(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Yonca Tokbaş" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Yonca Tokbaş" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Yonca Tokbaş
Ekranı karartıp (yine) yas tuttuğumuzun ertesi günü
12 Aralık 2016

Yas tuttuk.

 

Müzik sustu, eğlence sustu, futbol devam etti. Çünkü tabi ki devam edecekti. Çünkü hayat devam edecekti... Etmeliydi.

 

Maçı izledik. Evde yemek pişirdik. Ailemizle sohbet ettik.

 

Evlerimizde, sokaklarda suçlu gibi, gizli gizli güldük, gülerken vicdan azabı çektik.

 

Dün doğan çocuklarına anneler sağlıkla kavuştukları için tabi ki sevindiler. İnsanların bazısı evlatlarını defnederken, bazıları kucağına aldı, ilk defa sesini-nefesini duydu.

 

Bi espriye güldük. Sonra aman ayıp olmasın diye imtina ettik daha fazla gülmekten. Zaten öyle tam da dolu dolu gülemedik. İçimizden gelmedi.

 

Çocuklarımız oynamaya devam etti kendi köşelerinde. Onlara bakıp “ulan ben bu çocuğu nasıl bir Dünya’ya getirdim, nasıl bir Dünya’ya bırakıyorum, ona nasıl bir Dünya sunuyorum” diye iç geçirdik. Kocamızla gözgöze geldik. Sessiz sessiz pişman olduk.

 

Vicdan azabı çektik içimizde beliren bazı mutluluklardan.

 

Bazımız siyah giyindik. Bazımız nefes alamaz oldu. Ekranlardan ayrılamadık.

 

Gözlerimiz şişti ağlamaktan.

 

Korktuk.

 

Çok kez, yine, bir kere daha, isyan ettik.

 

Yine canımızı bu kadar çok ve bu kadar sık yakan bu ortak belada, bazımız birlik olabildi, bazımız zerre umursamadı birlik denen şeyi, bazımız öfkemizi daha da azdırdı, bazımız hiçbir şey anlamadı.

 

Ve gün oldu bugün.

 

Dün bitti yani.

 

Peki şimdi ne olacak?

 

Bugün ne yapacağız?

 

Terörün tanımı ezelden beri belli.

 

Masumu vurur. Amaç acının en kötüsü, ölümün en fazlası, en çok ses getiren olmasıdır.

 

Ne kadar suçsuz insanı yakalarsa o kadar iyidir terör. Seni ne kadar sindirir, korkutur, güvensiz kılarsa o kadar başarılıdır terör. Veya seni ne kadar bölerse o kadar mutlu olur.

 

Herkes öyle ya da böyle bilir terörün ne “mal” olduğunu. Çok iyi bilirsin neler yapabilecek bir “canavar” olduğunu.

 

Ya da bilemezsin. Başına gelir de anlarsın.

 

Terör dediğin, her zaman sana bombayla veya bedensel ölümle acı vermez. Kimi zaman söylemiyle, yarattığı güvensizlik ve korkuyla da öldürür, diri diri gömer seni.

 

Tıpkı o baba gibi. Yaşayan ölüdür artık o baba. Nasıl yaşıyor denebilir ki!

 

O baba, hafta sonu İstanbul’a eğlenmeye gelen oğlunu taksiyle tesadüfen oradan geçerken teröre kaptırmış, yitirmiş; “Yok ben istemiyorum oğlum şehit olsun...Oğlum katledildi. Terörü lanetlemeyle bitseydi.. Yıllardır lanetliyoruz. Yarın çiçek bırakırlar. Başka bir şey yapmazlar. Ben istemiyorum.” diyor...

 

Daha ne desin. Haklısın diyor, başımızı eğiyoruz.

 

Nitekim birileri bu silahları, bombaları yapıyor ve satıyor.

 

Birileri de alıp senin benim üstümde kullanıyor.

 

BU bir ticaret, yapıldığı yerin adı da CAN PAZARI.

 

Bu yazdığımı bütün Dünya biliyor, biliyor da bu gerçek değişmiyor.

 

O polisler peki?

 

Görev için orada, milletin can güvenliği için o soğukta saatlerce bekleyen polisler...

 

Baba olanı, olacağı, veya seveni sevdiceği olan/olmayan da denilemez. İnsanı kimliğine, sıfatına, rütbesine, titrine, işine gücüne, dinine, ırkına osuna busuna göre kategorize etmek nedir Allah aşkına?

 

Her biri hepsi can işte!

 

Oradan geçen, hiçbir şeyle alakası olmayan insanlar bombalar patlayınca, bir varmış bir yokmuş masal oldular.

 

Ekran karşısında çıldıran, gazeteler elimizde okudukça kuduran bizler varız bir de.

 

Kardeşiz biz diye diye kendimizi avutmaya çalışıyoruz işte...

 

Hayatımızdan utanarak, o sırada içinde bulunduğumuz güvenli duruma hem şükredip hem de bundan şüphe duyarak; hem hayatta olan sevdiklerimize şükredip hem olmayanlar için kahrolarak yaşayan henüz hayatta olan bizler...

 

Yaşamak mı yahu bu!

 

Yıllardır yastayız biz, yıllardır.

 

Yaşadığını saklayarak, utanarak, gizleyerek, ikiyüzlü mutluluklara hapsedilerek, iki günün bir başı mateme bürünerek yaşamak mı yaşamak?

 

Peki hala hastanede olanlar?

 

Hayatta kalmaya çalışanlar?

 

Hayatta kalıp nasıl bir hayatları olacak henüz bilmediklerimiz?

 

Hani sanki terör şehre, evimizin dibine inmese bitmiş mi?

 

Her gün bu ülke zaten şehit vermiyor mu?

