Yüce Allah kıyamet günü şöyle buyuracak.
- Ey insanoğlu ben hastalandım. Fakat sen beni ziyaret etmedin.
- İnsan der ki: Ya Rabbi! Ben seni nasıl ziyaret edebilirim. Sen âlemlerin Rabbisin.
- Allah buyurur: Bilmez misin ki falan kulum hastalandı da sen onu ziyaret etmedin? Ve yine bilmez misin ki, eğer sen onu ziyarete gelseydin and olsun ki, beni onun yanında bulacaktın.
- Yüce Allah yine soracak: Ey Ademoğlu! Ben senden yiyecek istedim. Sen vermedin.
- İnsan diyecek ki: Ya Rabbi! Sen âlemlerin Rabbisin, ben sana nasıl yemek verebilirim.
- Yüce Allah buyurur: Bilmez misin ki falan kulum senden yemek istedi de sen onu doyurmadın. Yine bilmez misin ki, eğer sen onu doyursaydın and olsun ki, beni onun yanında bulacaktın.
- Ey Ademoğlu! Ben senden su istedim. Sen ise bana su vermedin!
- İnsanoğlu der ki: Ya Rabbi! Sen âlemlerin Rabbisin. Ben nasıl olur da sana su verebilirim.
- Allah buyurur: Falan kulum senden su istedi de sen ona su vermedin. Bilmez misin ki, eğer sen ona su vermiş olsaydın and olsun ki beni onun yanında bulacaktın.
İnsanı dinin merkezine koyan böyle evrensel bir mesajı hangi din veya felsefe verebilmiş ki! Düşünebiliyor musunuz? Yüce Yaradan mahşerde kulunu muhatap alıyor. Ona sitem ediyor. Kuluna neden bana daha çok secde etmedin, neden daha çok oruç tutmadın diyerek ibadet eksikliğinden dolayı sitem etmiyor bu hadiste. İnsanın insana vefasızlığına, merhamet etmemesine, yardım elini uzatmamasına sitem ediyor. İnsanı, insandan dolayı kınıyor. Bu hadis elbette mahşerden bir sahneyi aktarıyor sadece. Bu sahnenin benzeri milyarlarca sahne yaşanacak. Ve insan, insanlığından uzaklaşışının hesabını Rabbine verecektir.
“Ben kulumun zannı üzerindeyim” sözü ümide açılan ilahi bir kapıdır. Kul Rabbinin kendisini affedeceğini umar. Günahından utanır ama ümidini de yitirmez. Hep bağışlanmayı talep eder. Rabbinin kendisini terk etmeyeceğini düşünür. Bütün bu olumlu düşünceler onu ruhen, Rabbine yönlendirir ve sevgi boyutuna taşır. Zaten kendisinden ürkülen, uzaklaşılan, titrenilen bir ilah yerine, sevecen, kucaklayan, kapıyı aralayan bir rahman sıcaklığını yakalamak dinin temel gayesidir.
“Ben kalbi kırıkların yanındayım” sözü bize Yüce Allah’ı tanıtmak için yeterli bir ipucu vermiyor mu? Kalbi kırıklar, uçuruma daha yakındırlar. Sevgisizlikten bunalmışlardır. Hayatın azgın darbeleri, onları dipsiz bir okyanusa doğru savurmuş olabilir. Kime tutunacaklar. Halden anlamayan yabanlara mı sırt dayayacaklar? Düşüşlerinden haz alan insafsızlara mı sarılacaklar. Hangi sahile yanaşacaklar. İşte böyle bir anafora yakalanmış olan ümitsizlere, rahim olan Allah pencereyi aralıyor: Ben kalbi kırıkların yanındayım. Ben sizin yanınızdayım. Uzaklarda aramayın beni. Yanı başınızdayım. Nefesinizden daha yakınım.
“Kula şahdamarından daha yakınım” sözünü biz, Allah’ın yalan ve yanlışımızı daha yakından görmek için gözetleyici olarak yakınımızda olması gibi anlamışız. Yanlış anlamışız. Allah bizim günahlarımızı takip ediyor gibi anlamışız. Ama bu anlayışımız doğru değildir. Zira bu ilahi mesaj; kendini yalnız hissetme, unutuldun sanma, bilmediğimi zannetme, fısıltını dahi biliyorum. Duyuyorum. Bana yalvaracaksan, bil ki seni duyuyorum. Gözyaşı döküyorsan, bil ki yanaklarına dökülen gözyaşlarının sıcaklığını yanaklarından daha yakın hissediyorum. Sanma ki uzağım. Sana senden bile yakınım. Dua ediyorsan bil ki duyuyorum. Göremiyorsan, bil ki senin adına görüyorum. Konuşamıyorsan, bil ki senin adına konuşuyorum. Yürüyemiyorsan, bil ki senin adına yürüyorum. Daralmışsan, bil ki senin adına genişletiyorum. İşte şahdamarından anlaşılması gereken budur.
Allah, rahmetinin genişliğine hayret eden kuluna ‘gülümser’; Allah (c.c.), affediciliğine şaşıran kulunun şaşkınlığına ‘sevinir’. Allah (c.c.), bütün umudunu yitiren kulunun ‘yanında’ olur. Allah, İki güzel insan, güzel bir niyet için bir araya geldiklerinde onların ‘üçüncüleri’dir.
Allah’ı seviyor musunuz? Renklerin ihtişamı, kainatın muhteşem büyüklüğü, seslerdeki tarifsiz güzellik, atomdaki büyük matematik, hücredeki çarpıcı gizem, sizi hâlâ Allah’a yaklaştırmadıysa, bakışınızda bir problem yok mu sizce! Bugün görenlerin bazıları, mahşere göremez olarak diriltilecekler. Neden böyleyiz Ya Rabb diyecekler. Biz dünyadayken görenlerdendik. Neden bizi kör olarak dirilttin diyecekler. Böyle diyecekler. Sizce itirazları doğru mu. Sizce görenlerden miydiler...
SORALIM ÖĞRENELİM
- Dini nikâh kıyılırken kadının regl olup olmaması önemli mi? / (Beyza Ağaç/Muş)
Nikâhın geçerliliği açısından, kadının regl olup olmaması önemli değildir. Nikâhı engelleyen tek husus kadının, boşanmış veya kocası ölmüşse iddet bekliyor olmasıdır.
- Büyük balıkların içi temizlenmeden yenebilir mi? / (İhsan Can/Çorum)
Büyük balıkların içinin temizlenmeden yenmeleri doğru değildir. Ancak çok küçük balıkların içleriyle pişirilebileceğine fetva verilmiştir. Temizlenmesi elbette daha iyi olur.
- Ölenin elbisesi mutlaka dağıtılmalı mı? Hatıra olarak evde bırakılabilir mi? / (Çemen Irak/İzmit)
Ölenle ilgili her türlü tasarrufta mirasçılarının rızası aranır. Rızası varsa ölenin elbiseleri fakirlere dağıtılabilir. Ama ölenin yakınları isterlerse ölünün elbiselerinin bir kısmını hatıra olarak evde alıkoyabilir.
