(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Tolga Akyıldız" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Tolga Akyıldız" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Tolga Akyıldız

Bas frene İsmail YK
20 Aralık 2009
İsmail YK ilginç bir adam. Ben çok naif buluyorum. Elbette albümlerinin o kadar satmasının ticari formülünü anlamış ve onun üzerine gidiyor.

Şimdi yaftalamak istemiyorum ama “gurbetçi kafası” diye bir şey var. Ne kadar ticari düşünmeye çalışsalar da, o naiflik baki kalıyor. Kim bilir, belki farklı bir toplumun içinde yıllarca öteki olmaktan kaynaklanan bir savunma mekanizması, ciddiye alınmamalarının sonucudur. Öfkelenip rap yapanlar, tepki gösterenler de dahil?
İsmail YK'nın şarkı sözlerine baktığınızda temsil ettiği adam; kırmızı, siyah camlı, egzozu özellikle patlatılmış, içinde güp güp müzik çalan Doğan görünümlü bir Şahin. Adama bakıyorsunuz, aslında öyle bir adam değil. Yani yüzüne bakan ne kadar naif olduğunu, beğendiği bir kadınla karşılaşınca kekeleyeceğini falan şıp diye anlayabilir.
Bu söylediğime en güzel örnek; son şarkısı Facebook. “Facebook'la ilgili şarkı yapalım, tutar” diye düşünmesini bir kenara bırakalım. Mesela şarkı ile ilgili soru soruyorsun adama; “13 yaşında kızlar var orda. Benim adımı kullanarak kızlarla tanışıyorlar. Kızlar buna kanmayın” diyor. Öte yandan şarkının sözlerine bakar mısınız: “İnternet kafeye gittim, Facebook sayfasına girdim, adımı çılgın diye verdim, artık ben de üye oldum, tanıştım güzel biriyle, yazışıyorum günden güne? Çıtı pıtı Birsen ah bir görsen; cici bici Ebru, esmer Banu tanışabilsem?”
Bugüne kadar yaptığı işleri düşünüyorum İsmail YK'nın. Niye tuttuğunu anlıyorum. O, “bas gaza”ların “bomba bomba.com”ların ne kadar istemeseniz de kulağa nasıl yapıştığını gayet iyi biliyorum. Ama şunu da biliyorum; herkesin modası geçiyor. İsmail YK'nın da geçmeye başladı. Benim kendisine tavsiyem, yarın acaba domuz gribiyle ilgili şarkı yapsam tutar mı diye düşünmek yerine, içindeki naif adamı ortaya çıkarsın. Etrafının ve bir şeyin farkında olmayan genç kız hayranlarının gazına gelmeyip sakince düşünsün. Yaptığı şeye müzik demek mümkün değil. Sözler desek, İsmail öyle bir adam değil. Yarın işler kötüye gidince sıfırdan başlamak yerine şimdiden önlem alsın.

Hande Yener geri vites

Bizzat açtığı “eller havaya” kulvarından vazgeçip kendini aşmaya çalıştığını düşünmüştüm. Yeni albümlerini, yeni sound'unu da beğendim, destek oldum. Çünkü musluk akarken o paralardan vazgeçmek cesaret ister. Hande Yener'in açtığı kulvardan yürüyen ve bugün sektör büyük sıkıntılar yaşarken bile konseri ekstrası tonla para kazanan onca isim var.
Hande Yener'in piştiğini düşünmüştüm ben. Kendi için iyi bir şeyler yapmak istediğini düşünmüştüm. Ama işler istediği gibi gitmeyince havlu attı. Şimdi TV programlarında “Asla bir daha söylemeyeceğim” dediği o eski şarkılarından medet umduğunu, “Sen asla oralarda program yapmam” dediği mekânlarda o şarkıları söylediğini görüyorum.
İşin maddi sebepleri olabilir. Musluklar artık akmıyor olabilir. İşin komiği o eski şarkılar da tu kaka değil. Ama sen çıkıp bu kadar büyük konuşursan, sonra zora gelince geri vitese takarsan, inan Hande Hanım, o eski şarkıları bile dinlemekten vazgeçecektir insanlar.

Veda değil...

