(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Şükrü Küçükşahin" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Şükrü Küçükşahin" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Şükrü Küçükşahin

Ankara’nın gelişmesi üzerine
1 Aralık 2015

İstanbul’dan üniversite eğitimi için gelip yerleşmiş 40 yıllık bir Ankaralı olarak, bu toplantıda yaşadığımız kentimize nasıl baktığımızı gördük. 20 yıldır aynı kadronun yönettiği Ankara’da büyük değişim yaşandığı gerçek.

Ancak dinlediklerimizden bir toparlama yapacak olursak, dünya başkentleri içinde Ankara’mızın hâlâ ciddi sorun ve eksiklikleri barındırdığını söylemek ve görmek durumundayız.

 

BELKİ DE DÜNYADA İLK ÖRNEK

 

Ankara, geniş de bir alana yayılan ‘tarihi şehir’ (old city) ve bir kaleye sahip; ama şehre gelen turistin, ‘Önce ‘old city’yi veya kaleyi gezeyim’ demediği...
Ulusal havayolu şirketinin dünyadaki sadece üç noktaya uçuş yaptığı...
Organize sanayi bölgeleri ile yerleşim yerlerinin yan yana inşa edildiği...
1/100.000 planları henüz bitirilmediği ve altyapı yatırımları tamamlanmayan alanlara binlerce bina dikildiği için 20 yıllık yöneticilerinin, “Yol açacak yer yok, yeşil alanları/üniversite arazilerini almak zorundayız” dediği...
Dev firmaları bir bir İstanbul’a kaçarken, yerel veya merkezi yönetimden tek kişinin dahi, “Niye gidiyorsunuz, kalın” demediği, aksine kamu kurumlarının da bu yolda teşvik edildiği...
Şehir merkezindeki AVM sayısının dünya rekoruna ulaştığı...
Trafik akışının zayıflatılması gereken şehir merkezindeki caddelerin otobana dönüştürüldüğü; kentlinin çocuğunu pusete koyup, eşiyle el ele tutuşup yürüyeceği tek caddesinin kalmadığı, tek bir koruluğun olmadığı dünyanın tek başkenti, diye anılsa yeridir.
Bu noktada şu örneği de anımsatmakta yarar var:
Ayak bastığım ilk yıllarda, özellikle de yazın akşam saatlerinde Kuğulu Park’tan Sıhhiye Meydanı’na kadar, Atatürk Bulvarı kaldırımlarından çoluk çocuk, arkadaş-dost binlerce Ankaralı gezinti yapabilirken bugün, aynı güzergâhta puseti falan bırakın, iki kişinin yan yana yürümesi dahi çok zor.
Çünkü, elektrik direkleri ayırıyor onları, kaldırımlar daraltıldığı için.

 

RANT KENTE DÖNMÜYOR

 

Bir de ‘keşke’ denecek noktalar var Ankara konuşulduğunda. Örneğin, üniversiteler kenti diye bilinen Ankara, ilk özel üniversite olan Bilkent’ten sonra Koç veya Sabancı markalarına neden ev sahipliği yapamadı?
Hele de Ankara’dan çıkmış bir grup olan Koç’un üniversitesine... Son 20 yılda, rant yaratmak öne çekilmiş olsa da gecekondularının büyük bölümü, kavgasız gürültüsüz dönüşüme uğratılmış Ankara’nın bu bölgelerde, başta yol olmak üzere, altyapı yatırımlarında geri kalması anlaşılır gibi değil.
Tabii ki 5-6 bin konut yapılmak üzere yola çıkılan alanlarda, sonradan verilen imar kararları ile sayı 11-12 bine çıkarılıyorsa başka şey olamaz.
Ne yazık ki, hâlâ da bu gerçeklerin aksi örnekler yaşandığı için kentin nefes alacağı vadilerde dahi onlarca gökdelen yükselmeye devam ediyor, üstelik yaratılan rant da kente dönmüyor.
Daha pek çok konuya değinildi; ama üzülerek belirteyim ki böylesi bir toplantıda dahi ‘sanat’ sözcüğü tek bir kez kullanılmadı, o da bana düştü.
Çünkü, hele de bir başkent sanat, kültür ve bilim olmadan yaşanır olamaz.

Yazının devamı...
İlk iş AB çıpasını güçlendirmek
29 Kasım 2015

Oysa Türkiye’nin, bölgesinde ve dünyada güçlü olmasının tek şartı, önce anavatanında huzur ve güvenliği sağlamasıdır. 