- Ben Hanefiyim. Eşim Şafii. Her birimizin kendi mezhebimizde kalabilir miyiz? Yoksa aynı mezhepte mi olmalıyız. / (Fatih Uslu/Mersin)
Herkes kendi mezhebinde kalabilir. Kadın erkeğin veya erkek karısının mezhebine de geçebilir. Bütün bunlar mümkündür. Çünkü saydığınız mezhepler, dinin genel kuralları içinde kalmış olan hak mezheplerdir.
- Annem bana haksız beddua ediyor. Tutar mı? / (Gözde Danış/Edirne)
Beddua kötü bir harekettir. Zira hak edilmeyen beddua, sahibine geri döner. Annenizin haksızca yaptığı bedduadan ise korkmayınız. Zira hak edilmeyen beddua kişiye uğramaz. Zarar vermez.
Mutlaka her birimiz hayatımızda bir defa da olsa namaz kılmışızdır. İbadete en uzak olanımız bile, bir bayram namazı, bir cenaze namazı kılmıştır. İnanıyorum ki, hayatında bir kez namaz kılmış olana nasıldı o namazın diye sorduğunuzda “ kuş gibi hafifledim. Sıkıntılarımı bir an için öteledim” cevabını almışsınızdır. Bu doğrudur. Çünkü namaz ibadetinde, diğer ibadetlerde olmayan bir şey var. Allah la konuşmak, Allah la dertleşmek, O’na hitap etmek, O’na derdini açmak, O’nun huzuruna çıkmak ve huzuruna kabul edilmek var. Allah’ın huzuruna çıkabilmeye yüz bulmak var. Onun içindir ki; Kulla Allah arasındaki en yakın an secde anıdır. Denilir ki kişi secdedeyken ‘Allahım!’ dediğinde Yüce Yaratıcı “Söyle kulum! İşte Rabbin seni dinliyor. Sen söyle ben yapayım” buyururmuş. Ne müthiş bir kabul, ne müthiş bir sevgi, ne müthiş bir rahmet.
Namaz ibadetine farklı bir boyuttan bakalım istedim bugün. Namazın manevi boyutundan. Namaz vaktin girmesiyle başlar. Vaktin gelmesi ‘ezanla’ anlaşılıyor. Aslında ezan sadece namaz vakti girdi demek değildir. Aynı anda günlük bir iman tazelemesidir. Ruhlar aleminde ‘elestu bezminde’ yapılmış bir biat vardı.Kullar Rabbe teslim olmuştu.Ezan bunun dünyevi ve günlük deklarasyonudur. Ne diyor hocamız ezanda;
Allahüekber Allahüekber: En büyük ve yüce olan sadece Allah’tır. Allah’tan gayrisine eğilmem.
Eşhedu en la ilahe illallah: Şahadet ediyorum ki Allah’tan başka ilah yoktur. Sadece O’na kulluk edilir.
Eşhedu enne Muhamme den Resulullah: Tanıklık ederim ki Muhammed Allah’ın Peygamberidir. Vahiy alan örnek insandır. Son Peygamberdir.
Hayye ales salah: Hadi sizi diriltecek namaza koşun.
Hayye ale’l felah: Hadi kurtuluşa koşunuz. Sizi insana kul edecek bağlardan kurtulup Rabbe sığının.
Allahüekber Allahüekber: En yüce olan Allah’tır.
La ilahe illallah: Ondan başka ilah yoktur.
Bu çağrıyı duyan Müslüman vücudundaki necasetleri varsa atar, temizler ve sonra manen hazır hale gelebilmek için abdeste başlar. (Maide 5-6)
Önce suyu avucuna alıp bakar. Temiz değilse, saf değilse abdeste uygun değildir diye terk eder. Temiz görünüyor olsa da, burnuna doğru götürüp koklar. Kullanılmaya müsait mi diye! Çünkü biraz sonra onu ağzına alacak. Önce suyu test eder. Kendi imkanlarıyla en azından. Sonra yüzünü yıkar. İnsanlar sadece temiz musluktan akan suyla muhatap değillerdir dünyanın bütün coğrafyalarında. Kollarını yıkar, başını mesheder ve ayaklarını topuklarıyla beraber yıkar. Temizlikte sol elini kullanır. İki ayağını da sol elle yıkar. Sağ elini ise insanlarla iletişimde kullandığı için olan gücüyle daha da temiz tutmaya çabalar.
Halk arasında “yüzü yıkanmış” derler ya, temiz ve duru insan anlamında. İşte yüzünü öylece yıkar. Sadece yıkanmak değil burada aranan, yüzünü kirden, sert bakışlardan, acımasızlıktan, kirden arındır öyle gel demektedir yüzü yıkamak. Ve kişi aynı zamanda günlük telaşa, strese, elektriklenmeye en çok muhatap olan organlarını yıkar. Eller, yüz, ayaklar.
Sonra en temiz elbisesini giyinip kıbleye yönelir. Kıble her ne kadar Kabe yönüyse de, doğru yolun, eğri olmayan bir hayatın da sembolik yönüdür aynı zamanda. İnsana şunu anlatıyor kıbleye yönelmek; Buraya Allah için gel. Bütün nefsani şehvetlerden, yanlış düşüncelerden, gösteriş ve riyadan sıyrıl, arın ve huzura dur. Hem de doğru dur. Çünkü, sen şu an, senin içinden geçeni bilenin huzurundasın. Düzgün dur. Düzgün değilsen de düzgün olmak için dur.
Niyetini yapacak mümin kalbini bütün gereksiz mücadelelerden, nefretten, düşmanlıktan, aşırı taleplerden arındırarak “Ya Rabbi senin için divana durdum. Rızam sensin. Derdim sensin. Seni sevdiğim için huzurundayım. Kabul et bu yönelişimi” der. Niyette esas olan Masivadan = Allah’tan gayrisinden = uzak olmaktır.
Sonra, “Allahüekber” diyerek tekbir alır. Çünkü namaz “en yüce sensin” denilerek Yüce Allah’a kulluğun ilanıyla başlar ve sağ ile sol omuzlardaki meleklere ‘selam’ la sona erer. Selamla başlar, selamla biter. Namazda meleklere selam verenlerin, namazın dışındaki insanlarla selamlaşmaması namazın ruhuna yakışır mı? Namazda Allah la olan, namaz dışında da insanlarla olur. Yakışan bu.
