(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

Academia.eduAcademia.edu
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE İTİBAREN TÜRK SİYASİ TARİHİ: ZİHİNSEL DÖNÜŞÜM – ÖZEL HARP – GLOBAL KONSENSUSA DİRENME MÜCADELELERİ Onur Dikmeci1 10.12.2020 İhtilâl dönemleri, aydınlanma ve sanayi devrimi neticesinde imparatorlukların, ulus devletler nezdinde dönüştürülmesi Birinci Dünya Savaşıyla mümkün olmuştur. Siyasi sistemlerin dönüşmesiyle birlikte güç dağılımları da etkilenmiştir ve İkinci Dünya Savaşı neticesinde küresel egemenlik İngiltere’den, ABD’ye geçmiştir. Bu konuyla ilgili yapılabilecek en somut tahlil, dünya sistemi ve siyasetini etkileme de hiçbir kriz veya yeniliğin konvansiyonel savaşlar kadar etkili olmadığıdır. İkinci Dünya Savaşı sonucunda oluşturulan yeni kurumlarla birlikte yeni mücadele konvansiyonel savaşsız ancak psikolojik sahayı da kapsayacak biçimde örtülü operasyonların ağırlık kazanacağı Soğuk Savaş biçiminde seyretmiştir. ABD’nin komünizme karşı askeri ve fikri mücadele etme yönünde aldığı tedbirler yönünü Batı İttifakı’na yönelik konumlandıracak olan Türkiye’yi de doğrudan etkilemiştir. Amerika'nın stratejik hizmetler bürosu OSS isimli bir istihbari birim mevcuttu ancak komünizme karşı örtülü operasyonlarda yapabilecek yeni bir teşkilat kurmak gerekiyordu. Reinhard Gehlen öncülüğünde oluşrturulan CIA ile yalnızca Amerika Birleşik Devletleri genelinde değil, anti komünist ilan edilecek her ülkede resmi orduların görünmeyen bir birimi olarak sivillerinde yer alacakları paramiliter yapılanmalar oluşturulmalıydı. Aslında komünizmde bir maskedir. Her daim komünizmin ne denli şeytani bir rejim olduğunu belirtip tekrarlayarak paramiliter grupların özerklikleri artırılmalı ve yeri geldiğinde belirlenen operasyonlar için kullanılmalıydı. 1947'de Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı Salih Omurtak öncülüğünde bir grup Amerika'ya gönderildi. 1948'de ise Danış Karabelen ile beraber 16 subay Amerika'ya gönderilerek ilk gerilla eğitimini alan grup olmuştu. Özel harp hususunda Amerika'nın yakından ilgilendiği subaylardan birisi de Turgut Sunalp'dir. Sunalp 1960'larda küresel sistemin sahası İsviçre'de Albay Otto Backmen ile birkaç kez bir araya gelecektir. Bu görüşmenin ilginçliği şudur; Backmen'in asker olmasına karşın yalnızca tek din projesi ile ilgili görevlendirildiği bilinmektedir ve görüşmelerin askeri niteliğin dışında anlamlar taşıdığı da anlaşılır.2 Sunalp 12 Eylül'den sonra yapılacak genel seçimlerde cuntanın desteklediği Milliyetçi Demokrasi Partisi'nin de kurucu genel başkanıdır. Sunalp dosyasını burada kapayalım Türkiye'nin özel harp macerasına devam edelim. Türkiye komünizm tehdidi belirdiğinde kuruluş genetiğinde bulunan muasır medeniyet mizacını tam manasıyla batı ve Amerika ile tanımlamayı seçmişti. Bunu açıklamak için Sovyetler Birliği'nin Türkiye'den toprak talep etmesi ve zayıf Türkiye'nin kendisini Amerikan kuşağına emanet etmesi tezi öne sürülür. Fakat Stalin öldükten sonra Sovyetler toprak talebi isteğini geri çekmesine rağmen Türkiye, Amerika kuşaklı bir ittifakı hiç bırakmamıştır. Şubat 1948 Prag darbesinden sonra kurulan NATO'ya başvuruda bulunmuş ancak reddedilmiştir. NATO başlangıçta konvansiyonel bir tehdide karşı oluşturulmuş bir konvansiyonel organizasyondu. Ancak dolaylı müdahaleleri ve örgütlediği paramiliter organizasyonlarla gayrı nizami harp hususunda da oyun kurucu olmuştur. NATO komuta kademesinde görev alan kişilerde tesadüf seçilmemiştir. NATO'nun her Başkomutanı SASAM, Türkiye Algı Merkezi, Politik Fütürist İsviçre Caux merkezli olarak Tek Dünya Dini yaratma çabaları da 1938’den itibaren başlatılmıştı. Avrupa Birliği’nin kurucuları arasında gösterilen Robert Schuman ve Jean Monet da bu toplantıların müdavimlerindendir. Ancak daha ilginç olan bu proje için Türkiye’den askerlerin de entegre edilmesidir. Fuat Doğu ve Albay Reşat Taylan bu askerler arasındadır. Fetullah Gülen, Özel Harp Dairelerinde görevli Taylan’ın yanında muhabere bölümünde askerliğini yapmıştır. Oxford ya da daha sonraki adıyla Manevi Cihazlanma Derneği olan yapının Türkiye’de ki savunuculuğunu yapan Ahmet Emin Yalman’da ilginç bir isimle ‘’Nuh’un Yeni Gemisi’’ başlığı altında bu faaliyetleri aktarmıştır. 1 2 mutlaka ABD'li olmaktadır ancak komutanlar okült cemiyetlerin geleneğinden beslenen organizasyonlardan gelmektedir. Bu karmaşık ve birbirine geçirgen yapı NATO'nun ABD'ye hizmet etse bile nihai hedef olarak ''Kaos ve Düzen'' planına uygun kurgulandığını ortaya koymaktadır. NATO'nun ilk Başkomutanı daha sonradan ABD Başkanlığı da yapacak olan Eisenhower aynı zamanda CFR üyesidir. Lord Carrington ise Bilderberg başkanlığı yapmıştır. En önemli Genel Sekreterlerden Luns, George Marshall, Dean Acheson da CFR üyeleridir. Resmi bir kaide olmasa bile her NATO Genel Sekreteri Bilderberg toplantılarına katılmaktadır. Özel Harp Dairesi'nin başına Daniş Karabelen getirildikten sonra kadrosu oluşturulmaya başlandı. İzmir ve Çankırı'da daireye bağlı kamplar oluşturuldu. Diğer ülkelerde Özel Harp Daireleri oluşturulurken ülkelerin istihbarat birimleriyle koordineli faaliyete geçmişti. Türkiye'de dönemin istihbarat birimi Milli Amale Hizmetleri bu uygulamanın dışında tutuldu. Bu konu sivil istihbaratın o dönem Türkiye'de kurumsal yapısını yeterince oturtmadığından kaynaklanabilir. Amerika Türk istihbaratını bu haliyle değerlendirmeli ve etkinliğini tesis etmeliydi. Bunun için Emirgan'da bir istihbarat Okulu kuruldu başına da Fuat Doğu getirildi. Kontr Harp Ve Türkiye Murat Bayrak oldukça gizemli bir kişiliktir. Balkanlarda Hançer Birliği ile irtibatı da olan Bayrak aslen Yugoslavyalıdır. CIA'de önemli pozisyonlarda bulunan ve özellikle Türkiye ile ilgili analizleriyle bilinen Paul Henze ve Frank Terpil, Bayrak'ın her daim irtibatlı olduğu ajanlardır. Siyasete Adalet Partisi'nde başlayan Bayrak daha sonradan MHP'ye girecek yani girmesi telkin edilecekti.. Gehlen'in ne denli önemli olduğundan bahsetmiştik. Bu Nazi eski generali Amerikan İstihbaratı'nı kurmuştu. Gehlen, Hitler'in Orta Asya ve Balkanlar da ki Müslümanları örgütleme organizasyonlarında yer alıyordu. Bu miras Gehlen aracılığıyla CIA'ya geçecektir. Gehlen'in keşfettiği Özbek kökenli General Ruzi Nazar ABD'de özel harp eğitimine tabi tutuluyordu. Aslında Nazar İkinci Dünya Savaşı'nda Rus Ordularında görev yapmıştır. Savaşın sonlarına doğru Alman Ordusu'na sığınan Nazar, Gehlen tarafından himaye altına alındı ve CIA'e angaje edildi. Nazar alâlade bir istihbarat görevlisi değildi Amerikan İstihbarat Servisi içerisinde Türkiye İstasyon Şefliğine kadar yükselmiştir. Amerikan vatandaşı da olan Gehlen özel harp eğitimlerinde Amerika'da Alparslan Türkeş ile tanışmıştır. Bu tanışıklık zamanla sıkı dostluğa dönmüştür. Türkeş Türkiye'de gayrı nizami harp kamplarında öğretmenlikte yapacaktır. Ruzi Nazar kontrgerilla kamplarını finanse eden Rockfeller ile özel ilişkiler geliştirdi. Rockefeller küresel sermayenin o günden itibaren ABD temsilcisi gibidir. ABD'yi bir gladyatör misali hazırlayıp dünya sahasına sürme projesinde önemli görevler üstlenir. Rockefeller NATO'nun kuruluşundan itibaren ABD menfaatlerine ters düşen herhangi durumu dünyanın neresinde olursa olsun müdahale etmek konusunda teşvik ediyordu. Rockefeller'in özel harp ile ilgilenmesinin sebebi de budur. Rockefeller'in hazırladığı bir raporda müdahalelere ''özel'' bir tanım getiriyordu: ''Gerek bizim gerek dünya devletlerinin güvenliğini sağlamak için mahalli kuvvetler ve akımlar tarafından sıkışık durumda bırakılmış olan dost hükümet ve rejimlere silahlı yardımlar yapmak zorunluluğu duymalıyız. Bu zorunlulukla yapılacak askeri müdahale, ne klasik askeri stratejiye uymakta ne de geleneksel diplomatik müdahaleye benzemektedir. Bu askeri müdahalenin kendine özgün bir niteliği ve biçimi vardır.'' Türkiye’de 1960 askeri müdahalesi 27 Mayıs tarihinde gerçekleştirildikten iki hafta sonra bu ihtilâli yapan komitenin adı Milli Birlik Komitesi olarak belirlenirken 38 üyeden oluştuğu açıklanmıştır. Bu 38 üyenin 25’i ABD’de IMET kapsamında özel harp eğitiminden geçmiş Türk subaylarından oluşmaktadır. Darbe yapıldığında dönemin ABD’li Türkiye Büyükelçisi Fletcher Warren, Latin Amerika’da görev yaptığını ve pek çok darbe gördüğünü ancak Türkiye’de ki darbenin tereyağından kıl çeker gibi harika bir taktikle yapıldığını ve asker olsa bu durumdan gurur duyacağını belirtmiştir. Askerler kısa bir süre sonra kendi içlerinde bölünme yaşamışlardır ve radikal grubun tasfiye edilmesiyle sivil yönetime geçilmiştir. Yükselen sol yapıların etkinliği ise anarşi olarak gösterilmiştir ve sağ-sol çatışmalarının nüvelerine şahit olunmuştur. Bunun neticesinde 12 Mart 1971 yılında ordu yine siyasete müdahale etmiştir ve muhtıra vermiştir. Bu muhtıradan sonra siyasette şiddet olgusu artmıştır ve sağ, sol olayları yurdu kapsayan iç çatışmaya dönüşmüştür. 