Bu son yazımız, Popvirüs'ün yaklaşık 10 yıllık macerası bu yazıyla son buluyor. 10 yıl önce bana bu köşeyi yazmam teklif edildiğinde nasıl farklılaşırım diye düşünmüştüm. Albümleri yazmak yerine sektörün sorunları üzerine düşündüm, bir katkım oldu mu bilmiyorum. Olduysa ne âlâ? En kısa zamanda görüşmek üzere?
Yazının devamı...
Bas frene İsmail YK
20 Kasım 2009
Şimdi yaftalamak istemiyorum ama “gurbetçi kafası” diye bir şey var. Ne kadar ticari düşünmeye çalışsalar da, o naiflik baki kalıyor. Kim bilir, belki farklı bir toplumun içinde yıllarca öteki olmaktan kaynaklanan bir savunma mekanizması, ciddiye alınmamalarının sonucudur. Öfkelenip rap yapanlar, tepki gösterenler de dahil?
İsmail YK’nın şarkı sözlerine baktığınızda temsil ettiği adam; kırmızı, siyah camlı, egzozu özellikle patlatılmış, içinde güp güp müzik çalan Doğan görünümlü bir Şahin. Adama bakıyorsunuz, aslında öyle bir adam değil. Yani yüzüne bakan ne kadar naif olduğunu, beğendiği bir kadınla karşılaşınca kekeleyeceğini falan şıp diye anlayabilir.
Bu söylediğime en güzel örnek; son şarkısı Facebook. “Facebook’la ilgili şarkı yapalım, tutar” diye düşünmesini bir kenara bırakalım. Mesela şarkı ile ilgili soru soruyorsun adama; “13 yaşında kızlar var orda. Benim adımı kullanarak kızlarla tanışıyorlar. Kızlar buna kanmayın” diyor. Öte yandan şarkının sözlerine bakar mısınız: “İnternet kafeye gittim, Facebook sayfasına girdim, adımı çılgın diye verdim, artık ben de üye oldum, tanıştım güzel biriyle, yazışıyorum günden güne? Çıtı pıtı Birsen ah bir görsen; cici bici Ebru, esmer Banu tanışabilsem?”
Bugüne kadar yaptığı işleri düşünüyorum İsmail YK’nın. Niye tuttuğunu anlıyorum. O, “bas gaza”ların “bomba bomba.com”ların ne kadar istemeseniz de kulağa nasıl yapıştığını gayet iyi biliyorum. Ama şunu da biliyorum; herkesin modası geçiyor. İsmail YK’nın da geçmeye başladı. Benim kendisine tavsiyem, yarın acaba domuz gribiyle ilgili şarkı yapsam tutar mı diye düşünmek yerine, içindeki naif adamı ortaya çıkarsın. Etrafının ve bir şeyin farkında olmayan genç kız hayranlarının gazına gelmeyip sakince düşünsün. Yaptığı şeye müzik demek mümkün değil. Sözler desek, İsmail öyle bir adam değil. Yarın işler kötüye gidince sıfırdan başlamak yerine şimdiden önlem alsın.

Hande Yener geri vites

Bizzat açtığı “eller havaya” kulvarından vazgeçip kendini aşmaya çalıştığını düşünmüştüm. Yeni albümlerini, yeni sound’unu da beğendim, destek oldum. Çünkü musluk akarken o paralardan vazgeçmek cesaret ister. Hande Yener’in açtığı kulvardan yürüyen ve bugün sektör büyük sıkıntılar yaşarken bile konseri ekstrası tonla para kazanan onca isim var.
Hande Yener’in piştiğini düşünmüştüm ben. Kendi için iyi bir şeyler yapmak istediğini düşünmüştüm. Ama işler istediği gibi gitmeyince havlu attı. Şimdi TV programlarında “Asla bir daha söylemeyeceğim” dediği o eski şarkılarından medet umduğunu, “Sen asla oralarda program yapmam” dediği mekânlarda o şarkıları söylediğini görüyorum.
İşin maddi sebepleri olabilir. Musluklar artık akmıyor olabilir. İşin komiği o eski şarkılar da tu kaka değil. Ama sen çıkıp bu kadar büyük konuşursan, sonra zora gelince geri vitese takarsan, inan Hande Hanım, o eski şarkıları bile dinlemekten vazgeçecektir insanlar.

Veda değil...

Bu son yazımız, Popvirüs’ün yaklaşık 10 yıllık macerası bu yazıyla son buluyor. 10 yıl önce bana bu köşeyi yazmam teklif edildiğinde nasıl farklılaşırım diye düşünmüştüm. Albümleri yazmak yerine sektörün sorunları üzerine düşündüm, bir katkım oldu mu bilmiyorum. Olduysa ne âlâ? En kısa zamanda görüşmek üzere?
Yazının devamı...
TRT Eurovision meselesini büyütmeli
15 Kasım 2009

