KARA SOY, E. (2018). İkinci Dünya Savaşı Dönemi Türk Hikâyesinde Memurlar. Dede Korkut Uluslararası Türk Dili ve
Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, 7/ 15, s. 76-93.
DEDE KORKUT
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7, Sayı 15 (Nisan 2018), s. 76-93.
DOI: 10.25068/dedekorkut155
ISSN: 2147–5490, Samsun- Türkiye
Özgün Makale/ Original Article
Geliş Tarihi: 20. 01. 2018
Kabul Tarihi: 30. 03. 2018
İkinci Dünya Savaşı Dönemi Türk Hikâyesinde
Memurlar
Officials In The Second World War Period Turkish Story
Esra KARA SOY*
Öz
Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren, -özellikle de Cumhuriyet’in ilk yıllarında- hem rejimin
en güçlü savunucusu, hem de halk nazarında devletin en önemli temsilcileri sayılan
memurlar, devleti (devlet otoritesini) temsil eden bir figür olarak edebî eserlerde de bolca yer
almışlardır. Bu anlamda, edebi eserlerde karşımıza çıkan memur tiplemeleri yalnızca belirli
bir sınıfın değil, aynı zamanda halkın gözündeki devlet algısının da bir tezahürüdür.
Memurlar, İkinci Dünya Savaşı dönemi Türk hikâyesinin şahıs kadrosunda da oldukça geniş
bir yer tutmaktadır. Bu makalede öncelikle savaş dönemi Türk hikâyesine yansıyan
boyutuyla memurların genel bir portresi çıkarılacak, savaşın memurlar üzerindeki etkilerinin
yanı sıra, memur-halk ilişkileri (dolayısıyla da bu dönemdeki halk-devlet ilişkisi) üzerinde
durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Türk hikâyesi, memur, memur-halk ilişkisi, İkinci Dünya Savaşı.
Abstract
The officials who were both the most important defenders of the regime and representatives
of the state in the eyes of the public, have frequently been appeared in the literary works from
the beginning of the Republican period, especially in the early years. In this sense, the official
typecasting that we encounter in the Turkish literary works, are not reflecting just a certain
classes official perception, but it is at the same time the public’s apprehension of the state.
The officials have an extensive coverage in the Second World War Turkish storytelling. In this
article, first of all the officials general portrait will be drawn in terms of their reflection in the
Second World War period Turkish storytelling, and then besides the war’s effects to the
officials, the official-public relations and, thereby state-public relations, will be elaborated.
Keywords: Turkish storytelling, official, official-public relations, Second World War.
*
Dr. Öğr. Üyesi, Sinop Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Sinop-Türkiye, Elmek: esrakarasoy@yahoo.com
77
Esra KARA SOY
Giriş
Memurlar Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren hem rejimin en güçlü
savunucusu hem de halkın gözünde devletin en önemli temsilcileri sayılmışlardır.
Reformları devam ettirmek ve Atatürk devrimlerini halka benimsetmek yolunda önemli
bir misyon üstlenen memurlar (Göküş, 2000: 23), Osmanlı dönemi bürokratları gibi
varlık nedenlerini doğrudan devlete bağlamış; devlet onların sonsuz sadakat ve
hizmetlerini sundukları bir yapı olmuştur (Göküş, 2000: 25).
Özellikle de Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Anadolu’da ve köylerinde görev yapan
memurlar, bir anlamda devletin uzağında yaşayan halkın nazarında, devleti ve devletin
resmi gücünü (otoritesini) temsil eder durumdadır. Dolayısıyla, her ne kadar dönemin
yazarlarının bakış açısıyla sunulmuş olsa da, edebi eserlerde karşımıza çıkan memur
tiplemeleri yalnızca belirli bir sınıfın değil, halktaki devlet algısının da bir yansıması
olarak düşünülmelidir. Nihayetinde yazar da diğer tüm bireyler gibi yaşadığı toplumu
şekillendiren ve yaşadığı toplum tarafından şekillendirilen sosyal bir varlıktır. Üstelik
toplumun aydın sınıfını temsil eden yazarlar, çoğu zaman edebi eserler aracılığıyla
toplumun sözcülüğünü yapmak görevini üstlenmişler; ayrıca toplumun yeniden
şekillendiği tarihi dönemlerde toplumun yönlendirilmesi, bilinçlendirilmesi ve
şekillendirilmesi noktasında toplumun dizaynında önemli bir faktör olarak görev
almışlardır. Bu durum, bizde özellikle Tanzimat’tan itibaren, milli mücadele yıllarında
ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında belirgin olarak izlenebilmektedir. Cumhuriyet’in
ilk dönem edebî eserlerine bakıldığında, bu dönemde halkın devletle ve devlet
tarafından yürürlüğe konulan kanun ve uygulamalarla olan problemlerinin, edebî
eserlerde çoğu zaman memurlar üzerinden ortaya konulduğu da görülecektir.
Meseleyi İkinci Dünya Savaşı dönemini merkeze alarak değerlendirecek olursak,
bu dönemi diğerlerinden ayıran en belirgin özellik savaş yıllarının aynı zamanda
hükümet-memur dayanışmasının en çok hissedildiği ve en çok tartışıldığı yıllar
olmasıdır. Devlet-memur dayanışması konusunda özellikle Şükrü Saraçoğlu Hükümeti
döneminde (1943-1946) önemli adımlar atılmış; hükümet karaborsacılık, pahalılık ve
enflasyon karşısında her gün biraz daha ekonomik gücünü kaybeden memur sınıfına
yiyecek ve giyecek gibi bazı yardımlar yaparak sahip çıkmıştır:
“Ekmek, şeker gibi yiyecek maddelerini her vatandaşa temin etmeye çalışan
hükümet, giyim eşyası konusunda ise devlet memurlarına farklı davranmıştır. Hükümet
halkla sürekli temas halinde olan memur ve müstahdemlerin, devletin temsilcileri
olduğunu düşünmekteydi. Her türlü zor şartlar altında bile memurların giyim
kuşamlarının daha iyi olması, devletin kutsandığı Tek Partili dönemde çok önemliydi.