Euzu besmele ile başlanan, Sübhaneke, Fatiha ve bilinen bir sure veya ayetlerle devam eden bu kıraat ve ayakta duruş, aslında dil ve kalbin tamamen saf billur bir hale gelip bir sonraki rukü ve secdeye hazırlanmasıdır. Huzurdasın. Dilinde kitabın ayetleri var. Düzelmeye geldin. Demin işlediğin küçük günahları affettirmeye geldin. Ya, biraz sonra aynı günaha döneceksen yakışır mı bu! Olur mu böyle tövbe! Böyle düşünmek lazım namaz esnasında... Kuran’dan her ayeti okurken bu iç muhasebesini yapmak lazım. Onun için de okuduğumuz ayetlerin anlamını bilmemiz son derece önemlidir. Ne okuyorsun, yüce yaratıcıya nelerle sesleniyorsun? Bilmek güzel olmaz mı?
Gücü yeten namaz esnasında ayakta durur. Gücü yetmeyen, hasta olan oturur, buna da gücü yetmeyen uzandığı yerden namaz kılar. Ama mutlaka kılar. Fakat şu ayakta duruş, yani kıyam az mı önemli! Şartları zorla ve ayakta dur! Omurgalı ol. Hayat seni sarssa, da ayakta ol. Hayat seni bükmeden veya yaşlılığından dolayı, daha ayakta duramayacak yaşa gelmeden sen namaza başla ki, ayakta karşıla Rabbinin çağrısını...
Sonra rüku ve secde. Aslında rüku yarım secde sayılır. Sanki biraz sonraki secdeye varmak için ön bir eğilmeye rükuya varıp, Allah’ı anarak “ Ya Rabbi! Birazdan senin için eğileceğim. Sadece senin için. Lütfet ve kabul buyur huzura. Kabul et ki eğilebileyim. Aslında namazın bütün kademelerinde bu manevi dokunuşlar var. Müthiş bir mantık var.
Onun için namaz ibadetlerin beyni ve kalbi sayılmıştır. O bir anlamda hem Hac, hem oruç, hem zikir, hem Kur’an okuyuşu ve hem de zekatı içinde barındıran bir ilahi sözleşmedir. Kul ile Yaratan arasında.
SORALIM ÖĞRENELİM
* Kabir azabı sürekli midir? Kötüler mezarda hep azap mı görecek?
(Selina Tiro-İstanbul)
Günahkar Müslümanların bir kısmı kabirde sürekli azapta, bir kısmı ise geçici azapta olacaklardır. Bir kısmı ise sadaka, dua gibi iyiliklerle rahata kavuşacaklardır. Cuma günü ve Ramazan ayında kafirler de dahil olmak üzere herkesten azap geçici olarak kaldırılır şeklinde görüşler varsa da pek kabul görmemiştir.
Alimlerden bazılarına göre ise birinci sur (yani kainatın sonuna gelmesi) ile ikinci sur (yani diriliş) arasında herhangi bir azap olmayacaktır. Yasin suresinde (ayet 51-52) de bu zaman aralığı anlatılmaktadır.
* Peygamberimiz ile diğer Peygamberlerin mucizeleri arasında ki fark nedir?
(İsmail Ovacık-Kütahya)
Hz. Peygamber’in iki türlü mucizesi vardır. Geçici mucizeler ve kalıcı mucizeler. Geçici mucizeler binlercedir. Bu konuda ciltlerce eserler yazılmıştır. Diğer Peygamberlerin mucizeleri de ölülerin bir süre için diriltilmesi, denizin yarılması, parlayan el, cinlere hakimiyet, ateşin yakmaması da bu türden geçici mucizelerdir. Olmuş ve bitmiştir. Bugüne yansımamıştır. Ancak Peygamberimizin kalıcı mucizesi vardır ki o da Kuran-ı Kerim’dir. Değişmeden, üzerinde oynanmadan elimizdedir ve kıyamete kadar devam edecektir.
* Namaz kılma konusunda erkekle kadın arasında fark var mı?
(Elmira Sağlık -İzmir)
Aslında kadın ve erkeğin namazdaki duruşları konusunda aralarında çok önemli fark yoktur. Olan farklar da farz veya vacip değil, sünnet sayılan hususlardadır. Yani bir kadın erkek gibi namaz kılarsa tabii örtünme şartıyla namazı kabul olur. Ancak sünneti ve bazı adapları terk etmiş sayılır. Önemli bazı farkları belirteyim.
- Tekbirde kadın ellerini omuz hizasına kadar kaldırır. Sol elini memesinin üzerini, sağını da onun üzerine koyar. Rükuda parmak uçlarını dizinin üzerine koyar. Kavramaz. El parmaklarını aralamaz. Secdede uyluklarını karnına yapıştır. Secdede dirseğini kaldırmaz. Tahiyatta sol kalçası üzerine oturarak ayaklarını sağa doğru yatırır.Bu konuda bir ilmihal kitabından yararlanabilirsiniz.
Kuran-ı Kerim sınırsız zevklerin, teraziye konmamış güzelliklerin yaşanmasında ölçüyü kaçırmamayı ister. “Bütün güzelliklerinizi dünya hayatında tükettiniz. Ve onlardan açgözlülükle yararlandınız.” (Ahkaf, 20) Bu ayet-i kerime nefsani arzularını ilahlaştırmış olanlara ahrette söylenecek bir sözü hatırlatıyor.
Siz iki gün üst üste et yemenin teraziye konacağını hiç düşündünüz mü? Veya bir günde, iki defa et satın almanın sorgulanabileceğini. Hayır diyorsanız o zaman şu satırları benimle beraber takip edin.
Dönem Hz. Ömer (r.a.) dönemi. Hz. Ömer’in halifeliği dönemi genellikle bolluk ve refahla geçer. Ancak hicri 18. yılda zor bir yıl yaşanır. Bu yıla kıtlık yılı adı verilmiştir. Bu yılda Hz. Ömer aynı öğünde iki çeşit yemek yememiştir. Hatta uzun süre kuru ekmek ve sirke yiyerek halkın yaşam zorluğunu paylaşmıştır. Yani halk gibi yaşar. İdaresi altındakiler istediklerini yiyemiyor diye o da yemez. Az yer. İstediğini tüketmez.
Medine’de Avvam’ın oğlu Zübeyr’e (r.a.) ait bir mezbaha vardı. Medine’nin tek mezbahasının burası olduğu da söylenir. Hz. Ömer zaman zaman buraya gider, kesimlerde ve alım satımda bir usulsüzlüğün olup olmadığını denetlerdi. Bu mezbahada alışveriş yapanları gözetlerdi. Bir gün şöyle bir olay meydana geldi. Hz. Ömer mezbahadan et satın alan bir adama dikkat etti. Bu adam bir gün önce de et satın almıştı. Hz. Ömer adama doğru yürüyerek elindeki kırbacı salladı ve şöyle dedi: “Midene biraz sahip olsan da, komşuna ve amcaoğluna yardım etsen olmaz mı. Her gün et yiyeceğine onun parasını muhtaç olan komşuna ve amcan oğluna versen olmaz mı” (İbnül-Cevzi, Tarihu Ömer, s. 96, Ali Tantavi, Ahbaru Ömer, s. 6)
Kıtlık yıllarıdır. Herkes et yiyemiyor. Ama bazı insanlar bu tür nimetleri fazlasıyla tüketiyor. Hz. Ömer’in hassasiyeti bu noktada yoğunlaşıyor. İslam âlimleri Hz. Ömer’in bu tavrını helali haram kılma olarak algılamamışlardır. Bu tavır, ayetlere (A’raf, 157; Bakara, 172) aykırı değil derler. Zira olağanüstü bir dönemde olağanüstü bir yöntemle, siyasi etik gereği böyle davranmış derler. Bunu hukukçular ‘maslahatı amme’, genelin yararını gözetmek için özel tasarrufta bulunabilme kapsamında değerlendirir.
