmi sayesinde ta Uzak Asya’dan bile uzman ustalar, mimarlar getirtilmesiyle zenginleşti. Bizans’la temaslar yoğunlaştı ve bundan sonraki yüzyıl içerisinde Anadolu’nun Türkleşme süreci de tamamlandı. 

 

 

KURUCU HÜKÜMDAR ALP ARSLAN

 

ALP Arslan, Çağrı Bey’in ikinci oğludur ama onun en gözde şehzadesiydi. Bu nedenle amcası Tuğrul Bey’e de yardımcılık yapmıştır. Çağrı ve Tuğrul, Ortadoğu coğrafyasının değişmesinde en önemli etkileri yapan iki kardeş hükümdardı. Sultan Alp Arslan, bugün Doğu sınırımızdaki, ortaçağların en önemli Ermeni başkenti Ani’yi de fethetmiştir. Asıl önemlisi Selçukiler, Fatımilerle yani onların Şii anlayışıyla mücadele eden ve İran’ı bir süre için Sünnileştiren hanedandır. Sultan Alp Arslan üzerine merhum Mehmet Altay Köymen’in ‘Alp Arslan ve Zamanı’ kitabı vardı. Bir de bugünlerde Doç. Dr. Cihan Piyadeoğlu’nun “Sultan Alp Arslan” adlı bir monografisi çıktı. Kitapta sadece dokuz yıl tahtta kalmasına rağmen Türk tarihinde adı en fazla geçen hükümdarlardan biri olan Sultan Alp Arslan’a dair yeni bilgiler ve mutlaka tartışılması gereken iddialar var. Bir ülkenin halkının kurucu hükümdarlar hakkında bu kadar az tetkik yazması ne kadar ilginç değil mi?

 

İlber Hoca öneriyor

OSMANLI’DA BİR İLGİNÇ SİMA

 

Önümde bir kitap var. İmparatorluğun 16. yüzyılında ismi çokça geçen Kanuni’nin Yahudi bankeri Dona Gracia üzerine yazılan bir roman. İstanbul işadamlarının önde gelenlerinden, şehrimizin Portekiz fahri konsolosu Aaron Nommaz’ın eseri.

Dona Gracia, hem bizim Türk tarihçilerin hem de yabancıların Kanuni, 2. Selim ve 3. Murad devirleri boyunca değinmeden geçemeyecekleri isimlerin başında geliyor. Dona Gracia’nın yeğeni ve damadı Joseph Nasi de 2. Selim’in Ege adalarından Naksos’a dük tayin ettiği bir tarihi sima.

 

Bir Yahudi’nin dük olması ilginç bir olay; tayin eden de sisteminde dükalık ve kontluk barındırmayan güçlü bir Müslüman tahtın, Osmanlı’nın hükümdarı 2. Selim Han.

 

Dona Gracia, Hıristiyan adıyla Portekizli Mendes ailesinden. Katolik Kraliçe Isabella ve kocası Kral Ferdinand zamanındaki İber Yarımadası’nda, Yahudi ve Müslüman katletme döneminde bir grup Yahudi ve Müslüman canlarını kurtarmak için sözde Hıristiyan oldular. Birincilere ‘Maranos’ (Maran), ikincilere ‘Muriskos’ diyorlar. Aaron Nommaz, bu grubun içinde ticaret ve cemaat önderliği konusunda en öne geçen Nasi, Hıristiyan adlarıyla Mendes ailesinden Dona Gracia’nın hayatını ele alıyor. Avrupa’daki Engizisyon, Papalık ve İtalyan devletlerinin bu konudaki güvenilmez politikaları sonunda Muhteşem Süleyman Han’ın ülkesine sığınan Dona Gracia’nın daha Avrupa’da başlayan Osmanlı lehine haber alma faaliyetleri ve devletle ilişkileri de ele alınıyor. Okunacak bir roman, sürükleyici bir dil ve Yahudi bir aydının köşesinden Osmanlı tarihinin yorumlanışı. 

