(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Eyup Can" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Eyup Can" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Eyup Can

Bir değil iki kez utandım!
7 Ağustos 2014

Bir değil iki kez utandım!

Koca koca adamlar milletin meclisinde resmen sokak kavgasına tutuşmuşlar. Hangi partiden olduğunun bir önemi yok tekme tokat birbirine girenler öldüresiye kavga edenler milletvekili.

Dün mecliste yaşanan kavgayı izlerken utandım...

Bir değil iki kez utandım.

Neden mi?

Lütfen önce şu iki videoyu izleyin.

http://webtv.radikal.com.tr/turkiye/8630/mecliste-akp-ve-mhpliler-arasinda-kavga.aspx

Koca koca adamlar milletin meclisinde resmen sokak kavgasına tutuşmuşlar. Hangi partiden olduğunun bir önemi yok tekme tokat birbirine girenler öldüresiye kavga edenler milletvekili. Allahtan üzerlerinde silah etrafta ellerine alıp birbirlerine saldıracakları birşey yok! Allah korusun, bulsalar; sopa, levye, balta Allah ne verdi demeyip ölümüne vuruşacaklar! Oysa oturumu açan Meclis Başkan vekili Ayşenur Bahçekapılı herkesin bayramını kutlamış tüm vekillere iyi dileklerini sunarak başlatmış genel kurul toplantısını... Espriler yapılmış bayramdan sonra ilk buluşma olduğu için kucaklaşmalar yaşanmış... Barış mesajı verilmiş... Ama ne zaman ki İŞİD ve Türkmenler konusu açılmış Ak Parti ve MHPli vekiller arasında sataşmalar başlamış... Olabilir milletin meclisi orası... Her konu medenice en sert biçimde tartışılır, tartışılmalı da... Ama sözle, zekayla, bilgiyle... Tekme-tokatla, hakaret-küfürle değil. MHPliler Türkmenleri sahipsiz bıraktınız deyince Ak Partili bazı vekiller cevap vermiş. Sataşmalar devam ederken birden iş sözlü sataşmadan tekme tokat girişmeye dönüşmüş. Ak Parti milletvekili Mustafa Şahin ile MHP milletvekili Ali Uzunırmak birbirine girmiş... Bu arbede ve saldırıda Şahin'in anlı açılmış. Araya giren vekiller daha büyük bir felaketi zor önlemiş... Bu arada AK Partili vekillerin arasında kalan MHPli Sinan Ogan saldırıya uğruyor... Bazı vekiller adeta Ogan'ın üzerine çullanmışlar. İkinci görüntü neredeyse bir arbede ve linç girişiminin yaşandığını gösteriyor! Neyse ki her iki partiden makul insanlar araya girip daha büyük bir felaketin yaşanmasını engellemişler... Ayşenur Bahçekapılı vekilleri odasında toplayıp yatıştırmaya çalışmış... Ama nerde... Öfke, nefret, hakaret diz boyu... Sanki o utanç verici ergen çocuk kavgası yetmezmiş gibi vekiller bu kez de bir birleri hakkında söz düellosuna başlamış... Söz düellosu lafın gelişi... Sinan Ogan çıkmış '60 Ak it bana saldırdı' diyor... Evet saldıran Ak Partililer var ama araya girip ayıran Ak Partili vekiller de var... Şamil Tayyar Bahçeliye hitaben 'Ogana kuduz aşısı' yapılmasını öneriyor... Biri it dedi ya öteki geri kalır mı? Kavgada söylenmeyecek 'İt ve kuduz' lafları milletin meclisinde havada uçuşuyor! Birbirine 'it-kuduz' diyenler milletin vekili... Saldıran da vekil ayırmaya çalışan da... Ve malesef bu utanç verici görüntüler milletin vekilleri arasında mecliste yaşanıyor... Partiler kendi vekillerine sahip çıkıp diğer partili vekilleri suçluyor... Bize de bu görüntü ve hakaretleri izleyip utanmak düşüyor... Peki Meclisin, demokrasinin düştüğü- düşürüldüğü bu seviye partileri utandırmıyor mu? Lütfen bugün partililerden gelen açıklamalara bakın... Neden bir değil iki kez utanmalıyız daha iyi anlayın!

Yazının devamı...
Devlet kinci onlar adaletli
26 Temmuz 2014

Bu ülkede devletin adalet anlayışı intikamcı dün bunu bir kez daha gördük.

Ama bakın kinle, öfke ve nefretle, intikamla hareket etmeyenler de var.

