Maçın başı;
Volkan neden ağır davranır?
Rüştü ağabeyinden öğrendiği sonradan unuttuğu alışkanlığı;
“Defansa fırça atar” gibi yaparak vakit geçirir(?)
Bilemem…
Oysaki kalecinin psikolojisi tüm takımı etkiler…
Oyunun sonu;
Rakip alanda gol şansı olan topu; geri oynaya oynaya, Volkan’a gelişi güzel vuruş yaptırıyorlar…
Rakip atağa kalkıyor…
Bu filmin başrolünde de, 30 metre etrafında rakip yokken telaşla geriye oynayan, Mehmet Topal var…
Avuçlarını açıp yukarı kaldırarak; sürekli “yavaş, sakin” diyor…
İçindeki korkuyu arkadaşlarına aşılıyor…
Tabi ki korku, onu oyuna sokan hocamızdan başlıyor…
***
Yakışmıyor!
Gerçi, bu saatte Fenerbahçeli taraftar, “yakışıklı olmak derdinde” değil…
Ama bu anlayışla skoru da koruyamazsın…
Baskı yersin…
Gol yersin…
Bakmayın Mersin’in yapamadığına…
***
Kuyt, formsuz ve güvenini kaybediyor…
Baroni, sorumluluktan kaçıyor ve isteksiz…
Ama bu hafta değil, üç haftadır böyle…
Aykut hocam ise kararlı ve istikrarlı…
Israr etti…
Yine ilk on birde başlattı(?)…
Ama O bile dayanamadı…
Önce Baroni, sonra Kuyt çıktı…
Hem de alışkın olmadığımız dakikalarda ve de galipken…
Demek ki yanlış başlamış maça…
***
Caner oyuna girince, oyun da Fenerbahçe’ye geldi…
Kuyt çıkıp, Mehmet’ler den Topuz yerine Topal girince gelen oyun, bu kez gitti…
Mehmet Topal’ın girişiyle, verilen mesaj şudur;
“Maçı tutun, skoru koruyun!”
Bu mesajı rakip de alır…
Mersin yapamadı ama kimse affetmez yersin golü…
Tekrar ediyorum;
Fenerbahçe’nin üç puana değil, farklı galibiyete iyi futbola ihtiyacı var…
Bu olmadan “güven “ olmaz…
Güven olmadan da şampiyonluk…
***
Emre ve Webo transferi, müthiş olmuş…
Sow ile Webo çok iyi anlaşmaya başladılar…
Çok etkili olacaklar…
Meireles ve Emre ikilisi ise aranan kan gibi gözüküyor…
Keyif verecekler…
Yalnızca beyinleri değiştirmek zaman alacak;
Korkuları atma zamanı…
Önce en tepeden başlamalı…
Aman yanlış anlamayalım:
“Adam atma zamanı” değil,” korkuları atma zamanı” dedim.
***
İdmanlardan sonra her gün tekrarlanmalı;
---- Geriye düşmeden de top oynana bilinir…
---- Öne geçtiğinde bir gol daha atmak da düşünüle bilinir…
---- Maçlar, “birden fazla fark” ile de kazanıla bilinir…
Bir de Ateş Bey için yazalım;
---- Ezeli rakibi Galatasaray’ı yenerek Türkiye kupasını kazanan Fenerbahçe Erkek basket takımı; yazının sonunda tek bir satırla değil, kocaman bir tebrik ile kutlana bilinir…
Bu “normal” olayda düz yolda yürüyen Kadir Sevim bir anda kendisini yerin altında, akan sularda buldu. Bakana göre Başkent’in merkezinde, yolda yürürken yarılan yerin altına girip ölmek “normal.”
Bakan Yıldırım, “Buna benzer olaylar yine de beklenebilir” demiş.
Yani bu kentte bundan böyle “bastığınız yere” dikkat etmek gerekiyor.
Gerçi Ankaralılar bu tür “gereklilikler”e alışkın.
18 yıl boyunca Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in icraatları sayesinde insanlar soludukları “havaya”, içtikleri “suya”, bindikleri “otobüse” dikkat etmeyi öğrendi.
Artık bir de yürüdükleri yola dikkat ederler ne var bunda?