Memurlar sarsılmaz devlet baba imajının temsilcileriydiler ve her şeye rağmen iyi
görünmek zorundaydılar. Bu düşünce doğrultusunda Hükümet, ücretleri yüksek
enflasyon karşısında yetersiz kalan memurlara giyim eşyası yardımı yapmak için 13
Kasım 1942 tarihinde, "Devletçe Parasız Verilecek Giyim Eşyası" hakkında 4306 sayılı
kanunu çıkarmıştır.” (Tuğluoğlu, 2001: 366)
Savaşın başlamasıyla Türkiye’nin ithalatı azalmış, hatta kimi zaman durma
noktasına gelmiştir. Dolayısıyla, savaş süresince “düzenli ve istikrarlı bir ithalat
programı uygulanamamıştır” (Koçak, 1996: 370). Ekonomik sıkıntılara paralel olarak,
yapım halindeki sanayi tesislerinin tamamlanması gecikmiş ve hatta mevcut tesislerin
işletilmesinde dahi önemli sorunlar yaşanmıştır. Devlet bütçesi temelinden sarsılmış,
gelirlerde herhangi bir artış görülmezken giderlerde olağanüstü bir artış izlenmiştir
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018
78
İkinci Dünya Savaşı Dönemi Türk Hikâyesinde Memurlar
(Koçak, 1996: 370). İç borçları ikiye katlanan Türkiye’de bütçe açığını kapatmak için
halka ağır bir vergi mükellefiyeti getirilirken; yükseltilen vergiler halkı geçim sıkıntısına
sokmuş ve toplumu gruplara bölmüştür. Savaş yıllarında, özellikle İstanbul ve
çevresinde, ekmeğini karneyle alan yoksul halkın yanı sıra, harp zenginlerinden oluşan
zengin bir tabaka (“dışalımcı, dışsatımcı, acenta, komisyoncu, toptancı ve perakendeci”)
ve küçük servetler oluşmuştur. Toplumdaki bir diğer sınıfı ise devlet eliyle koruma
altına alınan maaşlı bürokratlar (memur) sınıfı oluşturmuştur (Koçak, 1996: 543).
“Halk ile memur iki sınıf halinde birbirinden ayrılmıştı ve devlet kendi
memurunu kısmen koruyabilmenin gayreti içindeydi.... Sümerbank’ın memurlara
verdiği kumaş ve ayakkabılar, ucuz fiyatlarıyla tamah çekiyorlardı. Seker için memura
ve halka değişik bedel ödettiriliyordu.” (Toker, 1998:23)
Gelir dağılımındaki eşitsizliğin giderek arttığı, halkın ekonomik olarak sınıflara
ayrıldığı ve alt gelir gruplarının alım gücünün iyice azaldığı İkinci Dünya Savaşı
yıllarında, memurların devlet tarafından ekonomik olarak desteklenmesi (giyecek ve
yiyecek yardımı görmesi) ve “devletin kıt imkânlarıyla bu şekilde memuruna sahip
çıkması” (Boykoy, 2006:355) halk ve memurlar arasındaki (zaten öteden beri var olan)
sınıfsal ayrımı iyice derinleştirdiği gibi, ayrıca halk ve memurlar arasındaki farkın bu
şekilde vurgulanması halkın memurlardan ve dolayısıyla devletten (büyük anlamda da
devlet idaresini üstlenen iktidar partisi CHP’den) soğumasına sebep olmuştur (Koçak,
1996:543-544).
“Savaş yıllarında CHP Grubu’nun memurlara yardım konusunda aldığı
kararlarda, memurlara ve ailelerine yiyecek ve giyecek yardımında bulunulması; bu
ihtiyaçların birden karşılanması güç olduğundan hükümetin eli altında bulunan ekmek,
kumaş ve ayakkabıdan başlanılması; kendilerine yiyecek giyecek sağlanmayan
memurlara para yardımı yapılması gibi hususların yer aldığı görülmektedir. Bu
dönemde devletin kıt imkânlarıyla bu şekilde memuruna sahip çıkması, toplum
içerisinde halk memur ayrılığına yol açmıştır.” (Boykoy, 2006:355)
Fatih Tuğluoğlu, CHP'nin asker ve sivil bürokrat kesime yaptığı yardımların,
CHP’nin sınıfsal temelinden kaynaklandığını iddia eder. Ona göre “Milli Mücadelenin
başlarından itibaren asker-sivil yönetici kesim ve yerel eşraf şeklinde örgütlenen
bürokrasiyi, hükümetlerin koruması son derece olağan bir durum”dur (Tuğluoğlu,
2001:372). Tuğluoğlu’nun bu tespiti son derece yerinde olmakla birlikte, hiç kuşkusuz
hükümet-memur dayanışmasının hükümet açısından bir diğer önemli nedeni memurun
halk nazarında devleti ve devletin imajını temsil ediyor olmasıdır.
Halkta CHP yönetimine karşı antipatik tepki oluşturan ve nihayetinde Tek Parti
iktidarının sonunu getiren pek çok faktör bulunmakla birlikte, İkinci Dünya Savaşı
yılları içerisinde hükümetin halkın tamamına değil de yalnızca belli bir kesimine yaptığı
yardımlar da bu durumun ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Diğer bir deyişle, CHPbürokrasi dayanışması CHP’yi bir memur ve eşraf teşkilatlanması olarak görmeye başlayan
halkta, geriye itilme psikolojisi yaratmış ve nihayetinde tek parti idaresi altında yıllardır
beklentilerine cevap alamadan yaşayan vatandaşlar, Demokrat Parti’nin ortaya
çıkmasıyla CHP'den uzaklaşmaya başlamıştır (Tuğluoğlu, 2001:372). Halk nezdinde
büyük tepkilere yol açan bu durum elbette ki dönemin hikâyelerine de yansımıştır.
“Hükümetin tüm halka değil de sadece belli bir kesime yardım yapması toplumu ikiye bölmüştür. Bir yanda yokluk ve sıkıntı
içersinde yaşam mücadelesi veren halk, diğer yandan da savaş yıllarında ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için devlete yapılan mecburi
mahsul teslimi ve vergiler yüzünden kendi hayat standardını düşürmek durumunda bırakılan köylüler bulunmaktaydı.” (Karpat, 1996:
120)
Ayrıca bkz: (Benhür, 2008: 31), (Tuğluoğlu, 2001: 372).