Önceki gün casusluk suçlamasıyla ‘paralel’ adı altında 22 ilde birden Ergenekon, Balyoz ve 17 Aralık operasyonlarını yapan polislere karşı bir operasyon başlayınca gazeteciler Amirallere Suikast Davası’ndan haksız bir biçimde yargılanırken dayanamayıp başına tek el ateş ederek intihar eden Yarbay Ali Tatar’ın abisine sormuşlar…

‘Bugünün göz altıları için ne düşünüyorsunuz?’

Acılı ve yaralı abi Ahmet Tatar da cevap vermiş…

‘Aklıma önce güzel insanlar geliyor. Hepsini bir kez daha saygıyla rahmetle anıyorum. Dünün mağrurlarına, bugünün "mağdurlarına" ise: Çok canımızı yaktınız. Çok zulmettiniz. Umarım siz adil hukuktan mahrum kalmazsınız.’ ***

Ahmet Tatar tek mi?

Değil…

Acısında da değil, acısına rağmen kinle arasına mesafe koymakta da değil…

Sahur vakti intikamcı bir anlayışla başlatılan ‘paralel operasyondan’ sonra bence en anlamlı yazıyı dün Posta gazetesinde Nedim Şener yazdı.

Başlığı bile her şeyi anlatıyor…

'Keşke onlar gibi acımasız olabilseydim!’

Aynen böyle demiş Nedim?

Buyurun okuyalım…

'Hükümet ile cemaatin kavgası ilk kez büyük bir operasyona dönüştü. Yüzden fazla polisin bir kısmı casusluk, bir kısmı diğer yasadışı faaliyetler gerekçesiyle gözaltına alındı. Haberi aldığım andan beri içimde garip duygular var. Çünkü bir süre önce bu yapının mağduru olmuş birisiyim. Ama ben, kim olursa olsun kendini savunamayacak durumda olan birisine karşı kavga vermek istemem. Hem mesleki, hem şahsi mücadelemde eşitlik ararım. Ama onlar bana karşı böyle davranmadı. Hapse atıp kendimizi savunamazken üzerimize kanunla, polisle, tetikçi gazeteciyle geldiler ama ben aynısını onlara yapamam. Şimdi ben yazıyorum, beni komplo ile tutuklatanlar nezarette sabahlıyor. Keşke ben 2009’dan beri hayatımı zindana çeviren, mahkeme mahkeme yargılatan, tetikçi savcısına mahkemesine tutuklatan, suçsuz yere kızımı bir sene babasız, Vecidem’i eşsiz bırakan, Silivri’yi bana mesken yapan polisler gözaltına alınmış diye sevinebilseydim. Keşke 7 yaşındaki bir çocuğun resim defteri, oyuncakları, okul ödevleri arasında ‘suç delili’ arayan polislerin evlerinde de arama yapıldığını duyunca, “İşte adalet” diyebilseydim. Keşke, yüksek tavanlı, 24 saat kameralı o pis nezarethaneye atıp makamına topladığı gazetecilere masasındaki ekrandan beni izleten ahlaksız polis de aynı yerden geçecek diye mutlu olabilseydim. Neden bilmiyorum ama olamıyorum. Bu onların suçlu olması ya da olmaması ile ilgili bir konu değil. Bu benimle ilgili bir durum. Elimde değil, ben bu özgürlük katili polisleri değil, onların eşleri ve çocuklarını düşünüyorum. Onlar benimkine acımadı ama ben acıyorum. Üzgünüm ama onlar gibi acımasız olamıyorum.’

***

Sadece Nedim mi?

Bir de madalyonun öteki yüzü var.

Bakın sahur vakti polis oğlu gözaltına alınan acısı taze annenin Hacer Güzeltaş’ın söyledikleri…

"Rabb'ime şükürler olsun ki ben buralara hırsız anası olarak gelmedim. Sabah namazı kılıyorum ve Allah'a dua ediyorum; 'şükürler olsun ki zalim tarafında değilim ben mazlum tarafındayım' diye. Kelepçe bize şeref verir kin vermez.’

Ne kadar hüzünlü ve anlamlı bir söz…

‘Kelepçe bize şeref verir kin vermez!’

Keşke devlet adına hareket edenler de güçlüyken idrakine varabilse bu sözün…

İş işten geçmeden…

Ne diyor Ahmet Tatar?

‘Çok zulmettiniz. Umarım siz adil hukuktan mahrum kalmazsınız.’

Ne diyor Nedim Şener?

‘Keşke onlar gibi acımasız olabilseydim! Üzgünüm ama onlar gibi acımasız olamıyorum.’

Yazının devamı...
Akit gazetesinin sorduğu o önemli soru
24 Temmuz 2014

Akit gazetesinin sorduğu o önemli soru

Gazetecinin işi soru sormak.