1975’den sonra yıllık ölü sayıları daha da yükselmiş ve bazı vilayetlerde kaotik olaylar yaşanmıştır. 1 Mayıs 1977 Olayları Aslında 1960'lardan itibaren yükselen sol sosyalist hareketler 12 Mart 1971 Muhtırası ile bir anlamda dizginlenmek istenmiştir. Muhtıradan sonra hazırlanan anayasanın özgürlükçü olmadığına vurgu yapılmıştır. Fakat bunlara rağmen işçi ve öğrenci sınıfının sol hareketlere yoğun ilgisi devam ediyordu. Türkiye'de 1 Mayıs 1976'dan itibaren işçi bayramları kutlanmaya başlamıştır. 1977 yılında ise Taksim Meydanı'nda toplanan kalabalığın üzerine Intercontinental Oteli ve Sular İdaresi'nden ateş açılmış can kayıpları meydana gelmişti. Bu olaydan yaklaşın 1 ay sonra ise Bülent Eecevit'e suikast düzenlenmek istenmiştir. Bu atmosferde gidilen siyasi seçimler neticesinde CHP yüzde kırk bir ile tarihin en yüksek oyunu almış fakat tek başına iktidar olamamıştır. Bu tarihten sonra milletvekili transferleri, koalisyonlar ve siyasi istikrarsızlık kuvvetli biçimde yaşanacaktı. 1974 Kıbrıs Çıkarmasından sonra ABD tarafından uygulanan ambargo bozulan ekonomiyi daha da sarsmıştır. 1977 yılında dış ticaret açığı dört milyon doları geçmiştir. Akaryakıt kıtlığı yaşanmaktadır. Elektirik kesintileri döviz sınıntısı gibi sebepler artık dış kaynaklı ekonomik reçeteleri gündeme getirmekteydi. IMF heyetinin Türkiye'ye davet edilmesi ve yapılan görüşmelerle istenilen kredi temin edildi fakat Türk Lirası devalüe edilmiştir. Malatya Belediye Başkanı'nın Öldürülmesi Dönemin Malatya Belediye Başkanı Hamid Fendioğlu halk tarafından sevilen biriydi. 17 Nisan günü evine gönderilen bombalı paketin patlaması sonucu hayatını kaybetti. Olayın duyulmasının ardından halk kısa sürede galeyana geldi. Taşkınlıklar ve yürüyüşler alevi mahallerine yöneldi. Çıkan olaylarda üç öğrenci öldürüldü. Sivas Olayları 3 Eylül günü Sivas'ta benzer olaylar yaşandı. Diğer illerden getirilen kişiler yurtlara yerleştirildi ve olay günü alevilerin camilere bomba attığı şeklinde anonslar geçildi. Gruplar önceden tespit edilen evlere, mahallere saldırmaya başladılar. Feci olayların yaşandığı günde can kayıpları meydana gelmişti. Maraş Olayları 19 Aralık 1978 günü bir sinema salonunda meydana gelen patlamadan sonra başlayan olaylarda yine alevi mahalleri hedef alınmıştır. Çorum Olayları Önceden belirlenen evlerin ve dükkanların basıldığı olayda otuz üç kişi hayatını kaybetmiştir. Olaylar yaşandığı dönemde 15.Piyade Tugayı Komutanı olan Tuğgeneral Şehabettin Esengün olaylardan sonra yaptığı açıklamada şunu belirtmişti: '' Çorum olayları bir mezhep kavgası değildi. Mezhep ayrılığı, aşırı sağ ve aşırı solun çatışması için bir provokasyon olarak kullanılmıştır. '' Olayların ortasında görev yapan bir üst rütbelinin bu açıklamaları özel harbin misyonu dışında Türkiye'nin bütünlüğüne yönelik kullanıldığını göstermektedir. Öldürülen Aydınlar 1978'de Server Tanili'nin uğradığı suikasttan sonra, Bedrettin Cömert, Orhan Yavuz, Necdet Bulut, Bedrettin Karafakioğlu, Ali İhsan Özgül, Cavit Orhan Tütengil, Abdi İpekçi, Akın Özdemir, Cevat Yurdakul, Ümit Doğanay, Nihat Erim ve Kemal Türkler gibi isimler öldürülmüştür. Türkler dönemin DİSK eski başkanıdır ve öldürülmesinden sonra altmış yedi vilayetin otuz dördünde toplu iş bırakma eylemleri düzenlenmiş zaten kötü olan ekonomi daha da sarsılmıştı. Bireysel suikastlar, ideolojik çatışmalar, ekonomik çöküntü, siyasi kriz ve buhran Türkiye'yi müdahale için hazır hale getirmiştir. Artık Türkiye'de vuku bulacak bir askeri darbe için meşruiyet sağlayacak alt yapı hazırdı. 1977 yılında dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun 850 subayla birlikte darbe hazırlıkları yapmış bunun haber alınması üzerine dönemin hükümeti tarafından kendisi beraberindeki subaylarla birlikte emekli edilmişti. Bu kararı komuta kademesi de desteklemiştir çünkü Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'nin, Ersun hakkında verdiği göreve iade kararına rağmen siyasi iktidar tarafından göreve başlatılmayışı demokratik bağlılığın yanında mevcut komuta kademesinin de desteği ile sağlıklı olacaktır. İşte 1977'de darbeye genel destek vermeyen ordunun 1980'de bütün olarak darbeyi desteklemesi mevcut koşulların oluşmasının beklenmesi ile izah edilmektedir. 1978 yılında anarşinin rayından çıkması dönemin popüler politik lideri Süleyman Demirel tarafından ''En kanlı yıl'' olarak tanımlanmasına sebebiyet verecektir. 1979 yılında Türk Silahlı Kuvvetleri adına dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e bir uyarı mektubu verir: ''Sayın Cumhurbaşkanım Ülkemizin içinde bulunduğu ortamda devletimizin bekası, milli birliğin sağlanması halkın mal ve can güvenliğinin temini için anarşi ve terör ve bölücülüğe karşı parlamenter demokratik rejim içerisinde Anayasal kuruluşların ve özellikle siyasi partilerin Atatürkçü milli bir görüşle müştereken tedbirler ve çareler aramaları kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görülmektedir. Milli Güvenlik Kurulu'nun muhtelif toplantılarında bu konuda alınan kararların muhalefete siyasi partilerin kısır tutum ve davranışları yüzünden olumlu sonuçlara götüremediği yüksek malumlarıdır. Kuvvet Komutanları ile beraber yaptığım son gezilerimde Ordu ve Kolordu Komutanı seviyesindeki general ve amirallerle görüşmelerimde, milli birlik ve berberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde, süratle bir sonuca ulaşabilmek için gerekli tedbirlerin müştereken tespiti amacı ile tüm Anayasal kuruluşlar ve siyasi partilerin bir kere daha uyarılması bütün komutanlarca müştereken dile getirildi. Bu karar ışığında Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşlerini Milli Güvenlik Kurulu Başkanı olarak zat-ı alilerine sunuyorum.'' Mektupta yer alan diğer mektupta ise ülkedeki durum ortaya koyulmuştur: '' Ülkemizin içinde bulunduğu son derece önemli siyasi ve ekonomik ve sosyal ortamda her geçen gün hızını biraz daha artıran anarşi terör ve bölücülüğe karşı milli birlik ve beraberliğin sağlanabilmesi için Türk Silahlı Kuvvetleri ülke yönetiminde etkili ve sorumlu Anayasal kuruluşları ve özellikle siyasi partileri göreve davet etmek mecburiyetinde kalmıştır. Kahramanmaraş olaylarının yıldönümünde henüz ilk ve ortaöğretim çağında evlatlarımızın örgütlü eylemciler tarafından zorla sürüklendikleri anarşik olaylar ibretle müşahede edilmektedir. Anayasamızın getirdiği geniş hürriyetleri kötüye kullanarak İstiklal Marşımız yerine komünist enternasyoneli söyleyenlere, şeriat düzeni davetçilerine, demokratik rejimi yerine her türlü faşizmi getirmek isteyenlere, anarşiye, yıkıcılığa ve bölücülüğe milletimizin tahammülü kalmamıştır...'' Her darbede ki sosyolojik altyapı meşruiyet arama ve oluşturma teşebbüsü böylelikle uyarı mektuplarında görüldüğü gibi ortaya koyuluyor ve ordu milletin sözcülüğünü üstlendiğini belirten bir dil kullanıyordu. 