 

 

ARKEOLOJİ MÜZESİ’NDE BİENAL

 

3’ÜNCÜ İstanbul Tasarım Bienali, 22 Ekim-20 Kasım tarihleri arasında Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, DEPO, Studio-X Istanbul, Alt Sanat Mekânı’na ek olarak İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde yer alıyor. Bienal bu sene, yetmişten fazla projeyle insan ve tasarım kavramları arasındaki ilişkiyi iki saniyeden 200 bin yıla uzanan süreçler üzerinden yansıtma iddiasında. İstanbul Arkeoloji Müzeleri, bienal kapsamında arkeolojik eserlere ek olarak tasarımın dünyayı farklı ölçeklerde şekillendirdiğini gösteren projelere yer veriyor. 1 Aralık 2015 tarihinde ‘BİZ İNSAN MIYIZ?: Türümüzün Tasarımı: 2 saniye, 2 gün, 2 yıl, 200 yıl, 200.000 Yıl’ başlığının açıklandığı yer yine İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin kütüphanesiydi. Bienalin müzeyi sergi mekânlarından biri olarak belirlemesi, küratörler Beatriz Colomina ve Mark Wigley tarafından bir ‘tasarım müzesi’ olarak adlandırılan müzenin olağan ziyaretçileri için hoş bir sürpriz. Aynı zamanda buradaki sergi, bienal takipçilerinin İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne belki de ilk defa gelmeleri için iyi bir fırsat. Serginin diğer bölümü Galata Rum İlkokulu’nda ve Bomontiada’da yer alan Alt Sanat Mekânı’nda.

 

KİMDİR BU KARAYLAR?

 

İSTANBUL Karayları Kırım asıllıdır. Bu aidiyet sadece coğrafi mekândan ibaret değildir. Ortaçağların Yahudiliği kabul eden ünlü Kıpçak Türk devleti Hazarların kalıntısı bir kavim söz konusudur. Dilleri Kırım Türkçesinin bir şivesidir, dinleri Yahudi dininin Karay mezhebidir. Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u fethedince Kefe’den kalabalık bir cemaati İstanbul’da bugünkü Karaköy ve Hasköy’e yerleştirmiştir.

 

Zaman içinde Karaylar eridiler, göç ettiler, nüfusları azaldı, bugün artık 40-50 kişi kaldılar. Dr. Bünyamin Levi bu cemaatten ve ailesi tıp camiamızda tanınır. Zaten kitabın yazımında eşi doktor Margaret Levi’nin de payı var (Karay yemekleri kısmında). Kitapta neredeyse Karay cemaatinin üyeleri tek tek ele alınıyor, Kinisa (Karaylar ‘sinagog’ demez) ve cemaatin tarihiyle ilgili vesika ve olayların zikredilmesine gayret ediliyor. İlk defa bir köşede unutulan İstanbul Karay cemaati içinden bir aydınımız doktor Bünyamin Levi, ‘Bizans’tan Günümüze İstanbul Karaileri’ adlı kitabında bu toplumu bize gerçekten tanıtıyor.

 

 

 

 

Yazının devamı...
Trump’ta kendine müttefik görenler ileride şaşırmasın!
12 Kasım 2016

AMERİKAN demokrasisi dünyadaki tek ve gerçek federalizmdir. Sistemin faziletleri ve mahzurlu yönleri birbirini dengeler. Böyle ilginç bir devlet ve toplum sisteminin seçimleri de kendine göredir. 

 

8 Kasım günü yapılan seçimler aslında iki derecelidir. İkinci seçmenler her eyalet için bir Seçiciler Kurulu’nu oluşturur ve onların verdiği oy aslında artık bir ananeyi temsil etmesine rağmen pekâlâ hukuk kurallarıyla dalavere yapabilecek bir toplumda problemli bir seçim yaratabilir. Ama yaratmıyor. Nihai tasdik ve karar, ocak ayının ikinci yarısında oluyor. O gün ya mevcut başkan ikinci dönemine devam ediyor veya yeni gelene görevi devrediyor.

 

SİYASETTE SEÇENEĞİ SEVMİYORLAR

 

1792’den beri dört yılda bir kasım başlarında yapılan seçimler Amerikan demokrasisinin usul yönünden yüzünü kara çıkartmadı. Bu seferki seçimde de iki aday başı çekiyordu. Aslında aday sayısı iki değil; ama iki adayın dışında bir üçüncünün yaşama ve seçim kampanyası yapma şansı bile yoktur. Amerikalılar sade bir millet; siyasette çok seçenek üzerinde düşünmeyi pek sevmiyorlar, bütün siyasal ve idari mekanizma da buna uyuyor. 