İçeride toplumsal barışı koruyamamış, ortak değerlerini yitirmiş bir Türkiye, en büyük zararı ilk başta kendisine verir.
Toplumsal barışın temel şartının ise hukuk devletinden, hukukun üstünlüğüne eksiksiz uymaktan geçtiğini görmek çok açık bir vatanseverlik gerçeğidir.

 

CHP İÇİN ZORUNLULUK

 

Üç gün içinde, Can Dündar ile Erdem Gül’ün gazetecilik faaliyetleri sonucu tutuklanmaları; Tahir Elçi’nin karanlık bir katliama kurban gitmesi dahi bu noktada başka söze gerek bırakmıyor.
İfadeler alınırken bütün soruların, “Bu haberi neden yaptın” çevresinde dönüp durduğu bir soruşturmada, kaçma şüphesi hiç olmayan Dündar ve Gül’ün, ‘ceza değil önleme amaçlı olduğu’ unutulan ‘tutuklama’ işlemine reva görülmesi en başta hukuk devletini yok ediyor.
Sonra da çok değil, 3-5 yıl gibi çok yakın tarihte yaşanan musibetlerden zerre ders alınmadığını kanıtlıyor.
Elçi’nin katli de provokasyonlara açık bir ülkenin varlığına tuz biber ekiyor.
Tüm bu gelişmelerin aynı iktidar döneminde ve tam da AB ile yepyeni bir süreç başlarken yaşanması da ayrı bir çarpıklık işareti.
Başbakan Davutoğlu’nun dün Brüksel’e giderken yaptığı açıklama umutlar barındırsa da kontrol edilemeyen gelişmeler, ayak bağı olmayı sürdürüyor.
Yine de AB, Türkiye için eğer sağlam çıpa olarak görülüyorsa, yeni süreci teşvik etmek herkes ve her kurum için zorunluluk olmalı, en başta da CHP için.
CHP, ilişkinin bu kez tam üyelikle sonuçlanması, yeni bir yol kazası yaşanmasın diye hemen yarından itibaren AB başkentlerini yol etmeli.
Kendisine oy veren her seçmenin böyle düşündüğüne şüphe yok; o zaman CHP, söz konusu AB oldukça hem hükümete tam destek verip teşvik etmeli hem de Avrupa ülkelerine, “Samimi olun, bitirin bu işi” diye baskı yapmalı.

 

85 YILLIK GELENEĞİ YIKMANIN YANLIŞI

 

Ancak asıl görev tabii ki yeni bir samimiyet testinden geçen hükümete düşüyor.
İktidar hiçbir konuda hata yapmadığını düşünüyor; ama özellikle de son 5-6 yılın dış politikasının bugünkü çıkmazın nedeni olduğu görülmek zorunda.
Cumhuriyet’in, büyük bir uzak görüşlülüğün ifadesi olan, ‘yurtta barış, dünyada barış’ ilkesi üzerine oturmuş dış politikasını tersyüz etmenin, Ortadoğu’daki istikrarsızlığı tetiklemekten öteye geçemediği kabul etmeli artık.
Bilmeli ki, Türkiye istikrarsızlıkla iş görebilen bir ülke değil.
Aksine çevredeki istikrarsızlıklardan hemen etkilenen bir yapıya sahip; çünkü o ülkelerdeki geniş vatandaş toplulukları ile güçlü bağı, kardeşliği var.
Laik sistemin büyük katkısıyla, -eksiklerini de kabul ederek- çevre ülkelerle 85 yıl barış içinde yaşayan Türkiye’nin deneyimlerinin görmezden gelinmesi bugünkü acı tabloyu yaratmaktadır.
Uluslararası ilişkilerde duygu, nefret değil ulusal çıkarlar esas alındığına göre, diplomasinin yeniden öne çekilmesi, ilk örneğin de AB ile kopmaz bağlar kurarak göstermek yaşamsal değerdedir.
NOT: Selahattin Demirtaş’ın, Tahir Elçi’nin tabutunun başında ettiği şu söz umarım bir büyük tehlikenin habercisi değildir:
“Kürt halkı şunu da iyi biliyor, yüreğinde hissediyor, Tahir’i öldüren şey devlet değil, devletsizliktir.”

Yazının devamı...
Kılıçdaroğlu istemedikçe değişim olmaz
24 Kasım 2015

Ancak Türkiye, o kıymetli ayları hem de iki seçimle uğraşarak geçirdi.