1980 Mart ayında mevcut Cumhurbaşkanı'nın görev süresinin dolması ve parlamentoda Adalet Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi'nin yeni Cumhurbaşkanı üzerinde uzlaşamamaları Cumhurbaşkanlığı seçim sürecini kilitlemişti. Artık Cumhurbaşkanı bile seçilemiyordu. Böyle bir ortamda ordu emir komuta zinciri içerisinde 12 Eylül günü tüm yurtta yönetime el koyacak, parlamento fesh edilecek ve tutuklamalar başlayacaktır. 1960 askeri müdahalesinden itibaren tüm başarılı askeri darbelerde şartlar olgunlaşmıştır ve lobilerin desteği alınmıştır. Kur. Albay Talât Aydemir’in 1962-63 yıllarındaki iki kalkışması, 9 Mart 1971 cuntası ve 1977 Orgeneral Namık Kemal Ersun ile 850 subayın tasfiyelerinin sebebi bu harekatların tamamen ordu içerisinde dışa kapalı bir ekip tarafından tasarlanmaları hal böyleyken dış destekten yoksun olmalarıydı. Şu hâlde 12 Eylül’de NATO’nun ve ötesinde lobilerin tamamen desteklediği bir operasyondur. Bu operasyonun alt yapısı sağcı ve solcu gençler üzerinden kurgulanmıştır. 12 Eylül günü halkın büyük bölümü müdahaleye destek vermişti çünkü anarşi hiçbir şekilde siyasi irade tarafından temin edilememişti. Aslında bu durum bile özel harp taktiği olarak istenilen seviyede tutulmuştur. Siverek'ten askeri birlik çekildiğinde anarşi giderek artıyordu fakat yine bu durumu birliği geri çeken komutanlar eleştiriyorlardı. Bülent Ecevit bazı vilayetlerde sıkıyönetim isteğini dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren'e ilettiğinde, Evren bunu asker sayımız yeterli değil diyerek geri çevirmiştir. Asker sayısının yetersizliğini öne süren Evren ve ekibi bu olayın üzerinden bir yıl bile geçmeden 12 Eylül'de gerçekleştirdikleri müdahalede altmış yedi vilayette birden sıkıyönetim ilan edeceklerdir.! İşte bu siyasi sosyal yapı özel harbin unsurları tarafından kurgulandı. 12 Eylül’ün önemli sebepleri arasında; A) Yunanistan’ın tekrar NATO Üyesi olabilmesi yolunda mutlak Türkiye vetosunun kaldırılmak istenmesi B) “78’liler” olarak anılan 78 mezunu subayların toplu olarak tasfiyeleri C)Sentezci bir siyasi kompozisyon yaratabilmek için solun tam manasıyla etnik-mezhepçi yapıya dönüştürülmesiyle, milliyetçiliğin İslâmcılaştırılması D) 24 Ocak 1980 Neoliberal kararların kabul edilip uygulanması yer almaktadır. Nedir bu 24 Ocak kararları? 1970’lerden itibaren esen liberal ekonomik düzen 78 Washington Mutabakatıyla resmileşti, ithal ikameci politikaların takip edilmesi, serbest kur ve tamamen serbest piyasa var olmalıydı. Daha ayrıntılı ifadelerle; -Türk Lirasını devalüe ettikten sonra kontrollü biçimde dalgalanmaya bırakmak -İthalat serbestisi, ihracat özendirilmesi -Döviz ve diğer fiyatların oluşumunun da piyasaya bırakılması -Faiz oranlarının yükseltilmesi ve kademeli olarak serbest bırakılması -Ekonomide kamunun ağırlığının azaltılması. Neoliberal politikalar birinci sınıf ülkelerde devletin tamamen küçülmesi özelleştirmeler ve sosyal yardımların kısılması, ikinci sınıf ülkelerde devletin küçülmesi özelleştirmeler ve sosyal devletin minimuma indirilip sosyallik kavramının siyasi parti yardımlarıyla ilişkilendirilmesi, üçüncü sınıf yani oldukça geri ve tamamen kapalı ülkelerde işgallerle neticelenir. Türkiye ikinci kategorideyken, Guatemala, Panama, Ekvador gibi ülkeler üçüncü kategoridedir ve işgal edilmişlerdir. Şu hâlde işgal pahalı bir maliyettir ve açık ekonomilerde buna yer yoktur. 24 Ocak kararları uygulanmasa Türkiye lokal ya da genel işgale uğrayabilirdi. Bu tespit 12 Eylül’ü meşrulaştırmak değil siyasi ekonomik tarihin izahıdır. Tekdüze siyaset, istikrarsızlık, ideolojilerin içlerinin boşaltılmaları bu darbeden sonra ivme kazandığı gibi Yunanistan konusunda Türkiye vetosunu kaldırmış fakat istediğini alamayarak büyük bir politik başarısızlığa imza atmıştır. İdam edilen vatandaşlar ile alakalı hükümleri incelediğimizde; 50 kişiden; 18’i sol, 8’i sağ, 23’ü terör, 1’i Asala mensubiyeti sebebiyle idam edilmiştir. Türkiye’nin meselesi şahısları tartışmaktan ziyade olayları analiz eksenli olmalıdır. 12 Eylül Türkiye’nin yabancı bir işgale uğramasını engelledi ancak bozulan ideolojileri, niteliksiz kimi politikacı ve gazetecileri var edecek yolu açması ile siyasette popülizm taraftarlığı ve yağcılık alışkanlığını körükleyerek sonraki nesillerin; fikir, ideal, siyasi söylem ve siyaset biçimleri ile milletin sosyal psikolojik yapısı ve donanımını işgal etmiş bir birikimi ise hebaya uğratmıştır. Askeri yönetimin idareyi sivillere bırakacak olmasının ardından genç yaşta IMF'de görev yapan ve küresel gruplarla arası iyi olan Turgut Özal'ın Anavatan Partisi iktidar olacaktır. Özal bu süreçte sivilleşme ve liberalizasyon politikalarını uyguladı. 1990'lı yıllardan itibaren ise artan terör eylemleri karşısında ordunun bir kanadıyla beraber Kürt meselesini çözmek için adımlar atmak istedi. Bölge ile alakalı raporlar oluşturuldu ve dönemin Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis ile eşgüdüm içerisinde 1992'den itibaren Kale Harekât planı uygulamaya koyuldu. Yalnızca askeri operasyonları değil bölgesel sivil talepleri de karşılamaya yönelik girişim devam ettirilirken Irak'ın Kuzey bölgesinde ise Barzani ve Talabani gibi gruplarla görüşülüyordu. Bu yıllardaki çabaya istinaden Turgut Özal'a atfedilen ancak onun olmayan ''Bir Koyup Üç Almak'' cümlesi öne sürülür. Oysa bu çaba kesinlikle PanTürkist mahiyette olmadığı gibi Özal, kimsenin topraklarında Türkiye'nin gözü olmadığını böyle olması durumunda Türkiye'den de toprak talep edenlerin çıkacağını belirterek Japonya misali kalkınma modeli üzerinde durmuştur. Fakat süreç içerisinde önce Bitlis'in Genelkurmay raporlarına göre kaza, kamuoyu vicdanına göre suikast sonucu helikopterinin düşerek yaşamını yitirmesi ve Turgut Özal'ın hayatını kaybetmesi bu projeleri sekteye uğratmıştır. Zaten 1994 yılında da yeni bir ekonomik kriz gelecektir. 1995 yılından itibaren Türk siyasetinde popüler olan ''irtica'' kavramı üzerinden yıllarca tartışma yürütülmüş ve istikrarsız koalisyon dönemleri yaşanmıştır. Daha 94 krizi atlatılamadan Türkiye'nin önemli ticari partneri Rusya'nın 1998'de krize girmesi ve bunun Türkiye'ye yansıması, 1999'da Marmara'da meydana gelen deprem ile Türk ekonomisi çok büyük hasar almıştır. Böyle bir ortamda kurulan Demokratik Sol Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve Anavatan Partisi'nden oluşan üçlü koalisyon döneminde küresel elitler düğmeye basmışlar ve iki gün içerisinde Türk borsalarından beş buçuk milyar dolar para çıkışını gerçekleştirmişlerdir. Gecelik faiz oranları yüzde yedi bin beş yüzü bulmuştur. Dünya Bankası'nda çalışan ve Türk ekonomisini kurtarması için getirilen Kemal Derviş istenilen başarıyı sağlayamadığı gibi mensubu olduğu partisinin genel başkanı Bülent Ecevit'in telefonlarına günlerce çıkmamıştır. Hüsamettin Özkan öncülüğünde DSP içten bölünmüş ve Özkan, Derviş, İsmail Cem öncülüğünde Yeni Türkiye Partisi oluşturulmuştur. Refah Partisi'nden kopan muhalif grup ise Adalet ve Kalkınma Partisi'ni kurmuşlardır. Koalisyonun bozulması sonucunda gidilen erken seçimler neticesinde Ak Parti 3 Kasım 2002'de çoğunluğu sağlayarak tek başına iktidar olacaktır. Bu ortamda Ak Parti'ye yöneltilen en büyük eleştiriler, ABD'nin Irak'ı işgali sırasında iktidara geldiği, bu işgale destek vereceği ve Büyük Ortadoğu Projesinde aktif olarak yer alacağıdır. Bu proje nedir? Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice tarafından 2003 yılında The Washington Post Gazetesi'nde bunun ayrıntıları yazılmıştır: '' İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından, Amerika kendini Avrupa'nın uzun soluklu değişimine adadı. Siyasetçilerimiz, savaşın getirdiği ölümler ve yıkımları (yüzbinlerce Amerikan kaybı da dahil olmak üzere) inceleyip araştırarak başka savaşın düşüncesinin bile yer alamayacağı yeni bir Avrupa için işe koyuldular. Biz ve Avrupa halkı kendini demokrasi ve refaha adadı, sonuç olarak birlikte başardık. Bugün, Amerika ve müttefikleri kendilerini dünyanın bir başka yerindeki uzun soluklu değişimlerden bir tanesine hazırlamalıdır: Orta Doğu. 22 ülkeden oluşan ve toplamda 300 milyonluk bir nüfusa sahip olan Orta Doğu, 40 milyon nüfuslu İspanya'dan daha düşük bir toplam gayri safi yurt içi hasılaya sahiptir. Bu bölge, Arap aydınların politik ve ekonomik bir "özgürlük açığı (eksiklikliği)" diye adlandırdığı şeyler dolayısıyla geri kalmaktadır. Onlarca yıldır devam eden umutsuzluk duygusu, insanlara üniversitelerini, kariyerlerini ve ailelerini dahi bir kenara bıraktıracak nefret ideolojileri için verimli bir temel oluşturmakta ve bunların yerine kendilerini patlatmayı tercih ettirmektedir - beraberlerinde olabildiğince çok fazla masum canı da götürerek. Tüm bu faktörler, bölgenin istikrarsızlığı için ana sebepler olmakla birlikte, Amerika'nın güvenliğine de sürekli bir tehdit oluşturmaktadır. Bizim işimiz, Orta Doğu'da daha ileri demokrasi, hoşgörü, refah ve özgürlük arayanlarladır. Başkan Bush'un Şubat ayında da belirttiği gibi, "Dünya, demokratik değerlerin yayılması konusunda oldukça ilgilidir, çünkü, istikrarlı ve özgür uluslar, katillik (canilik) ideolojileri doğurmazlar. Daha iyi bir hayat için barış yollarıyla aramalarını gerçekleştirirler." Açık olalım; Amerika ve o zamanki koalisyon Irak ve oradaki rejimle bir savaşa girdi, çünkü Saddam Hüseyin hem Amerika hem de dünya güvenliğine bir tehdit oluşturuyordu. Bu rejim, kitlesel katliamlar yapacak silahlar kullanmış ve kullanıyordu, terörle içli dışlı idi, iki kere olmak üzere diğer ulusların ülkelerini işgal etmişti ayrıca da Uluslarası Örgüt ve 17. Birleşmiş Milletler yasasına baş kaldırıyordu - bunun yanında, rejimin verdiği imaj hiçbir zaman silahsızlanmayacağı ve dünyanın geri kalanının isteklerine hiçbir zaman uymayacağı yönündeydi. Bugün, o tehdit söz konusu değil. Ve Irak'ın özgürlüğüne kavuşmasıyla birlikte, Orta Doğu'da hem bölge hem de dünyanın geneli için daha olumlu bir gündem belirlemek adına daha özel imkanlara sahibiz. Daha şimdiden İsrail ve Filistin halkları arasında barış içinde hızla ilerlemek adına imzalanmış anlaşmalar görmekteyiz. Haziran'da yapılan Kızıl Deniz Zirvesi'nde, İsrailliler, Filistinliler ve komşu Arap ülke vatandaşları, başkanın öne sürdüğü görüşte hemfikir oldular - iki ülkenin, İsrail ve Filistin, iç içe barış içinde yaşayan iki komşu ülkenin istikrarının devamı görüşünde. - İsrailli liderler, Filistinlilerin kendi kendilerini yaşanabilir, barış dolu, demokratik ve terörle mücadeleye adanmış bir devlette yönetmeleri fikrinin kendileri (İsraillilerin kendileri) adına daha iyi bir fikir olduğuna daha çok inanmaya başladılar. Aynı zamanda Filistinli liderler de, terörün; Filistin devleti için bir araç olamayacağını, tam tersi, bu devleti imkansız hale getireceğini daha çok kavramaya başladılar. Saddam Hüseyin rejiminin son bulması, bölgede zaten devam etmekte olan bir başka süreci de güçlendirmektedir aynı zamanda. Arap aydınları, Arap hükumetlerine "özgürlük eksikliğini" belirtmeleri konusunda çağrıda bulunmuşlardır. Bölgesel liderlerin ağızlarında, içsel yenilikte öncül, daha fazla siyasi katılımın hâkim kılındığı ve ekonomik ve ticari özgürlüğün yer aldığı yeni bir Arap bildirgesi dolanır olmuştur. Fas'tan Basra Körfezi'ne kadar, uluslar siyasi ve ekonomik şeffaflık adına çok büyük adımlar atmaktadırlar. Amerika Birleşik Devletleri bu adımları olabildiğince desteklemektedir. Bilinmelidir ki, bölgelerdeki dost ve müttefik ülkelerle birlikte çalışarak daha fazlasını yapacağız. Saddam Hüseyin'in suç rejiminin yer aldığı bölgedeki yönetim; daha insancıl ve demokratik ilkelere bağlı Irak devletiyle yönetilmeye başlandığında o bölgeye bile daha gelişmiş, daha pozitif imkanlar gelecektir. Demokratik Almanya nasıl; şu an özgür ve tamamen barış içinde olan yeni Avrupa'nın temel taşı olduysa, Irak da aynı şekilde, nefret ideolojilerinin olmayacağı yeni Orta Doğu'nun kilit elemanı olabilir. Ve oradaki ana çarpışmamızdan (saldırı, savaş) yaklaşık 100 gün sonra, Irak halkı ülkelerini rejenere etmiş ve daha umut dolu bir gelecek için demir dövmeye başlamıştır. Özgürlüğe doğru devam etmekte olan bu dönüşüm süreci devam ettikçe; Amerika, Iraklıların daha güvenli ve daha fırsat dolu bir ülke kurmaları için diğer ülkelerle de birlikte çalışacaktır. Orda Doğu'nun dönüşümü hiç kolay olmayacak, hem de çok fazla zaman alacak. Amerika, Avrupa ve diğer tüm özgür devletlerin; bölgede, bizim insanlık özgürlüğüne verdiğimiz değerde ortak düşünceye sahip diğer ülkelerle geniş iş birlikleri gerekmektedir. Bu, öncelikli olarak bir askeri adanmışlık değildir, bunun yerine, tüm ulusal gücümüzü - ekonomik, siyasi ve kültürel kullanmamız gereken bir iştir. Örneğin Başkan Bush, daha somut projeler vasıtasıyla daha iyi bir gelecek kurabilmemiz için ortak bir çatı altında toplanmak adına, Orta Doğu Ortaklık Başlangıcı projesini başlatmıştır. Bunun ötesinde bölgede bir Birleşmiş Milletler kurulmasını önermiştir bölge halkını gittikçe genişleyecek bir fırsatlar halkasında buluşturmak üzere yaklaşık on yılda kurulacak olan Orta Doğu Özgür Ticaret Alanı. Tüm problemlerinden dolayı, Orta Doğu harikulade potansiyele sahip bir bölgedir. Dünyanın en büyük üç dininin doğuş merkezi, aynı zamanda da kutsal bölgesidir ve tarihi bir öğrenme, hoşgörü ve ilerleme merkezidir. Daha siyasi ve ekonomik özgürlüklerine ve daha modern ve iyi eğitim şartlarına kavuştuklarında bizim zamanlarımızın ilerlemelerine tam olarak katılabilecek yetenekli ve iş bilen insanlarla dolup taşmaktadır. Amerika, Orta Doğu'daki insanların potansiyellerinin tamamını ortaya koymaları konusunda onlara yardımcı olmaya kararlıdır. Bölge halkının daha özgür ve daha fırsat dolu şartlarda; aynı zamanda da Amerika ve dünya halkının daha güvenli ortamlarda yaşamaları için çalışacağız.'' Ak Parti o dönem iktidarda kalabilmenin koşulunun lobilerle masaya oturmak olduğunun bilincindeydi. Müstakil, muhafazakâr ve rasyonel temelli bir siyaset icrası için kurulan parti o dönem lobilerden övgü alıyor ve Türk toplumunun Avrupa Birliği'ne girebilme isteğini siyasi zeminde dile getirerek müzakereleri başlatıyordu. Müzakereler askeri vesayetle mücadele içinde kullanılan bir argüman olacaktır. Ortadoğu'da inisiyatif alan yeri geldiğinde Hamas ve İsrail'i aynı masaya oturtan, yeri gelince Suriye, İran, Lübnan ile görüşüp ikili anlaşmalar imzalayan Türk Dış Politikası dinamik bir mizaca bürünmüştü. 2007 yılında başlatılan soruşturmalarla emekli ve muvazzaf askerlere yönelik operasyonlarda hükümet tarafından desteklenmiştir. Fakat bu durum, o dönem için ciddi bir cuntanın varlığından şüphelenilmesinden kaynaklanıyordu. Bu dönemde Türk siyaseti büyük değişimlere uğrayacaktır. 2007 yılında başlatılmak istenilen Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi'nin, Demokrat Parti adı altında birleştirilme çabaları sonuç vermemişti. Sonradan bu partilerin liderleri birbirlerini çeşitli hususlarda itham etseler de yeni merkez sağ, global cuntanın Türkiye içerisindeki uzantıları tarafından sabote edilmişti. 2009 yılında ise ülkücü gelenekten gelen ve sonradan ayrı bir siyasi parti ile Alperenciler olarak ayrı bir gençlik birimi meydana getiren Muhsin Yazıcıoğlu bindiği helikopterin düşmesi sonucunda yaşamını yitirmişti. Yazıcıoğlu yaşadığı dönemde sembolik bir oy almaktaydı fakat muhafazakâr zümrenin sempatisini kazanmıştı. Meydana getirdiği hareketin özgül ağırlığı bulunmaktaydı ve siyaset hakkında çok şey bilmekteydi. 2007 yılından itibaren başlatılan Türk siyasetini dizayn projesi ile sağ-merkez sağ çökertilmiştir. Ak Parti içerisinde global kanatla uyumlu kadroların lobilerle yoğun temaslarının başladığı medyada yer buluyordu. İşte bu ortamda Türk Devlet Aklı, Recep Tayyip Erdoğan'ın, Devlet'in Merkezine alınması kararını verdi. 