Elbette o sahnede, dünya yıldızlarıyla birlikte ödül alan maNga hepimizin göğsünü kabarttı. Diğer aday şarkıları da dinlemiştim; bana sorarsanız ödülü sonuna kadar hak ettiler.
Bu başarıyı internet ve SMS oylaması sonucu elde edildiğinden küçümsemek ne kadar yanlışsa, abartmak da bir o kadar yanlış. “Avrupa'nın En İyi Sanatçısı” kategorisi, MTV'nin yayında olduğu ülkelerde hareket yaratmak için açtığı bir kategori. Ve evet, tıpkı Eurovision için geçerli olduğu üzere bu oylamada da Avrupa'daki Türklerin verdiği desteğin etkisi yadsınamaz. Peki, tüm bunlar maNga'nın başarısından bir şey eksiltir mi? Kesinlikle hayır.
Benim bu yılki adayım Bedük'tü aslında. Sebebi ise şu: Geçen yıl Emre Aydın vesilesiyle Türkiyeli rock sound'u neye benziyor bir fikir vermiştik o sahnede. Bu yıl Bedük gitseydi mesela, belki maNga kadar büyük bir destek alıp ipi göğüsleyemeyecekti, ama bu ülkede çok iyi dans müziği yapıldığını da göstermiş olacaktık o platformda.
Diyeceğim o ki, birinci olmanın falan fazla önemi yok. Orası Avrupa sahnesi ve bizim sanatçılar için parasını verseler de yapamayacakları tanıtım için bulunmaz mecra.
Eurovision için de düşüncelerim aynı. maNga'nın bu platformda da başarılı olacağına gönülden inanıyorum. Bir rock grubu olarak, melodik yapıları ve sound'ları itibariyle Athena ve Mor ve Ötesi'nden daha fazla ilgi çekebilirler. MTV EMA adaylarından Atiye'yle ilgili görüşlerimse belli; kendisi Eurovision için biçilmiş kaftan. Kulağıma gelenlere göre TRT bu yıl Eurovision meselesini fazla büyütmeden, sessiz sedasız çözmek istiyormuş. Dilerim öyle olmaz. Evet, bir milli mesele değil belki ama dediğim gibi doğru kişiler gittiğinde çok doğru bir tanıtım platformu?

OKAN VE BEYAZ İNTERNET KEŞİFLERİ YAPABİLİR

Yıllardır sıkılmadan izlediğimiz iki şov var. İlki bu sezon Disko/Medya/Muhabbet Kralı olarak 3 gün üst üste izlediğimiz Okan Bayülgen'in programı, diğeri de Beyaz Show.
Her ikisi de yıllardır müzikten beslenen programlar. Her ikisi de müziği besleme potansiyeli yüksek programlar. İzlenme payları yüksek ve o saatte ayakta olan müzik tüketicisi, genç bir kitleye ulaşan programlar.
Bazı dönemlerde her iki programın da konuk sıkıntısı nedeniyle neredeyse albüm çıkaran her ismi konuk aldıkları oldu. Ama artık her iki program da çok daha olgun, çok daha seçici. Okan Bayülgen, önceden beri rock müziğe eğilimi olan bir adam. Program orkestrasının genel sound'undan tutun da, son jenerikte Hayko Cepkin'i demirbaş hale getirmesine kadar belli ediyor bu tutumunu.
Beyazıt Öztürk'ün müzikle ilişkisi daha çok sahilde gitar çalan üniversiteli genç kıvamında. Kendi sevdikleriyle sınırlı tercihleri var. Sevmediklerini çağırdığında müzik konuşmuyor. Yavuz Bingöl, Kubat, Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok seviyor. Türkülerle arası iyi. Evinde arkadaşlarıyla fasıl yapıyor.
Bana kalırsa artık her iki program da bir eşiği atladı. Artık müzikten beslenmekle yetinmeyip, müziği besleyecek iddialı işler çıkartmalarının zamanı geldi.
Video paylaşım sitelerinden komik videolar yayınladıkları gibi; MySpace'ten, Youtube'tan, canlı müzik mekânlarından isimsiz ama iyi müzisyenler keşfedip programa konuk etmeleri gerekiyor. Kaç kez tıklandıklarına bakmadan; programdan sonra yüz binlerce tıklanacaklarına güvenerek... 