Bu nedenle yeni hükümet, daha dün kurulabildi, ‘ateş çemberi’ ülkeyi, en güçlüsünden bir hükümete çoktan mahkûm etmiş olsa da.
“Kurulan hükümet bu güce sahip” denebilir ama “Böylesi bir dönemin, örneğin bir AKP-CHP koalisyonu ile geçilmesi çok daha sağlıklı, daha az tartışmalı olurdu” tezini savunmak da çok doğal.
İki görüşten haklı çıkanı tarih gösterecek, ancak şu anda tüm sorumluluğun tek başına AKP’nin omuzlarında kaldığı net.

 

DEĞİŞİM İSTİKRARI GETİRMEDİ

 

Yükün sadece AKP’ye kalması, muhalefetin 1 Kasım sonrası içine girdiği krizle de ilgili; oysa tam tersine, derli toplu, önerilerini etkili şekilde anlatan güçlü bir muhalefet en çok da böylesi dönemlerde aranır.
Ancak en başta anamuhalefette ciddi iç tartışma yaşanıyor, Kemal Kılıçdaroğlu’nun rakipleri her gün medyada görüşlerini anlatıyor.
Onlar dışında CHP’de herkes tam bir sessizlik içinde; elbette bu sessizlik sürdürülemez, sıkıntılar bir şekilde aşılmak durumunda.
Bugün yaşananı ise Kılıçdaroğlu sonrası esen değişim rüzgârından ayrı düşünmemeli; o değişimin henüz istikrarı getirmediğini unutmamak kaydıyla.
En basiti, Kılıçdaroğlu, 5 yılda tam 77 genel başkan yardımcısı/genel sekreter değiştirmek zorunda kalmışsa, akla iki olasılık gelir.
-Kılıçdaroğlu, bu süreçte değişimi oturtacak bir kadro yaratamadı; oysa Türkiye örneğine baktığımızda dahi tüm liderlerin, parti içinde güçlü çok sayıda arkadaşlarını hem de uzun yıllar çevrelerinde tuttuğunu görürüz.
-Değişime direnişin büyüklüğünün bunu gerekli kılması.

 

O SEÇENEK DE ZAYIF

 

Bunun ötesinde, eleştiri alsa da Kılıçdaroğlu’nun değişim hamlesi, hâlâ güçlü desteğe sahip; rakipleri Muharrem İnce ve Umut Oran da bunu görüyor gibi.
Bu iki ismin olağanüstü kongre talebi buna bir işaret, çünkü olağan kurultay süreci işlerken, önceki kurultayda İnce’ye verilen, ciddi bölümü ‘yönetime küskün’ 417 oyu, 600’e çıkarma hedefiyle yola çıkmak böyle yorumlanabilir.
Bir gösterge de adayların sürmekte olan ilçe/il kongrelerine ilgileri.
Baktım, dün 16.00 itibariyle, CHP Genel Merkezi’ne ulaşan ‘kongre talepli imza sayısı’ 15 civarındaydı; tabii ki diğerleri elde toplu tutulmuş olabilir.
Ancak sonuçta beklenen oldu, 600 imza bulunamadı; oysa adaylar, ilçe ilçe dolaşarak devam eden kongreleri fırsata çevirebilir, seçilecek delegeleri ikna edip, aşağıdan başlattıkları rüzgârla sonuç almayı deneyebilirlerdi.
Hafta sonu pek çok ilçede kongreler yapıldı ama giden aday olmamış.
O zeminlerin yönetimin başarısızlıklarını sıralamak, “Arkadaşlar, partimiz, ülkemizin Doğu, Güneydoğu, İç Anadolu’sunda ve büyükşehirlerin varoşlarında yok. Ben şöyle yaparak buralarda da partimi var edeceğim” demek için neden kullanılmıyor anlaşılır değil.
Bu durum Kılıçdaroğlu’nun yerini koruyacağına işaret, tek seçenek dışında.
O seçenek de -ki çok zayıf- Kılıçdaroğlu’nun ya aday olmaması ya da ‘Gelin şu arkadaşımızın arkasında toplanalım’ demesi gibi bir büyük sürpriz yapması.
Son tahlilde, en azından bir sonraki kongreye kadar CHP, çevresi yeniden değişmiş bir Kılıçdaroğlu ile devam edecek gibi.