 

Her gün PKK ile savaşmıyor mu?

 

Her gün türlü çeşit bir savaşın içinde can vermiyor mu?

 

Veya bunlar olmadığında bebekler tecavüze uğramıyor, madenlerde göçük altında işçiler kalmıyor, yurtlarda yangınlar çıkıp çocuklar yanarak can vermiyor mu?

 

Bütün bunlar olurken birileri hala daha kalkıp vehameti BİLE kendine yontmuyor, kendi çıkarına veya oyununa göre konumlandırmıyor mu?

 

Hangi konuda ortak fikirdeyiz, birleşiriz bilen var mı?

 

Hangi felaket bizi birleştirir yani?

 

Deprem mi?

 

Sel mi?

 

Savaş mı?

 

Yangın mı?

 

Çocuk sevgisi mi?

 

İnsan hakları mı?

 

Sevgi mi?

 

Kin mi?

 

İntikam mı?

 

Vatan mı?

 

Toprak mı?

 

Aile mi?

 

Aşk mı?

 

Ne?

 

Hangi evrensel değer bizi BİR kılar, birleştirir hatırlayan var mı?


O yüzden bir kere daha şiddet ve terör kavramının tanımı nerede başlıyor onu sormak istiyorum ben?

 

Biz dün yine karardık. Yine yas tuttuk. Matemdeyiz dedik. Yabancı ülkelerden, eş dosttan başsağlığı mesajı bekledik. Ünlülerin ne yapacağını merak ettik. Kim ne twit atmış, hangimiz duygusunu en şahane paylaşmış onu inceledik, aradık, “repost” ettik.

 

Peki bugün şu anda ne giyiyoruz, ne tutuyoruz, ne diyoruz, ne yapıyoruz?

 

Ben işte her zaman, en çok bu kısmını, yani illa bunu merak ediyorum.

 

Balık hafızalı yalnız ve diri diri ölü ülkem insanının bitmek bilmeyen acı eşiğini yükseltip dayanabilme kapasitesinin nerede biteceğini de merak ediyorum.

 

Her yeni göreceli büyük “olay” arşivlerimizde referans noktası olarak yaşıyor.

 

Listeliyoruz arka arkaya bu sene olan felaketleri.

 

Yıllık toplam ölü sayımız şu oldu diyoruz.

 

İstatistik bilgisi oluyor canlar.

 

Bu coğrafya terörle, savaşla beslenen, can pazarıyla yürüyen, öfkenin şiddettin en çok sattığı coğrafya.

 

Sevgi yok bu coğrafyada.

 

Kin nefret öfke var.

 

Olay olduktan sonra cinnet halinde şiddete şiddetle cevap vermek için yanıp tutuşma şehveti var.

 

Etkiye tepki var.

 

Değişim için çaba yok. Sen benden öte, ülkeler birleşip gerçekten ne yapıyor bunun için?

 

Yaşamak bir HAK ve ÖZGÜRLÜK olduğu için uğrunda bir şeyler yapmamız gerekir.

 

Kimse ölmeden, öldürülmeden, katledilmeden, teröre şehit ve kurban verilmeden ne yapacağımızı düşünmemiz ve neyse gereken onu yapmak gerekir, ve en az on yıllardır gerekir.

 

Çünkü terör 3 günde çözülecek, gözünü açınca puf uçacak bir kabus değildir.

 

Çok sabırla, azimle hemen dünden çalışmaya başlamış olmak da gerekir.

 

CANa olan oluyor, biz lanet okuyoruz.

 

İsyan ediyoruz.

 

Meclis’de hala kavga filan çıkıyor.

 

Ben, bir adım sonrasını ve bir adım öncesini düşünüyorum. O kısımlarında aktivist olalım istiyorum.

 

Dün kararttığım ekranı, yazdığım kahır dolu satırları bugün üzerimden atıp hayatıma devam ederken, bir sonraki sefer yine kararıp açılacak olduğum günü beklemek istemiyorum.

 

Sosyal Medya’da da, köşemde de isyanımı, hüznümü paylaştım arkamı dönüp “tamam en azından millete karşı görevimi yaptım, şimdi işime bakayım” durumuna düşmek ve böyle olmak istemiyorum.

 

Dayanamıyorum.

 

Tepkilerimizi her nasıl gösteriyorsak gösterelim, saygım sonsuz.

 

BİR DE bu konuda öyle bir adım atalım ki, bir daha o siyahı giymek zorunda kalmayalım istiyorum.

 

Yazıyorum yazıyorum yazıyorum.

 

Ne işe yarıyor inanın bilmiyorum. Kendimi Dünya liderlerinin elinde oynatılan kukla gibi filan hissediyorum.

 

Ben YONCA kişisi, elimden gelen neyse onu aktif olarak yapıyorum diyerek kendimi tatmin etmeye devam ediyorum.

 

Dahası, ben Yonca ne işe yararım ve sonucu nereye yarar onu buldum, biliyorum o konuda da durmuyor emek veriyorum.

 

Umut ekip hayat biçmeye devam etmek için çabalıyorum.

 

Elimden bu geliyor... Başka bir şey gelse, canımı dişime takar onu da yaparım, en azından bunu biliyorum.

 

Çok zor zamanlardan geçiyoruz, çok uzun zamandır.

 

Böyle zamanlarda bana tek iyi gelen şey; koca koca duvarların, taşların içinden çıkan minnacık yeşil bir filizi düşünmek.

 

Eğer o taşların içinden hayatı nerede bulacağını bilip güneşe uzandıysa o minnacık can, umut illa vardır diyorum.

 

Terörü gerçekten, ama gerçekten bitirmek isteyen Dünya birliği istiyorum.

 

Yonca

“kahır mektubu”

 

Ben, bu yazıyı daha önce de yazdımdı.