 

 

Yazının devamı...
TRT Eurovision meselesini büyütmeli
13 Kasım 2009
Elbette o sahnede, dünya yıldızlarıyla birlikte ödül alan maNga hepimizin göğsünü kabarttı. Diğer aday şarkıları da dinlemiştim; bana sorarsanız ödülü sonuna kadar hak ettiler.
Bu başarıyı internet ve SMS oylaması sonucu elde edildiğinden küçümsemek ne kadar yanlışsa, abartmak da bir o kadar yanlış. “Avrupa’nın En İyi Sanatçısı” kategorisi, MTV’nin yayında olduğu ülkelerde hareket yaratmak için açtığı bir kategori. Ve evet, tıpkı Eurovision için geçerli olduğu üzere bu oylamada da Avrupa’daki Türklerin verdiği desteğin etkisi yadsınamaz. Peki, tüm bunlar maNga’nın başarısından bir şey eksiltir mi? Kesinlikle hayır.
Benim bu yılki adayım Bedük’tü aslında. Sebebi ise şu: Geçen yıl Emre Aydın vesilesiyle Türkiyeli rock sound’u neye benziyor bir fikir vermiştik o sahnede. Bu yıl Bedük gitseydi mesela, belki maNga kadar büyük bir destek alıp ipi göğüsleyemeyecekti, ama bu ülkede çok iyi dans müziği yapıldığını da göstermiş olacaktık o platformda.
Diyeceğim o ki, birinci olmanın falan fazla önemi yok. Orası Avrupa sahnesi ve bizim sanatçılar için parasını verseler de yapamayacakları tanıtım için bulunmaz mecra.
Eurovision için de düşüncelerim aynı. maNga’nın bu platformda da başarılı olacağına gönülden inanıyorum. Bir rock grubu olarak, melodik yapıları ve sound’ları itibariyle Athena ve Mor ve Ötesi’nden daha fazla ilgi çekebilirler. MTV EMA adaylarından Atiye’yle ilgili görüşlerimse belli; kendisi Eurovision için biçilmiş kaftan. Kulağıma gelenlere göre TRT bu yıl Eurovision meselesini fazla büyütmeden, sessiz sedasız çözmek istiyormuş. Dilerim öyle olmaz. Evet, bir milli mesele değil belki ama dediğim gibi doğru kişiler gittiğinde çok doğru bir tanıtım platformu?

OKAN VE BEYAZ İNTERNET KEŞİFLERİ YAPABİLİR

Yıllardır sıkılmadan izlediğimiz iki şov var. İlki bu sezon Disko/Medya/Muhabbet Kralı olarak 3 gün üst üste izlediğimiz Okan Bayülgen’in programı, diğeri de Beyaz Show.
Her ikisi de yıllardır müzikten beslenen programlar. Her ikisi de müziği besleme potansiyeli yüksek programlar. İzlenme payları yüksek ve o saatte ayakta olan müzik tüketicisi, genç bir kitleye ulaşan programlar.
Bazı dönemlerde her iki programın da konuk sıkıntısı nedeniyle neredeyse albüm çıkaran her ismi konuk aldıkları oldu. Ama artık her iki program da çok daha olgun, çok daha seçici. Okan Bayülgen, önceden beri rock müziğe eğilimi olan bir adam. Program orkestrasının genel sound’undan tutun da, son jenerikte Hayko Cepkin’i demirbaş hale getirmesine kadar belli ediyor bu tutumunu.
Beyazıt Öztürk’ün müzikle ilişkisi daha çok sahilde gitar çalan üniversiteli genç kıvamında. Kendi sevdikleriyle sınırlı tercihleri var. Sevmediklerini çağırdığında müzik konuşmuyor. Yavuz Bingöl, Kubat, Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok seviyor. Türkülerle arası iyi. Evinde arkadaşlarıyla fasıl yapıyor.
Bana kalırsa artık her iki program da bir eşiği atladı. Artık müzikten beslenmekle yetinmeyip, müziği besleyecek iddialı işler çıkartmalarının zamanı geldi.
Video paylaşım sitelerinden komik videolar yayınladıkları gibi; MySpace’ten, Youtube’tan, canlı müzik mekânlarından isimsiz ama iyi müzisyenler keşfedip programa konuk etmeleri gerekiyor. Kaç kez tıklandıklarına bakmadan; programdan sonra yüz binlerce tıklanacaklarına güvenerek...
Yazının devamı...
Müziği hayatından çıkarabilir misin
6 Kasım 2009
İstiklal Caddesi’nde ya da Bodrum barlar sokağında yürürken hâkim olan sesin can sıkıcı bir insan uğultusu olduğunu? Barlara eğlenmeye gider miydiniz örneğin müzik olmasa? Sigaradan vazgeçebilirsiniz ama müzikten vazgeçebilir miydiniz? Bitmek bilmeyen trafik sıkışıklığında arabanızda öylece oturup, kafanızın içindeki sesleri dinlemek zorunda kalmak hoşunuza gider miydi?
Hayatınızı yayın saatlerine göre ayarladığınız televizyon dizileri, bu kadar etkiler miydi sizi müzikleri olmasa? Ya da Issız Adam, Issız Adam olur muydu Ayten Alpman olmadan?