27 Nisan 2007 TSK uyarısından sonra yasal değişiklik yapılarak Cumhurbaşkanı'nı halkın seçmesi yönünde düzenlemeye gidildi. 2012 yılında emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un tutuklanması ve dönemin Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı'nın ifadeye çağırılıp tutuklanmak istenmesinden sonra Erdoğan bütün global lobilere rest çekmeye başlamıştı. Çünkü artık millet nezdinde yeterince destek sağlamıştı ve devlet felsefesi kendisinden taraftı. 2014'den itibaren tutuklu askerlerin tahliyeleri ile siyasi Kürtçü, ultra liberal ve FETÖ üzerinden Siyasi İslâmcılar partiden tasfiye edilmeye başlandı yeni dönemde milliyetçi politikalar izleyecek ve binlerce yıllık devlet geleneğine uygun adımlar atacak Erdoğan'ın oy oranı yüzde ellilere yükselirken, iç ve dış teröre karşı kararlı tutumu ile birlikte savunma projelerine destek millet nezdinde yüzde seksenlerin bile üzerine çıkacaktır. Global Akıl'ın Türkiye'ye Müdahale Senaryosu Türkiye'ye lokal ya da genel olarak dışarıdan yapılacak bir müdahale konusu en çok 15 Temmuz sürecinde yazılmaya başlandı. 15 Temmuz ister ABD ya da NATO ister ultra küresel planların tetiklediği bir eylem olsun neticede global strateji galip gelecekti. Yani bu olayı ABD ile sınırlı düşünmek yanlış olur. 7 Haziran 2015 genel seçimlerine gidilen süreçte Türkiye'ye müdahale yönünde bir mesaj içeren yazı New York Times'da yer almıştı: ''Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, ABD'de gönüllü sürgünde bulunan İslamcı vaiz Fethullah Gülen'le bağlantılı çok sayıda medya organının yasaklanmasını istedi. Bu seferki tehlikeli atmosfer alışılmadık biçimde karanlık ve korku verici. Sayın Erdoğan doğruyu söyleyenlere karşı giderek hasmane bir tavır takınıyor gibi. ABD ve Türkiye'nin diğer NATO müttefikleri, onu bu yıkıcı yoldan geri döndürmeye çalışmalı." Mantık şu sorunun sorulmasına sebebiyet verebilir; bir müdahale söz konusu olsa Türkiye'de ki en muhalif gruplar bile bir araya gelerek topyekûn bir beraberlik sergilemezler mi? Normal şartlar altında bu sorunun yanıtı kesin olarak Evet'dir. Ancak 15 Temmuz akşamı ile düşünüldüğünde dış müdahalenin başarı olasılığı yükselmektedir. Bu durumu daha sonra izah edeceğiz. Şimdi batılı özellikle Amerikan NeoCon tezlerde işlenen daha doğrusu yeniden formatlanan Demokratik Barış Tezi'ne bir göz atalım. Tez, demokratik devletlerin sıcak çatışmaya girmeyeceklerini ne olursa olsun bir uzlaşı ortamının sağlanmasıyla sorunların çözülebileceğini işler. NeoCon sınıfı bu tezi çıkarları doğrultusunda formatlar. O halde demokratik olmayan ülkeler demokratikleşirlerse kendileri için bir tehdit olmaktan çıkacaklardır. O halde demokratik olmayan ülkelere demokrasi ihracı sağlanmalıdır. Bu göreve ABD soyunacaktır. (ya da ABD elit bürokrasisi tarafından kurgulanacaktır) Bu uğurda ülkeler gerekirse işgal edileceklerdir. Aslında bu kuram yeni dünya yolunda aldatıcı bir maskedir. Afganistan, Irak ve Libya örnekleri gösterdi ki dış müdahaleler demokratikleşmeyi asla getirmediği gibi bu ülkeler artan seviyeli bir iç savaşa sürüklendiler. Yeni yönetimler kuruldu, sömürü arttı aslında bütün bunlar yaşanırken en büyük yarayı alan ülke de Amerika oldu. Giderek artan borcu, toplumda yükselen liberal seslerin ''Çocuklarımız Boşuna Ölüyorlar'' haykırışı her şeyi birbirine karıştırdı. Bir gladyatör olarak arenaya sürülen ABD'de global planların bir hizmetkarı yapılmıştı. İşte bu demokratik tezin Türkiye'ye uygulanması gerektiği öne sürülüyordu. Bu görüşler dış basınla sınırlı kalmadı ve Türkiye'de de bu konuya değinenler oldu. Lale Kemal Eylül 2015'de Türkiye'de tehlikeli gidişatın engellenmesi gerektiğini yazmıştı: '' Türkiye'deki tehlikeli gidişata artık dışarıdan müdahale ile “dur” denilebilir. Bu “dur” deme hali ise bizim kara gözümüz karakaşımız için değil, Türkiye'nin, Allah vergisi coğrafi konumu ve NATO üyesi olması sebebiyle, “otoriterleşmesine” izin verilmeyecek olmasından kaynaklanabilir'' Ali Bulaç'ta Lale Kemal'in yazısından neredeyse bir hafta sonra Türkiye'ye müdahale seçeneğini gündeme taşıdı: '' Türkiye'yi de pek yakından tanıyan dostumuz “Uzak olmayan bir gelecekte NATO Türkiye'yi işgal edebilir!” dedi. Hayretle “Hangi gerekçe ile?” diye sordum. Şunları söyledi: “Kürt sorunu giderek ağırlaşacak. Çatışmalar yayılıp da, sorun siyasi ve toplumsal krize dönüşürse NATO istikrarı sağlamak gerekçesiyle Güneydoğu'ya müdahale edecek '' Bulaç'ın yazıyı kaleme aldığı dönemde Türkiye'de çözüm süreci bitirilmiş hükümet iradesiyle Türk Ordusu tarafından terör operasyonları başlatılmıştı. Operasyonlar son derece başarılı seyretmiştir ve bu evrede toplumun çok büyük kesimi tarafından destek görmüştür. Terör operasyonları ile en azından bu alanda bir milli mutabakat sağlanmış oluyorken Türkiye'ye bir müdahale bu mutabakatı ancak daha da keskinleştirirdi. Demek ki yazılanlar ya bir temenni ya da gelecekte yaşanması muhtemel olağanüstü durumlarda meydana çıkması düşünülen olasılıktı. Bu olasılığın Temmuz 2016 ile bağlantılı olduğu bir seneden az zamanda anlaşılacaktır. Bulaç'ın yazısının bir benzeri Mehmet Altan tarafından da yazılmıştır. Yazının başlığı Güneydoğu'ya BM Müdahale Eder mi? Biçiminde atılmıştı: '' Üstelik bölgedeki insanlarımız da artık yavaş yavaş umutlarını 'dışarıya' bağlıyorlar... Evine top mermisi isabet etmiş, evi yanmış, yedi çocuğuyla ortada kalmış bir baba Reuters muhabirine, “dünyanın en güçlü ordusu bugün vatandaşları olan sivillerle savaşmaya gelmiş. PKK ve devlet arasında bir savaş olabilir ama sivil halkın ne suçu vardı, sivilleri korumak devletin yükümlülüğü değil mi? Madem devlet sivilleri koruyamıyor, NATO, BM duysun sesimizi, böyle devam ederse birçok sivil ölecek" demiş. '' Altan, psikolojik operasyonun seviyesini artırmıştır. Türkiye'ye müdahale senaryolarına bir bölgedeki halkın beyanı/niyetiymiş gibi yazılar yazarak sivil meşruiyet tabanı oluştuğuna yönelik bölgesel kamuoyu ve lobileri iknaya matuf bir rolü üstlenmiştir. En net tablo 15 Temmuz 2016 akşamı görülmüştür. Bu askeri hareketliliğin darbe ya da kalkışma gibi kavramlarla tanımlanması konusunda tartışmalar yaşandı ve bu konuda iştirak ettiğimiz sonuç darbeden bile ağır bir seçenek olan kalkışma kavramının uygun olduğudur. Darbenin tek sonucu ülkede siyasi idareyi ele almakken, kalkışmanın sonuçlarından birisi budur. Diğeri ise lokal ya da genel iç çatışmaların devam ettirilmesidir. İşte bu senaryo 15 Temmuz'dan yaklaşık bir sene önce iç ve dış basında yazılmaya başlanan Türkiye'ye müdahale argümanıyla tutarlıdır. Çünkü Osmanlı'dan günümüze Türkiye'de ilk defa bir askeri hareketlilikte: .Polis askerin karşısına çıkmıştır .Halk askerin karşısına çıkmıştır .Kalkışmadan taraf olmayan askerler tüm yurtta kalkışma taraftarı askerlerin karşısına çıkmıştır. Bu özellikler bakımından 15 Temmuz bir ilk hüviyetiyken siyasi tarih bir bütündür. Tarihte tekerrür olgusu modern tarih anlayışına aykırıdır ancak tarihi olaylar benzerlik göstermektedir. Örneğin Türkiye'de 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra ordudaki kliklerin cuntalaşma faaliyetleri devam etmiştir. Öyle ki Kurmay Albay Talât Aydemir, birtakım isteklerin yerine getirilmesi amacıyla Kara Harp Okulu ve karacılar ağırlıklı bir kalkışma gerçekleştirmişti. Dönemin komuta kademesi buna destek vermemiştir ve havacı jetler Harbiye'yi bombalamış, karacılar ise Hava Kuvvetleri'ni sarmıştır. Dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İrfan Tansel, karacıların müdahalesinin topyekûn gelmesi durumunda hava ve deniz kuvvetleri olarak NATO üslerine çekileceklerini duyurmuştur. Böyle bir ortamda füze rampaları sebebiyle ABD'nin İskenderun, Rusya'nın ise sınır güvenliği bahanesiyle Kars-Ardahan hattına müdahalesi olasılıklı haline gelmiş Türkiye çok büyük bir felaketten dönmüştür. Bu olayın benzeri yıllar sonra 15 Temmuz 2016'da yaşanmıştır. Kuvvetler