Benzeri bir olay da şöyle gelişir. Medineli bir işverenin yanında çalışan işçiler başka bir adama ait bir deveyi çalarlar. Deveyi keserler ve etini yerler. Devenin sahibi suçluları ararken bu işçileri bulur. Benim devemi çaldınız diye onları Halife Ömer’in (r.a.) huzuruna getirir. Hz. Ömer, işçilere deveyi çalıp çalmadıklarını sorar. Adamlar çaldıklarını itiraf ederler. Kıtlık yıllarıdır ve insanlar sıkıntı içindelerdir. Hz. Ömer neden deveyi çaldınız der. Derler ki, işverenimiz bizim hakkımızı vermedi, ücretlerimizi alamadık. Aç kaldık. Bu adamın ağılından devesini alıp kestik ve yedik. Cezamıza razıyız.
Hz. Ömer işvereni çağırtır. İşçilerin ücretini neden vermediğini sorar. Adam, değişik bahaneler ileri sürerek kaçamak cevap verir. Hz. Ömer, kesilen devenin parasını bu işadamına ödetir. Sonra da işçilerin parasını ödemesini emreder, işveren işçilere de haklarını verir. Devenin sahibi ve işçiler gittikten sonra Hz. Ömer işverene döner ve şöyle der: “Allah’a yemin ederim ki, bir daha işçilerin veya çalışanların senden haklarını alamadıkları için başkasının malına zarar verirlerse onlara değil ama sana ceza uygularım. Ve seni hırsız olarak hesaba çekerim. Hadi işinin başına dön ama mazlumların parasını gasp etmeden işini yap.”
Şöyle denebilir. Hz. Ömer çok özel bir insandı. Son derece adildi. Kılı kırk yarardı. Hatta doğru sözlü ve keskin görüşlü olduğu için etrafında dost kalmamıştı. Evet, elbette ki bütün bunlar doğrudur. Ama bu özel tavırlar, Kuran-ı Kerim’i ve Hz. Peygamber’i (s.a.v.) çok iyi etüt eden bir özel insanın içtihatlarıdır. Kuran’ın özüne uygun içtihatlar. Onun içindir ki Hz. Ömer: “Ben Bakara suresini şu kadar yılda öğrendim” demiştir. Yani birebir uyguladım, okudum ve iman ettim. Yoksa bizim gibi sadece okudum, geçtim değil elbette.
Çevrenize bakın lütfen. Gülünç bir parayla geçinenler var. Çocuğuna TV reklamında gördüğü sosisi, sucuğu alamayanlar var. İştah kabartan gıdaları evladının kursağına hediye edemeyen baba az değildir. Bir tarafta on liranın hesabını yapan var, öte tarafta bir güne on bin lira harcayabilen var. Elbette herkes fakirlikte eşit olsun demeyiz. Herkes gücüne göre yaşayacak elbet. Elbette helal kazandığını yeme hakkı var. Ama “İki gün üst üste et yiyeceğine amcan oğluna, komşuna ikram etsen ya” diyen Hz. Ömer’in bu uyarısının hiç mi haklılık payı yok? İnanıyorum ki bugün Hz. Ömer sağ olsa ve bizim yaşam tarzımızı görse, hassasiyetimizin zafiyeti karşısında aynı sitemi yapardı. Komşunuzdan, imkânı olmayandan, fakirden habersizseniz sizin Müslümanlığınız nicedir diye sorardı. Siz Kuran Müslüman’ı değil, geleneklerin Müslümanısınız derdi.
SORALIM ÖĞRENELİM
- Bedensel özürlüyüm. Su kullanamıyorum. Nasıl aptes alayım?
(Mehmet Tozkan / Hatay)
Su bulamayan veya su bulsa da kullanma sıkıntısı yaşayan kişi toprakla teyemmüm alabilir. (Maide, 6) temiz toprağa veya toprak cinsinden bir maddeye avuçla vurulup yüz ve kollar sıvazlanır. Teyemmüm budur. Siz de suyu kullanamayacak durumda iseniz toprakla teyemmüm yapabilirsiniz.
- Yeni bir eve taşındık. Ama bütün işlerimiz sarpa sardı. Uğursuz ev olabilir mi? Taşınsak olur mu?
(Ceylan Palak / Mersin)
Hz. Peygamber (s.a.v.) evde uğursuzluğun olmadığını belirtmişlerdir. Ev, eş ve binekte uğursuzluk kavramının başka kültürlerde olduğunu ifade etmişlerdir. Ancak psikolojik olarak hassasiyet kazanmış ve sürekli her olanı buna yoruyorsanız başka eve taşınabilirsiniz.
- Esmaül Hüsna’yı günlük okuyorum. Bunları okumanın saati var mı?
(Erhan Dilbaz / Antalya)
Esmaül Hüsna’yı (Allah’ın Yüce isimleri) okumanın sınırlı bir zamanı yoktur. İstediğiniz zaman okursunuz. Ancak her gün en azından bir defa 99 ismi okursanız isabetli olur.
- Kaçarak evlendim. Nikâh kıymadan çocuğum oldu. Daha sonra nikâh kıydık. Benim çocuğumun durumu nedir?
(Seniha O. / Kırıkkale)
Kaçmanız tasvip edilmez. Zira kaçarak evlenmek çoğu kez iki aileyi karşı karşıya getirir ve yaralar. Evlenmeden yakınlaşmanız da haramdır. Ama bu yakınlaşmanızdan olan çocuğunuzun herhangi bir günahı da yoktur. Nikâh öncesi ilişkinizden dolayı siz ve eşiniz bol bol tövbe ediniz.
- Kadının kırkı çıkınca nasıl yıkanacak, tasın içine taş konması gibi şeyler anlatıyorlar doğru mu?
(Gülben Karaca / İstanbul)
Kadının kırkı şu demektir: Çocuk doğuran bir kadından 40 güne kadar kan gelebilir. Bu süre lohusalık -nifas- dönemi sayılır. Ancak bu akıntı bir günde de kesilebilir. Ancak 40 günden sonra gelen kan lohusalık kanı sayılmaz, işte bu kan kesilince yıkanmak gerekir. Buna halk arasında kırklının yıkanması denilir. Ancak sizin anlattığınız tasın içine taş konması gibi şeyler hurafedir. Batıldır. Normal boy aptesi alacaksınız.