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018
79
Esra KARA SOY
İNCELEME: İkinci Dünya Savaşı Dönemi Türk Hikâyesinde Memurlar
İkinci Dünya Savaşı dönemi Türk hikâyeciliğine şahıs kadrosu açısından
bakıldığında, bu dönem hikâyelerinde köylülerden sonra ilk sırayı memurların aldığı
görülmektedir. Memurlar dönemin hikâyelerinde daha çok yolsuzluk, rüşvet, menfaate
dayalı ilişkiler ve adam kayırma gibi olumsuz yönlerden ele alınmışlardır. Ayrıca köylü
ve kasabalıyı ezen, sömüren köy ve kasabanın zenginleri/eşrafı ile memurlar arasındaki
çıkar ilişkileri de dönemin hikâyelerine yansımıştır. Bununla birlikte memurların halka
yakınlık, sevecenlik, yardımseverlik gibi olumlu yönlerden konu edildikleri bazı
hikâyeler de vardır.
Memurların konu edildiği hikâyelerde, memurların halka yabancılığı ve
Anadolu’ya bakışları da son derece dikkat çekicidir. Ayrıca memuriyet hayatı içindeki
iki yüzlülük, ayak oyunları ve monotonluk da bu dönem hikâyelerinde oldukça geniş
yer bulur. Bu dönemde şahıs kadrosunu memurların oluşturduğu ve memurlar
etrafında çeşitli konuların işlendiği (dönemin memur profili, memurların ekonomik
durumu, yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma gibi iş ahlakına aykırı durumlar, memurhükümet dayanışması, memurların Anadolu’ya, köye ve köylüye yabancılaşması…)
hikâyeler ise şunlardır: Kemal Bilbaşar’a ait Kantarcı Güdük Şakir Efendi, Pazarlık, Teşekkür
Telgrafı, Çancının Karısı, Mütekait Beygirler, Ayna ve İğne, Kel İmamın Fesleri ve Hacı
Emminin Damadı, İlhan Tarus’a ait Bir Kaza Meyhanesinde ve Memur, Bekir Sıtkı Kunt’a
ait İncir Yaprağının Kokusu ve Daire, Mehmet Kaplan’a ait Kazım Ağabey, Cahit Okurer’e
ait Bir Hikâyenin Sonu, Kenan Hulusi Koray’a ait Tarlaya Çevrilen Su, Vali Paşaya Don ve
İş Bilenin Kılıç Kuşananın, Sabahattin Kudret Aksal’a ait Hayriye Hanım, Şahap Sıtkı
Seren’e ait Vitrin, Es Turgut’a ait Beyim, Tuğrul Deliorman’a ait Sıkıntı, Şemsettin
Kutlu’ya ait Çoban Suyu ve Poyraz Hanı, Rıza Apak”a ait Pamuk İpliği, Sait Faik’e ait
Teşekkür ve Ketenhelvacı, Samim Kocagöz’e ait Güllü ve Gök Boncuk, Umran Nazif
Yiğiter’e ait Tipi, Salim Şengil’e ait Bu Şehrin İnsanları, Baki Süha Edipoğlu’na ait Sel
Geliyor, Çabucak Git, Köy Kâtibi, Hakikat, Göl Perileri, Mahalle, Yolculuk, Bir Sürpriz ve
Esansçı, Mekki Sait Esen’e ait Diplomat ve Soyguncu, Zahir Güvemli’ye ait Pazar Sokağı,
Enver Naci Gökşen’e ait Göz mü Sakal mı, Burhan Arpad’a ait Memur ve Yeni Müdür.
1. Ortak Özellikleri ile Öne Çıkan Memur Tipi
İkinci Dünya Savaşı dönemi hikâyelerinde memurlar genellikle aynı vasıflara
sahip, yalınkat kişiler olarak çizilmiştir. Ya çok kurnaz, ikiyüzlü, liyakatsiz ve menfaatçi
kişiler olarak hikâyenin başından sonuna kadar olumsuz tiplerdir ya da dürüst, namuslu
ve yoksul kişiler olarak hikâyenin başından sonuna kadar olumlu tiplerdir.
Bu bilgiler ışığında, dönemin memur algısını yine döneme ait seçilmiş
hikâyelerden hareketle örneklendirebiliriz: Çığır dergisinde yayımlanan ve Suat Seren’e
ait olan Köprü (Seren, 1941:143-148) hikâyesi Anadolu’nun yüz küsur hanelik “köyden
bozma”, ücra bir kasabasında geçer. Hikâyenin şahıs kadrosu, anlatıcının hepsi de “aynı
cins ve aynı ayarda sayılabilirdi” dediği kişilerden; belediye reisi, dava vekili, doktor ve
kaymakamdan oluşmaktadır. Anlatıcı, belediye reisini okura tanıtırken boynu kravatlı bu
adamın hesap tutacak kadar bile bir okuryazarlığı olmadığına özellikle vurgu yapar
(Seren, 1941:144). Hikâyede dikkat çeken asıl taraf ise memurların aşağı yukarı aynı
vasıfları taşıdığına ve kimi yüksek memurların niteliksizliğine yapılan vurgudur.
Burhan Arpad’ın Memur (Arpad, 1940:25-31) adlı hikâyesi, yine benzer şekilde
bütün memurların aynı tipte olduğunu ve memuriyetin insanları nasıl tipleştirdiğini
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018
80
İkinci Dünya Savaşı Dönemi Türk Hikâyesinde Memurlar
konu eder. Hikâyenin başkahramanı Ahmet Hulusi, ilk vazifesine başlayalı henüz bir
saat olmuştur, kendisini bu yeni ve yabancı hayata alıştırmak ister gibi etrafını süzer:
“Hayal ve hakikat arasında bocaladığını tekrar anladı. Galiba güç alışacaktı bu
kuru odaya ve bu kuru insanlara.” (Arpad, 1940:28)
Etrafında “bütün bu gördüğü başların surat çizgileri yarınki Ahmet Hulusi’nin (de)
surat çizgileri”dir (Arpad, 1940:28) Nihayetinde bir günlük çalışma, “teneffüs edilen birkaç
saatlik hava ve eline tutuşturulan birkaç kuruş” (Arpad, 1940:31) günün sonunda Ahmet
Hulusi’yi de etrafında gördüğü aynı tipteki memurlardan biri yapar. Memur tipinin bu
şekilde değişmez ve kaçınılmaz bir kader gibi memuriyete dâhil olan herkese sirayet
etmesi ve bunun olağan bir durum gibi tasvir edilmesi, esasen memuriyet hayatındaki
yozlaşmış düzenin değişmeyeceği yolundaki apaçık bir ümitsizlikten ve bu yozlaşmış
düzenin kabulünden başka bir şey değildir.