birbirleriyle çatışmışlardır. Kalkışmada, 10. Tanker Üssü/İncirlik, aktif rol oynamıştır. Kalkışmanın günlere ya da aylara yayılması ordunun 1960'lı yıllarda olduğu gibi bazı birimlerinin NATO'ya sığınmaları, Türkiye'de ki kargaşa ve anarşi ortamının öne sürülerek yalnızca ABD değil birkaç ülkeden oluşan NATO üssü bir güçle müdahale edilmesi tertiplenen sonuçlardan biridir. Ordunun yurt genelinde kendi içerisinde çatışması, ordu polis ya da ordu halk çatışmasından daha kötü sonuç doğuracak bir sonuç olduğu gerçektir. İç zemin ancak bu şekilde uygun hale getirilebilirdi. Planlanan müdahalenin NATO üssü bir güçle sağlanması teorisini destekleyen argüman Rusya'nın da bu yönde bir inisiyatif üstlenmek isteyeceği gerçeğidir. Türkiye'de bazı ulusalcı Avrasyacı tezlerde işlenen ''15 Temmuz kalkışmasını/darbesini Rusya/Dugin haber verdi'' motifi hastalıklı bir bakış açısının ürünüdür. Bu kalkışmanın içerisinde yalnızca Amerika'nın bir kanadı değil, İngiltere ve Rusya'da bulunmaktadır. Her güç kendince bir şeyler talep etmiş aralarında birtakım pazarlıklar dönmüştür. Fakat ordu da ki muhalif güçlerin darbecilere karşı süratli dirençleri ile, asker asker ya da asker polis çatışmalarının engellenebilmesi ya da minimumda tutulabilmesi için halkın kitleler halinde tampon güç görevini ifa edecek biçimde sokaklara davet edilmeleri soğukkanlı bir Türk Devleti Projesi olarak uygulanmış ve başarılı olmuştur. Kalkışmanın tamamen bastırılması tabii ki tasfiyeleri doğuracaktır. Fakat bu seferde hangi kadrolara görev verileceği konusu tartışılacaktır. Çünkü bir yerde tasfiye varsa karşıtı olarak kadrolaşmada olacaktır ve kadrolaşmalar geneli itibariyle ideolojiye dayanmaktadır. NATO'cu klikler tasfiye ediliyorsa yeni ekipleri Avrasyacı, bağlantısız ya da kripto Atlantikçi biçiminde tasnif etmek devletin karşılaşacağı çetrefilli bir iş olacaktır. Kalkışmadan sonra Türkiye NATO'dan bütünüyle kopmadı fakat Pekin - Londra hattına daha fazla ağırlık vermeye başlamıştır. Türkiye'de ki Avrasya tezlerinin yanlışlığı burada da karşımıza çıkar. Türkiye, Şanghay ya da Rusya'ya değil bizatihi Pekin ve Pekin üzerinden Londra'ya yaklaşmaktadır. Türk Siyasetinin Global Senaryolara Göre Yeniden Formatlanmak İstenmesi Her zaman diliminde ve her siyasi yapıda görülecek en ufak zaafiyet, kitlesel talep, kriz alanları global akıl tarafından yönlendirilmeye müsaittir. Örneğin, Fransız İhtilâli'nde köylü sınıfının talebi öne sürülerek burjuva sınıfı tarafından devrim gerçekleştirilmişti. Ancak daha sonra bir avuç jakobenistin idealleri doğrultusunda bir düzene geçilebilme yönünde adımlar atılmıştı. Türk siyasetinde özellikle 1970'li yıllarda kronikleşmiş istikrarsızlık sebebiyle darbe ve sonrasının yolu açılmıştı. Türkiye'de 2016 Temmuz ayından itibaren oluşmaya başlayan birlik duyusu olağanüstü koşullar sebebiyle milletin ortaya koyduğu iradenin neticesiydi. Bunun neticesinde yasal düzenlemeler yapılmış, sistem değişikliğine gidilmiş ve seçimlerin gerçekleştirilmesiyle Türkiye çeşitli sorunlarına rağmen kararlı bir doğrultuda politik düzeni tesis etme gayreti içerisine girdi. Fakat bazı konularda Ak Parti ve MHP arasındaki uyumsuzluk Cumhur İttifakı'nın akıbetinin ne olacağı hususunu gündeme taşımıştır. İki partinin özellikle af ile alakalı yasal düzenleme, bedelli askerlik süresinin ne olacağı konusu, emeklilikte yaşa takılanlar ile alâkalı yasanın akıbeti gibi konularda sorun yaşanmıştır. Ayrı iki siyasi organizasyonun her hususta aynı kararları alamayacağı muhakkaktır. Fakat biraz evvel belirttiğimiz gibi uyuşmazlık genel niteliklere sirayet ettiği takdirde bu durumdan global senaryoların istifade etmesi mümkündü. Çünkü senaryolar için gerekli zaafiyet oluşmuş olacaktır. MHP'nin (2019) yerel seçimlere az bir süre kala İstanbul için aday göstermemesi ittifak partisi tarafından aynı şekilde karşılık görmemişti. İktidar partisi her seçim bölgesinde aday çıkartacağını belirtmişti. Buna göre MHP'nin güçlü olduğu iller Mersin ve Adana'nın yine bu parti tarafından yerel seçim sonuçlarına göre kazanılması tehlikeye girebilirdi. Tabanda bu durumun rahatsızlığı yaşanırken, Danıştay'ın andımızın okullarda okutulmaması ile alakalı kararı iptal etmesi ve yeniden andımızın okullarda okunabileceği yönünde kanının milliyetçi kamuoyunda coşkuyla karşılanması buna mukabil durumun Ak Parti tarafından Türkiye'nin birliğine zarar vereceği yönündeki düşünce sebebiyle kabul edilmemesi iki parti arasındaki ipleri iyice germişti. Ak Parti sözcüsü, MHP genel başkanına eleştiri getirince 23 Ekim günü gerçekleştirilen grup toplantılarında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından yerel seçimlerde ittifakta yokuz açıklaması yapılıyordu. Aynı gün neredeyse aynı dakikalarda ise Cumhurbaşkanı ve Ak Parti Genel Başkanı Tayyip Erdoğan aynı oranda karşılık verecekti. Bu yaşanılanlardan sonra Cumhur İttifakı devam ediyor yönünde beyanlar dile getirilse de gelecek açısından bu durumun mümkünlüğü sorgulanmıştır. Çünkü her ülkenin iç siyaseti global dış ilişkiler ve lobal siyaset ile paralel bir seyir izlemektedir. Buna göre Türkiye'nin yakın hinterlandında değişiklikler yaşanacağı için iç politikada bu duruma göre vaziyet alıyordu. Meselelerin ana faktörünü İran oluşturmaktadır. ABD Başkanı Donald Trump başkanlık kampanyasında bile İran'ı hedef gösteriyordu ve başkan seçildikten sonra yeni yaptırımların uygulanması yönünde kararlar alındı. Bir müddet önce ise Birleşik Arap Emirlikleri : “Ortadoğu Arap Dünyasını Ankara ve Tahran dizayn edemez” açıklamasını yapmasının akabinde İran karıştı. Küresel sermayenin Avrupa’da ki proje ülkesi Hollanda ise Ortadoğu’da ki proje ülkesi de BAE’dir. İran’da olayların kaynağı BAE’ne bakarak anlaşılabilir. İpek Yolu güzergahının kilit üç ülkesi; Pakistan, Türkiye, İran. Pakistan: Başbakan Navaz Şerif istifa ettirildi Türkiye: “Atilla” davası ile sıkıştırıldı İran: Toplumsal hareketlenme başlatıldı İran’da ki olayların Güney Azerbaycan uyanışı, Türklerin baş kaldırısı Turancılıkla hiçbir ilgisi yoktu. Zira Turancılık ve Türkçülük bile Türk Devlet vizyonuna uygun değildir. Türk devlet vizyonunda devletlerin bir araya gelerek birlik oluşturmaları yoktur. Hun ve Göktürk dönemlerinde boylar Tek Devlet altında toplanırdı. Osmanlı zamanında Candaroğulları ve Karesioğulları kendilerini fesh eder Osmanlı’ya katılır dirliği ise bu Tek Devlet sağlardı. Güney Azerbaycan kendi isteğiyle Türkiye’ye dahil olmayacağına göre (mezhep, dil, yaşayış.....) bu hareketlenme emperyal bir projedir. Güney Azerbaycan Milli Uyanış Hareketi GAMOH’un merkezi bile Yeni Atlantis kabul edilen New York’ta dır. Gülenistler yıllarca İran’ın dağılmasını savundular günümüzde de bu yönde beyanları mevcut. Müslüman bir komşu devletin şu anda çatırdaması Türkiye’ye bir şey kazandırmaz. Bulgaristan, Suriye ve İran jeopolitik olarak Türkiye için zorunluluktur. Bulgaristan: Balkanlar üzerinden Avrupa’ya bağlar. Suriye: Akdeniz üzerinden dünya okyanuslarına bağlar. İran: Orta Asya’ya bağlar. İran’da ki olaylarla ilgili Twitter’da kullanılan etiketin yüzde 26’sı İran’dan. Peki geriye kalanlar? Yüzde 27 Suudi Arabistan, yüzde 4 BAE, yüzde 5 Fransa, yüzde 5 Almanya, yüzde 7’si İngiltere. İran protestolarına İran’dan çok küresel piyonlar ilgi göstermişlerdir. Suriye nüfus olarak İran’ın üçte biri yoktu. Askeri ve siyasi kapasitesi İran’dan çok geriydi. Buna rağmen Türkiye etkilendi insani medeniyet namına büyük meblağlar harcandı. Ya İran karışırsa? İran’a komşu veya yakın Türkiye vilayetlerinde mayın temizleme operasyonları boşuna değildi. İran’ın karıştırılacağı ve yeni göç dalgasının Türkiye’ye yaşanacağı küresel odaklarca hesaplandı. Öyleyse İran'dan yeni bir göç dalgası Türkiye'deki ultra milliyetçi ortamda mümkün olmazdı. İran'ın iç yapısında silahlı muhalif gruplarında eylemleri arttı. İran ordusunun askeri geçit töreni sırasında