Yukarıdaki bilgi Hanefilere göredir. Şafiilere göre loğusanın üst sınırı 60 gündür.
Her şey böyle. Sağlık, gençlik, boş zaman, yetki, güç gibi bütün imkânlar böyledir. Elimizden yitince fark ediyoruz ama yapacak bir şey kalmıyor artık.
Elimizden yitip gidecek en önemli nimetlerden birisi de kutsal kitabımız olan Kuran-ı Kerim’dir. Bu hususu Hz. Peygamber (s.a.v.) bazı hadislerinde anlatıyor. Kıyametin kopmasına az bir zaman kalınca meydana gelecek bu ürpertici bilgiyi Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle haber veriyor: “Elbisenin nakışı eskiyip gittiği gibi, İslamiyet de eskiyip gider. Hatta, oruç nedir, namaz nedir, hac ve umre ibadeti nedir ve sadaka nedir bilinemeyecektir. Allah’ın kitabı Kuran-ı Kerim de bir gecede kaldırılıp götürülecek ve yeryüzünde ondan tek bir ayet bile kalmayacaktır. Çok yaşlı erkekler ve pek ihtiyar kadınlardan oluşan birtakım insanlar kalacak ve ‘Biz babalarımızın öğrettiği şu La ilahe illallah kelimesi üzerine yetiştik de dinden sadece bu kelimeyi biliyoruz. Ve sadece bu kelimeyi söyleriz diyeceklerdir” (İbn-i Mace, terceme ve şerhi Haydar Hatipoğlu, Fiten, Hd: 4049) bu hadis şüphesiz çok sarsıcı bir hadistir. Kıyamete yakın bir dönemde bu olay meydana gelecektir. Kuran-ı Kerim’in içindeki ayetlerin silinmesi iki şekilde olabilir. Ya gerçekten de bir sabah kalkıldığında ve Kuran-ı Kerim açıldığında dünyadaki bütün Kuran sahifelerindeki ayetlerin kaybolduğunu göreceğiz... Çünkü insanlar O’nu yaşamadılar. Onun gereğini yerine getirmediler. Yüce Allah da kitabını hak etmeyenlerden kaldıracak. Ondan sonra da kıyamet kopacak. Sanki Yüce Rabbimiz, kelamının bulunduğu kainatı yok etmiyor da, kitabını kaldırdıktan sonra kıyamete müsaade ediyor.
Veyahut da, insanlar Kuran-ı Kerim’i yaşamadıkları için Kuran ayetleri sanki gönüllerinden silinmiş olacak. Dünyalık için okunacak, ders almak için değil. Kuran-ı Kerim’den doğru ve hayati mesajlar çıkarılacağına içi boş yorumlar ve şifremsi hezeyanlara mahkûm edilmeye başlanacak.
Aslında Kuran’ın kendisi bu yorumu güçlendiriyor: “Peygamber, ey Rabbim, kavmim şu Kuran’ı terk edilmiş bir şey haline getirdi dedi”. (Furkan, 30)
Hz. Peygamber de (s.a.v.) başka seferde Kuran’dan uzaklaşmayı, şöyle ifade ediyor: “Gün gelecek elbisenin eskidiği gibi, Kuran da bu ümmetin bir kısmının göğsünden alınıp eskiyecek. Onlar Kuran’dan başka şeye daha çok itibar edecekler. İnsanlar ölçüsüz bir açgözlülüğe yakalanacaklar. Allah’ın hakkını çiğnediklerinde hiçbir endişe ve korku hissetmeyecekler. Bir günah işlediklerinde ‘Allah elbette beni affeder’ diyecekler. Onlar kuzu postu, deri elbise giyecekler ama kalpleri kurt gibi olacaktır. (Acımasız ve toleranssız olacaklar, görünüşte uysal görünseler bile) en iyileri, kötülüğü emredip iyiliği yasaklayanlar olacaktır.”
Hz. Peygamber (s.a.v.) vahye dayalı ilmin günün birinde yok olacağını söylediklerinde, sahabeden Hz. Ziyad anlamak için sorar: Ama biz evlatlarımıza Kuran’ı okutuyoruz. Onlar da evlatlarına okutacaklar. Bu vahiy ilmi nasıl yok olacak ki?
Hz. Peygamber: “Hayret sana Ziyad! Ben seni anlayışlı bilirdim” dedikten sonra ehli kitaptan yararlanamadıkları gibi Müslümanların da Kuran’dan ders almayacaklarını anlatır... (İbn Mace, Fiten, Hd. 4048)
Şüphesiz birebir o günlerde değiliz. Allah’a hamd olsun ki henüz bugünlere gelmedik. Belki o günlere daha çok zaman var. Çünkü o günlere gelindiğinde, “Artık ne umre ne de hac yapılmayacak”. (Sahihü’l Cami, 7296) O günler, aynı zamanda Yecuc ve Mecuc’un çıktığı günlerdir. (Sahihu Kısas, c., 2, s. 418)
O günler, âlimlere itibar edilmeyen, iyi huylu ve iffetli insandan utanılmayan, büyüğe gerekli saygının gösterilmediği, küçüğe merhamet edilmeyen, insanların dünyalık için birbirlerini boğazladıkları, iyiliği bilmeyen insanların çoğaldığı, iyi insanın başını önüne eğip yürüdüğü, sadakanın küçümsendiği, sahte ve şarlatan Peygamber iddiacılarının çıktığı, sünnetin bid’at gibi algılandığı, karanlık günlerdir. İşte o günler geldiğinde Yüce Allah kitabını hem gönüllerden ve hem de satırlardan kaldıracaktır.
Kuran’ın kaldırılmasından üzülmenin veya eyvah etmenin faydası olmayacaktır. Bugün fırsat elimizde. Kuran-ı Kerim evimizde. Yanımızda. Ama kaçta kaçımız Kuran-ı Kerim’i mealiyle bir kez okuduk. Rabbim bize ne diyor. Bizden ne istiyor. Hiç merak ettik mi? Merak etmeliyiz aslında. Çünkü Kuran, yüce ahlakın bizimle sohbet etmesidir. Bizi önemseyip bizi muhatap almasıdır. Ben konuşuyorsam, kulağınızı ve kalbinizi bana açın çağrısıdır kutsal kitap. Onun için Hz. Osman şöyle demişti: “Kalplerimizi temizleseydik Rabbimizin sözünden doymazdık.”
SORALIM ÖĞRENELİM
- Bazı yerlerde şunu gördüm. Allah’ın isimleri ve bazı sureler hakkında şu kadar okunsa şu olur diye yazıyordu. Bu doğru mu?