CEP TELEFONU BİLE ÇALMAYACAK

Televizyondaki hangi eğlence programı daha cazip olurdu acaba şarkıları türküleri çıkarınca? Müzik olmadan cep telefonunuzun bile çalmayacağını aklınıza geldi mi hiç?
İnsanların oturup böyle şeylere kafa yormadıklarını biliyorum. “Müzik niye hayatımdan çıksın, hep vardı, hep olacak” diye düşünüyorlar. Çünkü müzik her yerde, evet haklılar ve insan var olduğu sürece de olacak.
Öte yandan iç huzuruyla çirkin seslere kulağımızı tıkayıp doğanın müziğini dinleyemediğimize göre işin endüstri tarafı üzerine de biraz düşünmek gerekiyor. Bugüne kadar yaptığımız korsan tartışmaları o kadar kısırdı ki? Önce köşe başlarında tezgâh açanların bir oyunu sandık, depoları basınca kurtulacağımızı umduk. Sonra internete düşman olduk, fırsat buldukça yasaklıyoruz.

YA ASLINDA HEPİMİZ KORSANSAK

Korsan tezgâhları azaldı belki. Ama sanmayın ki, bunu bizi başardık. Yok oldular, çünkü artık onlara ihtiyaç kalmadı. Herkes kendi evinde korsan artık. Bunu sadece internetten şarkı indirmek olarak düşünmeyin. Hiç mi arkadaşınıza satın aldığınız bir albümü kopyalamadınız? Sizi çok duygulandıran bir şarkıyı e-postanıza ekleyip bir dostunuza yollamadınız mı hiç? Ama mutlaka siz de karşısınızdır korsana, herkes gibi. Herkesin korsan olduğu bir yerde korsanlıktan söz edilebilir mi peki?
Müziğin hayatımızdan çıkması mümkün değil, evet. Ama müzik üretmesi gereken insanların haklarını almamaları sebebiyle bunu yapamayacak hale gelmesi, müzik şirketlerinin ayakta kalmakta zorlanması, konserden para kazanabilen müzisyen sayısının iyice azalmasının sonucunda ne oluyor biliyor musunuz? Müzik yok oluyor. Meydan günü kurtarmak için ucuza üretilmiş ve hiçbir müzikal değeri olmayan işlere kalıyor. Bunun adı başka bir şey midir?
Müzik insanlarının haklarını almaları önemli. Ama iş meslek örgütüne üye olmakla bitmiyor. Banka hesabıma kaç para yatırmışlar diye kontrol etmek yetmiyor. Üye olduğun meslek örgütü ne yapıyor, ne ediyor bileceksin. Bazen çok şaşırıyorum; kimi sosyal ve politik konularda duyarlı olan birçok sanatçı, iş kendi haklarına geldiğinde o kadar vurdumduymaz ki? Bağlı bulundukları meslek örgütlerinin önümüzdeki 5 yıl içinde sektörü büyütmek için ne gibi hedefleri var, haberleri var mı? Yoksa köşelerinde gitar tıngırdatıp beste yapmanın yeterli olduğuna mı inanıyorlar hak ettiklerini almak için.
Yazının devamı...
Mirkelam'lı Kargo ve Koray'la Serkan'ın Maskott'u
2 Kasım 2009

Kargo, doksanların ikinci yarısında Özlem Tekin, Şebnem Ferah, Teoman albümleriyle çıkışa geçen Türkçe rock heyecanının devamı niteliğindeydi.

1993'te ilk albümü “Sil Baştan”ı yayınlayan grubun o zamanki solisti Deniz Aytekin'di. O ilk albüm pek fark edilmedi. Ardından 96'da Koray Candemir, Serkan Çeliköz ve Burak Karataş katıldı gruba ve yeni kadroyla yaptıkları ilk albüm “Yarına Ne Kaldı”, grubun günümüze kadar uzanan kariyerinin ateşleyicisi oldu. 2000'lerin başına kadar 3 albüm daha yaparak yerlerini sağlamlaştırdılar. Daha sonra bir süreliğine ara verme kararı aldılar. O arada grubun solisti Koray Candemir'in solo projesi gündeme geldi; grubun best of albümü yayınlandı. Artık bir araya gelmezler diye düşünürken sürpriz bir şekilde 2003'te yeniden Kargo olarak devam etme kararı aldılar. Ama yeni Kargo'da bir eksik vardı; Mehmet Şenol Şişli…  Grubun sevilen birçok şarkısının söz yazarı ve basçısı nam-ı diğer MŞŞ... Serkan ve Koray'la düştüğü fikir ayrılıkları nedeniyle gruptan ayrılmak durumunda kaldı. Hatta o dönem çok kızarak kendine ait sözlere sahip şarkıların konserlerde çalınmasını engellemeye kadar götürdü işi MŞŞ.