 

Hillary Clinton, Birleşik Devletler’in başarılı ve sevilen başkanın karısı, Devlet Sekreteri yani Dışişleri Bakanı’ydı. Sistemi yani Amerikan devletinin ve toplumunun oturmuş açıklık yanlısı halini ama aslında tutuculuğunu temsil ediyor; bu yüzden yetersiz kaldı. Oysa Amerika’nın sancıları var, ne eski sistem ne de 1960’ların liberal söylemi fakirlik ve güvensizlik sınırındaki insanları tatmin etmiyor. 

 

Trump ise tam manasıyla bir türedi; memnuniyetsiz Amerikan toplumu kendisine sert ve grotesk (muthik, gülünç) çizgilerle hitap eden bir aday ortaya çıkardı. Trump Cumhuriyetçiler için bile beklenmeyen bir adaydı ama bu beklenmeyen adayı partinin aristokratları da kabul etmek durumunda kaldı.

 

KU KLUX KLAN’I İZOLE BİR ADA SANMAYIN

 

Türkiye’de özellikle ABD’yi tanıdığını zanneden zümreler; o ülkenin değişmez, üstün değerleri olduğuna inanırlar. Sanki Ku Klux Klan veya Güney eyaletlerinin vahşi demokratları, liberal, azıcık solcu Demokrat Parti’nin içinde izole bir adadır. Ve sanki Cumhuriyetçiler, efendi muhafazakârlardır. 

 

Trump gibi adamlar o partiye sadece oy verirdi. Oysa Amerikalılar da yeryüzündeki bütün toplumlar gibi değişiyor ve değişimleri her zaman beklenen ve tahmin edilen yönde değil. Amerikan toplumunun yüzde 15’i asgari geçim şartlarının altında sürünüyor. 30 milyonun üstünde evsiz var, bu kitlenin en büyük özelliği Batı demokrasilerinin çok övündüğü seyahat hürriyetinden, parasızlık yüzünden zorunlu olarak mahrum yaşamaları. Endüstriyel bir cemiyet için utanılacak sayıda okuma-yazma bilmeyen var. Örtülü ırk çatışması yeniden ısındı ve yükseliyor. New York şehrinin düzelmesi, beyaz mahallelerinin gelişmesi ve genişlemesi fukara zenci ve Porto Rikolu yerleşmelerin aleyhinde oluyor. 

 

Pentagon sistemi, Ortadoğu müdahaleleri sırasında İkinci Cihan Savaşı’nın Pasifik, Güney İtalya ve Normandiya’daki savaşçı kaplanlarını çıkaramadı. “Kuvvetli olanın diplomasisi de iyidir” diyoruz. Herhangi bir tarihçiye sorun bakalım; Amerikan dışişleri, Metternich Avusturyası’nın, Talleyrand Fransası’nın ve Büyük Britanya İmparatorluğu’nun diplomatları ölçüsünde başarılı olabiliyor mu? Tabii şartlar değişik ama kuvvetli olan değişik şartların üstünde oynamayı bilir. 

 

AMERİKALI ARTIK KENDİNDEN EMİN DEĞİL 

 

Amerika’nın sokaktaki adamı veya küçük adamı bizim gençliğimizdeki kadar güvenli, kendini beğenmiş üsluba sahip değil; Bill Clinton döneminde geçici olarak biraz yüzleri güldü, zaten Hillary Clinton’ın şanssızlığı da kocasının başarısı yanında sönük kalması. Amerikalılar artık kendinden emin bir toplum gibi görünmüyor. 

 

Lakin bir gerçeğin de üstünde durmalı: Amerikan iktidar koltuğu aynı. Bu insanı çok yükselten bir taht fakat sağında solunda çiviler var. O çiviler fazla serbest hareket edene batar. Trump da kaba söylemini ve vaatlerini kendisinden evvelkiler gibi, şartların zorlaması karşısında değiştirecek.

 

DIŞİŞLERİ KADROLARINI DEĞİŞTİRMEMEMİZ LAZIM

 

Sanmayalım ki Putin ve Trump çok uzun zaman, her yerde ortak iş görecekler. Yani bize onların birbirleriyle nerede uyuşacaklarını ve nerede itişeceklerini anlayan dışişleri lazım. Daha ilk safhada dışişlerinin artık yaşlanmaya başlayan uzmanlarını dinlemek, bunların zıt görüşlülerinin buluştukları noktayı tespit etmek ve şiddetle hariciyenin altüst edilen uzman kadrolarını aklı başında kimselerle doldurmak gerekir. Yetmedi, akademik kurumlardan iş hayatına kadar dünyayı tanıyan çevrelerle istişarede bulunmalıdır. Âlemin gidişi iki kutupluluğa değil; eskiye göre zayıflamış ama daha saldırgan devletlerden oluşan, çok kutuplu bir sistem ortaya çıkardı. İpin üstünde yürümek zorlaştı. 