17 Şubat 2015’de, “Siyah Giydiğinin Ertesi Günü” adında Özgecan’ın ardından yazmıştım. Terör kelimesi yerinde, bu sefer kadına şiddet vardı. Ne acı...

http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/yonca-tokbas_232/siyah-giydiginin-ertesi-gunu_28220942

Yazının devamı...
Zavallı domuzcuklar
27 Kasım 2016

Daha önce de bir aile görmüştüm, hatta yine burada yazmıştım onları. Ama bu sefer gördüğüm domuzcuklar hayli şaşkın gibiydiler. Bir de kalabalık. Hiç de öyle öbür aile gibi ne yaptıklarını, nereye gittiklerini biliyor gibi değildiler.
Sonra, geçtiğimiz hafta sonu yine eve gittim. Gece vakti vardım evimize. Bahçeme, ağaçlarıma bir bakayım, kış vakti az da olsa hasret gidereyim diye. Sitede dolaştım azcık. Kirpi kardeşi gördüm, mutlu mesut takılıyordu bıraktığım kedi mamalarıyla. Kediler de hallerinden memnundu.
Tek tanıdık olmayan ve beni yaz başından beri düşündüren şey, bu yaz koyumuzda Nef’in başladığı yeni inşaattan gelen gürültüydü. Bir de sabah kalkıp gördüğüm manzara...
O koca tepe tıraşlanmış, doğal dokusu, insan yapımı bir doğalımsı dokuya döndürülmeye başlanmış. Herkes bana ne kadar şahane ve doğal bir ortam yaratılacağını anlatmıştı. Ben de ayol buralar zaten doğal ortam ya demiştim.
Ha diyeceksiniz sen kimsin laf ediyorsun? Haklısınız. Nitekim ben de bir yazlık sahibiyim aynı koyda.
Sırf bu yüzden utanarak yazıyorum ama bir yandan da doğaya olan gönül borcumu sonsuz bir çaresizlikle ödemeye çalışıyorum, farkına varıp kendime kıl olduğum günden beri.
Neyse uzun lafın kısası, o gece gördüğüm o şaşkın domuzcuklar inşaattan kaçanlarmış. Yani o koyun o kısmında yaşayan ve şu anda nereye gideceklerini bilmediklerinden kendilerine yaşam alanı yaratmak için koşturan domuzcuklarmış.
Karşılaştığım birkaç kişi daha söyledi, sitelerin bahçelerine girip korku içinde ne yapacaklarını bilmeden oradan oraya sürüklenirken bizim siteye de uğramışlar.
Belki o gece dolaşırken duyduğum ve acaba bu ses ne sesi dediğim şey onların sesiydi...
O kadar üzüldüm ki...
Bu ne ilk ne de son biliyorum.
Domuzcuklar, kuşlar, arılar, tırtıllar, kaplumbağalar, türlü çeşit solucan, balık, tilki... Aklınıza ne gelirse yuvasından oluyor bu ülkede sürekli.
Biz insanların doğayı yıkıp kendimize sözümona doğal ortamlar yaratma sevdası adı altında arsızlığı bitmedikçe bu böyle devam edecek.
Her yer boş ev dolu. Her yer satılık... Her yer alıcı bekliyor ve hâlâ daha inşaat yapılıyor.
Sırf bu yüzden bazen koşarak kaçmak istiyorum bu ortamdan.
Sonra da kal Yonca diyorum, kal! Diktiğin ağaçlara, zeytinlere, nara, duta, kayısıya, muza; bahçeni kendine yuva seçen kirpiye, kedilere, kuşlara, arılara, her sabah akşam uğrayan baykuşa sahip çıkmak için kal.
Kal ve korumak için diren...
Yonca
“gamlı baykuş”

 

Fidel Castro

Ben Küba’yı hiç görmedim. Gidemedim. Hep hayal ettim.
Gidenlerden, görenlerden, okuduklarımdan, anlatılanlardan bildim. Hiçbir okuduğum, dinlediğim Fidel’siz bir Küba’dan bahsetmedi.
Bu iki kelime hep aynı cümle içindeydi; Küba Fidel - Fidel Küba...
Fidel Castro, 90 yaşında arkasında tarihe saygı dolu bir miras ve Küba’sını bırakarak gitti.
Sokak, müzik, dans, sanat, eylem, adalet, eşitlik, halk, bağımsızlık; cesaret, diktatörlere nanik, vazgeçmemek inandığın doğru için bir daha bir daha yeltenmek...
Ne istersen var onun mirasında...
Instagram’da paylaştığım bir fotoğrafı var, Atatürk Kocatepe’de siluetini bana çağrıştıran.
Halkı için direnişten, ayaklanmaktan kaçınmayan o düşünen, düşündüren adam.
Gidişine bencilce kendim için de üzüldüm.
Hayattayken gidemedim ülkesine diye...
Yonca
“ilham”

 