MŞŞ'SİZ KARGO OLUR MU

MŞŞ'siz kadrosuyla iki albüm daha yapan grubun (ki sonuncusu “Yıldızların Altında” cover bir albümdür) bir süredir sesi çıkmıyordu. Derken geçen yıl Serkan Çeliköz ve Koray Candemir gruptan ayrıldıklarını ve müzik çalışmalarına Seattle'da devam edeceklerini açıklayarak Amerika'ya uçtular. Kargo ise daha önce anlaşmazlık nedeniyle gruptan ayrılan MŞŞ'yi göreve çağırarak solist arayışına girişti. Ben yeni bir solistle Kargo'nun var olabileceğine inanmayanlardandım. Kargo ve Koray Candemir, sevenlerinin zihninde özdeşleşmişti çünkü. Yeni bir soliste direnç göstereceklerine inanıyordum. Öyle gazete ilanı ile, seçmeler yaparak falan bu işin üstesinden gelmek zordu. Keşke Kargo defterini kapatıp yeni bir proje yapsalar diye geçirdim içimden.
Ancak belki de en küçük olasılık gerçekleşti. Hem Kargo defteri kapanmadı hem de yepyeni bir projeye imza atmaya hazırlanıyorlar. Nasıl mı?

KARGO YENİDEN DOĞUYOR

Bir süre önce Kargo harıl harıl yeni solist ararken tek bir şarkıyı kaydetmek için Mirkelam'la stüdyoya girdiler. Ancak ortaya çıkardıkları iş o kadar mutlu etti ki hepsini, adeta kendilerini tutamadılar ve neredeyse Kargo'nun tüm yeni şarkılarını Mirkelam'ın solistliğinde kaydettiler. Kendiliğinden gelişen bu durum kısa sürede projeye dönüştü. Şimdi sırf bu proje için Türkiye'ye gelen ünlü prodüktör Mark Opitz'le birlikte asıl kayıtlara başlayacaklar.
Opitz, özellikle Inxs'e yaptığı albümlerle tanınıyor. Ama Kiss, Lenny Kravitz, Ray Charles, Beach Boys, Bob Dylan gibi önemli isimlerle de çeşitli vesilelerle çalışmışlığı var. Ortaya enteresan bir şeyler çıkacak gibi geliyor bana. Çok iyi bir solist olan Mirkelam için de Kargo için de yeni bir sayfa.

MASKOTT DA İDDİALI

Bu arada Koray ve Serkan'ı Seattle'da unutmadık. Kendileri bir süre önce memlekete döndüler. Hem de ellerinde bir albümle. Seattle'da kaldıkları süre boyunca müzikal anlamda beslenen ikili hem konserler verdi orada, hem de şarkılar yazdı. Bu şarkıları  dünyaca ünlü London Bridge stüdyolarına girerek kaydettiler. Grubun adı “Maskott”, çıkış şarkılarının ve albümün adı “Tuval”. Albüm dediysem fiziki bir satış olmayacak, CD'ye basılıp piyasaya çıkmayacak. Büyük olasılıkla sanal ortamda dinleyicisiyle buluşacak olan şarkılar, dijital olarak satılacak mı yoksa ücretsiz mi olacak orası henüz belli değil.

En iyileriyle Disko Fasıl

Güzin ile Baha'nın Baha'sı Baha Boduroğlu prodüktörlüğünde yeni akım yaratmış bir seriydi Disco Fasıl. Alaturka eserler, modern düzenlemeler ve kalabalık bir fasıl grubu olarak özetleyebiliriz. Bu akım öyle sevildi ki, dinleyiciler tarafından tam beş Disco Fasıl albümü yayınlandı. İşte “En İyileriyle Disco Fasıl” da bu beş albümden 21 şarkının derlenerek dijital ortama aktarılmasıyla oluştu. O günlere kısa yoldan yolculuk yapmak ve eğlenmek için birebir. İstanbul çalgıcı ve şarkıcılarına selam olsun.