İlhan Tarus’un Memur (Tarus, 1945:65-68) isimli hikâyesi ise, Ankara Bakanlıklar
caddesinin daimi müdavimleri olan memurları ve memuriyet hayatındaki iki
yüzlülükleri konu eder. Hikayenin baş kişisi Osman Özer altmışına merdiven dayamış,
“sadık, namuslu ve uysal bir memur”dur (Tarus, 1945:65). Ancak bu gibi özellikleri nedeni
ile hukuk fakültesine giden oğlu tarafından geri kafalı ve gülünç bulunur. Bu dönem
hikâyelerinde dikkat çekici bir ayrıntı da dürüst ve namuslu olarak tanıtılan hikâye
kişilerinin ekseriyetle çevreleri tarafından geri kafalı ve eski kuşak diye nitelendirilmesi
ve eleştirilmesidir.
Hikâyede eski tip memurları temsil eden Osman Özer, genç memurlardan “bu
zıpçıktıları başımıza bela ettiler. Mektepli diye önemli makamlara getirip umuru devleti çorbaya
çevirdiler” (Tarus, 1945:66) diyerek şikâyetçi olur. Devlet işlerinde adam kayıran, torpile
meyleden, kanun kural tanımayıp evrak işlerinde işine geldiği gibi, kendi bildiğini
okuyan insanlara da veryansın eder. Ancak sistemin dayattığı bu yozlaşmış düzeni tuhaf
bulan ve yeri geldiğinde bu tuhaflıkları dile getiren Osman Özer, bozulmuş bir sistem
içinde “sadık, namuslu ve uysal bir memur” oluşu ile adeta sistemin aykırı parçalarından
birine dönüşür ve çevresi tarafından geri kafalı ve gülünç bulunarak bir nevi
cezalandırılır.
Bu noktada anılması gereken bir diğer örnek ise Bilbaşar’ın Kantarcı Güdük Şakir
Efendi (Bilbaşar, 1939A) isimli hikâyesidir. Hikâye, tam da Osman Özer’in şikâyetçi
olduğu bir durumu, memuriyette torpil ve adam kayırmayı ve sonrasında ortaya çıkan
gülünçlükleri konu etmektedir. Bir devlet dairesindeki memurları, memurların iş
bilmezliklerini ve birbirlerine yaptıkları ayak oyunlarını konu edinen bir diğer hikâye
de Bekir Sıtkı Kunt’a ait Daire (Kunt, 1941:121-137) isimli hikâyedir. Anlatıcı, dairede
görev yapan memurları okurlara sırasıyla şöyle tanıtır: Müdür Hurşit Bey altmış yaşında
dürüst, suiistimali ve çalması çırpması olmayan, derviş meşrep bir insandır. Yeni
kanunları ve yeni yazıyı bilmeyen Hurşit Bey memuriyet hayatı boyunca yalnızca bir
kez terfi edebilmiştir. Müdür Muavini Tahsin Şaşmaz ise gözünü müdürlüğe dikmiş
kıskanç ve tembel bir memurdur. Dairede en kıdemli memurlardan biri maaş mutemedi
Cemil Tozkoparan, bir diğeri de dairenin en kurnaz kâtibi olan Naci Göral’dır. Kâtip
Salih Zorluer ise bir memur için dikkat çekebilecek kadar zengindir; Laleli’de bir
apartmanı, Fatih çarşısında iki de dükkânı vardır. Dairenin en serbest memuru ise yirmiyirmi iki yaşlarındaki Şevket Yurtseven’dir.
Görüldüğü gibi hikâyenin şahıs kadrosunda yer alan memurlardan bazıları
kıskanç, kurnaz ve liyakatsiz; bazıları da usulsüz yollardan zengin olmuş kimselerdir.
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018
81
Esra KARA SOY
Namuslu ve dürüst olanlar ise memurluk vasfı taşımayacak şekilde cahil kimseler olarak
tanıtılmış; her iki durumda da memurlar olumsuz vasıflarıyla öne çıkarılmıştır.
Daire’nin bir diğer önemli kişisi de Ekrem Güvençli’dir. Hurşit Bey “ayak
oyunları” ile otuz seneyi doldurmadan emekliye sevk edilince, daireye Ankara’dan yeni
bir müdür tayin edilir. Hukuk fakültesinin ardından, bir sene de Avrupa’da tahsil gören
Ekrem Güvençli “eski memurların pek de alışık olmadıkları türden” bir memurdur. Yeni
uygulama ve icraatlarıyla dairedekilerin dikkatini çeken Güvençli, görev yaptığı sırada
“Ulusal Ekonomide Vatandaş Sayinin Rolü” başlıklı bir de kitap yazmaya koyulur.
Güvençli, yeniliğe açık olması ve yenilikçi uygulamaları ile dönem hikâyelerinde
karşımıza çıkan ağırlıklı memur tiplemesinden oldukça farklıdır. Burada dikkat çeken
bir diğer husus da önceki hikâyelerde alttan altta eleştirilen genç memurların bu
hikâyede idealistliği ile ön plana çıkarılmış olmasıdır.
2. Rüşvet Konusu ve Menfaate Dayalı İlişkiler Ekseninde Memurlar
Yukarıda da değinildiği gibi, dönemin hikâyelerinde karşımıza çıkartılan memur
tipi, genel itibariyle olumlu bir tip değildir. Daha çok çevreleriyle kurdukları çıkar,
rüşvet ve menfaat ilişkileriyle öne çıkartılan memurlar; hikâyeler bir bütün olarak
değerlendirildiğinde dönemin memurlara yönelik algısını da ortaya koymaktadır.
İlhan Tarus tarafından kaleme alınan ve Bir Kaza Meyhanesinde (Tarus, 1939:136141) adını taşıyan hikâyede, yine memurların ikiyüzlülükleri, menfaatçilikleri, kirli
ilişkileri ve memuriyetteki adam kayırmalar konu edilir. Hikâye tapu memuru, sandık
emini, başkâtip ve hususi muhasebe memuru başta olmak üzere, küçük bir kazada görev
yapan bir grup memur arasında geçer. Memurlar meyhanede içkili bir sohbet
ortamındadırlar. Kazanın imamı olan Hoca Ali Efendi de onları görüp aralarına katılır.
Fakat imamın gelişinden tapu memuru pek memnun olmaz; hakaret ve küfürler
savurup Hoca Ali Efendi’yi oradan kovar.