Bakan Yıldırım konu soruşturulmadan “hüküm” vermemek gerektiğini söylemiş.
Oysa twitter ahalisinin önemli isimlerinden Gökçek, yine resmi açıklamasını bu kanaldan yapmayı tercih etmiş.
Kazadan “gerekçesi bizim için bilinen” diye söz ederek “Metronun Ulaştırma Bakanlığına devredildiğini bilmeyen bir tek deve kuşları kaldı. Bizim yapmadığımız yerden biz nasıl sorumlu oluyoruz anlamak mümkün değil” lafını yapıştırmış kendisini eleştirenlere.
Metroyu Gökçek’in 18 yıldır yapmayı beceremediğini biz zaten biliyoruz.
O nedenle hükümet işi üstlenmek zorunda kaldı. Metrolar bittiği zaman da Gökçek’le bir ilgisi olmayacak.
Ama bakalım Gökçek seçim döneminde de “kendisinin metroyla ilgisinin olmadığını” hatırlayacak mı?
Aynı günlerde Gökçek’in Mimarlar Odası’nın işbirliği çağrısına “problem çıkartırsınız” diyerek reddettiğini de okuduk.
Aslında bunun tercümesinin “problemli konulara işaret etmeyin” demek olduğunu hepimiz biliyoruz.
Gökçek istiyor ki, gemisini kendi bildiği gibi yönetsin, kimse sorunlardan söz etmesin, yanlışlara, hatalara dikkat çekmesin.
Aynı twitter beyanatında Gökçek, önce kazanın “nedenini bildiğini” söylüyor, ardından da metroyu kendilerinin yapmadığını ifade ediyor.
Yani Gökçek olayın metro inşaatı nedeniyle meydana geldiğinden emin.
Ama bir sonraki mesajında kendisini eleştiren bir kişiyi “paylarken” ise, “Üstün zekalı kardeşim, çöken yerde bugüne kadar kazı ve inşaat olmadı ki” diyor.
İnsanın da aklı karışıyor. Gökçek’in bildiği “kaza nedeni” metro çalışmaları değil mi acaba?
Yoksa, kazanın bölgedeki ASKİ kanallarıyla bir ilgisi mi var?
Bakalım, eğer bilirkişiler, savcılar “rahat rahat” çalışabilirse sonucu göreceğiz.
80’lerde Keçiörengücü’nün başına gelenler malum.
Ardından Başkan Gökçek, bu kente ve belediyeye ait milyonlarca lira değerindeki Ankaraspor’un profesyonel futbol şubesini ihalesiz, şartsız, bedelsiz devretti.
O takımın sahibi gözüken insanlar bir sabah, hiç hak etmedikleri halde milyonlarca liralık bir takımın sahibi olarak uyandı.
Üstelik takıma ait bir çok arazi de bu isimlere geçiverdi.
Ardından Ankaragücü sevdasıyla, bu kez de Ankaraspor’un küme düşmesine neden oldu.
Daha sonra oğlu Ahmet Gökçek üzerinden yönetimine geldiği Ankaragücü’nü milyonlarca dolar borçlandırıp, mahkeme kararıyla yönetimden uzaklaştırıldı.
Ama arkasında uçan kuşa borcu bulunan bir tarihi çınar bırakarak.
Şimdi de Ankaragücü’nün armasını ele geçirip, Ankaraspor’u birinci lige bu isimle çıkarma sevdasında.
Sözleri gayet açık:
“Yapılacak tek iş var. Ankaraspor’u çıkarabilirsek Süper Lig’e çıkarıp, Ankaragücü adını, Ankaraspor’a vermek. Çünkü adı da haczedildi. Hiç olmazsa Ankaragücü’nün adını yaşatmalıyız.”
Gökçek’in yaşatmaktan anladığı, ele geçirmek, sahibi olmak, yönetmek...
Eğer Ankaragücü’nün bu kentin önemli değerlerinden birisi olduğunu kabul ederek gerçekten iyi niyetle yardım etmek niyetinde olsa, yapabileceği bir çok şey bulunuyor.
Tabi diğer yandan Cemal Aydın’ın da yıllardır kulübün üzerinden elini çekmeyerek yarattığı zararı da unutmamak gerek.