Yazının devamı...
Türkiye’nin risk ve şansları
22 Kasım 2015

İki uluslararası toplantıda onlarca konuşmacı dinledim; tümünde ortak tek cümle, “Yatırım ve sağlam bir gelecek arzulayan her ülke, mutlaka ‘şeffaflığı’ ve ‘hukukun üstünlüğünü’ en güçlü şekilde tesis etmeli” oldu. 

Türkiye’nin genelde birlikte anıldığı Ortadoğu’ya, siyasetten iş dünyasına, medyaya kadar uluslararası tüm kesimlerde büyük ilgisi var ve bu ilgi, sadece malum terör illetinden kaynaklanmıyor.
Yeni konumuyla İran, enerji kaynaklarıyla Irak, geçiş güzergâhı ve ekonomik gücü ile Türkiye ayrıca özel ilgi nedeni.
Peki Türkiye’ye ilgi yoğunlaşması neden, beklenti ne, istenen ne?

 

PYD, BARZANİ BELİRSİZLİĞİ

 

Özellikle İstanbul zirvesi bu sorulara açıklık getirir nitelikteydi.
Büyük salonda büyük merakla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerini dinleyenler, ‘Orada zaten savaşan güçler var, kara harekâtına gerek yok’ ifadelerine çok kulak kabarttılar; çünkü ‘O güçler kim’ sorusu önem kazandı.
O güç, El Nusra olamaz, IŞİD gibi görülüyor; Özgür Suriye Ordusu da olamaz, hiç gücü yok; Türkiye’nin özel bir gücünden de söz edilemeyeceğine göre kafalarda PYD imajı doğdu.
Ancak Erdoğan konuşmasında PYD’ye çok net ve keskin tavır aldı.
Ertesi günü Hürriyet’te Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu’nun, PYD’nin de HDP gibi bir parti olduğunu belirten sözleri yayınlandı ama ardından duyduğu düzeltme ihtiyacı yine belirsizlik yarattı.
Bu belirsizlik Türkiye’nin biri devlet, diğeri Erdoğan kaynaklı iki farklı görüşü olduğu yönünde bir algıya da yol açmadı değil.
En başta yatırımcılar, yabancıların bunu önemsemesinin nedeni tabii ki Irak’ın (ve de İran’ın) petrolü ile gazı.
Eğer Türkiye, PYD ile uzlaşırsa onlar için işler yolunda -ki Türkiye için de aynısını bekliyorlar- demektir ama Türkiye, PYD’yi vurursa son tahlilde Barzani de sıkışır, tavır almak zorunda kalır.
Bu da Türkiye’nin Barzani yönetimi ile yaptığı petrol anlaşmasını etkileyecek, oysa ABD’nin de desteklediği o anlaşmanın bir an önce hayata geçirilmesi şart görülüyor.
Eee ne de olsa söz konusu rakam sadece doğalgazda önce 10 milyar metreküp, kısa süre sonra da 20 milyar, yani Azeri gazından daha çoğu.

 


TÜRKİYE’NİN SAHADAKİ ON BİRİ

 

Türkiye’nin önünde büyük fırsatlar olduğunu söyleyen çok, anlamaya çalıştıkları Türkiye’nin bunu ne yönde kullanacağı.
En başta terör belası olmak üzere Müslüman dünyanın iç sorunlarını çözmesi çok yüksek talep ve Türkiye bu alanda da çok önemli görülüyor.
Bu noktada ‘hukukun üstünlüğü’ ve ‘şeffaflığın’ yanına ‘anayurdun güvenliği’ ile ‘toplumun bütünlüğü’ ifadeleri konuyor.
İktidarından muhalefetine, sivil toplumundan dini/sosyal tabakalara kadar sahaya bütün olarak çıkan, 11 oyuncusu da en iyi futbolu oynayan bir Türkiye isteniyor.
Türkiye’nin böyle bir performans göstermesi Müslüman dünyadaki mezhep çatışmasına da ilaç olur diye bakılıyor.
Çünkü, Türkiye’nin o performansının bölgede yeni ittifaklar oluşturacağı öngörülüyor ve hemen herkes, ‘Başka bir İran geliyor’ deme gereği duyuyor.
“Bırakın Müslümanlar birbirini kessin dursun” diyen, hatta bunu teşvik edenler varsa, onları durdurmanın yolu da buradan geçmez mi?
Hele ki Batı’yı, “O kan sadece Ortadoğu’da kalır, size gelmez” diyerek yıllarca oyaladıkları düşünülüyorsa...