“Herkes sana kolunu kucağını açar. Ziyafetten ziyafete, iftardan iftara, davetten
davete koşarsın. Biraz da şerefini, haysiyetini bilsene!... İşin ne senin burada?” (Tarus,
1939:136)
Tapu memuru imamın gelişine öyle kızmıştır ki, o gittikten sonra da arkasından
sövüp saymaya, küfürler savurmaya devam eder. Masadaki diğer memurlar ise onu
yatıştırmaya çalışıp imamdan taraf oldukça, tapu memuru iyice çileden çıkar:
“Ne bu be? Hep birden şu yobaza sahip çıkıyorsunuz. Ne bu? Hocaları tekrar
hortlatıp başımıza bela mı etmek maksadınız? Millet bunlar yüzünden asırlardır inleyip
duruyor.” (Tarus, 1939:137)
Fakat meselenin iç yüzü sonradan anlaşılır: Yeni kanuna göre inzibat
komisyonlarında artık halk içinden ilmi ve ahlakı ile temayüz etmiş iki aza da yer
alacaktır. Kaymakam bu azalardan biri olarak Hoca Ali Efendi’yi belirlemiştir. Bu
durumdan habersiz olan tapu memuru “Hoca Ali Efendi’ye kızarken, ona söverken, onun
yüzüne karşı ve arkasından ileri geri söylenirken… Kendisi ile beraber olan, beraber kızan ve
beraber söven bu adamların” (Tarus, 1939:140) neden imamı bu kadar ateşli savunduklarını
da böylece anlamış olur. İnzibat komisyonunda bekleyen bir işi bulunan ve “baltayı taşa
vurduğunu” anlayan tapu memuru, az önce imamın yüzüne karşı ettiği küfürlerden bin
pişman olur ve biraz önce küfürler savuran kendisi değilmiş gibi bu kez de imamın ne
kadar mübarek bir adam olduğunu, sarhoş olduğu için ne söylediğini bilemediğini
söyler. Bir Kaza Meyhanesinde isimli bu hikâyede karşımıza çıkan ve selamlaşma,
konuşma, nezaket gibi asgari insani ilişkilerini bile çıkar ilişkileri üzerinden yürüten
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018
82
İkinci Dünya Savaşı Dönemi Türk Hikâyesinde Memurlar
memurlar, aslında sistemin bütünündeki yozlaşmayı gözler önüne seren tipik memur
örnekleridir.
Bu konuda örnek gösterilebilecek bir diğer hikâye de Kemal Bilbaşar’a ait Çoluk
Çocuk Sahibi (Bilbaşar, 1944:100-109) isimli hikâyedir. İkinci Dünya Savaşı dönemi
karaborsacılık, memuriyetteki yolsuzluklar, ekmek sıkıntısı ve rüşvet gibi konulara
değinen hikâyede, Belediye Çavuşu Salih Tokgöz örneğinde memurlar arasında giderek
yaygınlaşan kirli ilişkiler konu edilir.
Soyadının aksine gözü doymak bilmeyen ve rüşvet almak için hiçbir fırsatı
kaçırmayan Salih Tokgöz belediyenin on iki yıllık memurudur. Anadolu’da bir
kasabada görev yapan Tokgöz, vilayete gidenlerin hayvan otlattıkları bir yerde eşeği
yüklü bir köylüye rastlar. Köylüden bir şekilde para/rüşvet almaya niyetlenen Salih
Tokgöz, önce köylünün sigarasını elinden alarak tütünün kaçak olduğunu iddia eder.
Ancak buradan bir yere varamayacağını anlayınca köylüden eşeğin üstündeki bohçayı
boşaltmasını ister. Bohçada köylünün çoluk çocuğu için zar zor bulabildiği birkaç somun
ekmek vardır. Köylü, çocuk çocuğunun üç gündür ekmek beklediğini anlatarak belediye
çavuşuna yalvar yakar olur. Hükümet savaş ihtimaline karşı tüm buğdayları kendi
tekelinde topladığı için köylerinde ekmek yapacak tahıl kalmamıştır. Köylü, hükümetin
“ben piyaçayı selbest bıraktım. Gidin başınızın çaresine bakın” (Bilbaşar, 1944:102) dediğini
dillendirse de çavuş ekmeklere el koymak ister. Çaresiz kalan köylü cebindeki dört
liranın üçünü rüşvet olarak vermek zorunda kalır. Son kalan bir lirayı da eşeğini
kaptırmamak için köydeki jandarmaya ayırır. Salih Tokgöz, köylüyü pazara gelirken
kendisine yumurtlayan bir tavuk getirmesi şartıyla ancak salıverir. Çavuş, köylünün
ardından yoldan geçen bir nalburcu kamyonunu durdurup ceza yazma tehdidiyle
şoförden beş lira rüşvet daha koparır.
Hikâyede dikkat çeken bir diğer kişi de Raif Efe’dir. Milli mücadele yıllarında
çete faaliyetine iştirak eden Raif Efe, Cumhuriyet’in affına mazhar olmuş, kasabada bir
dükkân açmıştır. Ancak İkinci Dünya Savaşı yıllarında giderek artan ve yaygınlaşan
karaborsacılık ve savaş vurgunculuğu Raif Efe’yi de cezp eder. Salih Tokgöz aldığı
rüşvet karşılığı Raif Efe’nin kirli işlerini görmezden gelmekte dahası koruyuculuğunu
da yapmaktadır.
Hikâyenin ilerleyen kısımlarında çavuşlardan birinin maaşına yirmi lira zam
yapılacağını duyan Salih Tokgöz’ün türlü oyunlarla bu zammın kendisine verilmesini
sağladığı anlatılır. Hikâyede en dikkat çeken durum ise kıdemi yükseltilerek kendisine
bir oda verileceğini ve dükkânları dolaşmaktan artık kurtulacağını duyan Salih
Tokgöz’ün Müdür Sadettin Bey’i bu kararından döndürmek için kendisine rüşvet
vermek zorunda kalmasıdır. Zira Salih Tokgöz’ün belediyeye kapanması halktan alacağı
rüşvet yollarının tıkanması demektir.
Bilbaşar’ın rüşvet konusuna az da olsa değindiği bir diğer hikâyesi Teşekkür
Telgrafı (Bilbaşar, 1975:290-297) adını taşır. Hikâyede milletvekillerinin hemşerileri ile
halkevi salonunda toplanıp beş saate yakın süren görüşmeleri anlatılmaktadır. Halkın
sorunlarını ve isteklerini dile getirdiği bu görüşmede, sulak topraklara yerleştirilmeyi
dileyen göçmenler, orman kanununda değişiklik yapılmasını dileyen muhtarlar,
borçlandırılan buğdayı ofis ambarına teslim edebilmek için ofis memuruna rüşvet
vermek zorunda kaldıklarından yakınan toprak sahipleri, hayat pahalılığından yakınan
öğretmenler de vardır.