Yazının devamı...
Utanç
20 Kasım 2016

Hatta tacizin, psikolojik ve duygusal şiddetin ta kendisidir.
“Tecavüzcü mağdurla evlenirse cezası ertelensin” şekilli bir önerge verildi.
Önergeyi imzalayanların ve hatta açıklamaya kalkışanların listesi kalabalık.
Bense bu sene, bir senelik bir dava sonucunda, taciz davamı kazandım.
Yani ben, taciz MAĞDURU, açtığı davasını kazanmış, tecavüze uğramadığım ve/ya şanslı olduğum için bu korkunç sonla buluşmamış yetişkin bir kadınım.
Bir kızım var.
Bir de oğlum.
İkisi de kanunen hâlâ çocuk sayılan yaşlarda.
Bu ülkede sadece kız çocukları değil, erkek çocukları da taciz/tecavüz mağduru üstelik.
Bu ülkede yaşını doldurmamış, konuşmaya başlamamış bebeklere yaşlı adamlar tarafından tecavüz ediliyor. Bu ülkede ensest istatistikleri ya yok ya eksik!
Ensest, taciz, tecavüz sadece kırsalın da sorunu değil.
Şehirde, yan komşunda, belki de kendi evinde var.
Çapı bilinmeyen korkunç bir yara bu.
En fenası, hâlâ daha çevremde, kadınlarla ilgili tacizkâr espriler, küfürler gayet doğal gayet olağan karşılanırken, bunlara kimi zaman umarsızca gülebilen, o incitici ve tehlikeli muhabbete katılabilen kadınlar da olabilirken, bu önerge için bazılarının kayıtsız kalmasına ne demeli...
Toplumun her kesimini, her yaştan çocuğunu, kızını erkeğini ilgilendiren böylesi birlik olunası bir konuda bile ayrılabiliyorsak, ne düşünmeliyim?
İstendi mi bu ülkede bir ortak çığlıkla yer yerinden oynatılıyor ve bir şeyler değiştiriliyor.
Peki bugüne kadar taciz ve tecavüzü meşru kılan, affeden, kabul eden, mağduru diri diri gömen bu önergeler, bu imzalar, bu vicdandan, değerlerden, sevgi ve saygıdan nasip almamışlar için ne yaptık?
Geldi bıçak kemiğe dayandı yine, son dakikaya mı kaldık?
Yarın son.
Susma, durma, uyuma.
Tecavüz meşrulaştırılamaz.
Ayaklan!
Yonca “isyan”

 

Milas Zeytin Hasat Şenliği

Bu hafta sonu Milas’ta zeytin kokusu içinde zamanın durduğu bir ortamdaydım.
Çocuklardan büyüklere zeytin geleneğini aktarmak için yapılan oyunlara katıldım. Zeytin ve zeytinin yağında nasıl markalaşmalıyız konusunda kafa yorulan bir panelde, zeytinin hayatımdaki yeri adına minicik bir konuşma yaptım.
Zeytinyağının hak ettiği ve olması gereken nokta için çok çalışılan, emek verilen bir çabanın içinde yer aldım.
Milas yöresinde yetişen Memecik zeytinini daha yakından tanıdım. İçerdiği zenginlik sayesinde ne çok hastalığa şifa ve çare olduğunu bilimsel çalışmalar yapanlardan dinledim.
Dünyada zeytin ağacı açısından bu kadar zengin ve bereketli olup bu kadar az zeytinyağı tüketen bir toplum olmamıza, zeytin ağacına bu kadar kolay ulaşırken ona bu kadar haksızlık yapabiliyor olmamıza dair öğrendiklerime içerledim.
Zeytinyağına dair ne çok eksik, ne çok yanlış bilgimiz olduğunu gördükçe, zeytini ve yağını daha çok anlatmam gerektiğini anladım.
Doğru ve kaliteli zeytinyağı için erken hasadın, zeytinin bekletilmeden çuvallarla değil kasalarla hemen fabrikaya taşınmasının, bekletilmeden soğuk sıkımının yapılmasının önemini daha iyi kavradım.
Milas Kaymakamı Fuat Gürel, Milas Belediye Başkanı Muhammet Tokat ve Milas Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Reşit Özer’in, Milas Zeytin Hasat Şenliği ile, zeytine nasıl hakkını teslim etmeye çalıştıklarına tanıklık edip minnet duydum, teşekkür ederim.
Zeytin sayesinde bir araya gelen insanların gönülden çabasını görmek yetmezmiş gibi, zeytinyağında dünya çapında gururumuz olan sevgili Osman Menteşe’den nene ve dedesinin muazzam aşk hikayesini o tarihi eser evlerinde dinleme şansına erişmek, kendi kişisel tarihim adına büyük bir onur ve şanstı...
Aşkı böyle onurlandıran, sahiplenen, koruyan ve yaşatanları görmek bana bambaşka bir duygu yaşattı. Çok etkilendim. Bir gün o evin Masumiyet Müzesi gibi, Aşk Müzesi olmasını hayal ettim...
Zeytin dostları sayesinde yine ömrüm uzadı.
Zeytin aşkı adına...
Milas sana gönülden teşekkür ederim...
Yonca “zeytinli”

 

 

Yazının devamı...
Canımsın zeytin
17 Kasım 2016

Yarın ve öbür gün, zeytin içinde, zeytin dolu bir hafta sonu bekliyor beni 3. Milas Zeytin Hasat Şenliği’nde...
“Zeytin hayattır” demelere, yazmalara doyamadım sizlere.
Doyamam ki zaten.
Elim kolum zeytinyağı olsun, saçlarım zeytin koksun diye diye çıkıyorum yola.
Ölümsüz ağaçtır zeytin; ömrüne ömür, sağlık, bereket, şifa, deva katar.
Öyle bir ağaç ki, bakmaya doyamazsın. Baktıkça içine dalar gidersin.
Baktıkça bakasın, gidip sarılasın gelir.
Güçlüdür, dayanıklıdır, asildir... Sol bileğimdeki can damarımın üzerindeki dövmemdir zeytin.
Barıştır... Tarihtir... Mitolojidir... Hikayedir... Çoook fazla şeydir zeytin.
Bu sene zeytin hakkında o kadar çok şey öğrendim ki Zeytin Dostu Derneği sayesinde, minnetim sonsuz onlara. Öğrendiğim şeylerden biri de zeytin ağacının nasıl budandığına dair şu sihirli cümle oldu:
“Öyle bir buduyorsun ki zeytinin dallarını; ağacın içinden hem güneş geçecek, hem kuş rahatça uçup gidecek...”
Siz hiç bu kadar ihtişamlı, masalsı, dokunaklı bir budama tarifi duydunuz mu hayatınızda?
Sürekli bu cümleyi düşünüyorum, zeytin ağaçlarına, dallarına bakarken...
Öyle bir budayacaksın ki, içinden güneş geçecek, kuşlar uçabilecek...
Şiir gibi değil mi?