Aslında Ahmet Gökçek bu yılın ilk günlerinde yapılmak istenenin sinyalini vermişti:
“Ankaraspor’un sarı-lacivertli forma ile gelmesi sürpriz olmaz.”
Unutmayalım, ayrıca Ahmet Gökçek yönetimi, gizlice kurulan Ankaragücü A.Ş. ile takımın mahkeme sürecini de takımın çıkarlarının aleyhinde hareket ederek boşa düşürmüşlerdi.
Aslında anlıyoruz ki bugünler çok önceden planlanmış.
Asıl niyet, bu sezonun sonunda Ankaragücü’nün kümeden düşmesini umarak, Ankaraspor’u Ankaragücü’ne dönüştürüp armasını ve renklerini de alıp Süper Lig’de “yapay” bir Ankaragücü’ne sahip olmak.
Gökçek’in bu tutkusunun önünde bu ülkede durabilecek kimse var mı artık bilemiyorum.
Koca Ankaraspor’u milyonlarıyla birlikte yakınlarına devretmesine bir tane bile hukuk adamı, hükümet yetkilisi çıkıp itiraz etmedikten sonra, Ankaraspor’u Ankaragücü’ne dönüştürmesine kim dur diyecek?
Taraftar mı?
İzleyip göreceğiz.
Başkent’in müzmin sorunlarının başında gelen metrolardı konu.
Bilindiği gibi, Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, 22 yıllık belediye başkanlığı döneminde bir türlü tamamlayamadığı üç metro istasyonunu hükümete devretti.
Hükümet de bunları tamamlama sözü verdi.
Tıpkı Gökçek gibi.
AKP’nin Ankara İl Başkanı Murat Alparslan da metroların 2014 yerel seçimlerinden önce tamamlanacağını ifade etmiş.
Biz de Alpraslan’ın bu sözünü not ettik.
Gerçi bu kentin tecrübelerini düşününce insanın zihninde “Not etsek ne olacak ki?” cümlesi de volta atmıyor değil.
Hatırlayın, Gökçek tutmadığı metro sözleriyle kaç seçim kazandı bu şehirde. Metro sözü de ilk kez tutulmuyor değil. Yine tutulmaz olur biter.
Sanırım artık Ankaralıların bir metro beklentisi falan da kalmadı zaten.
Önümüzdeki seçimlerde herhangi bir aday konuyu metrodan açınca tüm dinleyenler arkalarını dönüp gidecekler gibi geliyor bana.
Gökçek, bu kentin ufkunu, beklentilerini o kadar daralttı, aşağı çekti ki...
Artık değil bir metropol, bir kasaba kadar bile vizyon kalmadı bu şehirde.
* * *
Alparslan’ın not ettiğimiz cümleleri arasından bir tanesi aklın girdaplarında kendine uygun bir yer bulup hemen yüzeye çıkıverdi.
Diyor ki il başkanı:
“2009 yılında söz verilen tüm projeler yerine getirilecek. ‘Şunu yapacağız, bunu yapacağız’ şeklinde hamaset söylemleri başka partilerde olabilir, ama AK Parti’de siyaset bu şekilde işlemiyor.”
Alparslan’ın çizdiği tabloda sırıtan bir şey çarptı mı gözünüze?
Bu sözlerdeki “hamaset söylemleri” kelimesi bir kişiye ne kadar çok uyuyor değil mi?
Nihayetinde bu kentin yöneticilerinin 22 yıl içinde tutmadığı onlarca söz var. En başında ise metrolar geliyor.
Ben unuttum metrolar kaç seçimdir Gökçek’in vaatleri arasında yer alıyor.
Alparslan’a göre “şunu yapacağız, bunu yapacağız” diyenler “hamaset” yapıyor.
İyi de, Gökçek zaten bunu yıllardır yapıyor.
Dolayısıyla bu kent hamasete yıllardır alışkın. Bir seçimde daha olmuş ya da olmamış, ne fark eder.
Not: TDK’ya göre hamaset, “Dinleyenleri etkilemek veya heyecanlandırmak amacıyla yapılan abartılı anlatım” anlamına geliyor.