Devlet dairelerinde (memurlar arasında) yaygınlaşan yolsuzlukların konu
edildiği bir başka hikâye ise Büyük Doğu dergisinde yayımlanan ve Ziya Yamaç’a ait olan
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018
83
Esra KARA SOY
Şehir Yolu isimli hikayedir (Yamaç, 1944:11). Hikâye esasen İkinci Dünya Savaşı yılları
Türkiye’sinin en dikkat çekici uygulamalarından biri olan ekmek karnesi uygulamasını
ve ekmek karnesi almanın güçlüğünü anlatır. Hikâyede geçim sıkıntısı nedeniyle
taşradan büyük şehre gelen ve akrabalarının yanına yerleşen bir ailenin ekmek karnesi
almak için yaşadığı güçlükler ve ekmek karnesi etrafında dönen rüşvet çarkı başarılı bir
anlatımla gözler önüne serilir. Karne almak için semtin nahiye merkezine (belediyesine)
giden isimsiz hikâye kahramanı, oradan karakola, karakoldan tekrar nahiyeye,
nahiyeden de semt ocağına gönderilir. Nihayet burada derdini anlatacağı birini bulur,
kendisini dinleyen hademe kapının aralığından “ Dayı!” diye birine seslenir: “İçeriden
gözlüklü bir adam çıktı. Beni görünce kaşlarını çattı. Herhalde memur olacak…” (Yamaç,
1944:11). İçeriden çıkan memur, bir bakkalı tarif edip ona başvurmasını söyler:
“Teşekkür edip çıkarken bir kere dönüp memuru gözden geçiriyorum.
Hademeye nazaran daha genç olduğu besbelli… Şu halde “dayılık” nerde?”… “Benim
işimi görecek bir memurun, bir bakkalı sağlık vermesi de ne demek? İş bakkala kalsaydı,
ben çoktan ekmek bulurdum ama, işte zayıf damarım burada: Kanuna saygı…” (Yamaç,
1944:11).
Hikâye kahramanı, kendisine tarif edilen bakkalı bulur ancak bakkal da onu bir
Hanım’a gönderir. Bu Hanım’la ancak dört gün sonra görüşebilir. Bu kez de Hanım onu
başka bir Bey’in evine yönlendirir. Hikâye kahramanı, ertesi gün daha gün
aydınlanmadan bu bahsedilen Bey’in evinin önünde onu beklemeye koyulur.
Görüştüğü bu Bey, kendisini bir başka Bey’e sevk eder. Onu ise ancak bir hafta sonra,
bayram sabahı camide bulacağını söylerler. On beş gündür uğraşmasına rağmen ekmek
karnesi çıkaramamış, bu süre zarfında yeterli beslenemediği için de karısı
rahatsızlanmıştır. Hikâye, kahramanın şu cümlesiyle sona erer: “Karım ekmeğimi taştan
çıkaracağımı söylemişti… ben bir karne bile çıkaramadım” (Yamaç, 1944:11).
Bilbaşar’ın Budakoğlu (Bilbaşar,1939B:23-31) hikâyesinde ise memur kesim ile
varlık sahibi köy ve kasaba eşrafı arasındaki rüşvet ve menfaat ilişkisini konu eder.
Hikâyede olumlu ve olumsuz iki tip memur karşımıza çıkar. Bilbaşar memuru konu
ederken yalnız olumsuz örnek üzerinden gitmemiş, ahlak ve erdem sahibi, dürüst
memurların olduğu gerçeğini de ihmal etmemiştir. Hikâyenin başkahramanı
Budakoğlu, civarın hatırı sayılır zenginlerindendir. İçkili, çalgılı eğlenceler tertip ederek
ağırladığı “memur kısmı” ve kaymakamla da arası çok iyidir:
“Yerli memurlar Kaymakamdan ziyade Budakoğlundan çekinirlerdi. Yabancı
memurlar veresiye muamele ile yakayı ona kaptırmışlardı. Böyle olmasa da, kaymakam
bağlarda Budakoğlu ile birlik karı oynatırken nasıl ağızlarını açıp da söz
söyleyebilirlerdi.” (Bilbaşar,1939B:25)
Hükümet o yıl bankaya buğdayı önce köylerden satın alması için emir
göndermiştir: “Hem köylü demek Budakoğlu demek değil miydi?” (Bilbaşar,1939B:24) Haberi
öğrenen bankacı gizliden durumu Budakoğlu’na bildirir:
“Bu haberi bankacı 15 gün gizli tutacak ilan vermeyecekti. Bu 15 gün içinde de
Budakoğlu köylünün buğdaylarını toplayacaktı. Köylü buğdayını ona vermeyip de ne
halt edecekti?” (Bilbaşar,1939B:24)
Budakoğlu ile bankacı köylüden toplanacak her bir okkalık buğday için on
paraya anlaşırlar. Buğdayla borçlarını ödeyebileceklerini işiten köylüler, borçlarına
karşılık tüm buğdaylarını Budakoğlu’na verirler. On beş gün içinde köylünün bütün
buğdayı Budakoğlu’nda toplanır. Buğdayı bankanın alacağı duyulduğu vakit köylüler
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018
84
İkinci Dünya Savaşı Dönemi Türk Hikâyesinde Memurlar
her ne kadar Budakoğlu’na kinlenirse de yine ona işleri düşeceği için seslerini
çıkarmazlar: “Fukara zengini darıltmamalıydı. Ziyanı gene fakire olurdu” (Bilbaşar,1939B:25)
Budakoğlu’nun rüşvet ağı “Alaman gavuruna benzer müfettişin apansızın kasabaya
gelmesi” ile bozulur (Bilbaşar,1939B:25). Müfettiş, bankacının yolsuzluklarını ortaya
döküp önce ona işten el çektirir. Ertesi gün de bankacının tutuklandığı duyulur.
Kasabaya yeni gelen bankacı ise hile, düzenbazlık ve rüşvet gibi yolsuzluklara
bulaşmamış, bekâr ve ahlaklı bir gençtir. Ahlak ve faziletleri ile kısa sürede ocağın da
azası olur. Budakoğlu kendince bu yeni memuru yola getirmek ve itibarını düşürmek için
türlü oyunlar çevirip tuzaklar kursa da kurduğu tuzak kendisine döner. Böylece
hikâyenin sonunda bir anlamda iyiler kurtulmuş, kötüler ise cezalandırılmış olur.