İlk defa katılıyorum ben de Milas’daki bu hasat şenliğine.
Programda ne varsa hepsini yapmayı planlıyorum.
Zeytin yeme yarışından hasada; çocuklarla zeytin sıkımından büyüklerle zeytin kırmaya, sohbet ve panellere kadar hepsinde varım.
Amaç zeytine dair tüm geleneklerimize sahip çıkmak. Yörenin zeytiniyle ilgili farkındalık yaratmak.
Memecik zeytini, bu yörenin zeytini.
Antik çağlardan beri Milas topraklarında yetişiyor.
Bu sene ilk defa Yalıkavak’ta bahçemdeki 9 ağacımızdan hem zeytinlerimi, hem zeytinyağımı almak nasip oldu bana da. Nasıl başka bir duygu anlatamam, sığmaz buralara.
Bir insanın dikip büyütüp toplayıp tadına baktığı şeyin kıymeti bambaşka.
Hayatımı zeytine, zeytinle birlikte komple doğaya, toprağa, çiçeğe, böceğe, arıya adasam yine doyamam.
Herkesin büyüyünce olmayı hayal ettiği bir şey vardır ya, benim de yaşlandıkça hayallerim netleşti.
Sağlığımda toprağa yaklaşıp toprakla haşır neşir olacağım bir minik hayatçık planlıyorum.
Sade, az, öz, kendime yetecek, kimselere muhtaç olmadan her şeyimi paylaşabilecek olduğum bir toprak ana olmayı hayal ediyorum sürekli. Buna çabalıyorum.
Yavaş yavaş yaklaşıyorum da hayalime, çocuklar büyüyüp kendi hayatlarına uçmaya yakınlaştıkça ben de kendi hayalime yakınlaşıyorum.
Burnumda resmen zeytin kokusu yazıyorum bu yazıyı.
Muğla il sınırları içine girip, memlekete kavuşma vaktim gelmiş benim.
E hadin gari...
Zeytin vakti...
Yonca
“taş kırma”

Yazının devamı...
İkiz annesinden mektup var
13 Kasım 2016

Oysa bir ikiz annesi, hayatı boyunca iki çocuğuyla da ilk/tek ikiz çocuklu gibi oluyor.
Cümle çok karışık ama anladığınızı düşünüyorum.
İkiz annesi arkadaşım Ayşen, bir keresinde bana “Yonca, ben hiç ‘Birinci çocuğumla bunu yaşadım ondan ikinci de böyle’ diyemedim ki! Her ikisiyle de her tecrübem hep aynı anda ve ilk ve tek tecrübem oldu” demişti. Of nasıl haklıymış!
Bizim Mavi ve Demir de, birçok ikiz gibi, sürpriz yapıp erken geldiler.
Prematüre olayı zaten apayrı çaba, cefa, endişe; ikiz prematüre ise duble zor bir şey. Seferberlik filan ilan ediyorsun. Bebeğini sağlıkla kucağına almak büyük bir şansken, ikizlerin ikisini de sağlıkla kucağına almak daha büyük bir şans.
Çok şükür sağlıklılar. Ne çok şükrediyoruz anlatamam. Ve tüm ikiz ailelerine yürekten saygı, sevgi, güç ve sabır yolluyoruz.
Ben ikiz halası oldum diye yazdığımda, dünyanın her yerinden türlü çeşit ikiz tecrübeleri yağdı.
Bir tanesi, bebeklerden biri Serebral Palsi’li olduğu için müthiş yapıcı bir paylaşımdı.
Simge Anne’den izin aldım, olduğu gibi paylaşıyorum...
“Yonca, ben Simge. İkizleri 80 gün kuvözde kalan bir anneyim. Sana bunu yazmak istedim, çünkü belki prematürelikte Serebral Palsi (CP) teşhisi konan, sonrasında tedavi gören çocuklara bir katkımız olabilir. Biz büyük bir şey başardık.
Bizim fındıklar Ali ve Cem, hamileliğimin 28’inci haftasında 1240/1040 kg olarak dünyaya geldiler. Uzun yoğun bakım sürecinde bir oğluma CP teşhisi kondu (beyninin üçte birini beyin kanaması yüzünden kullanamıyor).
Birçok nörolog kafasını bile kaldıramayacağını söylüyordu. Biz onları dinlemedik, kaslarında kasılmalar olduğunun farkındaydık, uygun zaman gelince hemen çok yoğun fizik tedavi sürecine girdik.
Peki fizik tedaviyi 2 yaşındaki bir çocuk ne kadar kabullenebilir ki! Tabii istemedi, yapmadı. Bunun üzerine, fizik tedavi doktorumuz Prof. Dr. Ekin Akalan ve ortopedi doktorumuz Prof. Dr. Yener Temelli ile Türkiye’de belki ilk defa denenen bir
tedaviye gittik.
Bu tedavinin Amerika’da benzerleri var.
‘Spor’ adı altında ‘fizik tedavi’.
Doktorlarımızla spor hocaları Kayhan Yalçın iki haftada bir görüşüp, oğlumuzun durumunu konuşuyorlar ve ona uygun antrenman yazıyorlar; yüzme, atletizm, koşu, bisiklet.
Aslında Cem triatlonlara hazırlanıyor. Çok büyük keyif alıyor.
Zaten benim triatlona başlama nedenim de bu oldu; çünkü evde spor bizim rutinimiz olursa, Cem de bunu kabullenir diye düşündük. ‘Hadi oğlum spor yap’ dersek yapmayacağı kesindi. Biz yaptıkça ona da yapma isteği gelecekti. Öyle de oldu.
Sadece fizik tedavi yaptırdığımız dönemde, diğer oğlum da kendini dışlanmış hissediyordu. Şimdi ikisi de sporcu oldular. Spor hocaları yarışlara sokuyor onları.
Hem onlar çok keyif alıyor, hem biz.
Sana demek istediğim şey aslında şu; sporun her hastalığa çare olacağını, özellikle CP’li çocuklara terapi ve tedavi olacağını yaşayarak gördük.
Türkiye’de her 10 çocuktan biri prematüre doğuyor. O kadar yetersiz ki imkanlar.
Hem maddi hem manevi olarak yetersiz.
Prematüre doğan çocuğun annesi ile normal doğan çocuğun annesine aynı haklar tanınıyor.
Doğduğunda bir kuvözü üç çocuk paylaşıyor. Çocuklar kaderine teslim veya CP teşhisi sonrası ömrü boyunca engelli yaşamaya mahkum.
Belki senin aracılığınla sporun bu çocuklar ve aileleri üzerindeki yapıcı etkisini birilerine duyurabiliriz.
Kim bilir, belki oralarda bir yerlerde bazı annelerin bunu duymaya, denemeye değer olduğunu ve işe yaradığını bilmeye ihtiyacı vardır.
Simge”
Umut olması
dileğimle...
Yonca
“umutspor”