(Emine Bozan/Edirne)
Bazı sureler ve ayetlerin fazileti hakkında hadisler vardır. Şöyle okunması iyi olur tarzında Peygamberimizin yönlendirmeleri olmuştur. Bazı dualar hakkında da sabah akşam okunmalı tarzında bilgiler vardır. Allah’ın Yüce isimlerinin hangisinin hangi sıkıntılara çare olduğu hakkında ise âlimlerimizin tecrübeye dayanan bilgilerini bulabilirsiniz.
- Bir erkek arkadaşım kendisini astı ve öldü. Etkisinden çıkamıyorum. Rabbim affeder mi, onu ahrette görür müyüm?
(Güneş B.)
İntihar büyük günahlardandır. Ancak intihar eden İslam’dan çıkmaz. Ona dua etmek, bağışlanmasını dilemek lazım. Yüce Allah’ın affedip etmemesi ise Allah’ın kendi bileceğidir. Ahrette kurtulmuşlardan olsa sizde cennet ehli olsanız elbette birbirinizi görebilirsiniz.
- Biriyle nişanlandım. Ama onun çok güvendiği bir hanım anne kızım senin kısmetin bu oğlan değil. Boşver demiş. Kız benden ayrıldı. Dinen bu olabilir mi?
(Ali Kutlu/Samsun)
Hanım anne dediğiniz hanımefendinin böyle bir şey söylemesi doğru değildir. Geleceği kimse bilemez. İnsanların hayatıyla oynamak da yanlıştır, günahtır. Ama, sizin nişanlınız, bir hanım annenin sözü üzerine sizden vazgeçebiliyorsa bu evlilikten hayır beklenir mi?
- Babam alkollüyken bize beddua ediyor. Bu beddua tutar mı?
(Kübra S.)
Babanıza karşı içki içiyor olsa bile saygılı olmanız gerekir. Ancak onu vazgeçirmek için zaman zaman ikaz ediniz. Alkollüyken size beddua etmesinin ise sizin bir suçunuz olmadıktan sonra zararı olmaz.
Dünya hayatına sadece sefa ve zevk için gelmediler. Varlık gerekçeleri, Yüce Yaratıcının farkında olmaları, O’nu bilmeleri ve iman etmeleridir. Onur ve şereflerinin korunması hakları vardır. Biri diğerinden farklı olabilir ama üstün değildir. İmtiyaz sahibi değildir. Biri diğerinin hizmetkârı ve kölesi hiç değildir.
Bütün bunlar doğru ve güzel tespitler. Ama gerçek hayatta bu ölçüler geçerlilik arz ediyor mu? Büyük bir oranda uygulama maalesef böyle değildir
Ülkemizde yaşayan, her yaştan kadından yıllardır sıkıntılarını aktaran telefon ve şikâyet mail’leri alıyorum. Kadınlarımızın şikâyet ettikleri sıkıntıların bir kısmını şöyle sıralayabilirim:
Kadınlar dövülüyor: Birçok kadın ya dövülüyor veya şiddete maruz kalıyor. Bunun temelinde erkeğin kadını kendinden daha aşağıda ve eksik olarak görmesi anlayışı yatıyor. Erkek kadının kendisine hizmet için yaratıldığını zannediyor. Onun için de isteğini elde edemeyince işi zorbalığa döküyor. Kadının dövülmesi, onun onurunu zedeler. O’nu hayattan koparır. Kendisine saygısını yitirtir. Kocasına karşı da sevgi ve saygısını kaybeder. İslam kadının dövülmesini ahlaki erdemlilikle bağdaştırmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.) eşini dövenleri: “Gündüz döversiniz, akşam da utanmadan yanına yatağına girersiniz” diyerek kınamıştır. Toplumumuzda bırakınız dövülmeyi, başı kesilerek, işkence edilerek öldürülmüş o kadar ürpertici hadise var ki, ne yazık ki artık bu tür cinayetler ‘vaka-yı adiye’den -sıradan olay- sayılmaya başlandı.
Kadınlara ailesiyle görüşme yasağı konuluyor: Kadınlarımızı en çok yaralayan hususlardan birisi de, eşinin ailesiyle yaşadığı bazı maddi veya manevi anlaşmazlıkları bahane ederek eşinin, ailesiyle görüşmesine sınır ve yasak koymasıdır. Erkek, karısının babasına veya ağabeyine kızıyor ve karısına onlarla görüşmeyeceksin, gitmeyeceksin diyor. Bu, zulümdür. Haksızlıktır. Sıla-i rahim denilen aile birliğini zedelemektir. Erkek, hanımını babasından, annesinden, ailesinden koparamaz. Koparırsa zalim olarak adlandırılır. Ben, yirmi yıldan beri babasıyla görüşemeyen kadınlar biliyorum. Ufak bir gerekçeden dolayı kocası onu baba ve annesinden koparmıştır. Bu noktada şu soruyu somak istiyorum erkeğe: Birisi sizden babanız ve annenizle görüşmemenizi isterse siz ne yapardınız?
Kadınlar kız doğuruyor diye horlanıyor: Öncelikle şunu belirtelim, kız doğurmak bir horlanma sebebi değildir. Evlat evlattır ve hangisinin hayırlı olduğunu Allah bilir. Bazen on erkek çocuğu, bir tek kız çocuğu kadar baba ve anneye hayırlı olamıyor. Bunun örnekleri o kadar çok ki...
Anne rahmine girmiş her canlının yaşama hakkı vardır. Bunu hor göremeyiz, kısıtlayamayız. Kimin ne doğuracağının kararını kadın vermiyor. Allah veriyor. Kız doğuruyorsun diye kınama aslında Yüce Allah’a kınamadır. Bilimsel açıdan da cinsiyetin oluşumunda kadının tek belirleyici olduğunu söylemek mümkün mü?
Kadınların ibadetine engel olunuyor: Bu belki de fark edilmeyen sıkıntılardan birisidir. Ama birçok kadın bundan ötürü şikâyetçidir. Koca hanımının ibadetine sınır koyabileceğini zannediyor. Ona göre eşi namaz kılacaksa, arkadaş sohbetine katılacaksa mutlaka kendi rızası gerekmektedir. Hiç kimse diğerinin farz ibadetine engel olamaz. Sınır koyamaz. Dinin emrettiğini yasaklama, örtülü bir nefsi ilahlaştırma gayesi gütmektedir ki bunun ne kadar sıkıntılı olduğu açıktır.
Kadının ailesine hakaret ediliyor: En ufak bir anlaşmazlıkta kadının ailesi küfürden her türlü nasibini alabiliyor. Küfür ve hakaret, hem çirkin bir söz ve hem de kul hakkıdır. Karısının baba ve annesine küfreden, kendi baba ve annesine hakaret yolunu açmış oluyor.