 

Amerikan seçiminin sonuçları çok şaşırtıcı olabilir veya bazılarının gönlüne göre de olabilir. Şaşıranların paniğe kapılmasına lüzum yok ama Trump’un seçimiyle kendileri için bir kurtuluş ve müttefik görenlere ise sadece şaşmak gerekir. Böylelerini yakın zamanlarda boş bardaktan su içmeye çabalarken görebiliriz.

 

46 YIL ÖNCEKİ ESAD DARBESİ

 

Hafız Esad önce gizli polisi (Muhaberat) kuvvetlendirdi, ardından ailesi başta olmak üzere kendine sadık insanları tespit etmekteki yeteneğiyle geniş bir kapıkulu zümresi yarattı. 

 

13 Kasım 1970 gecesi, darbeler ülkesi Suriye’de alışılmış biçimde bir darbe daha yapıldı. Cuntanın içinde ikinci veya üçüncü durumda olan ama ordunun ve istihbaratın kilit noktalarını kontrol edebilen, diğer arkadaşlarının hoşnutsuzluğunu, sukut-u hayalini kullanarak onları ikna edebilen birisi şefi devirdi. Devrilen şef 1966-1970 yılları arasında Genelkurmay Başkanı ve Suriye’nin diktatörü olan Salah Jadid’di. Hafız Esad ise onun hava kuvvetleri komutanıydı. Uçaklarını uçurup işini becerdikten sonra önceki darbecilere göre iki özelliği ortaya belirgin olarak ortaya çıktı; gizli polisi (Muhaberat) kuvvetlendirdi ki, bu sayede Suriye pasaportsuz girip çıkılan bir yer olmaktan kurtuldu. İkincisi, ailesi başta olmak üzere kendine sadık insanları tespit etmekteki yeteneğiyle geniş bir kapıkulu zümresi yarattı. 

 

VEFALILARI SEVERDİ AMA KENDİSİ VEFASIZDI

 

Nusayri mezhebi üyesidir, kendi grubunun yanında gayrimüslim grupları da destekleyip kazanmakta tereddüt etmedi. Vefalılara önem verirdi ama kendisi kuşkusuz öyle değildi. Sünni grupların başına güvendiği bir dini lider tayin etti ve Suriye bürokratlarının kendilerine göre ‘laik’ diye tanımladıkları bir idareyi kurdu. Daha önceleri Suriye ve Mısır’ın ayrılmasına muhalefet ederken kendi döneminde bu iddiasından vazgeçti. Hafız Esad kadar Arap devletleri arasında sık sık yer değiştiren ama bu manevraları ustaca götüren bir lidere rastlanamaz. Esad’ın devamlı soğukluk içinde olduğu Arap devleti ise Baas Partisi’nin ikinci kanadının yönettiği Irak’tı. 

 

HAZIRLIKSIZ BEŞAR ACIMASIZ DİKTATÖRE DÖNÜŞTÜ

 

Suriye’nin bir dönem Batı kültürünü ve kent hayatını kendi tatlı yönleriyle devam ettirdiğini söylemek gerekir ama bence Batı cemiyetine eşit nitelikte aydınların bulunduğu ülkede haklar ve fikir hürriyetleri söz konusu değildi. Sert bir polis devletiydi, kanuna riayetten vazgeçtik, Arap monarşilerindeki ananelere bağlılık bile burada görülemiyordu.

 

Haziran 2000’den beri halefi Beşar’ın ülkeyi getirdiği durum açık. İktidara daha önceden hazırlanamayan, yakın çevresinin tesirinde kalan Beşar, acımasız bir diktatöre ve düşmana dönüştü. “Suriye tarihte olmayan bir ünitedir” deniyor; belli ki ülke parçalanacak. Esad da ortaya çıkan Suriye’nin en verimli yanını elde tutmaya çalışıyor. Trump ABD’si ve Putin Rusyası bu politikalara ne kadar müsaade edecekler veya destekleyecekler; şimdiden bir şey söylemek için erken lakin bizim dış politikamız açısından zor bir dönem başladı.