Ahvaz kentinde saldırı gerçekleşmiş eylemi El Ahvaziye üstlenmişti. Ahvaz Arap çoğunluğu bulunan bir şehirdir. Doğalgaz rezervi olarak dünyanın ikinci, petrol rezervi olarak ise dünyanın dördüncü büyük potansiyelidir. Ayrıca İran nükleer operasyonlarının merkezi Buşehr'e komşu bulunmaktadır. İran'ın hassas noktaları stratejik olarak kaşınıyordu. İran'da dokuz milyon civarı Kürt yaşamaktadır. İran PKK'sının mevcudu ise on binin üzerindedir. İran'da kaos yükseldikçe Kürtler hak talepleri ile sokağa dökülmek istenen ana gruplardan oluşacaklardır. Peki nüfusun neredeyse yarısını oluşturan Türkler değil de neden Kürtler tercih edilecektir? Birincisi biraz önce de bahsettiğimiz gibi Türkleri temsil eden en merkezi yapı iddiasındaki GAMOH doğal ve bağımsız bir faaliyet sürdüremezdi. İkincisi tarih boyunca her koşul altında Türkler birbirlerine düşerlerdi ve tek ses oluşturamazlardı. Üçüncü olarak İran Türk nüfusu Türkiye tarafından değerlendirilebilirse bu tabloya Azerbaycan'da dahil olur bu durum ise global odaklar ve bu odaklarla çoğu zaman eşgüdüm içerisinde hareket eden ABD ve Rusya tarafından kesinlikle kabul görmezdi. O halde meselenin ilk ayağı İran ile ilgilidir. Diğer nokta ise Cemal Kaşıkçı'nın Türkiye'de vatandaşı olduğu Suudi Arabistan elçiliğinde öldürülmesiyle Ortadoğu’da değişimin hızlanacağı okunuyordu. Bu cinayet çoğu odak tarafından doğru okunamamıştır. Soğuk savaş döneminde ABD istihbarat teşkilatı CIA'nın Ortadoğu masası şefi olan Kermit Roosvelt bölgedeki krallıklarla ilişkisini Kaşıkçı ailesi ve Adnan Kaşıkçı aracılığıyla sürdürürdü. Cemal Kaşıkçı, Adnan Kaşıkçı'nın öz yeğeniydi ve aynı zamanda Suudi Arabistan'da kısa süre evvel operasyon yiyen global şirketlerde hisseleri bulunan Prens Tallal ile de ortaktı. Kaşıkçı cinayeti ile Suudi prense yakın olan on sekiz kişi tutuklanmıştı. Bu olay bu noktada kapanmadı. İlerleyen dönemde BM gündemine de taşınması olasıydı. Suudi Prens'in önünü kesmeye çalışanlar ve Türkiye'ye bu cinayet üzerinden zaafiyet atfetmeyi düşünen global strateji aynı günlerde Amerika'da eski başkanları Obama ve Clinton ile Soros'un evlerine bombalı paketler yollamıştır. Clinton ve Obama aynı ekolü temsil etmektedirler ve Soros'da bu yapının finans ayağını oluşturmaktadır. Milliyetçi Ulusalcı ilan edilen Donald Trump'da Amerikan siyasetinde zor günler geçirdiğine göre aynı odak global ve küresel ilan edilen aktörlere ve ülkelere aynı anda operasyon düzenlemişti. Aslında kesin bir global ulusal ayırımı yapmak doğru değildir. Çünkü globallerin en büyük projelerinden gösterilen Avrupa Birliği, rekabet koşullarını ihlal ettiği gerekçesiyle yine global ilan edilen Google şirketine ceza kestiğinde bu durumu ulusal olarak tanımlanan Trump eleştirmiş ve Google'a sahip çıkmıştı. Kaşıkçı cinayeti Suudi Arabistan'ı içten karıştırırken bu İran'a da yansıyacaktı. Çünkü Arabistan'ın önemli petrol bölgelerinde Şii nüfus bulunmaktadır. O halde Türk siyasetinde yeni bir düzen kurulacaksa yeni ittifaklar ve yeni söylemlerin geliştirilmesi de şarttır. Fakat bu yeni ortam kitleleri memnun etmeyecektir. Kısa dönemde Türkiye; Çeşitli davalarda jet tahliyeler Kim oldukları belli olmayan izli tanıların ifadeleri ile muteber görülen isimlerin hedef gösterilmeleri Çok önemli bakanlıklarda değişiklikler Artan döviz kuru Liyakata dayalı olmadığı iddia edilen haberlerin bazı odaklarca servis edilmeleri ve bu durum üzerinden yoğun propaganda yapılması gibi olayları yaşayacaktır. Ancak Trump döneminde Türkiye’nin, ABD ile dalgalı ilişkilerine rağmen Cumhur İttifakı bozulmamıştır. Bu sefer de Türkiye’nin sıcak sermaye temin edebilmesi bakımından bazı projeler hazırlanmış Demokrasi ve Hukuk reformu adıyla sunulmuştur. Fakat MHP’nin tüzel kişiliği üzerinden stratejiler geliştiren milli devlet kurmay aklı Alattin Çakıcı’yı öne sürmüştür ve Çakıcı, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef almıştır. Devlet Bahçeli’nin de Çakıcı’ya destek olmasıyla birlikte milliyetçi bürokrasinin tutumu, Milliyetçi İttifaka karşı hazırlanan ‘Demokrasi Reformu’nun daha doğmadan ölmesine sebep olmuş ve yönetici ittifak ikinci kez bozulmaktan kurtulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan itibaren dört lider başlangıçta global konsensus tarafından olumlu karşılanmış fakat daha sonra bu odakların tepki ve tertiplerine maruz kalmışlardır: Mustafa Kemal Atatürk, Adnan Menderes, Turgut Özal, Recep Tayyip Erdoğan. Türkiye Cumhuriyeti'nın kurucusu Mustafa Kemal Paşa için 'İngilizci' tanımlamaları siyasetin dışında evrensel ahlak anlayışıyla bağdaşmaz ve vicdani değildir. Fakat dönemin koşulları gereği Kemal Paşa'nın ilişkilerinin İngilizlerle mesafeli ancak samimi olduğu hususu tarihi realitedir. Başlangıçta İttihat ve Terakki mensubu olan Mustafa Kemal daha sonra fikri anlaşmazlıklar yaşadığı cemiyetle sorunlar yaşamış ve cemiyetin önde gelenlerinden Enver ile aralarındaki ego savaşları sebebiyle de tamamen kopma noktasına gelmiştir. Mütareke döneminde Anadolu'ya yerel direniş gruplarını denetlemek için İngiliz onayıyla gönderilecek subayın İttihatçı ve Prusya ekolüne bağlı olmaması İngilizler için şarttır. Bu özelliği Mustafa Kemal'e avantaj kazandırmıştır. Padişah Vahdettin'in yurtdışı ziyareti esnasında yaverliğini yaptığından sultan nezdinde de onay almıştır. Mustafa Kemalin Harbiye’den sınıf arkadaşı Ali Fuad'ın babası Paşadır ve bir dönem İçişleri Bakanı olarak görev yapmıştır. Ali Fuad aracılığıyla temin edeceği bu referansta Damat Ferit nezdinde Kemal Paşa'nın olumlu karşılanmasına sebebiyet verecektir. Fakat Mustafa Kemal'in mütareke döneminde İngiliz planlarının aksine bağımsızlık mücadelesini örgütlemesi hatta önderlik etmesi İngiliz ekolü ile iplerin gerilmesine sebebiyet vermiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu komplotif bakışa göre tampon devlet amacını ifa etmek için İngiliz onayı ve gözetimiyle gerçekleşmiştir. Çünkü Sovyetler Birliği ile Ortadoğu arasında tampon bir ülkeye ihtiyaç vardır. Fakat aynı bakışa göre Sovyet Devrimi zaten bütünüyle lobilerin, masonların ve illuminantların çabasıdır. Aynı grupların önde gelen vatanları arasında İngiltere bulunduğuna ve İngiliz ideolojisinin ezoterik yönünü oluşturmalarına rağmen neden tampon bir ülkeye ihtiyaç duyulmaktadır? Bu görüşü savunanlar işte bu noktada çelişkiye düşmektedirler. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu batılı muadillerinden farklı olarak sınıf çekişmelerine değil dış kuvvetlere karşı verilen mücadeleye dayanmaktadır. Demek ki meselenin tampon devlet olma misyonunu sürdürmekle ilgisi yoktur. O dönem Türkiye coğrafyasının İngiliz destekli Yunanlılar tarafından işgalinin yanında Fransız ve İtalyan işgalleride söz konusuydu. Türkiye, Yunanlılara karşı başarı kazanabilirdi ancak Fransız ve İtalyan işgali devam ederse ve İngiltere Türkiye'ye asker sevkiyatında karar kılırsa Katolik İtalya ve Fransa Türkiye içindeki hâkimiyet bölgelerini elden bırakmazdı ve ileriki yıllarda yaşanması muhtemel çıkar çatışması İngiltere'ye zarar verebilirdi. Bu yönüyle Türkiye daha fazla zorlanmamalıydı ve bağımsız varlığı tanınmalıydı. Böylede oldu. Fakat 1925'den itibaren Türkiye'nin Musul'a ilgi duyması İngiltere'nin tepkisine yol açtı. Bu süreçten sonra Mustafa Kemal bölge ülkeleriyle Sadabad Paktı'nı da kurdu ve İran ile Irak ile yakınlaşma sürecine girdi. Öyle ki dönemin İran şahı Türkiye'ye ziyaret gerçekleştirdiğinde üç haftasını Türkiye'de geçirmişti. Fransız istihbaratına rağmen Hatay konusundaki iddiasını sürdüren Türkiye, Irak'ta Başbakan Hikmet Süleyman ve Genelkurmay Başkanı Bekir Sıtkı'yı ''Evlat Edinmişti''. Irak'ın bu askeri ve sivil liderleri Türkiye ile bir federasyona sıcak bakıyorlardı bu ise bölgedeki global çıkarlara aykırı düşerdi. Bu noktada İngiliz istihbaratının operasyonuyla Bekir Sıtkı Türkiye ziyaretinden önce öldürüldü. Hikmet Süleyman'ın ise siyasi