Yazının devamı...
Ankara Garı ile Rus uçağını unutanlar
17 Kasım 2015

Şeker kullanımına savaş açan bir ülke, her yıl bu kongreye ev sahipliği yapıyor; yetmiyor, üreticisi olmadığı pek çok üründe yaptığı gibi, şekerle ilgili kararlarda birinci derecede rol oynuyorsa ona, ‘âlem ülke’ denmez de ne denir?

İşte biz uçakta o ülkeye doğru yol alırken, aynı saatlerde terör, Paris’te, maalesef alışık hale geldiğimiz en karanlık yüzünü yeniden göstermişti.
İtiraf edeyim ki 24.00’te indiğim Londra’da beni karşılayan arkadaşımla iletişime geçme, bağaj alma, karşılama ve hemen başlayan derin sohbet sonucu her şeyden habersizdik.
Ta ki Wembley Stadı’nın Fransız bayrağının renkleri ile ‘Liberte’, ‘Egalite’, ‘Fraternite’ sözcükleri de yazılarak ışıklandırıldığını görünceye dek.

 

LONDRA’DA HER YER FRANSIZ RENKLERİ

 

Daha önce böyle bir şey olmamıştı, nedenini merak edince 4 saattir ‘kopuk olduğumuz’ dünyaya döndük, Londra’nın, Paris’in acısını derinden yaşadığını her yerde görür olduk.
Sadece statları değil kuleleri, görünür binaları da Fransız bayrağının renkleri ile ışıklandırıldı her gün, siyasetçileri, TV kanalları ve gazeteleri sadece Paris’i konuştu, yazdı.
Kısa süre yaşadığım ve pek çok kez geldiğim Londra’yı, Paris katliamı sonrası ayrıca gözlemledim ve soruşturdum.
Hepsinde değil ama bazı metro istasyonlarında polislerin daha görünür kılındığını; ilk günlerin sıcaklığıyla öncelikle lüks caddelerinde olmak üzere sokaktaki kalabalığın bir miktar azaldığını söylemeliyim, ki sorduklarım da bunu teyit ettiler.
Ayrıca pazar gecesi ülkeye giriş yapan İngiliz vatandaşı da olan bir Türk arkadaşım, Fransa-İngiltere sınırında 25 yıldır ilk kez kilometrelerce araç kuyruğu gördüğünü, köpek yardımı ile polislerin tüm araçları didik didik aradığını anlattı.
Sokaktaki insan için de en sıcak konu doğal olarak Paris katliamı.
Metroda bunu ben de ilginç bir değerlendirmeyle yaşadım.

 

DÜNYA LİDERLİĞİNDEKİ SORUN

 

İneceğim istasyon için elimdeki haritaya sık sık bakınca bir Londralı ile sohbet gelişti, nereli olduğumu öğrenince Ankara katliamını anımsatıp şunu dedi:
“Paris ile Ankara’yı aynı şekilde anmadığımızı, dünyanın da aynı tepkiyi vermediğini düşünürseniz haklısınız. Ama bu haksızlık sadece size karşı değil, Rusların uçağını da IŞİD düşürdü, en kanlı uluslararası eylemi o oldu. Peki, biz ve dünya ne tepki verdi?”
Söyleyecek bir sözüm kalmamıştı ama itiraf edeyim içimden, “Biz acımızı ne kadar yaşadık ve anlatabildik? Örneğin en azından Fransa gibi, ülke çapında bir saygı duruşunu neden düşünmedik, yapılanda dahi neden ortak duruş sergileyemedik” diye geçirmedim değil.
Sonuçta Kandahar’dan Bağdat’a, Şam’dan Şarm El-Şeyh’e, Ankara’dan Paris’e dünyanın en geri kenti de en ileri kenti de 2015’te dahi terörün iğrenç yüzünü görüyorsa bir şeyler çok yanlış gidiyor demektir.
Acaba temel yanlış da tarihin en kanlı savaşını sona erdirip dünyaya yeni ufuklar açan Churcill, De Gaulle, Roosevelt gibi liderlerin yerini, Sovyet Bloku’nun yıkılışına doğru önderlik edemeyen, haksız güç kullanımı ile şiddeti öne çeken Reagan, Bush, Blair ayarındaki siyasetçilerin alması olmasın?