Yazının devamı...
Başkomutanın millet katına yükselişi
5 Kasım 2016

 Askeri sahada gösterdiği üstün yeteneği devlet kurmada da tekrarlayabilmişti. Dış politikada, Cihan Harbi ve İstiklal Harbi’ndeki düşmanlarıyla yakınlaşmayı, ama Cihan Harbi’ndeki tatsız müttefiklerinden de fazla sorun çıkarmadan uzaklaşmayı bilmiştir. İkinci Cihan Harbi’nden sonraki Türkiye’yi bir yerde kurtaran ve bugünkü düzenine getiren bu davranıştır. Dış politikada sivri dille yürütülen aşırı davranışlı politikalar yeni Türkiye’ye uygun değildir.

 

OSMANLI İmparatorluğu’nun ve Türk askeri tarihinin bir zamanlar yüz akı olan yeniçerilik 1826’da ortadan kaldırıldıktan sonra ordu modern bir şekilde yeniden kurulabildi. Bu, sıradan bir olay değildir. Üstelik bu süreç öncü askeri milletlere eşit bir kurumla yani kurmay eğitimin getirilmesiyle başarıldı. Bu eğitimin, Türk aydın sınıfının gelişiminde önemli payı vardır. Birinci Cihan Harbi’nin genç komutanları bu geleneğin ürünüdür. Bu komutanların çoğu, rütbeleri ve yaşları itibariyle Cihan Harbi’nde isim yapamadılar ama İstiklal Savaşı’nın dinamik komutan kadrosunu oluşturanlar da onlardır.

 

 

GENERAL METAKSAS UYARDI AMA FAYDA ETMEDİ

 

Bununla beraber, Mustafa Kemal Atatürk ve yanındaki birkaç komutan Cihan Harbi’nin tanınan generalleri arasında da yerlerini almıştır. Geçtiğimiz hafta iki torunundan birini, Osman Mayatepek’i kaybettiğimiz Enver Paşa, 1914 yılında bütün dünyadaki askerler arasında isim yapmıştı. Ama en önemlisi Ulu Önderimizdir.

 

İtilaf Devletleri bizim subaylarımızdaki bu gelişimin farkında değildi. Birkaç kişi hariç. Farkında olan nadir, yabancı askerlerden en başta geleni Yunanistan ordusunun genç ve başarılı komutanı (sonradan da diktatörü) General İoannis Metaksas’tır. O, Anadolu ordusunun başarısını erkenden görebilmiş ve Yunan birliklerinin İzmir’e çıkışına karşı görüş bildirmiştir.

 

 

MUSTAFA KEMAL BUNDAN 100 YIL ÖNCE GENERAL OLDU

 

Metaksas, Türk ordusundaki tecrübeyi görmüştü. Gerçekten de İstiklal Savaşı’nın komutanları, çok genç yaşta başka ordulardaki komutanlara göre askerliğin her safhasını tadan savaşçı komutanlardır. Balkan Savaşı’ndaki bozgunla Trablusgarp’taki efsanevi savunma, Süveyş Cephesi’ndeki acıyla Kût’ül Amare’deki zafer ve Sarıkamış’ta yaşanan facia beraber anılmalıdır. Galiçya’daki Avusturya’nın düşkün hali oradaki müttefik Türk kolordusunda kesinlikle yoktu. İran’da Rusya’yla savaştık. Bakû’de ise hem Ruslar hem İngilizler hem de sözde müttefikimiz Almanlarla... Dünya tarihindeki bu sarsıntı dönemi İstiklal Harbi komutanlarını yetiştirdi. Tecrübeleri kimseyle karşılaştırılmazdı. Bunlar genç yaştaki tecrübeleriyle ‘erken olgunlaşmış’ komutanlardı.

 

Metaksas’la aynı yıl general olan Mustafa Kemal Paşa, bundan 100 yıl evvel, 1 Nisan 1916’da mirlivalığa yani generalliğe yükseldi. Diyarbakır-Bitlis-Muş cephesindeki kolordunun komutanıydı. Kemal Paşa, göreve gelişinden bir müddet sonra, 3 Ağustos 1916 sabahı, kolordu kuvvetlerini Bitlis ve Muş taraflarına taarruza geçirdi. Bu kolordunun sadece iki tümeni vardı. Buna rağmen bölgeyi Rus işgalinden kurtardı. Gerçi Muş, 25 Ağustos’ta tekrar Rusların eline düşecek ve ancak 1917’de yeniden alınacaktır. 