Hikâyede iki farklı memur tipinin (eski bankacıya karşılık müfettiş ve yeni bankacının)
temsil ettiği gayrî ahlakî ve ahlakî tavır üzerinden bir çatışma durumu yaratılırken, bir
diğer taraftan ahlakî olanı temsil eden müfettişin hikâyede “Alaman gavuruna benzer”
şeklinde tanımlanması da dikkat çekicidir. Bu durum; iş ahlakı, doğruluk, dürüstlük gibi
erdemlerin farklı bir millet üzerinden (yalnızca o millete/Almanlara has değerlermiş
gibi) dile getirilmesidir ki; hikâyenin yayımlandığı yılın İkinci Dünya Savaşı’nın
başladığı yıl olmasını da göz önüne aldığımızda dikkat çekici görünmektedir. Nazi
Almanya’sının Avrupa’daki olumsuz etkilerine rağmen II. Abdülhamit döneminden
itibaren Almanların Türk toplumundaki olumlu imgesinin de bu tanımlamada etkisi
olduğu açıktır. Zira bu dönemden itibaren siyasi ve askeri açıdan Almanya, diğer büyük
güçlere karşı Osmanlı Devleti’nin yanında olmuştur.
Buraya ancak bir kaçını aldığımız örneklerden de görüleceği üzere devrin
hikâyelerine yansıyan memur tipi çıkarını görevinden üstün sayan, kişisel ilişkilerini
menfaate dayalı olarak sürdüren, ikiyüzlü, çıkarcı ve çoğu zaman da memurluk vasfı
taşımayan (bir diğer ifadeyle bulunduğu yeri hak etmeyen) liyakatsiz kimselerdir.
Hikâyecilerin kaleminden çıkan bu olumsuz portre, bir anlamda Anadolu’nun yani
halkın memur kesimine bakışıdır. Ve dönemin yazarlarının bu portreyi değişik
açılardan gözler önüne sermesi (hikâyelerine taşıması), kuşkusuz ki bu manzaranın
halkta da bir karşılığı olduğu içindir. Bu sadece devrin yazarlarının dönemin
memurlarına bakışı değildir, halkın (özellikle de Anadolu’da yaşayan halkın)
memurlarla ilgili ağırlıklı algısıdır.
Memurlara yönelik algıyı çizdikleri olumsuz figürlerle hikâyelerine taşıyan
hikâyeciler olduğu gibi, memurların Anadolu’ya ve halka bakışını ve yaklaşımını
hikâyelerine konu eden hikâyeciler de olmuştur. Hikâyelerde öne çıkarılan memur
algısı, halk-devlet ilişkisini (özelleştirilerek söylenecek olursa o dönem iktidarda
bulunan CHP hükümeti-halk ilişkisini) ortaya koymada ne kadar önemli ise, o dönem
memurlarının gözünden Anadolu ve halka bakış da devletin Anadolu’ya ve halka
bakışını kavramada bir o kadar önemlidir. Aşağıdaki bölümde dönem hikâyelerinden
örneklerle bu konuya değinilmiştir.
3. Anadolu’da Görev Yapan Memurlar
Dönemin hikâyelerinde memurlar çoğunlukla olumsuz figürler olarak karşımıza
çıksa da, memurların Anadolu’da yaşadığı zorluklar ve karşılaştığı güçlükler de
hikâyelerde konu edilmiştir. Umran Nazif Yiğiter’in İçimizden Birkaçı isimli kitabına
aldığı ve öncesinde Ulus’ta (1939) yayımladığı Tipi (Yiğiter, 1941: 44-49) isimli hikâyesi
bu konuyu ele alan hikâyelerden yalnızca biridir.
Tipi, Kars’ın Arpaçay kazasında geçer. Hikâyenin anlatıcısı bu kez bir
memurdur. Memursuzluk nedeniyle dağ köylerindeki vergi tahsilâtı uzun süredir
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018
85
Esra KARA SOY
yapılamamıştır. İsimsiz anlatıcı, kendisi gibi kazaya yeni tayin olan tahsildar ile birlikte
bu görev için at sırtında yola çıkar. İki memur akşam dört buçuk gibi Polat Köyü’ne
varırlar. Buradaki işleri bittikten sonra da vergi toplamak üzere yollarına devam
etmeleri gerekir. Ancak havada müthiş bir soğuk ve şiddetli bir tipi vardır. Temelde
hikâye Anadolu’da görev yapmanın zorluklarını hatta bu zorlukların ölümlere dahi
sebep olabileceğini anlatır. Baki Süha Edipoğlu’nun Sel Geliyor (Edipoğlu, 1943: 3-7),
Çabucak Git (Edipoğlu, 1943: 11-14) ve Köy Kâtibi (Edipoğlu, 1943: 26-28) isimli hikâyeleri
de bu meseleyi farklı yönleriyle işleyen diğer hikâyelerdir.
Tipi’de gözden kaçırılmaması gereken önemli bir ayrıntı vardır ki o da devletin,
memurunu ancak halktan vergi toplamak üzere (bir diğer deyişle halka bir şey götürmek
üzere değil, halktan bir şey almak üzere) Anadolu’ya (halka) göndermiş olmasıdır.
Kemal Bilbaşar’ın Çancının Karısı (Bilbaşar, 1975: 298-316) isimli hikâyesinde ise
mecburen Anadolu’ya giden bir öğretmenin memnuniyetsizliği ve memurların
Anadolu’yu adeta bir sürgün yeri olarak görmeleri konu edilir. Ş..’nin yolunu tutan
öğretmen, yolculuğu sırasında “Cumhuriyetin çeyrek yüzyıllık ömrüne rağmen, hala yurdun
her köşesinde eğreti bir hayat süren, yerleşmek için hiçbir heves ve gayret göstermeyen
memurların” (Bilbaşar, 1975: 299) kaldığı bir handa geceyi geçirir. Hikâyenin asıl mesajı
da aslında bu cümlede gizlidir. Bu cümlede Cumhuriyet’in halkçılık ve memleketçilik
ideolojisini/anlayışını özümsememiş, hizmet aşkıyla görevine sarılmayan, Anadolu’yu
hizmet edilecek/kalkındırılacak bir yer olarak değil hep bir sürgün yeri olarak gören ve
ilk fırsatta oradan kurtulmak isteyen memurların toplu bir eleştirisi vardır. Bilbaşar
sanki bütün hikâyeyi bu cümlede özetlediği hususu örneklemek adına yazmış gibidir.