Yazının devamı...
MHP kapıları açmazsa
15 Kasım 2015

Muhalefet partileri, derin farklılıklar nedeniyle işbirliğini ve koalisyon seçeneğini de yok ettiklerine göre şimdi başka alternatifler yaratılabilmeli.

HDP, 7 Haziran ile 1 Kasım arasında en sıkışan parti oldu, bedelini ödedi; geleceği de kendisine değil, PKK ile iktidar arasındaki ilişkiye bağlı.
Bu bağ, HDP’nin 4 yıl sonraki pozisyonunu tamamen muğlak kılıyor.
Yani HDP mevcut haliyle hesap dışı tutulabilir, geriye CHP ile MHP kalıyor.
CHP, ocak ayındaki kurultayda ne yapacağını gösterecek, ya MHP?

 

2002’NİN POSTALANAN OY PUSULALARI

 

Bugün MHP’ye, iktidar ortaklığı veya istediği partiyi istediği yöne çekme şansı yakalayıp bunu kendi eliyle yok eden tek parti gözüyle bakıldığı bir gerçek.
Düşünelim; Bahçeli, 7 Haziran öncesi SP ve BBP ile ittifak önerisini terslemek yerine Alpaslan Türkeş gibi davransaydı MHP’nin oy oranı ve TBMM’deki gücü ne olurdu?
Hadi HDP’yi sildi geçti, ya AKP ile koalisyon yapsaydı?
Olmadı, CHP ile birçok seçeneğinin hiç değilse tekini, süre şartıyla değerlendirseydi, o süre bittiğinde ortaya hangi sonuç çıkardı?
Kısaca MHP, 7 Haziran sonrası siyaseti istediği noktaya çevirebilme şansını kullanmadı; tam aksine, daha ilk gece Bahçeli ‘hodri meydan, yeniden seçim’ restini çekerek, ardından halkta karşılığı olan arkadaşlarını silip atarak seçmenine ‘pes’ dedirtti.
Bahçeli’nin bu yaşamsal kararları hangi genişlikteki ortak akılla aldığını söyleyecek biri çıkar mı bilmem; ama TBMM Başkanlık seçiminde, yönetimde yaşanan dağınıklık, alınan kararın güçlü bir şekilde savunulamaması dahi o tabandaki şaşkınlığı katladı.
Bugün de MHP, en temel sorunu olan ortak aklı kullanmak, parti içi demokrasiyi gerçekleştirmekten çok uzak davranıyor, kongre taleplerini kestirip atıyor.
Hem de sokaktaki seçmenin partisini hâlâ çok yakından izlediğini, 2002’de mührünü MHP’ye bastığı oy pusulasını sandığa atmak yerine genel merkeze yolladığını unutarak.

 

SOKAKTAKİ SEÇMENİ İKNA

 

Kongre talepleri 2018’e göndermeyle reddedilse dahi MHP yönetimi, muhalefetin ilk kez çok güçlü olduğunu mutlaka görüyordur.
O nedenle; muhtemel ki muhalefeti ve adaylarını, ideolojik sorgulatmaya sokup, ‘kimin yönlendirmesindeler’ ‘MHP’yi nereye çekecekler’ gibi sorularla hırpalamak isteyecek; ancak biraz derine bakılırsa, yönetimde dahi farklı görüşler varlığını hissettiriyor.
Hepimiz iyi biliyoruz ki Bahçeli, MHP’nin dışarıda tartışılmasına çok tepkili; ama içerideki tüm tartışma kanallarını da kapatıyor.
Bu sürdürülebilir değil; MHP’nin artık neden parti olduğunu, iktidar ve yönetim arzusunu ne kadar taşıdığını seçmenine göstermek durumunda.
Yoksa 2019 seçimi, bir büyük sürprizi MHP’ye dayatırsa kimse şaşırmaz.
Bahçeli ve arkadaşları, değişime kapalı durdukça dışarıdaki yeni arayışları güçlendirecek, o süreç de ayağa yeni bir kurşun anlamına gelecek.
MHP, lider-teşkilat-doktrin ekseninde, 2018’i beklemeden, 7 Haziran ile 1 Kasım arasını acımasızca sorgulamak, tabanına gerçeği anlatmak zorunda.
Çünkü, milletvekili, belediye başkanı, teşkilat yöneticisi bir şekilde ikna edilse bile sokaktaki insan ikna olmadan, ne oy ne de iktidar gelir.
Şu an sokaktaki MHP’linin, hem güvensizlik hem de derin kaygı içinde olduğunu da bilmeli.