Cevabını alsa da almasa da…

Fakat AK Parti iktidarında gazetecilerin özellikle Başbakan Tayyip Erdoğan’a soru sorma imkânı ve şartı kalmadı.

Akreditasyon uygulaması adı altında demokrasi ile alakası olamayan bir medya ortamı yaratıldı.

Bir yanda partizanlar diğer yanda karşıtları!

Soru sormak hele de karşıtına imkansız hale getirildi.

Başbakan Erdoğan sadece hoşuna gidecek soruları hoşuna gidecek gazetecilerden duymayı tercih ediyor.

Aksini ne duymak istiyor ne de görmek.

Elbette bu onun tercihi…

Buna karşılık Cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu her fikirden gazete çalışanı ve yöneticisi ile bir araya gelmeye özen gösteriyor.

Geçen hafta yayın yönetmenleriyle buluştu.

Hemen her gazeteden bir yönetici vardı.

Dün de gazete ve televizyonların Ankara Temsilcileri ile buluşmuş.

Dikkat ettim yine Cumhuriyet’ten Akit’e hemen her kurumun temsilcisi var.

İyi ki de var…

Çünkü eskilerin tabiriyle; ‘barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar.’

Yani ‘hakikat ışığı fikirlerin çarpışmasından doğar.’

Öylesine bir söz değil bu…

Kurucuları arasında Namık Kemal’in de bulunduğu Tasvir-i Efkar gazetesinin sloganı.

Düşünün 150 yıl önce bu topraklarda bir gazete birinci sayfasından bu sözü yayımlıyor…

‘Fikirlerin şimşekler gibi çakmasından-çarpışmasından hakikat doğar korkmayalım’ diyor…

Oysa 2014 yılında hala bu ülkede Yeni Türkiye adı altında medyaya partizan bir anlayışla akreditasyon uygulanıyor!

Eskiden askerin yaptığını şimdi AK Parti yapıyor.

Ama bakın tek bir örnek bile bu uygulamanın aslında hepimizi nasıl kısırlaştırdığını çok güzel anlatıyor.

Ekmel Bey’e bugüne kadar birçok soru özgürce ve cesurca soruldu, soruldu da ne oldu?

İhsanoğlu siyasetin acemisi olmasına rağmen kendisini kızdırabilecek her türlü soruya büyük bir nezaket hatta zarafetle cevap verdi.

En son örneği Akit gazetesi Ankara Temsilcisi Yener Dönmez’in sorduğu soru.

Lütfen girip şu linkten videosunu izleyin.

Bir kere en başta şunu söyleyeyim…

Bence Yener Dönmez bugüne kadar İhsanoğlu’na sorulması gereken en önemli sorulardan birini sormuş.

‘Ekmeğin fiyatı ne?’

Öyle ya sloganı ‘Ekmek için Ekmeleddin’ olan bir aday İhsanoğlu…

Fakat soruyu nötr bir biçimde değil biraz partizanca sormuş.

‘Sizin için halktan kopuk kaldı. Ekmeğin fiyatı nedir bunu dahi bilmiyordur!’ diyorlar…’

Bence bunda da bir sorun yok…

Aksine demokrasi bu tarz soruların sorulabilmesiyle gelişir…

Nitekim İhsanoğlu ders niteliğinde bir cevap vermiş…

‘Gerçekten merak ediyorsanız, bilmiyorsanız söyleyeyim’ demiş…

‘Ekmek 1 Lira, halk ekmeği ise 60 kuruş.’

Dönmez’in Ankara-İstanbul ısrarı karşısında ‘cevabım yeterli değilse siz benim ağzımdan istediğiniz cevabı yazabilirsiniz, çünkü sizin adetinizdir’ diye de eklemiş…

Çünkü Akit gazetesi günlerdir İhsanoğlu aleyhine yayınlar yapıyor.

Ama buna rağmen İhsanoğlu Akit gazetesini çağırmamak gibi bir ayrımcılık yapmıyor.

İyi ki de öyle.

Bakın sonuçta Akit gazetesi Ankara temsilcisi İhsanoğlu’na takır takır ‘ekmeğin fiyatından haberin yok’ minvalinde bir soru sordu, bizler de İhsanoğlu’nun ekmeğin fiyatını gerçekten bilip bilmediğini öğrenmiş olduk.

Soran da cevaplayan da görevini layıkıyla yaptı.

Eğer bu karşıtlık-çarpışma yaşanmasa Namık Kemal’in yıllar önce gazetesine slogan yaptığı hakikat ışığı nasıl yanacak?