hayatı bitti. Neticede İngiltere ve global akıla karşı tavır alınması da Mustafa Kemal üzerinde baskı yaratılmasına sebebiyet veriyordu. Kemal Paşa'nın 1938'de hayatını kaybetmesi, komplo teorisyenleri ile bazı analizcilere göre öldürülme teşebbüsüydü. Biz meselenin bu yönü hakkında tam bir malumat sahibi olmadığımızdan kesin çizilerle yorum yapmaktan kaçınıyoruz. Ancak Mustafa Kemal'in başlangıçta İngiltere ile olumlu ilişkilerinin daha sonradan attığı adımlar sebebiyle bozulduğunu ve paşanın global konsensusun dışına çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Adnan Menderes, Mustafa Kemal'in isteğiyle CHP'den siyasete girmiş bu partide vekillik yapmış, iyi eğitim almış, istikbal vaad eden, zeki bir politikacıydı. İkinci dünya savaşına Türkiye diplomatik bir başarı göstererek katılmadı ancak dönemin savaş ekonomisi Türkiye'ye de yansımıştı. Ekmeğin karneye bağlandığı, temel besin maddelerine getirilen ek zamlar ve varlık vergisi gibi uygulamalar geniş kitlelerde sebebiyet veriyordu. Sovyetler Birliği'ne karşı cephe arama isteği artık yerini ABD öncülüğündeki batı ittifakına tam manasıyla eklemlenmeye bırakmıştı. Bu durumda ekonomik ve sosyal bir kalkınmanın yaşanamaması demekti. Zaten ilk devalüasyon, Truman ve Marshall yardımlarıda bu dönemde görüldüğü gibi NATO'ya başvuru yine bu dönem gerçekleşmiştir. Türk siyaseti açısından bir tıkanma söz konusuydu ve eğer iktidar değişmezse İsmet İnönü'ye karşı General Fahri Belen'in oluşturduğu cunta askeri müdahalede bulunacaktı. Bu durumda ise İnönü taraftarı subayların müdahaleye destek vermemeleri orduda çatışma yaratacaktı. İkinci dünya savaşından yeni çıkmış dünyanın Türkiye'de ki muazzam istikrarsızlığa o dönem için tahammülü olamazdı. Olması gereken sandık neticesine sadık kalınması ve CHP'nin iktidarı devretmesiydi. Fakat yeni iktidarda batı ittifakına bağlılığı devam ettirmeliydi. Demokrat Parti ve Adnan Menderes bu konuda olumlu karşılanmıştır. Mayıs 1950 seçimlerinden sonra iktidara gelen Menderes, ilk yıllarda yeni yol ve tesis yapımlarıyla desteğini artırdı. Fakat 1955'den itibaren parti uygulamaları otoriterleşmeye başlamıştı. Borcu borçla kapama stratejisi ekonomiye gittikçe zarar vermiş bunun neticesinde Sovyetler Birliği'nden kredi temini düşünülmüştür. Fakat bu dönemin şartları gereği asla açıktan yapılmamıştır. Neticede farklı arayışlar zaten olumlu sonuçlanamadan 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi yaşanmıştır. Tezimiz, dönemin ABD ve Sovyetler Birliği her ne kadar çıkarları doğrultularında hareket etseler de global stratejiye katkıda bulunduklarıdır. Neticede silahlanma yarışı kapital baronları zengin ediyor, paylaşım kavgaları ülkelerin düşünsel ve sosyal formatlanmalarına yarıyordu. Türkiye doğu bloğunun bir parçasıda olsa blokların varış yeri aynı global odaklar olduğundan değişen Bir şey olmayacaktı ancak yine de Türkiye'nin müstakil kararı ve uygulaması global senaryonun hoşlanmayacağı seçenek olurdu. Çünkü dünya pay stratejisinde Türkiye'nin batı bloğunda kalması öngörülmüştür. Eğer, global senaryo Türkiye'nin doğu bloğuna eklemlenmesini istese bu durum süreç içerisinde zaten gerçekleşirdi. Aslında mesele bloklardan çok ileriki siyasi dönemleri kapsamaktadır. Bugün Türkiye'de halâ askeri darbeler oluyorsa, darbe ihtimali tartışılıyorsa, rejim aleyhinde ifadeler özgürlükle eş tutuluyorsa, neo osmanlıcı konseptin uygulanabilirliği yeniden tasarlanıyorsa dünki dahil olunan batı ittifakının neticeleridir.3 Turgut Özal muhafazkâr kimliğinin yanında liberal görüşü ve global odaklarla yakınlığı bakımından bu odakların tercih edeceği bir figürdür. Ancak 1980 darbesinden sonra gerçekleştirilecek genel seçimlerde ordu emekli Orgeneral Turgut Sunalp'e kurdurduğu Milliyetçi Demokrasi Partisi'ni destekliyordu. Aslında bu durum Anglosakson tipi kaldıraç stratejisidir. Sunalp'de iktidara gelse Bu noktada Batı ittifakı bütün olarak eleştirilmemektedir. Türkiye’nin, NATO’ya girmesi Türk karar vericilerinin sübjektif bakışlarını yansıtsa bile strateji açısından makuldür. NATO dahiliyeti ordunun modernizesine de büyük katkılar sağlamıştır. Ancak bürokrasi, siyasiler ve askeri bazı yöneticilerin sorumsuzlukları ya da meseleyi okuyamamaları Türkiye’nin zihniyet yapısı olarak dönüşmesini kolaylaştırmıştır ve Türkiye bazı eğreti ideolojilerin ve planların tatbikine sahne olmuştur. 3 global akıla yakın politikalar uygulayacaktı fakat Özal kadar başarılı olamayacaktı. Burada şunu da görüyoruz. Global stratejiler için hedef ülkelerin iç siyasi yapılarıda buna müsait olmalıdır. Eğer darbe olmasa ülkeyi bir müddet askerler yönetmese ve bu süreçte pek çok hapishane zulümleri yaşanmasa bu dönemi noktalanması için millet nezdinde Özal bu denli avantajlı konuma yükselemeyebilirdi. Neticede Özal'ın iktidarı 24 Ocak kararları ve kamunun azaltılmasının yanında ordunun sivilleşme çabalarınıda içeriyordu. Bu dönemde Türkiye'de başlayan terör faaliyetleri ülkenin kanayan yarası haline gelmiştir. Özal 1990'dan itibaren tecrübesini pekiştirmiş ve ''Devlet Adamı'' hüviyetine bürünmüştür. O dönemki yasal koşullar Cumhurbaşkanlığı yetkilerini sembolik kıldığından aktif siyasete yeniden başbakan olarak dönme isteğini Turgut Özal'da ortaya çıkarmıştır. Kürt sorununa Türkiye perspektifli çözümün yanında Japonya modeli kalkınmanın benimsenmesi hedefleri arasındaydı. Fakat 1993'de hayatını kaybetmesi bu süreci noktalamıştır. Turgut Özal'ın doğal yollardan ölmediği çok tartışıldı ve yıllar sonra mezarıda açıldı. Fakat kimse istediği teoriyi bulamadı netice alamadı. Ölüm sebepleri bu çalışmanın ana konusu olmamakla birlikte kosensusun onayını alan Özal'ın 1990'dan itibaren bu yapının tepkisini çekmesi de bilinen gerçektir. 1999 yılında üçlü koalisyonun kurulması ve süreç içerisinde yıpranması ile iktidar olan Demokratik Sol Parti içten bölünmüş Yeni Türkiye Partisi kurulmuştu. Fakat esas ümid vaad eden ve kamuoyu anketlerinde ilk sırada yer alan parti, milli görüşten ayrılan yenilikçi kanadın kurdukları Adalet ve Kalknıma Partisi idi. Ak Parti bünyesinde liberallere, global odaklarla yakın kişilere ve Kürtlere daha fazla yer vermişti. 3 Kasım 2002 yılında yapılan genel seçimler sonucunda tek başına iktidar olan parti bu kozmopolit yapısı, Irak'a ABD tarafından yapılacak operasyonu desteklemesi, Türkiye'nin Avrupa Birliği müzakerelerinin yeniden başlatılması ve asker sivil ilişkilerinin yeniden düzenlenmesiyle global konsensus tarafından memnuniyetle karşılanıyordu. Erdoğan'ın global düşünce kuruluşları ve aktörlerle temas etmesi, Türkiye'de bazı odaklarca yadırganmıştır. Fakat 2011 yılından itibaren Erdoğan önderliğindeki parti global senaryoları reddetmeye başlamıştı. O dönem FETÖcülerin istedikleri vekil adayları listeye koyulmadı. İlerleyen dönemlerde ise bu yapı tasfiye yoluna gidildi. Türkiye savunma sanayinde milli dönemi başlattığını ilan etti ve çeşitli ülkelerde askeri üs kurma işlerine girişti. TİKA'nın etkin kullanılması Afrika ve Balkan ülkelerinde artan Türkiye etkisine sebebiyet verdi. Tayyip Erdoğan global konsensus tarafından istenilmeyen kişi ilan edilmiş ve hakkında pek çok olumsuz haber, rapor, makale yayımlanarak global kamuoyu etkilenmek istenmiştir. İşte Türk siyasetinde konsensuslara meydan okuyan dört lider bu şekilde ifade edilebilir. 4 Fakat dört liderin yaptıkları uygulamalar ve bu uygulamalara verilen tepkiler incelendiğinde Atatürk ve Erdoğan'ın global senaryoya meydan okumakta daha önde oldukları görülmektedir. Ancak konsensusa tam anlamıyla meydan okuyan tek Türk Lider Mustafa Kemal Atatürk’tür. Çünkü o dönemde Türk Bürokrasisi tam anlamıyla oluşturulamamıştı. Askeri ve sivil bürokrasi arasında belirsizlik olduğu gibi ulusal milli ekonomi ve milli istihbarat yeni teşkilatlanmaya başlanmıştır. Dolayısıyla 1923’den itibaren Mustafa Kemal’in şahsi kimliği, devletin kimliği hükmündedir. 4