 

Çanakkale’deki komutanlar arasında mümtaz yeri olan Mustafa Kemal Paşa’nın Doğu Cephesi’nde de gösterdiği bu varlıkla, Osmanlı ordusunun genç kadroları arasında ismini berkittiği açıktır. Çağdaş Türkiye’nin tarihindeki yeni dönem Ulu Önder’ini de ortaya çıkarmaya başlamıştır. 78 yıl evvel ebediyete yolladığımız ‘Ulu Önder’ böyle bir sarsıntının ortasında askerlik kadar politika da öğrendi ve savaşın yerine iktisadi kalkınma ve yeni dünyaya kültürel uyumun gerekliliğini kavradı. 

 

 

DEHASIYLA SİVRİLDİ

 

Türkiye imparatorluğu iktisaden yavaş gelişiyordu. Buna karşılık eğitimde ve bilhassa subay eğitiminde dünyayı yakalamaya muvaffak olmuştu. Bu yüzden genç komutan Mustafa Kemal Paşa, ‘cahil ve liyakatsiz’ komutanlar arasında sivrilmiş biri değildir, nitelikli insanlar arasında ön almıştır. O, onların arasında ‘dehası’, yer yer sertliği ve atılganlığı ama eldeki imkânlarla hedefi ayarlamayı bilen ölçüsüyle sıyrılmıştır. 

 

 

DEVLET KURAN MAREŞALLER

 

Cihan Harbi’nden sonra devlet kuran başka mareşaller de vardı. Ama onların koşulları değişikti. Polonya’da Mareşal Józef Piłsudski ve Finlandiya’da Emil Mannerheim’a göre Atatürk’ün farkı, harap olmuş ve en değerli evlatlarını 12 yıl süren bir savaşta kaybetmiş bir milleti eğitim ve sağlık yönünden yeniden diriltmek zorunda oluşuydu. Bunu başarabilmiştir. İlerleyen yıllarda da devam eden bu atılımın ilk büyük hamlesi yine onun devrinde yapıldı.

 

SAĞLIK BÜTÇESİNİ HER ŞEYİN ÖNÜNDE

 

Mareşal Cumhurbaşkanımız ve arkadaşları milli eğitim ve sağlık bütçesini her şeyin önüne koyacak kadar realistti. Dış politikada, henüz ateş ve barut kokan günlerde, Cihan Harbi ve İstiklal Harbi’ndeki düşmanlarıyla yakınlaşmayı, ama Cihan Harbi’ndeki tatsız müttefiklerinden de gürültü koparmadan ve fazla sorun çıkarmadan uzaklaşmayı bilmiştir.

 

İkinci Cihan Harbi’nden sonraki Türkiye’yi bir yerde kurtaran ve bugünkü düzenine getiren bu davranıştır. Dış politikada sivri dille yürütülen aşırı davranışlı politikalar yeni Türkiye’ye uygun değildir. Bunu Cihan Savaşı’nın hatalarını yaşayan nesil idrak etmiştir. Çünkü tarihi yeniden yaşamak zorunda değildik.

 

 

BİZDE MANTIKSIZ İNSAN ÇOKTUR

 

TÜRKİYE’de ebedi başkomutanının generallik kılıcını alışının 100’üncü yılında, dünyadaki askeri literatürün de öneminin sürekli altını çizdiği Mustafa Kemal Paşa’nın Cihan Harbi’ndeki konumunu tartışanlar var. Bizim memlekette amatörler ve kasabaların çokbilmişleri böyle büyük iddiaları ortaya atmayı severler. Yalnız bu iddiaların çoğu gerçekle hatta mantıkla bağdaşmayan siyasi polemik-lerin ürünüdür. 

 

 

KÜLTÜREL ATILIMI   ATATÜRK   SAĞLADI

 

OSMANLI ordusunun iyi eğitimli, bilgili mensupları hiç az değildi. Dört dili çok iyi bilen, iyi bir ressam olan Enver Paşa, çocuklara müzikal oyun yazacak kadar her dalda becerisi olan Kâzım Karabekir Paşa veya Rusça dahil dört-beş dili iyi bilen Kût’ül Amare’nin asıl komutanı Albay Nurettin (sonraki Sakallı Nurettin Paşa), Nâzım Hikmet’in dayısı Ali Fuat Paşa... Bu gibi örneklerin içinde Ulu Önderimiz, sosyal bilimlerdeki ve sanat dallarındaki dehasını, yönlendiriciliğiyle ortaya koydu.