Cumhurbaşkanı adayı Tayyip Erdoğan’ın basın toplantıları hakikat ışığı tarafından ne zaman aydınlanacak?

Yazının devamı...
Cem Yılmaz gibi bir mizahçı bile gülüp geçemiyor
19 Temmuz 2014

Cem Yılmaz isyan etmesin de ne yapsın…

Aylarca uğraşmış, emek vermiş ve bir film yapmış.

Çekimler tamamlanınca da tüm ekibe bir kutlama partisi vermiş.

Yılmaz Erdoğan ve Acun gibi yakın dostlarını da davet etmiş.

Buluşmuşlar, sohbet, eğlence yemek kendilerince bir kutlama yapmışlar.

Hatta gece sohbet uzayınca dışardan pide bile söylemişler.

E ne var bunda?

Buraya kadar bir şey yok.

Ama ertesi gün medyada bir haber…

‘Alkol alan komedyen ve arkadaşları filmlerini kutladı… Şu, şu içki içti. Şu, şu içmedi…’

Haberi okuyan Cem Yılmaz şaşkına dönmüş…

Belki de ilk kez gülmek-güldürmek, mizahla karşılık vermek yerine Twitter’dan isyan etmiş…

‘Alkol alan komedyen ve arkadaşları filmlerini kutladı. Şu ve şu içki içmedi amirim diye bir haber gördüm. Ulan ne zavallı insanlar var…’

İsyan etmekte haksız mı?

Gazete değil ahlak bülteni.

Sanki Türkiye değil, Suudi Arabistan, İran burası…

Kime ne kardeşim?

Kimin o gece orada ne yaptığından…

Ne içip ne içmediğinden…

Kime ne?

Bu ülkede oruç tutan da var tutmayan da…

Namaz kılan da var kılmayan da…

İnanan da var inanmayan da…

İçen de var içmeyen de…

Şimdi de başımıza din polisi, ahlak zabıtası mı kesildiniz?

Hem de gazetecilik mesleği adı altında…

Nedir bu tahammülsüzlük, insanları etiketleme, fişleme hastalığı…

İnsanlar emek harcayarak çektikleri bir filmin kutlamasını yapamayacaklar mı?

Yapınca içti, içmedi diye afişe mi edilecekler…

Diyebilirsiniz ki ne var bunda bazı gazeteler bunu hep yatı!’

Doğru eskiden de vardı. Ama sorun tam da bu…

Eskiden bu tür haberlere tepki çok daha farklı olurdu.

Muhtemelen Cem Yılmaz dalgasını geçer üzerinde bile durmazdı.

Ama ülkedeki sosyal ve siyasi iklim öylesine zehirli ki…

Kimse kendisini rahat hissetmiyor…

Böyle bir haberle karşılaşınca tedirgin oluyor.

Cem Yılmaz bu yüzden gülüp geçmek yerine isyan ediyor.

Sorun tam da bu…

Cem Yılmaz gibi parlak bir mizahçı bile neden gülüp geçemiyor?