 

Yazının devamı...
Türkçe rock’ın Avrupa’yı fethi
30 Ekim 2009

Eskiden beri alışığız, Türk nüfus yoğunluğu olan Avrupa kentlerinde bizimkilerin konser vermesine. Adı turnedir ama, aslında çok ciddiye alınacak bir
şey değildir. Zaten kapasiteleri ziyadesiyle düşük olan, hatta daha da ileri gidelim, düğün salonundan bozma mekanlarda yapılan kimi uyduruk organizasyonları konser sanırız çoğu zaman. O organizasyonlar bir araya gelince de
adı turne olur.
Geçen yıl Almanya Mannheim’da 15 önemli grubun hep birlikte katılacağı bir Türk Rock Festivali düzenlendiğini duyunca, açık söyleyeyim çok ciddiye almamıştım. Almadım çünkü, oradaki organizatörlerin bazılarının heves edip, sonra evdeki hesap çarşıya uymayınca işi nasıl baştan savdıklarını iyi biliyorum. Hele 15 grup olunca söz konusu; hiç aklım kesmemişti. Ancak hem katılan gruplardan hem de organizasyona davetli gazeteci dostlardan hikayeleri dinleyince, gitmediğime çok üzüldüm. Konserler neredeyse sorunsuz ve son derece kalabalık geçmiş.
YÜKSEK SADAKAT TURNEDE
Tabii merak ettim, bu işin üstesinden böyle güzel gelen kim diye. Araştırınca anladım ki birçok sanatçının hem Türkiye içinde hem de yurtdışında konserlerini planlayan, hem de azımsanmayacak kadar güzel işler yapan bir firma… Adı, Gişe Organizasyon. Yani bilet satışından para kazanmak, adlarından da anlaşıldığı gibi ilk hedefleri. Belki de bu iş yapış biçimi nedeniyle birçok rock grubunun sıkıntısını giderecekler diye umuyorum.
Özellikle son 5 yıldır Türk rock gruplarına konserler yapıyorlar. Önce Manga’nın turnesini gerçekleştirdiler. Şimdi önümüzde Yüksek Sadakat’in turnesi var. Yüksek Sadakat, 6-14 Kasım tarihleri arasında, Almanya, Hollanda, Belçika ve İsviçre’yi kapsayan 7 konserle Avrupa’daki hayranlarıyla buluşacak. 2010 itibariyle de Emre Aydın ve Seksendört turneleri söz konusu.
SERDAR ORTAÇ KONSERİ DEĞİL
Şimdi belki diyeceksiniz ki, “yine Türk nüfusun yoğun olduğu ülkeler bunlar, arada ne fark var?”
Aradaki fark şu; her şeyden önce bir Sezen Aksu ya da Serdar Ortaç konserinden söz etmiyoruz. Kendi ülkeleri içinde dahi zaman zaman konser vermekte sıkıntı yaşayan Türk rock grupları, artık oralarda gişe başarısıyla ses getiriyorlar. Üstelik sözünü ettiğimiz de öyle bir iki baştan savma organizasyon değil, ciddi ciddi önemli mekanlarda sahne alıyorlar.
Düşünün ki Manga turnesi sırasında Hollanda Devlet Televizyonu, Türk rock gruplarının Avrupa’daki hikayesi üzerine bir röportaj yaptı grup elemanlarıyla. Emre Aydın’ın geçen yıl kazandığı başarı sonrası Manga’nın bu yıl ki MTV Ödül Töreni’nde Avrupa’nın En İyi Sanatçısı adaylığı var.
Yüksek Sadakat, bu turnede Bad Religion, Faith No More gibi grupları ağırlamış bir sahnede konsere çıkabiliyor artık Berlin’de. Oradaki Türkler’in haftasonu eğlenmeye gittiği “eller havaya” bir barda değil.
Kimsenin albüm satışından eskisi kadar para kazanamadığı, tüm dünyada işin konser yönetimine döndüğü bir dönemde, Türk rock gruplarının memleket dışında bu ekonomiyi yaratması azımsanacak bir şey olmamalı.
Lütfen Avrupa sahnesinde olan hiçbir başarıya da herhangi bir sebeple burun kıvırmayın. Çünkü bunun adı, bir kısım popçuların “Avrupa’ya açılıyorum”  palavrası değil; dişle tırnakla çabalamak olsa olsa…
Bu konserlerin sayıca artması için her ne yöntemle olursa olsun kendilerini göstermeye ihtiyacı var grupların. Bugün Manga’dır, Yüksek Sadakat’tir, Emre Aydın’dır... Yarın adını henüz bilmediğiniz bir grup olacaktır. Hatta emin olun bu durumun Serdar Ortaç’a bile faydası dokunacaktır.