Kadınlar küçümseniyor: Kadının her konuda küçümsenmesi, horlanması, söz hakkının tanınmaması, görüşüne itibar olunmaması kadınların en çok şikâyet ettikleri konuların başında geliyor. ‘Kadınlara danış ama tersini yap’ şeklinde kullanılagelen yanlış bir kanı vardır. Halbuki Hz. Peygamber (s.a.v.) yanılgı ihtimali olmayan ilahi vahye muhatap olmasına rağmen birçok konuda hanımlarının görüşüne göre tavır değiştirmiştir.
Kız çocuğu evlendirildiğinde, erkek çocuğuna kız istendiğinde çoğu kez anneler dışlanıyor. Onların görüşü alınmıyor. Kadınlar yok sayılabiliyor. Aslında hanımını küçümseyen kendini de küçümsemiş oluyor.
Kadınlar mirastan alıkonuluyor: Baba veya annesi evlenmiş kızını ya damadına kızdığı ya kızına kırgın olduğu veya oğlunu çok sevdiği için mirastan mahrum edebiliyor. Onlara göre kız evlenince, artık ele ait oluyor. Bu anlayış dinen kabul edilemez. Kızlar için konulan bir pay vardır ve kız çocukları bu haklarını alma yetkisine sahiptirler. Kızınızı sevmeseniz de, ondan razı olmasanız da, miras hakkını elinden alamazsınız.
Kadınlar tacize muhatap oluyorlar: Kadınların bir kısmı iş talebinde bulunduğunda karşıdakinin tacizine muhatap oluyor. Eşini kaybettiğinde veya boşadığında ‘cinsel obje olarak’ görülmeye başlanıyor. Kadın çoğu kez, rezalet olmasın, adı kötü anılmasın diye de uğradığı saldırıyı gizlemek zorunda kalıyor. Çünkü uğradığı tacizi anlattığında, horlanan o oluyor, erkek ise aradan sıyrılabiliyor.
Kadınlar ağır işlerde çalıştırılıyor: Kocası kahvehanede okey oynarken, bir kadının tarlada çapa yapmasını, kavurucu sıcak altında tarlada çalışmasını ben hiçbir zaman kabul edememişimdir. Düşünebiliyor musunuz, köy yerinde ihtiyar kadın çalıları sırtına yüklenmiş, kan ter içinde inleyerek dağdan köye iniyor, kocası ise köy meydanında nargile çekiyor. Kusura bakmayın ama bunun adı köleliktir.
Bir insan ve bir mümin olarak ben bunu kabul etmiyorum...
SORALIM ÖĞRENELİM
- İşyerinde namaz kılmak için işverenin izin vermesi şart mı? / (Cemile Şan/Kırklareli)
Bir işyerinin disiplin ve düzeni elbette önemlidir. Ama Müslüman’ın farz olan namaz ibadeti de ferdi bir hak olarak o kadar önemlidir. Müslüman’ın ibadetini yapabilmek için işverenden kaos ve istismara engel olmak niyetiyle izin alması uygun olur. İşverenden de, Müslüman çalışanının ibadetini yapabileceği uygun mekân ve zemini hazırlaması beklenir. Zira farz olan ibadete engel olmak dinen kabul edilemez. Sen namazını kılma, günahın bana ait olsun şeklindeki bir savunmanın dini, akli ve vicdani açıdan geçerliliği yoktur.
- Mahkemece olan boşanmalar dini açıdan da boşanma sayılır mı? / (Kerim Salih/Manisa)
Herhangi bir kişinin avukatı yoluyla mahkemece dava açması, hâkime eşini boşamak için yetki vermesi (tefviz-i talak) anlamına gelir. Bundan ötürü erkek veya kadından herhangi birinin açtığı davada boşanma kararı verildiğinde dini açıdan da boşanma gerçekleşmiş olur. Bu boşanma bir bain talak sayılır. Eşler isterlerse ileride yeniden dini açıdan nikâh kıyabilirler.
- İctihad ne demektir? İctihad kapısı kapandı mı? / (Demir Kızıl/Marmaris)
İçtihat, herhangi bir hedefe ulaşmak için bütün gücü kullanmak anlamına gelir. Dini açıdan da dini ilimlerde yeni olan bir konuda, doğru olan sonuca varmak için yetkin olan bir âlimin bütün gücünü harcamasıdır.
İctihad etmek için, ictihad edenin ayet ve hadisleri, usulle ilgili konuları, ayetlerdeki hükümlerin illetini, hükmün ayrıntılarını, kıyas ve benzeri bütün ayrıntıları iyi bilmesi gerekir. Ciddi bir birikim sahibi olması, vahiy dilini çok iyi kullanması şartlar arasında sayılır. Bu özelliklere sahip olan alim ictihad edebilir. Din hakkında karar verebilir ki, bunun çok zor olduğu ve ağır şartlar gerektirdiği ortadadır. O nedenle her ortaya çıkanın din hakkında kanaat ileri sürmesi doğru değildir.
Son yıllarda dikkatimi çeken önemli bir tespiti yapmak istiyorum. Her din mensubu peygamberine iman eder ve sever. Museviler Hz. Musa’ya, Hıristiyanlar Hz. İsa’ya bağlılardır. Severler. Biz de bu tertemiz peygamberlerin peygamberlik sıfatlarına iman ederiz. Amentümüzdür bu bizim. Peygamber ayırmayız. Ama söz konusu Hz. Peygamber (s.a.v.) olunca, elbette sevgi ve bağlılık tansiyonu yükselir. Bu hassasiyet bunun da ötesine geçer. Bence milletimiz Peygamberimize (s.a.v.) aşk derecesinde vurgun. Biz O’na âşığız. O’nun Mekke’de kuru ekmek yiyen bir kadının oğlu olduğunu unutmadan, O’nun kul Peygamber olduğunu unutmadan, O’nun Yüce Yaratıcıdan herhangi birimizden daha çok tövbe ve bağışlanma dilediğini unutmadan, O’na işte öylece bağlanmışız. Sözüm elbette böyle inanana ve iman edenedir. Nasipsiz olana diyecek sözüm elbette olmaz.
Bu yazımın bundan sonraki bölümünü, O’ndan yansıyan ölümsüz hatıralara terk ediyorum ve oradan sessizce çekiliyorum.
Hz. Ömer anlatıyor: “Bir gün Resulullah’a (s.a.v.) gittim. Öğle sonrasıydı. Odasında uzanmış dinleniyordu. Ben içeri girince doğruldu. Dikkat ettim. Üzerinde uzandığı hasır, böğründe derin iz yapmıştı. Uzanacağı kalın bir döşeği yoktu. Bu hali görünce ağladım. Benim ağladığımı görünce ‘Neden ağlıyorsun Ömer’ dedi. Dedim ki ‘Ey Allah’ın Resulü! Kisralar -İran kralları-, Kayserler -Roma imparatorları- kuştüyü yataklarda uzanırken sizin bu mütevazı haliniz beni hüzünlendirdi. Zoruma gitti.’ O, gülümsedi ve şöyle buyurdu: ‘Ömer! Allah’a yemin ederim ki, isteseydim Allah benim için şu Uhud Dağı’nı altına çevirirdi. Ama ben, bir gölgede dinlenip yoluma devam eden bir yolcu gibiyim. Ötesine ihtiyacım yoktur’.”