Çünkü ortalık bu zavallı zihniyetten geçilmiyor…

Yazının devamı...
Yeni bir siyasi yıldız mı doğuyor?
18 Temmuz 2014

Belki Erdoğan ilk turda cumhurbaşkanlığı ipini göğüsleyecek ama ben bugün AK Parti’nin başkanlığa koşan ‘reisi’ ya da CHP ile MHP’nin ortak adayı Ekmel Hoca’yı değil, cumhurbaşkanlığı adaylığı ile birlikte Türkiye siyasetinde hızla paylayan Selahattin Demirtaş’ı anlatmak istiyorum.
Dikkat edin Türkiye siyaseti diyorum…
Türk ya da Kürt siyaseti değil…
Demirtaş siyasette yeni değil fakat Çankaya adaylığına kadar birçok insanın gözünde o sadece Kürt siyasi hareketinin bir temsilcisiydi.
Ki ben de aynı fikirdeyim…
Bir yanda Kandil diğer yanda Öcalan…
Bir yanda silah diğer yanda siyaset…
Çok zor bir denklem…
Fakat tüm bu zorluğa rağmen Demirtaş tıpkı Ahmet Türk, tıpkı Şerafettin Elçi gibi Kürt siyasi hareketinin en sahici ve samimi damarını temsil etti.
Aslına bakarsanız birkaç ay önce bırakın Çankaya adaylığını, yıllarca eşbaşkanlığını yaptığı BDP’den bile ayrılmayı düşündü.
Hatta HDP’ye geçiş sürecinde fiilen ayrıldı.
Ciddi ciddi siyaseti bırakmaya karar verdi.
Ama taban, tavandan daha çok arkasında durdu…
HDP’nin Türkiyelileşme hedefinin Demirtaşsız gerçekleşemeyeceği çok kısa sürede anlaşıldı.
Fakat emin olun Çankaya adaylığı ile Demirtaş’ın adeta ‘yeni bir politik yıldız’ olarak bu kadar kısa sürede doğacağını Kürtler dâhil kimse beklemiyordu.
Aşırı milliyetçiler dışında hemen herkes Demirtaş’ın sahici, samimi, her türlü ayrımcılığa karşı barıştan yana demokratik dilini ve duruşunu sevdi.
İlla oy vermek gerekmiyor…
Ama Demirtaş birçokları için gerçekten de AK Parti –CHP/MHP kamplaşmasında üçüncü bir yol oldu.
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun CHP’den adaylığı nasıl bir anlamda siyasette ‘muhafazakarlığın örtük zaferi’ ise, Demirtaş’ın Çankaya adaylığı da HDP’nin Türkiyelileşmesi adına Kürtlerin zaferi.
Aynı zamanda Türklerin tüm Türkiye’nin zaferi.
İKÖ’ye başkanlık yapmış bir dindar CHP’den aday olabiliyor, bir Kürt Çankaya adaylığı ile Kürtler kadar Türkleri de heyecanlandırabiliyorsa bu aslında laiklik-dindarlık, Türklük-Kürtlük ekseninde çatladı çatlayacak denilen Türkiye’ni zaferi.
Hakkını yemeyelim siyasette ezberlerin bozulmasına son 10 yılda en büyük katkıyı başbakan Erdoğan liderliğinde AK Parti yaptı.
Ama bugün kendi tabanını konsolide etmek adına ezberlerin daha da bozulmasının önünde ki en büyük engel olarak Erdoğan duruyor.
CHP kararsız. MHP keskin. İşte bu tabloda Demirtaş’ın tüm Türkiye’yi kucaklayan şu çağrısı yankılanıyor:

ACILARI YARIŞTIRMAYAN BU DİLİ

“Biz meydanlarda acılı anneleri yuhalatacak bir dilden kaçınacağız. Herkesin ezilmiş kimliği ile cumhurbaşkanı olmaya çalışacağız. Berkin Elvan’ın annesini bu salonda alkışlatmak istiyorum. Ne mutlu onlara ki eşi Hrant öldürüldüğünde, Gezi’de çocukları katledildiğinde intikam naraları atmadı bu anneler. Acıları yarıştırmayan bu dili siyasete hakim kılacağız, rehberimiz bu olacak.

Çağrımız yeni yaşam çağrısı. Çağrımız Türkiye’deki tüm halkların birbiri ile özgürce yepyeni bir yaşam inşa etmeleridir. Hayalini kurduğumuz cumhurbaşkanı sokakta halkla birlikte olacak. Yeni yaşam etnik, dinsel, cinsel, sınıfsal ayrımcılığın karşısında sesi duyulmayanın yanında yeşerecek. Türkiye artık yol ayrımında. Ya devlet otoritesini daha da pekiştirecek, ya da radikal demokratik değişimi tercih edecek. Bu seçimlerde 3 aday ama 2 çizgi yarışıyoruz. Bizim çizgimiz neo-liberal düzen içinde tekçi, mezhepçi bir tercihe zorlanmayı reddeden çizgi. Devletin küçüldüğü, yurttaşın büyüdüğü bir sistemi hedefliyoruz. Devlet tek bir kişiyle artık yönetilmeyecek. Cumhur meclisleri ile halkın doğrudan yönetime katılmasının önünü açacağız. Çiftçi, emekli meclisleri olacak. Türkiye MGK gibi vesayetçi bir yapı ile değil demokratik kurullarla yönetilecek.

Devlet Denetleme değil Halk Denetleme Kurulu olacak. Kürt sorununun çözümü Türkiye’nin demokratikleşmesi ile eşzamanlı yürüyecek bir süreç. Bunu sağlayacak irade var bizlerde. Her türlü tekçilik son bulacak. Devletin anayasası döneminden halkların anayasası dönemine geçiş olacak. Mevcut anayasanın başyazarları kısa bir dönem önce müebbete mahkum oldu. Devletin kutsandığı, halkların yok sayıldığı bu anayasanın topyekun değiştirilmesi artık ertelenemez bir sorundur. Herkesin sosyal hayatını özgürce yaşamasının önü açılmalıdır. Anadilinde ibadet hakkı tanınmalı. Diyanet kaldırılmalı. Nefret suçları içeren ayrımcı söylemler temizlenmeli ve bunlara cezai yaptırımlar getirilmeli. Çağrımız yeni bir yaşam çağrısı. Çağrımız tüm Türkiye’ye…”