Yazının devamı...
Asmalımescit’i kim değiştirdi
23 Ekim 2009
Sağlı sollu masaların arasından Şehbender Sokak’a ulaşmaya çalışıyorum. Ne ara bu hale geldi burası? On yıl önce de böyle miydi?
Şimdi bırakın yeme içme meraklıları için cazibe merkezi haline gelmesini, ciddi anlamda bir eğlence merkezi artık Asmalımescit. On yıl önce, on yıl sonra? Nasıl başladı bu hikâye?
Sanıyorum 1999’dan önce ancak İstanbul’un birkaç köklü meyhanesi için o kadar yolu yürürdük Taksim’den. Galatasaray’dan sonra kalabalık seyrelmeye başlardı. Odakule’den sonra neredeyse ıssızlaşırdı İstiklal Caddesi.

BABYLON SAHNESİNDEN GEÇENLER

Şimdi kalabalıkları yararak bir konser izlemek üzere yolunu tuttuğum Babylon’un, bu semtin çehresini değiştirdiğini, “Burada konser mekânı mı olur” diyenleri mahcup eden Şehbender Sokak’tan dalga dalga çevreye yayılan bir aura’sı olduğunu inkâr etmek mümkün değil.
Geçen on yıl içinde kalitesinden hiç ödün vermeden İstanbul’un en özel performans mekânı olarak kalmış olması bile bu özelliğinin yanında hiç kalıyor.
Babylon’cuların onuncu yıl şerefine çıkarttıkları “On” adlı kitabı okurken kendi hayatımın son on yılı da gözlerimin önünden geçti. Orada izlediğim konserlere iliklenmiş bir sürü müzik dolu anı? Şimdi “Üşenmeyip Babylon sahnesinden geçmiş müzisyenleri saymaya kalksam” diyemiyorum çünkü kitapta bu liste büyüteçle okunacak kadar küçük puntolarla yazıldığında bile yedi sayfa işgal etmiş.
“On”, Babylon’un kapısından geçmemiş müzikseverleri dahi etkileyecek kadar özenli, çarpıcı ve şık bir yapıt. Performans mekânı olarak dünya çapında bir marka olduğuna inandığım Babylon için büyük bir gurur vesilesi.

Rock’n roll’un magazinle imtihanı

Magazinciler ve sanatçılar arasında git gide çirkinleşen ilişkiyi tartışıyoruz bir süredir. Müzisyenlere odaklı olduğumdan belki aklıma Teoman’ın vukuatları geliyor. Şimdiki Timuçin Esen’le ayyuka çıkan bir tartışma. Bir süre sonra unutulur, ta ki yeni bir olaya kadar. Ben “Tüm dünyada sanatçıların özel hayatı merak edilir”, “Sanatçı halka mal olmuş kişidir, özel hayatı da olmaz” ya da “Bunun adı magazin terörüdür” tarafından bakmıyorum konuya. Ancak bir gerçek var ki bu olaylar paparazzi kardeşlerimizin sosyetik mekânları bırakıp rock’n roll mekânları keşfetmesiyle başladı.
Eskiden o sosyetik mekanlara gidip de kameralara sinirlenenler için orada kamera olduğunu bile bile gidiyorlarsa müstahaktır deyip geçiyorduk. Şimdilerde ise kış aylarında canlı müzik mekânları ile dolu İstiklal Caddesi’ne odaklandı magazin muhabirleri.

BIRAKIN YÜRÜSÜNLER

İki enteresan nokta var. Birincisi o mekânların kapısına kadar gelemiyor özel arabalar; valet parking falan da yok. İkincisi emin olun oraya giden hiç kimse dilerim çıkışta kameralara yakalanırım diye geçirmiyor içinden. Durum şu ki, çaresiz, bir süre yürümek zorundalar. Ve her ne oluyorsa o arada oluyor. Hiçbir haber değeri olmayan bir durumdan ekmek çıkarmaya çalışan magazin muhabirleri, kiminin küfür etmesine, kiminin duran kamyona çarpmasına, kiminin yere kapaklanmasına, kiminin yumruk atmasına, kiminin de hayatı boyunca unutmayacağı kadar utanç verici bir şekilde gözaltına alınmasına çanak tutuyorlar.
Ama asıl mesele hiçbiri değil. O mekânlarda eğlenmeyi, müzik dinlemeyi tercih eden müzisyenler, sanatçılar aslında “rock’n roll” yaşamayı tercih ediyorlar. Yani valet parking de, özel şoför de, koruma da istemiyorlar. Tek istedikleri iyi müzik dinleyip, iki arkadaşla sohbet ve birkaç biradan sonra yalpalayarak bile olsa evlerine ya da taksiye kadar rahatça yürüyebilmek. Diğer insanlar gibi? Ama siz buna izin vermiyorsunuz. Ve inanın siz gerçekten bir “haber” yakaladığınızda, Teoman’ın ya da Timuçin Esen’in, kameranızın objektifini eliyle kapatmasından farklı değil yaptığınız hareket.
Yazının devamı...