 

 Türkiye tarihinin hiçbir döneminde Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi gibi beşerî bilimlerin teşkilatlandırıldığı bir kurum, Romanist hukuk eğitimi veren fakülteler, Batı müziği eğitimi veren konservatuvarların hepsinin bir arada kurulduğunu göremeyiz.

 

Türkiye arkeoloji ve Batı müziğini imparatorluk döneminde de tanımıştı ama bunun eğitimini vermek, yaymak ve operayı kurmak başka bir başarıdır. 

 

78 yıl sonra Türkiye Kemalist dönemin birçok kurumunu sayıca ve nitelikçe geçti ama kültürel atılım ve anlayış alanında o devrin gerisindedir. Demokrasinin aksaması da bu topallıkta aranmalıdır. 

Yazının devamı...
Şah İsmail’in topraklarında
29 Ekim 2016

GEÇTİĞİMİZ hafta İran-Azerbaycan vilayetinde, Tebriz’de ve ardından da Erdebil’de bir öğrenim turu yaptık. Rehberler Vakfı Başkanı Çimen Paşa, İran Başkonsolosluğu’nun daveti üzerine gereken organizasyonu yaptı. 

 

İran’ın bu kısmı benim için meçhul değildir. İlk defa 1986 sonbaharında İran’ın bu bölgesine otobüsle geçmiştim. Çok daha geleneksel bir hayat vardı; şehirler mütevazıydı, kırlarda bir ekonomik yetmezlik görülüyordu. 

 

Şah İsmail

 

KENDİ DÜNYASININ MERKEZİ

 

Şunu söylemek gerekir: İran’ın şimalindeki bütün şehirler gibi Tebriz de kendi dünyasının merkeziydi. O zamanki Erdebil, Tebriz ve Urmiye halkı zarif bir geleneği devam ettiriyordu, şehrin münevverleri bugünkü gibi Fars ve Türk edebiyatının üstadı, tarihi mimariyi iyi tanıyan, bilgili kimselerdi. Geçen zaman bu zenginliği yıpratmamış. 

 

SAFEVİLİĞİN MERKEZİ ERDEBİL

 

Kıyılardan sonra Elbruz Dağları’nı aşarak Erdebil’e iniyoruz. İran’ın en ormanlık bölgesi burası. Erdebil verimli bir plato üzerinde ayrı bir vilayettir. Ahalisi Türkçe konuşur. Mühim olan şu: Burası Safeviliğin de doğduğu yerdir. 

 

15 ve 16’ncı yüzyıllardaki Safeviler İran’ı önemli bir dönemdir. Şeyh Cebrail’in soyundan gelen Şeyh Safiyüddin ve onun oğlu Şeyh Haydar, Erdebil’i Şeyh Safi’ye bağlı Safeviler tarikatının merkezi haline getirdi. Akkoyunlular bu dini grubu destekledi. 

 

Safeviler sadece belagat ve tarikatın gücüyle değil hanedan akrabalığından da yararlandılar. Nitekim Şah İsmail bu tarikatı devam ettirmektense daha güvenceli bir nokta seçti; Şii Caferiliği, İran devleti ve toplumunun resmi inanç ve yorum biçimi olarak açıkladı. Şiileşen İran’da kendine has siyasi duruş hem içte hem de dış dünyaya karşı çok belirginleşecektir.

 

Bugün Erdebil ve Tebriz’de herkes, bilhassa soğukkanlı tarihçilerin dışındaki aydınlar, Yavuz Selim ve Şah İsmail kavgasının ne kadar lüzumsuz ve tahripkâr olduğunu tekrarlar. Aslında tarihin kuralları vardır; birisi Türk şiirinin en arı dilli şairi olan Şah İsmail (Hatai), öbürü Fars şiirinin üstadı olacak derecede dil bilen Yavuz Selim’in savaşı bir medeniyet mücadelesi değildir. Bir nüfuz ve iktisadi problemdir. 

 

İran açısından mesele şuydu: İpek yollarını kim kontrol edecek, Akdeniz dünyasına nasıl çıkılacak? Yavuz Selim içinse Suriye-Filistin kadar önemli olan bölge Mısır’a hâkim olmaktı konu.

 

Şunu ilave etmek gerekir: Bizim Babıâli dediğimize Safeviler Âlikapı der. Onların sonraki başkenti İsfahan hiçbir İslam şehriyle karşılaştırılmayacak kadar Rönesans İtalya’sının rüzgârlarını taşıyan bir mimariye sahiptir. Bu kuru bir taklit değil, bir Doğu-Batı sentezidir.