Yazının devamı...
Ayelet Shaked mi Yıldız Tilbe mi?
17 Temmuz 2014

İsrail hükümetinin Gazze’de yaptığı insanlık dışı katliamlara karşı çıkmak için illa Yahudi düşmanı mı olmak gerekiyor?
Irkçılık, ayrımcılık yapmadan bir ırka-ülkeye-topluluğa mensup insanların yaptığı yanlışları yerden yere vuramaz mıyız?
Bu kadar mı zor?
Gazze’de yaşanan katliamı eleştireceğim derken ne diyor Yıldız Tilbe?
'Allah hitlerden razı olsun bunlara az bile yapmış ne kadar haklıymış adamcaaz!'
Yazım hatalarını falan bir kenara bırakıyorum, böyle bir cümle kurmadan önce aklı vicdanı olan bir insan bin defa düşünür…
Ama nerede?
Allah Hitler’den Yahudi soykırımı yaptığı, çoluk-çocuk-kadın-erkek-yaşlı-genç dinlemede sırf Yahudi oldukları için 6 milyon insanı gaz odalarında, kamplarda katlettiği için razı olsun öyle mi?
Bunu söyleyen 'yüreğim kanıyor ben de bir anneyim' diyor…
Gazze’de öldürülen bebekler için yüreği yanmayacak bir anne var mı?
Azıcık vicdan varsa yok.
İyi de Gazze’de yüreği kanayan bir anne gaz odalarında annesiyle elele ölüme gönderilen yüz binlerce bebek adına Hitler’den Allah razı olsun der mi?
Hatta 'az bile yapmış' diyerek bütün soylarını kurutsaydın temennisinde bulunur mu?
İsrail hükümetinin gaddarlığını, zalimliğini, zorbalığını eleştirse sorun yok, Gazze’de yaşanan katliamları görüp zorba Netanyahu hükümetine isyan etmeyen lanet okumayan var mı?
İsrail’de Gazze saldırılarından sonra İsrail pasaportunu yırtacağını açıklayan, hükümeti protesto eden Yahudiler de var, ‘Hepsi bizim düşmanımız ve onların kanı bizim elimizde olmalı. Buna öldürülen teröristlerin anneleri de dahil Filistinli anneler de öldürülmeli’ diyen gözü dönmüş kadın milletvekilleri de var.
Anlayacağınız Tilbe yalnız değil…
Hem Türkiye’de hem de İsrail’de hedefleri farklı da olsa onunla aynı zihniyete sahip çok sayıda insan var maalesef.
Bu yüzden olsa gerek bırakın bir pişmanlık belirtisini, yanlıştan geri dönmeyi üstüne üstüne gidiyor…
‘Ne özrü’ diyor ‘İsrail özür diledi mi?’ diye ekliyor…
Sanki yaptığı ırkçı yorumu eleştirenler İsrail Hükümeti’nin katliamlarını savunuyor…
Cehaletin, şuursuzluğun, öfkenin, tribünlere oynamanın sonu yok…
Tepkiler karşısında kendisini savunmak için şu cümleyi bile kurabiliyor…
‘Musevilere saygım sonsuz fakat beni İsrail’in Allah belasını versin AMİN!’
Beni İsrail kim? İsrail oğulları.
İsrail kim Hz. Yakub’un diğer ismi.
Şimdi Museviler’e saygımız sonsuz ama Hz. Yakub’un soyundan gelenlerin (ki buna Hz. Yusuf ve 11 kardeşi de dahil) yani Yahudilerin yani bir ırkın Allah belasını versin öyle mi?
Peki bu saygı duyduğunuzu söylediğiniz Museviler kimin nesli?
Aklı sıra kelime oyunu yapıyor. Ya ne dediğini bilmiyor ya da Musevi, Yahudi, beni İsrail gibi klişe ayrımlarla kendisini kandırabileceğini zannediyor.
Hiç gerek yok.
Çünkü ırkçılığın, zorbalığın, zulmün dini, milleti ırkı olmaz.
Filistinli annelerin de öldürülmesi gerektiğini söyleyen İsrailli kadın milletvekili Ayelet Shaked ile ‘Hitler az bile yapmış’ diyen Türkiyeli kadın şarkıcı Yıldız Tilbe’nin dini, dili, ırkı, ülkesi farklı olabilir ama maalesef yok birbirlerinden farkları…