Yazının devamı...
CHP’de koltuk inadını kırmanın tam zamanı
10 Kasım 2015

Bu arada Muharrem İnce de yeniden genel başkan adayı olduğunu açıkladı. 

Diğer aday Umut Oran gibi İnce de, kalan 69 il kongresinde delege oluşumuna genel merkezin müdahale edebileceği kaygısıyla, mevcut delegelerle toplanacak bir ‘olağanüstü kurultay’ istedi.
Muhalefetin bu talebinin temelinde, mevcut kurultay delegeleri içinde, görevden alınmış, belediye/milletvekili seçiminde aday olmuş, ancak listelere konmamış çok sayıda ismin varlığının yattığını kayda alıp öyle devam edelim.

 

MAHALLEDEKİ SANDIK ÖNEMLİ

 

Olağan kurultay sürecinin işlemesi ve ‘önlerini kapatmıyoruz’ iddiasıyla CHP yönetimi, Kılıçdaroğlu’nun rakiplerine ‘Tabandan güç alarak çıkın’ diyor.
Bu tutum da gösteriyor ki, mahalleden kurultaya dek tüm delegenin belirlendiği şu günlerde her CHP üyesi çok ciddi bir sorumlulukla karşı karşıya.
Tam da 1 Kasım sonrasına denk düştüğü için 1.2 milyon CHP üyesi, partilerine yeni bir kan vermek istiyorlarsa ağırlıklarını koymak durumundalar.
Pek çok tartışmayı bitirecek en kestirme yol da sandığı önlerine getirtmektir.
Nedenini açıklamam için önce Kılıçdaroğlu döneminde, tabanın irade koymasını sağlayacak önemli adımların atıldığını bir hakkı teslimen söylemeli.
Buna rağmen, hâlâ çok sayıda yerde, özellikle de mahalle delegelerinin, sandık konmadan evlerde veya örgüt binalarında belirlendiği bir gerçek.
İşte muhalefet de en çok bu sürecin yaşanmasından çekindiği için konuyu, Kılıçdaroğlu’ndan sonra dün bir de Teşkilat Başkanı Tekin Bingöl’le konuştum.
Bingöl, hem de çarpıcı örnekleriyle her şikâyetin gereğini yaptığını anlattı.

 

SAHTE VE SAMİMİ ÜYE FARKI İÇİN

 

Ne ilginç ki, sandık koymadan delege seçmeye kalkışan örgütler arasında, bu yöntemi eleştiren muhalefet adaylarını destekleyen il yönetimleri de varmış.
Genel merkez yanlısı illerde de aynı durumun yaşanmadığı düşünülebilir mi?
Elbette hayır ve onları da örnekleriyle sordum, samimi yanıtlar aldım.
Bingöl, oralarda da hemen gereğini yaptığını ayrıntıları ile anlattı.
Kılıçdaroğlu’ndan sonra Bingöl’ün de bunları söylemesi, CHP üyelerinin sorumluluklarını daha da yükseltiyor, onlara nerede sandık konmuyorsa ‘isyan’ etme hakkı getiriyor ki şu nedenle de bu çok önemli:
CHP tabanı bunu başardığı takdirde, sahte üyelerin de yolunu keseceklerinden kurultaya iradelerini tam yansıtma şansı yakalayacaklar.
Bu arada Bingöl’ün sözlerinden anladım ki, zayıf olunan illerdeki teşkilatların, kira giderlerine ilaveten elektrik, su gibi zorunlu harcamaları da genel merkezden karşılanması düşünülüyor. Bununla örgütlerin parasal açıdan biraz daha rahatlaması hedefleniyor; çünkü CHP’de parasal bir sıkıntının varlığı açık.
CHP örgütleri ve üyelik yapısıyla ilgili radikal bazı kararlar da gelebilir, ama henüz çok erken.
Şu aşamada muhalefetin de genel merkezin de beklentisi, ‘samimi üye’ diye altını çizdikleri CHP’lilerin, her aşamadaki örgüt seçimlerine damga vurması.
Peki, bu damgayı vurmanın, ‘koltuğa yapışma inadını’ bitirmek gibi, çok keskin bir sonuç yaratacağını söylemeye gerek var mı?

Yazının devamı...
CHP olağan kurultaya giderken
8 Kasım 2015

Normali de budur; ne kadar seçimin kaderini MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin tutumu belirlemiş olsa da çıkan sonucun en fazla CHP’yi etkileyeceği açıktı. 