Türk tipi koruma
BUGÜNKÜ manşetimizde okudunuz.
Yaban koyunu, soyunun tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya.
Buna rağmen, 2006 yılından bu yana avlanmasına devam ediliyormuş Fatih Tekeci’nin haberine göre.
“Av turizmi” yapan acentelerin “Koyunlar yaşlılıktan ya da kurt saldırısıyla ölüyorlar, bari ava açılsalar” istemiyle başlamış hayvanların katliamı.
Dünyanın hangi yerinde soyu tükenmekte olan bir hayvan için av yasağı kaldırılır ki?
Tam “Türk işi.”
Bu kararı veren birimin adı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü.
Doğa koruma isme ne kadar da yakışıyor bu karara...
Soyu tükenmekte olan bir hayvanının katledilmesi için eğer yaşlılık bir “av” gerekçesi ise bunun adı soykırım olur.
İnsanın bu dünyaya karşı işlediği günahların ne sınırı, ne hesaplanabilir tarafı kaldı.
Kendi hırslarımızın, ihtiraslarımızın, bedelini bu dünya, doğal yaşam ödüyor yıllardır.
Sonra da bu gezegen çeşitli şekillerde bu bedeli tahsil ettiği zaman üzülüyoruz.
Ne halt yediğimize gözümüzü kapatıp, acımıza gömülüyoruz.
Gerçekten halt ediyoruz.
Bir hayvansever, Kırıkkale’nin Keskin ilçesindeki hayvanat bahçesinin içler acısı durumunu anlatıyordu.
DHA’nın deneyimli muhabiri Erhan Göğem, hemen Keskin’e gitti.
Gittiğinde karşılaştığı tablo gerçekten ürperticiydi.
Ayı felç olmuş kıpırdayamıyor, deve hastalanmış, kuşların tüyleri dökülmüş, diğer hayvanlar aç...
Hayvanat bahçesi denilen ölüm kampında bir görevli canını dişine takmış, kendisinden önce hayvanları düşünerek onları doyurmaya çalışıyor.
Üstelik belediye bu ölüm kampına giriş için 2 TL de ücret alıyor.
Ankara Hürriyet “Ölüme bilet kesiyorlar” manşetiyle çıktı ertesi gün.
Tepkiler yağdı. Manşetimiz yine aynı konuya ayrılmıştı:
“Ölüme bilete tepki yağdı.”
Hayvanları unutmadık. Üç gün sonra bu kez Keskin Belediye Meclisi’nin aldığı nakil kararı vardı manşette ve bir adım ilerlemişti ümitler:
“Artık görev bakanlıkta.”
Kararlıydık, o hayvanlar nakledilmeden, karınlarının doyduğu en az bir gün geçirmeden vazgeçmeyecektik.
Takipçisi olduk, peşinden gittik.
Bugün konuyla ilgili dördüncü manşetimizi okuyorsunuz.
Ölüm kampı kapatıldı.
Felçli ayı tedavi için Bursa’ya gönderildi.
Açlık nedeniyle zayıf düşen deve, ceylan, keçi, kamerun koyunu, güvercin ve sülünün de aralarında bulunduğu 33 hayvana AOÇ Hayvanat Bahçesi sahip çıktı.
İki ceylan ve tavus kuşlarının yeni evleri ise Keçiören Hayvanat Bahçesi oldu.
Bu hayvanların hastalıklarının düzelip düzelmeyeceği belirsiz.
Ama en azından tedavi görecekler. Karınları doyacak.
Belki bunlar ömürlerinin son günleri ama en azından daha huzurlu geçecek.
Hayvanat bahçesi fikri zaten çok tartışmalı bir konu.
Doğal ortamlarından koparılan canlıların yaşam biçimlerinin değişmesi, yaşama biçimlerinin sınırlanması kaçınılmaz.
Bir de üstüne üstlük küçük bir ilçe belediyesinin böyle ağır bir yükün altına girmesi inanılır gibi değil.
Her ne kadar mevcut belediye başkanı hayvanat bahçesinin kendisinden önceki dönemde kurulduğunu söylese de en azından hayvanların sağlık durumu bu noktaya gelmeden önlem alınmalıydı.