Yazının devamı...
Politik zehirlenme
7 Kasım 2016


Ortası yok.


Ampul yok... Ampulün çağrıştırdıkları var.


“Ampul” bir parti, bir görüş, bir tek şeyin tanımı olmuş yani. Algımız değişmiş, kemikleşmiş. Politikayla özdeşleşmiş.


Oysa ampul bazen sadece ampul.


Hatta bazen ışık, akla gelen bi fikir, aydınlık DA demek bütün politikalardan bağımsız.


Biz o kısmını geçmişiz, unutmuşuz, silmişiz.


O şeye salt kendisi olarak bakamaz olmuşuz.

 


“Sağ-sol” dediğinde de aynı şey.


“Sağcılık-solculuk” ile ilgili espri kılıklı, kinayeler, ince göndermeler yapılıyor. “Sağdaki resimde ampul...” demişim mesela... “Hmmm ilginç, yoksa sen de mi?” filan gibi cümleler uçuyor havada.


Önce anlamıyorum. Sonra ayılıyorum.


Ne?


Ne alakası var yahu!


Kelimelerin mecazi değil, düz anlamlarıyla basit bi cümle kurmuştum aslında.


Hiç aklıma gelmez, ama demek algıda seçicilik o noktaya gelmiş. Her kelime, her tını, her eşya, malzeme, söz illa o zemine çekiliyor...


Politikaya!


Çamura, bataklığa...


Düşüncemiz, algımız, dilimiz, sohbetimiz tamamen politik kirliliğe uğramış.


Zehirlenmişiz biz!


Hiçbir şeye neyse o olarak bakamaz olmuşuz.


Hiçbir şekilde özgür değiliz artık. Aklımızla fikrimizle hep o şekilde algılamaya kitlenmişiz.


Kelimeleri rahat kullanamaz olmuşuz bırak özgür basını.


Paralel kelimesi... bitti gitti. Matematik dersinden çıkmalı... o derece tehlikeli.

 


Diğer uçta da örneklerim var.


“Ezan sesiyle koşmaya başladım” dedim. Biri “Aman Ezan deme, aklıma hep aynı şey ve kişi!” geliyor dedi...


Geçenlerde bir yazımda “Allah korusun!” yazmışım, bir okurdan bana “sen hala ne kadar rahat “Allah korusun” filan diyorsun, o kadar bıktım ki din sömürüsünden “maşallah” bile demek istemiyorum” diye yorum geldi.


Kalakaldım.


Hay Allah’ın cezası Politika!


Oysa bütün politikalardan bağımsızdı bir zamanlar inanç değil mi?


Allah ve kul arasındaydı hani... bu da zaten oldu mazi.

 

İçine politika karıştırmadan hiçbir şey yapamaz, hayatı yaşayamaz, görmez, göremez olmuşuz resmen.

 

Her zaman yaptığın, söylediğin, taktığın bir şeyler bile hep damgalanmış.

 

Ya öylesin ya böyle.

 

Ya da hiçbiri olmadığın için daha da kötüsün.

 

Damgalasın mutlaka bi şekilde.

 

Demokrasi dediğimiz şey ise, sadece senin veya benim istediğim gibi oldu mu demokrasi sayılıyor zaten. Yani demokrasinin tanımı sana göre başka, bana göre başka. Ortak bir demokrasi bilinci, anlayışı, benimsemesi yok.

 

Oysa demokrasi böyle değil ki.

 

Hoşuna gitse de gitmese de haklar haktır. Haksızlık da haksızlık. Özgürlük dediğin herkes için aynı şekilde, eşit derecede geçerlidir. Senden olana özgürlük, ötekine kölelik olmaz diyeceğim... bizde böyle diyeceksiniz...

 

 

Bana bu yazıyı yazdıransa dün Instagram’da işin içinden çıkıp karar veremediğim için paylaştığım iki fotoğrafım.

 

Konuşma yapacak olduğum yer benden profilim için fotoğraf istedi.

 

Karar veremedim.

 

“Sağdaki fotoğraf mı, soldaki mi?” dedim.

 

Gayet basit bir soruydu, eğlencesine sordumdu.