Yazının devamı...
Soma'da çöken, 'merhametsiz büyüme' üzerine kurulu yalan düzeni!
22 Mayıs 2014

Soma katliamından sonra...
"Trafo patladı" dediler yalan çıktı.
9 ay önce Enerji Bakanı ile adeta şov yapıp faciadan sonra "Ama biz denetlendik birinci sınıf madeniz" dediler 1. sınıf maden 301 madenciye mezar oldu!
"Yaşam odası var" dediler, facianın 4. günü olmadığı ortaya çıktı.
"Bizde taşeron yok" dediler yasaların arkasından dolanmak için hayli ilkel ‘dayı düzeni’ kurdukları anlaşıldı...
Güya işçi madende çalışıyor ama patronu hatta neredeyse sahibi, onu işe alan ve istediği zaman işten atan Dayı!
O ne derse o!

* * *

Ortaçağdan kalma tarımda ırgatbaşı adıyla uygulanan maraba sisteminin madenci versiyonu.
Ama sorarsanız "Bizde taşeron olamaz!"
Olamaz tabii ana işkolunda yasalara aykırı.
E o zaman arkadan dolanalım, gelsin maraba sistemi!
Tam bir yalan ve sömürü düzeni.
1 değil, 2 değil, 3 değil listelemeye kalksanız 301 yalan...
Kömür değil adeta Yalan Madeni.
Ama bu bir düzen...
Soma bu yalan düzenin-çarpık çarkın en zayıf halkasıydı patladı.
Eğer bu çarpık düzeni baştan aşağı sorgulamaz, İngiltere ve Amerika'da 100 yıl önce yaşanan facialarla kendimizi avutursak yeni Somalar kaçınılmaz!

* * *
Evet yüz yıl önce kapitalizmin gerçekten vahşi olduğu günlerde Batı'da benzer facialar yaşandı.
Yaşandı ama hem gerekli dersler çıkarıldı hem de kapitalizmin vahşiliği hayli sorgulandı.
Sosyal demokrasi bu sayede gelişti.
Buyüzden bugün Avrupa ve Amerika'da ne böylesi maden faciaları yaşanıyor ne de kapitalizm vahşilik boyutunda tartışılıyor.
Özellikle Amerika’da tartışmanın yeni ekseni şu: Yaratıcı kapitalizm mümkün mü? Bu tartışmayı birkaç yıl önce Davos'ta yaptığı konuşmayla Bill Gates başlattı.
Gates daha adil ve yaşanabilir bir dünya için kapitalistlerin daha yaratıcı çözüm önerileriyle gelmeleri gerektiğine inanıyor.
Bu yönde Warren Buffet ile birlikte attıkları bir adım da var.
Açlık, sefalet ve sağlık sorunlarıyla yaratıcı bir biçimde mücadele edebilmek için bir vakıf kurdular. Servetlerinin yarısını bu vakfa bağışladılar. Sonra Amerikalı milyarder ve milyonerlere bir çağrı yaptılar. 'Servetinin en az yarısını bağışla' kampanyası hızla yayıldı Amerika gibi paranın her şey kabul edildiği bir kültürde. (Bu kampanya ile ilgili daha detaylı bilgi için... http://www.radikal.com.tr/yazarlar/eyup_can/servetinin_yarisini_bagislayacak_kac_turk_var-1101660)

* * *

Bir diğer tartışma Amerikalı Cumhuriyetçiler arasında yaşanıyor. Onlar da artık aşırı sermaye yanlısı acımasız-paragöz görüntülerini düzeltmek için kendilerine ‘merhametli muhafazakâr’ diyorlar.
Peki Türkiye’de durum ne?
İktidarda 12 yıldır adında ‘adalet’ ve ‘kalkınma’ olan bir parti var.
Referanduma, onca reforma rağmen yargı yerlerde sürünüyor yani Ak Parti'nin adalet kısmı zaten yaralıydı ama Soma’dan sonra artık kalkınma kısmı da sorgulanıyor.
Ayşe Kadıoğlu’nun tabiriyle Türkiye ‘merhametsiz büyüme’nin faturasını ödüyor.
Kadıoğlu haklı...
Gelin bu meselenin adını doğru koyalım.
Soma'da 301 madencinin hayatı üzerine bir kâbus gibi çöken; sadece bir maden değil, ‘merhametsiz büyüme’ üzerine kurulu yalan düzen!
Bugüne kadar hep başta Başbakan siyasetçilerin öfkeli dilini tartıştık oysa esas konuşmamız gereken her ne pahasına olursa olsuncu ‘merhametsiz büyüme’ politikası.