 

Şeyh Safuiddin Türbesinde Ortaylı en büyük halıyı inceliyor.

 

ÇADIR KOMEDİSİ

 

O günün kavgalarını bugünün görüşüyle değerlendirmeye kalkmak fikir ve tarihçilik yönünden sadece bir çadır komedisi gibidir. 1699 Karlofça Muahedesi (antlaşma) sırasında İran’ın Mukaddes Liga devletlerine taraftar olması Türklükle açıklanamaz. İran’ın kendi başına bekası mühimdir. Bugün de İran, o coğrafyanın Türkleri için önemli bir varlıktır, çünkü onlar kendilerini kurucu olarak görür. 

 

Şeyh Safuiddin ve Şah İsmail türbeleri

 

 

SÜSLEME SANATININ EN SEÇKİN ÖRNEKLERİ SAFEVİLER DERGÂHI’NDA

 

 SAFEVİLER Dergâhı, meydana açılan bir şehitler mezarlığı, ki Safevilerin savaşlarında ölenler buraya gömülmüştür. Yedi kapılı dergâhın girişinde, dergâha gelen dervişin kendini dünyadan tecrit edeceği çilehane yer alıyor. Dervaze denen kapı başta olmak üzere İran çini sanatının en güzel örnekleriyle tezyin edildiği görülür. En son noktada Şah İsmail’in anası Alemşah Hatun’un mezarı bulunuyor. O kabrin yanı başında Şeyh Safi, Şeyh Haydar’ın ve Şah İsmail’in türbeleri var. Babürler devri Hint sanatı ile İran sanatının en önemli sentezi ise türbelerin içinde, sandıklarda görülür. 16’ncı asrın Türk ve İran dünyasında süsleme sanatının geometriden ne kadar ustalıkla yararlandığı ve rakipsiz bir tersim ortaya çıkardığını burada görebilirsiniz.

 

 

ALTEMUR KILIÇ BEYİMİZ VE DOSTUMUZUN ARDINDAN 

 

Altemur Kılıç’ı geçen hafta, 92 yaşında her faninin gideceği ebedi dünyaya uğurladık. Hem dostları hem de onu tanımayanlar hatıratını okumalı. İlginç bir kuşağın, ilginç bir insanıydı.

 

Atatürk’ün yaveri ve milletvekili Kılıç Ali’nin üç oğlundan biriydi. Futbol dünyamızın unutulmaz kişiliği Gündüz Kılıç’ın da kardeşiydi. Benim bildiğim hiçbir zaman “Kılıç Ali’nin oğluyum” diye geçinmedi. Hatta hatıratında babasıyla arasındaki ilişkiyi ve onun kişiliğini tatlı-sert, sıcak, yer yer kırılgan üslupla, “Babam” diye kuru övünmenin dışında edibane terazide tartarak betimlediği malumdur. 

 

 

SAMİMİ BİRİYDİ

 

Altemur Kılıç’ı bütün ömrünce tanıdığımı söylemek mümkün değil; ben onu son 25 yılında tanıdım. 27 Mayıs’ta karşı karşıya geldiği komutanları da zaman geçince bir başka teraziyle tarttı ve birçoğuyla ahbap oldu. Bu bir menfaat değildir. 

 

1924 doğumludur. Osmanlı tarihini ve Sultan Abdülhamid’i de kendi kuşağının dışında bir üslupla tanımlardı. Asıl önemlisi Maliye Nazırımız Cavit Bey’in idam kararını veren mahkemenin reisi onun babasıydı. Ama unutulmaz maliye bakanımızın oğlu, kültür hayatımızın en renkli kişilerinden Şiar Yalçın’la Altemur Kılıç canciğer okul arkadaşı olmanın ötesinde, ayrılmaz iki kardeş olduklarını ilan etmişlerdi. Güzide Hanım’la mutlu bir evlilikleri oldu ve bütün dostları bu çatının altında bir araya geldiler.

 

Altemur Bey basın ataşesi, yazarımız, Basın Yayın Genel Müdürümüz oldu. Ama her zaman Altemur Kılıç olarak samimi ve tartışabilen biriydi.

 

Altemur Kılıç’ı geçen hafta 92 yaşında her faninin gideceği ebedi dünyaya uğurladık. Hem dostları, hem de onu tanımayanlar hatıratını okumalıdır. İlginç bir kuşağın ilginç insanıydı, ilginç bir kişiliğiydi.

Yazının devamı...