 

Sağdakinde kafamda ampul vardı. Evin o köşesinde öyle durduğum ve o ampul bana çocukluğumdaki Vikingleri çağrıştırdığı, “bir fikrim geldi” şeklinde gördüğüm için çok sevdiğim bir fotoğrafımdı.

 

Bir baktım direk mesaj yağıyor, şaşakaldım.

 

Kızan, bozulan, yargılayan, sitem eden... Dikkat et diye uyaran...

 

Espriyle karışık işi politik görüşe çeken çekene...

 

Ben gülemedim ama.

 

Üzüldüm baktığımız yerde ne gördüğümüzü görünce.

 

 

Birbirimize, havaya suya politikadan bağımsız, algı yönetiminden uzak duygularla bakabildiğimiz; baktığımız yerde neyse o dediğimiz gerçeği görebildiğimiz zaman sanki daha özgürüz.

 

Hatırlatmak isterim.

 

Yani...

 

Arkadaşlar, ampul bazen sadece ampul.

 

Ben de Yonca.

 

Yonca

                                                               

""

Yazının devamı...
Anne Yazar Kadın İkiz Dans ve Tiffany
6 Kasım 2016

Bence geçen hafta dünyevi şeyleri aşırı düşünmekten beyni yandı, ondan ateşlendi. Aslan Cem’e de dedim.
“Felsefe yapmaktan kafan yandı, nefes al ver, bol su iç, rahatla, ateş o zaman düşer” dedim. “Haklısın anne” dedi. Bence o düşünme hararetine ateşi 39 değil 47 de olabilirdi, yine de iyi yani.
Destina uyurgezer oldu. O da normal.
Profesyonel olarak dansçısı olduğu Sharmila Dance ile, Dubai’de bulunan ve dünyanın en yüksek binası olan Burj Khalifa’daki Armani Otel’de açılacak Tiffany Co. için özel gösteriye gece gündüz aralıksız çalışıyor ondan.
Tiffany Co, Sharmila’nın dansçılarıyla, New York’tan getirdikleri adamlarla seçim yaptı. Destina ecel terleri dökerek gittiği seçmelerde daha 1. dakika sonunda ilk seçilen oldu. Bu iyi bir şey ama stres de duble oldu.
Gece gündüz derken abartmıyorum yani.
Bir de ödevler, sunumlar, Tiffany’den başka 3 şov derken... Provaları gece yarısı biten çocuğu karşıla, teselli et, özel menü hazırla, alarmlar kur, yetişilecek şeyleri atlama, “olur evladım, halledersin çocum, bu da geçer, boş ver her şeyi, gel bir uyu, bak bu tempo insanüstü, bırak kendini hırpalama, nefes al, lanet olsun istersen hepsini bırak, senden kıymetli mi, e tamam o zaman bırakma devam et, hepsini yaparsın sen!” demekle meşgulüm.
Bu arada, bizim ikizlerin yardımcısı resmen katakulli ile kaçmaz mı! Kardeşim ve karısı kaldı mı gurbet ellerde şok içinde. Hayır bebeler bir tane olsalar tamam. Ama ikiz olunca, evde tek başınayken su içmeyi bırak, çişin gelse yapamaz hale geliyorsun. (Bunu ancak ikiz aileleri bilir.)
İyi ki kardeşimle aynı ülkede, aynı şehirde gurbetçiyiz diye şükrettiğim andır o an. Birbirimizin çaresiyiz.
Ya Japonya’da olsalardı mesela? Ulaşayım desen 2 gün!
İdil ikizleri kaptı bana geldi sabah.
Aslan Cem’in ateşini takip edip bebelerden uzak tuttum. Destina’yı su dökerek uğurladık. “Hazırsınız, o zaman dans” dedim.
Girdim içeri, manzara şu: Koltuğun sağında Mavi, solunda Demir. Biri yüzükoyun yatıyor tosbağa gibi, öbürü Budha gibi. Salonda misler gibi bebek kokusu. Pıt pıt uyanıyorlar saatleri geldi mi. Bi birini alıyorsun kucağına, sonra ötekini. Agu magu gülücük ve o nasıl gaz abiiii gülüşmeleri.
Destina mesaj atıyor, “Anne bana şans dile, her şey çok güzel olsun de”... Koynumda ya Mavi ya Demir, cevap yazıyorum “Bol şans, her şey çok güzel olacak, inan”... Biri gaz çıkarıyor. Aaa o ne Instagram’a bir bakıyorum Burcu Esmersoy da gelmiş Tiffany Co. açılışına... Ayol benim kız da sahnede o sırada.
Akşam oluyor.
İkizler eve gidiyor, zor ayrılıyorum onlardan. Gidiyorum kızımı almaya, Aslan Cem daha iyi uyumuş odasında.
Bütün bunları neden yazdım acaba?
Çünkü bugüne başka şey yazacak halim ve zamanım olmadı bu hafta.
Evet ben bir yazarım. Ama anneyim. Halayım. Kardeşim. Karıyım.
Hepsiyim. Maşallah fazlamız var eksiğimiz yok.
Diğer yazarlar nasıl yetişiyor bilmiyorum. Belki ben beceriksizim. Ama bazen yetişemiyorum. Belki de yetişmek istemiyorum. Bilmiyorum.
Yetişemediğim yazımdan bana kalan; burnumdaki ve yıkamaya kıyamadığım ellerimdeki bu bebek kokusu.
Hani biz kadınlar yetişemedim diye dövünüyoruz ya...
Bilin ki yalnız değilsiniz. Aha ben. Yapamadım. Yetişemedim.
İnsanlık hali.
Hayat sen planlar yaparken sana nanik yapıyor ya; “Gel len nanik, kabulümsün! Blöfünü görüyor ve zevkle oyun!” diyorum bir süredir.
Amaaaan ne iyi bir kafa anlatamam.
Yaşamakla meşguldüm, yazımı yazamadım yani.
Yonca
“aradığınız numara şu anda başka öncelikleriyle mutlu”