Yazının devamı...
Hayır beyler bu mesleğin kaderinde ölüm yok
17 Mayıs 2014

Acı, hüzün, öfke…
Cumhuriyet tarihinin en büyük maden facialarından biriyle karşı karşıyayız.
1992’de Zonguldak’ta grizu patlamasından 263 kişiyi kaybettik.
"Bu son olsun" dedik…
Siyasi nutuklar attık. Özelleştirme dalgasıyla madenleri ıslah ettik.
Daha verimli ama sıfır ölümlü madenler vaat ettik.
Ama maalesef özelleştirmelerde tam gaz ilerlerken, ölümlü iş kazalarını düşüremedik.
Madenlerde 73 yılda 3 bin şehit verdik.
En acısı Zonguldak’tı.
22 yıl sonra Zonguldak’a Soma eklendi.
Ben bu satırları yazdığım sırada Başbakan Tayyip Erdoğan Manisa Soma’da 238 canı yitirdiğimizi açıklıyordu. 100’e yakın yaralı ve daha da acısı 120’ye yakın maden işçisi hâlâ mahsur.
Dualarımız son ana kadar onlarla ama zaman aleyhimize işliyor.
Çaresiz bir bekleyiş hâkim Soma’da.
Öğrenilmiş bir çaresizlik bu…
Kader, el hâk inananlar için şu kainatta olmakta olan da olacak olan da kader…
Ama kimse çıkıp da "Bu mesleğin kaderinde ölüm var" demesin.
Hiçbir mesleğin kaderinde ölüm yok çünkü. Buna, ölmek ve öldürmek için kurulmuş askerlik dahil. Evet kabul edelim, bazı meslekler diğerlerine göre daha riskli.
Daha riskli ama gerekli tedbirleri alırsanız riskten kaçabilirsiniz ama kaderden kaçamazsınız!
2014’ün ilk 4 ayında birçok farklı meslekten 396 işçi hayatını kaybetmiş.
Neden?
İhmalden ihlale, tedbirsizlikten yetersizliğe, aşırı büyüme hırsından kontrolsüz taşeronlaşmaya, denetimsizlikten dengesizliğe birçok sebebi var.
Ama en önemli sebep Türkiye hâlâ iş kazalarına ‘sıfır tolerans’ politikasını kararlılıkla uygulamıyor.
19 yıldır Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 176 numaralı ‘Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi’ni imzalamıyor.
İmzalansa bu kaza olmayacak mıydı?
Bilemeyiz ama imzalanıp kararlılıkla uygulansa büyük ihtimal olmayacaktı çünkü o sözleşme işverene ve hükümete çok önemli sorumluluklar yüklüyor.
Ama Çalışma Bakanlığı "İş güvenliği için benzer yönetmeliklerimiz var" diyerek meseleyi geçiştiriyor.
Sanki o sözleşmeye imza atan Amerika, İsveç ya da Rusya’da benzer yönetmelikler yok!
Amerika ve Çin dünyanın en büyük maden üreticileri.
TEPAV 2010 yılında dünyada maden ölümleriyle ilgili çok önemli bir araştırma yapmış. Bir yanda Amerika diğer yanda Çin.
2000 ile 2010 arası Amerika’da 100 milyon ton üretim başına ölüm oranı 6 kişi.
Hadi orası Amerika peki ya iş güvenliği açısından en çok eleştirilen Çin’de durum ne? Ortalama 200 kişi.
Peki ya Türkiye?
Ortalama 700’ün üzerinde.
Maalesef Türkiye maden ocaklarındaki ölüm oranı açısından dünyanın en kötü ülkeleri arasında!
Ve bu yeni bir durum değil.
Her iktidar bu durumu düzeltmek vaadiyle işbaşı yapıyor.
Ama ne zaman ki ‘sıfır tolerans’ politikası kararlılıkla uygulanmıyor ve gerekli tedbirler alınmadığı için bir facia yaşanıyor, hemen "Bu mesleğin kaderinde ölüm var" mazeretine sığınılıyor.
Acımız taze, yasımız büyük…
Acı, hüzün ve öfke…
Gözyaşlarımız da siyah akıyor.
Hiç değilse bugün hiçbir gerçekliği olmayan ve vicdanları yaralayan bu mazeretle karşımıza çıkmayın.
Ölenlerin ruhunu, kalanların kırık ve yaslı kalbini daha fazla incitmeyin.
Çünkü riskten kaçılır kaderden kaçılmaz.
Risk, gerekli tedbiri almazsanız ölüme-kadere dönüşür.
Mesleğin kaderinde olduğu için değil.

Yazının devamı...