CHP, seçimden yüzde 30 bandına çıkabilseydi bunlar yaşanmayacaktı.
Şimdi önemli olan CHP’nin 2-3 aylık bu süreci kırmadan, dökmeden; son iki yılda önemli ölçüde başardığı eski ‘hizipçi’, ‘her kafadan ayrı ses çıkan’ parti görüntüsüne yeniden dönmeyerek tamamlamasıdır.
Aksine CHP, süreci zor olanı başararak, yani bir umut üreterek bitirebilmeli.
Başlığı da bu tartışmalı sürece yönelik attım ve bilinçli olarak ‘olağan kurultay’ ifadesini kullandık; ‘neden’ diyeceklere açıklayalım.

 

KILIÇDAROĞLU’NDAN ADAYLARA SÖZ

 

CHP, 1 Kasım nedeniyle olağan kongre sürecini askıya aldı; oysa 12 il kongresi tamamlandı, diğer illerde de ilçe kongrelerinin en az üçte biri sonuçlandı.
Dün dahi birçok ilçede kongre vardı, bu ay 12 ile en az 3 il daha eklenecek ve CHP’de, il/ilçe kongrelerinde takvim, yılbaşından önce sonlanacak. Yine dün, büyük bölümü eski il başkanı olan 42 delege ile genel başkan adaylarından Umut Oran olağanüstü kongre taleplerini dile getirdi.
Görünen o ki, yeterince imza toplansa dahi, bir olağanüstü kurultay tüzük nedeniyle çok zor, 1-2 ay sonra yeni bir kurultay zorunluluğu doğacağı için.Muhalefetin ‘Olağanüstü Kurultay’ istemesinin nedeni ise Genel Merkez’in, yeni seçilecek delegeler üzerinde güç kullanma, etkide bulunma olasılığı.
Dün bu konuyu CHP yönetimi ile konuştum; ama belirleyici isim Kılıçdaroğlu olduğundan onun sözlerini aktarmakla yetineyim.
Kılıçdaroğlu, açık söz verdi, hiçbir kongreye müdahale edilmeyecek. Sadece bununla de yetinmedi, dedi ki, “Tek bir delege seçimi ile ilgili en küçük bir şikâyet gelsin, hemen gereğini yapacağım.”
Bu sözünden kuşku duymamasını isteyen Kılıçdaroğlu, demokratik bir yarış için gereken tüm şartları oluşturmada kararlı görünüyor.

 

TV YERİNE KONGRELERE DAVET

 

Bu kararlılığının göstergesini ise dünkü gelişmelerden bağımsız aktaralım. Kılıçdaroğlu sohbetimizde; “Bakın son MYK toplantımızda arkadaşlarımızı, çıkacak hiçbir aday için tek sert açıklama yapmamaları, kırıcı üslup kullanmamaları konusunda kesin dille uyardım” dedi.
Hem demokrasiden, konuşma özgürlüğünden söz edip hem de kapalı kapılar ardında adayların yolunu kesmek için çalışmanın eski ve kötü bir alışkanlık olduğunun altını çizen Kılıçdaroğlu, bunu da kesinlikle önleyeceğini açıkladı.
Umut Oran’ın, ‘adaylar TV programlarında tartışsın’ önerisine ise olumsuz yaklaşıyor, gerekçesini de söyleyerek.
Bu yolun CHP’yi iç tartışmaya çekeceğine inanan Kılıçdaroğlu, adaylara TV tartışmaları yerine şu yolu gösterdi:
“İl ve ilçeleri kongreleri sürecek; her aday çıksın, parti içi bu zeminleri kullansın; ne düşündüğünü, ilkelerini, CHP oylarını nasıl artıracağını oralarda doğrudan partilimizin yüzüne söylesin. Bu yolu da sonuna kadar açık tutacağımdan hiç şüphe olmasın.”
Kılıçdaroğlu’nun bu sürecin kırılmadan, dökülmeden sona ermesi için de elinden geleni yapacağını söylediğini de belirtelim ki bazı kaygılar sona ersin.
Bir kez daha yinelemek gerekiyor ki, Türkiye’nin devasa sorunları çözüm beklerken, ülkenin en büyük muhalefet gücünün önündeki 4 yılı kavgalardan uzak, geleceğe bakan bir perspektifle geçirmesi şart.

Yazının devamı...