Bir çarpışma sonrasıdır. Çarpışma sahasından geçince atların altında kalmış bir çocuk cesedi görür. Muhtemelen annesi tarafından getirilmiş bir çocuk. Kimin çocuğu olduğu belli değil. Nasıl geldiği, nasıl öldüğü de. Ama bu manzarayı görünce, birdenbire irkilir. Yüzünün tümüne derin bir hüzün yansır. Herkesin duyacağı bir sesle haykırır. “İnsanlara ne oluyor ki, kadın ve çocuk öldürüyorlar. Ya Rabbi! Bil ki Muhammed bundan haberdar değildir. Ya Rabbi Muhammed bundan razı değildir.” Bütün bir gün boyu bu hali devam eder. Nihayet arkadaşları O’nun kızgınlık ve hüznünü dindirmek için araştırırlar ve bu çocuğun annesi tarafından savaşa getirilmiş ve mücadele arasında serseri bir darbeyle hatayla öldürülen bir müşrik aileye ait olduğunu öğrenirler. Gelirler ve Hz. Peygamber’e bunu söylerler. “Efendimiz” derler, “bu müşrik bir ailenin çocuğuymuş. Üzülmeyiniz!” Sakinleşeceği umulurken hiddeti daha da artar. Ve şöyle buyurur: “Öyle mi! Demek ki müşrik bir ailenin çocuğu! Ya siz neydiniz. Sizler de müşrik birer ailenin çocukları değil miydiniz?” Hatayla öldürülen bir çocuk karşısında bunca rahatsız oluyordu. Hem de çocuğun ve ailesinin dinini, ırkını hiç merak etmeden, sorgulamadan. Ya bugün: Medeni dünyanın yağdırdığı tonlarca bomba altında, ateşli silahların cehenneme çevirdiği coğrafyada, hayatını kaybeden binlerce masum çocuk! Ya onların adına kim haykıracak. Ya onların adına: Ya Rabbi bunlardan ben sorumlu değilim diye kim söylenecek. Kendilerinden medeniyet, insanlık, adalet, tarafsızlık ve rahmet beklenenler onca kahır sunarken kim, kimi, kime şikâyet edecek?
O’na en büyük düşmanlığı yapan Ebu Cehil ölmüş. İslam’a karşı şiddetli muhalefeti yapanlardan birisi de bu zatın oğlu olan İkrime’dir. Ve İkrime babasının yolundan devam eder. İkrime daha sonraki yıllarda Müslüman olur. Hatta Hz. Peygamber’i ziyarete gideceğini haber verir. Peygamberimiz azılı düşmanının oğlunu ayakta karşılar. Karşı karşıya gelince de kucağını açar ve “Hoş geldin ey yolcu” der. Sevgiyle kucaklar. Hz. İkrime’nin mahcubiyetten dudakları titrer. Ama sonraları iyi bir mümin olur. İşte tam o günlerdir. Hz. Peygamber bir ara sahabesinin Ebu Cehil hakkında ileri geri konuştuklarını duyar. Konuşmaların yapıldığı topluluğa süratle girer. Ve hemen müdahale eder. “Neden Ebu Cehil’in aleyhinde konuşuyorsunuz. Ölüyü çekiştiriyorsunuz. Bu kelimelerin ne faydası var. Siz bu sözlerle sadece sağ olanları -Hz. İkrime’yi kastediyor- üzmekten ileriye gidemezsiniz.” Dengeleri öyle hassas bir çizgiye oturtuyordu ki, en küçük bir ibre kaymasına müsaade etmiyordu.
Bir ağaca bağlanmış, güneşin altında susuz ve aç bırakılmış devenin yanından ayrılmaz. Su ve yem getirtir. Deveyi doyurur, sıcağa karşı da başına su döker. Ve sahibini buluncaya kadar oradan ayrılmaz. Sahibi gelince de: “Sen bu can taşıyandan dolayı Allah’tan korkmazsın. O’nun da senin üzerinde hakkı vardır bilmez misin” buyurur. Deve rahata kavuşunca odasına çekilir.
Çağımızda insanlar ahlaka, felsefeye ve erdemli tavırlara pek kulak kabartmıyorlar. Teknolojide ileride olanların inancı derme çatma da olsa revaçta oluyor.
İnsanlığa Peygamberimizi doğru tanıtmak istiyorsak bilim ve teknolojide hamle yapmak zorundayız. O zaman sözümüz dinlenir, kelimelerimiz hedefini bulur. Kimse, mağlupların,kendi problemlerini aşamayanların din’leriyle, din’lemek istemez. Bu din yeryüzünün en erdemli ve şerefli dini olsa da.
SORALIM ÖĞRENELİM
- Problemli bir evliliği sonlandırmak günah mı?
(Kasım Albay / İstanbul)
Yüce Allah’ın helal kılmasına rağmen en sevmediği şey boşanmadır. Onun için boşanma konusunda aceleci olmamak lazım. Problemi aşabilmek için sonuna kadar mücadele etmek gerekir. Ancak geçim imkânsız hale gelir ve boşanmadan başka yol kalmazsa bu durumda boşanmak caiz olur. Boşanmadan sonra da geride kalan eşin ve çocukların hukukunu ve hakkını gözetmek de şarttır.
- Ölmüşler şu anda cennet veya cehenneme girmişler midir?
(Ferhat Doğan / Samsun)
Ölen kişiler kabir âleminde cennet veya cehenneme benzer bir hayat sürüyorlar. Peygamberimiz (s.a.v.) “Mezar ya cennet bahçesinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukura dönüşür” buyurmuştur. Ancak mahşerden (kıyametten) sonraki cennet ve cehennem anlamında cennet ve cehennem hayatı henüz başlamamıştır. Bununla beraber İslam itikat âlimlerine göre cennet ve cehennem şu anda vardır, yaratılmıştır ama dolu değillerdir.
- Kendimi sevmiyorum. Ne yapabilirim?
(Ahu Yalçın / Manisa)
Neden böyle bir düşünceye kapıldınız bilmiyorum. Ama etrafta kendinizi ve kainatı sevdirecek o kadar güzel şey var ki. Bakmak, görmek, yürümek, konuşmak, koku alabilmek, sevinmek, yardım etmek, o kadar güzel ki. Siz hayatınızdaki olumsuzlukları değil, güzellikleri düşünün. Bardağın boş değil, dolu tarafını görmeye çabalayın. En daraldığınız anda güzel bir abdest alıp yüce Allah’a secde ediniz. İnanınız ki selam verdiğinizde kainata farklı bir gözle bakmaya başlarsınız. İman eden hayatından tat, lezzet ve haz alır.