Bu hayvanlar ölümle yüzyüze gelmeden girişimler başlatılıp, başka yerlere nakilleri sağlanmalıydı.
Belki ayı felçli kalmaz, devenin boynu bu kadar eğrilmezdi.
Ama zaten neremiz doğru ki?
BÜYÜKŞEHİR Belediyesi, zaman zaman iyi şeyler de yapıyor.
Hatta durumu abartıp son haftaya “iki iyi şey” birden sıkıştırdı.
Birincisi, yaklaşık son 20 yılını ulaşım planı olmadan geçiren Başkent’te Gazi Üniversitesi ile işbirliğine gidilmesi.
Bunun açık anlamı şudur:
Kavşak planlarını, yıllar önce “akşam yemeğinde peçete kağıdına çiziktirdiğini” söyleyen Melih Gökçek artık bilimle barışmaya karar vermiştir.
Gerçi Gazi Üniversitesi, peçete-kavşak alışkanlığına uyum sağlayabilir mi bilinmez ama bir üniversitenin kapısını çalmış olması bile Gökçek için olumlu bir durumdur.
İkincisi de aslında yine bu planla ilgili. Plan çerçevesinde düzenlenecek güzergahlara bisiklet yolları da eklenecek. Başkent’te bisikletliler kendilerine ait bir yol olmadığı için tehlikelerle yüzleşiyor.
Ankara Hürriyet’in defalarca kez gündeme getirdiği bu konuya belediye bugüne kadar olumlu yaklaşmıyordu.
Ancak bu konunun ulaşım planına dahil edilmesi mutlu edici.
Ankara’da her perşembe akşamı bisikletliler buluşuyor.
Bu bisikletlilerden Arif Şahlan, Kaya Palancılar ve Gökhan Ak ile dün sohbet etme imkanı bulduk.
Bisikleti bir hobi olarak değil, hayatlarının bir parçası olarak gören bu bisiklet tutkunları, hem Türkiye’deki değişik illerdeki hem de dünyadaki uygulamaları anlattılar. Örneğin Konya’da başlayan sistem...
Şehrin 40 farklı noktasına konulan bisiklet istasyonlarından bisikletinizi kiralıyorsunuz. Gideceğiniz yerdeki bir başka istasyona o bisikleti bırakabiliyorsunuz.
Örneğin Yenimahalle’den aldığınız bisikletle Kızılay’a geliyor, o bisikleti Kızılay istasyonuna bırakıyorsunuz. Sonra gün içinde Küçükesat’tan aldığınız bir başka bisikletle de yeniden Yenimahalle’ye dönüyor ve o istasyona aracı bırakıyorsunuz.
Bisiklet tutkunu konuklarım, bazı şehir efsanelerinin de doğru olmadığını anlattılar.
Bunlardan birisi Ankara’nın bisiklet kullanımına uygun olmadığı.
Bir diğeri ise “takım elbiseyle bisiklet kullanılmaz” fikri.
Bu insanlar bu yapılmaz denilenlerin hepsini yıllardır yapıyorlar.
Umarım Büyükşehir Belediyesi de arada sırada böyle iyi şeyler yapmayı sürdürür.
Vicdan
CHP Kırklareli Milletvekili Turgut Dibek, TBMM’ye bir soru önergesi vermiş.
Dibek, önergesinde Ankaraspor ile ilgili çok doğru sorular yöneltiyor. Umarım bu sorular, bugüne kadar gazete sayfalarından bizlerin yönelttikleri gibi yanıtsız kalmaz.
Dibek’in sorularına bir iki tane de ben eklemek istiyorum.
Örneğin malvarlığı arasında, araziler, tarlalar, o dönemde televizyon yayın gelirleri olan ve belediyeye ait bir takım hangi ihaleyle, hangi şartlarda özelleştirildi?
Takımın sahibi olduğu arsalar, hangi dönemde ve nasıl elde edilmiştir? Ve son bir soru da takımın sahibi gözüken 10 kişiye.
Bir sabah milyon dolarlık bir futbol kulübü sahibi olarak uyanmak vicdanlarında nasıl bir duygu uyandırıyor?