 

Yazının devamı...
Bütün dünya sürekli tartılıyor
20 Ekim 2016

Bu konuda yapmadığım şey, yaşamadığım saçmalık kalmadı gibi.
Bir “hasta” olarak
hayli doktor da tükettim, uzman da...
Hesap kitapla, tek tip diyet uygulaması ekollerle hep bir ileri iki geri yaptım ve çok büyük stres yaşadım.
Odak noktan o rakam, o kilo, o besin, o diyet olunca iş daha da zorlaşıyor.
Tutarlı, sürdürülebilir bir şey asla olmuyor. Asabın giderek bozuluyor. Kendine olan inancın bitiyor.
Bir de çevrede sürekli her bir şeyi oh maşallah başarmış, hep mükemmel dolaşan tipler oluyor, sen iyice beter oluyorsun. Sürekli bir kıyaslama hali. Kardeşim 10 parmağım benzer değil, benim bedenim ona nasıl benzesin!
O ruh halinde insana 100 gram bile 10 ton gibi geliyor. Çok pis bir durum.
Kendini sırf bir rakam yüzünden sevmemek çok çok çok üzücü, kırıcı, yıkıcı bir şey. Neyse, bütün bu yıllar boyunca bu konuda verdiğim uğraşlar, çabalar sonucunda anladığım, öğrendiğim şeyler şunlar.
Bana ne iyi gelir, ne iyi gelmez, bunu benim anlamam çok önemli.
Biri dedi diye veya test öyle dedi diye değil, hissetmem de önemli yani.
Sevdiğim ve iyi gelmese de kopmak istemediğim şeyler neler, bilip ona göre davranmak da rahatlatıyor. Mesela şarap, et, peynir ve mayalı her şey beni mahvediyor, ama canım da çekiyor. Değdiğine düşündüğüm zamanlarda “Bana ne ya, kaşınmayı da kabızlığı da göze alıyorum, yicem işte!” diyorum.
En önemlisi doktorum Dr. Nurhayat Gül’ün bana 6 yıldır sürekli söylediği şey; yediklerimi suçlulukla değil de keyifle, severek, tadını alarak yemek bedenimi, ruhumu olduğu kadar, o gıcık tartıdaki rakamları da iyi etkiliyor. Listeler üzerinden gitmek insanı perişan ediyor. Faşist düzende köle gibi hissediyorum.
Tek ciddi gerçek var o da işlenmiş şeker bütün kötülüklerin anası. Eroin gibi bir şey. Bünyeye girdi mi seni teslim alıyor, zehirliyor, bağımlılık yapıp öldürene kadar uğraşıyor.
Bir de maalesef porsiyonlarımız kapasitemizden çok büyük.
Mesela geçen sabah bir baktım, Likya Yolu Ultra Maratonu’ndaki 5. günde 106 km. için start almadan yediğimin 10 katı filan bir kahvaltı ettim ve o gün toplasan 10 metre yürümedim.
Neden o kadar çok yedim hiçbir fikrim yok. Bitince fark ettim, gülme tuttu.
Yemek yemenin doğal bir ihtiyaç olduğunu unutmuşuz. Ya görev gibi, ya mecburiyetten, ya sürekli korkarak, ya tokken açgözlülükten veya keyiften işini tadını kaçırarak yiyoruz.
Yemek yemeyi odak noktandan çıkardın mı normalleşme de başlıyor.
İnsan sapık gibi sabah akşam ne yiyeceğini düşünür mü yahu! Daha sabahtan öğleni, öğlenden ertesi sabahı düşünerek yaşamak bir kabus. Hayatın yemek düşünerek geçiyor resmen.
Oysa belki düşünmesen, bir bıraksan, belki o gün acıkmadığın için yemeyeceksin. Acıkmadığının farkına varamayacak kadar çok yemek planlıyorsun.
Bir de tartılmak durumu var.
Bir ara ben de yaptım, tartıldım foto çektim kayda aldım. Şimdi bir dolu arkadaşımın sürekli tartılıp kayda aldığını görünce fena oluyorum.
Sosyal medyada da paylaşılıyor. Hayır bizde değil, bütün dünyada böyle bir salgın var.
Bütün dünya sürekli tartılıyor.
Bizim ailedeki kadınların, annemlerin, teyzemlerin bir kere tartıldığını hatırlamam. Evimizde tartı yoktu. Herkes mutlu mutlu sabah öğlen akşam yemeğini yerdi. Tartı ya manavda, ya pazarda olurdu.
Çocuk olarak tartı şiddetine maruz kalmadım. Ama Nurhayat beni uyarana kadar, itiraf ediyorum, çocuklarımı bu yeme/kilo/tartı şiddetine maruz bıraktım. Ne zaman o uyardı, ayıldım.
Evimizde sağlıklı yemek pişiyor. Acıkan yiyor. Acıkmayan yemiyor. Herkes aynı anda aynı çoklukta acıkmıyor. Kimi zaman sofraya oturup acıkmadığı için yemeden kalkan var.
Hayatlar doğaldan kurumsala dönmüş ve hareket etmek koşullardan dolayı zorlaşmış; sporu daha ciddi ve düzenli yapmak kaçınılmaz olmuş, bunu fark edelim.
İşlenmiş gıda ve şeker çok kötü ve tehlikeli. Kurtulmak lazım.
Her şeyin fazlası da zarar.
Diyeceklerim de bu kadar.
Yonca “tartıfobia”

Yazının devamı...