Bilbaşar’ın memur eşrafını ve memurların Anadolu’daki durumunu konu ettiği
bir diğer hikâyesi de Hacı Emminin Damadı’dır (Bilbaşar, 1939C: 24). Hikâyenin konusu
kısaca şöyledir: Altmışlı yaşlardaki Hacı Emmi, kasabadaki Millet Lokantası’nın
sahibidir. Kasabanın küçük büyük bütün memurları yemeklerini Hacı Emmi’nin
lokantasında yerler. Bilbaşar bu küçük ayrıntıdan hareketle yine memurların
Anadolu’da yerleşik bir hayat sürmediklerine dikkat çeker. Ayrıca hikâyede Hacı
Emmi’nin kaymakamdan çok çekindiği için onun tavsiyesi ile yanına aldığı Yusuf’u
işten çıkartamaması da anlatılır. Aslında Hacı Emmi’nin korktuğu kaymakamın şahsı
değildir, temsil ettiği devlet otoritesi ve sahip olduğu güçtür. Bu dönem memurların
konu edildiği pek çok hikâyede, hemen hemen bu gibi benzer tablolarla karşılaşmak
mümkündür. Memurlar halkın gözünde işi düşülecek kimseler olarak ya
gücendirilmemesi, kızdırılmaması gereken kimseler ya da vergi toplayan, ceza kesen,
hesap soran kimseler olarak korkulacak/çekinilecek kişilerdir.
Memurların Anadolu’yu adeta bir sürgün yeri olarak görmeleri konusunun
işlendiği bir diğer hikâye de Bekir Sıtkı Kunt’ ait İncir Yaprağının Kokusu’dur (Kunt, 1940:
513-515). Hikâye, Ege vilayetlerinden birinde görev yapan iki memur arasında geçer.
Yirmi beş yıllık memur olan yaşlı müdür ilk kez İstanbul dışında bir yerde görev
yapmaktadır. Yaşlı müdürün Anadolu’ya bakışı hikâyede şu sözlerle ifade edilir:
“İstanbul’dan çıkmamış İstanbulluların vilayetlere karşı tuhaf bir ürkekliği
vardır. Sürgüne gönderiliyormuş gibi, içleri hüsranla dolar.” (Kunt, 1940: 513)
Bir Hikâyenin Sonu (Okurer, 1941: 49-51) isimli hikâyede de yine benzer bir konu
ele alınır. Hikâye kahramanı ise bu kez bir öğretmendir. Karısını ve çocuklarını
İstanbul’da bırakıp, Anadolu’da bir köyün yolunu tutan öğretmen için görev yaptığı
köy, zamanla “etrafı dağla çevrilmiş, sıtmalı, hastalığının sebebi olan” (Okurer, 1941: 50) bir
yere dönüşür.
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018
İkinci Dünya Savaşı Dönemi Türk Hikâyesinde Memurlar
86
“Bu köyde çok çile çektiğine inanmış, oradan hatta nefret etmişti. Fakat daha
müsaid yere nakli mümkün olamayınca bir rapor işine başvurmuştu. Ancak böylece
İstanbul’a gelerek yedi aydır hep bir arada yaşıyorlardı” (Okurer, 1941: 50).
Bir şekilde sağlık raporu alıp İstanbul’a dönen öğretmen, vekâletin (bakanlığın)
raporu kabul etmemesi üzerine, araya adamlar da sokarak evraklarını Bakırköy
Hastahanesi’ne sevk ettirir. Buradan tanıdıklar vasıtasıyla rapor alıp kendisini malulen
emekli saydırır ve bu sayede köye dönmekten kurtulur. “Kurtulmak” sözcüğü burada
gayri ihtiyari kullanılmış değildir, zira hikâyedeki öğretmen için görev yaptığı köy adeta
bir sürgün yerdir ve ilk fırsatta -üstelik de usulsüz yollarla- bu köyden kurtulmanın
yollarını aramaya koyulmuştur.
Bilindiği üzere Cumhuriyet’i kuran kadro, Cumhuriyet değerlerini ve
ideolojisini Anadolu’ya ve halka ulaştırmada en büyük misyonu öğretmenlere
yüklemiştir. Bir Hikâyenin Sonu isimli hikâyede karşımıza çıkan öğretmen tipi,
görüldüğü gibi Cumhuriyet’in idealize ettiği öğretmen modelinden bir hayli uzaktır.
Elbette ki bu hikâyeden hareketle bir genelleme yapmak doğru değildir. Ancak
Cumhuriyet’in ilk yıllarında ideolojik temelli bir idealizm söz konusu olduğu için ve
dahası devrimleri yayma ve benimsetme görevi büyük oranda memurlara verildiği için,
tek tük karşılaşılan bu olumsuz örnekler bile –yalnızca kurucu kadroda değil- bu ideali
benimsemiş yazarlar tarafında da büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Bu hikâye bir
anlamda bu hayal kırıklığının bir tür ifadesidir.
Tüm bu örneklerin yanında, bu dönem hikâyeleri arasında memur-halk
ilişkilerinin konu edildiği hikâyeler de dikkat çekicidir. Sonraki bölümde bu örnekler
üzerinden memur-halk ilişkileri ele alınacaktır.
4. Memur-Halk İlişkileri
Bu dönem memur-halk ilişkilerinin konu edildiği hikâyelerde ilk dikkat çeken
durum iki taraf arasındaki çatışma ve uyumsuzluktur. Ancak bu konuyu sadece bu
dönem sınırları içinde düşünmemek gerekir, zira bu konu Cumhuriyet’in yarım asırlık
tarihi boyunca çeşitli yönleriyle edebi eserlerde işlenmiş ve aydın-köylü, aydın-halk
çatışması gibi başlıklar altında araştırmacılar tarafından da incelenmiştir.
Yine bu hikâyelerde dikkat çeken bir taraf da halkın daha çok yoksulluk ve
cahillik gibi vasıflarla; memurların ise bilgi, kültür ve değerler anlamında halka uzaklık,
halkın sorunlarına karşı ilgisizlik ve yabancılık gibi yönleriyle konu edilmeleridir. Bu
anlamda örneklerden hareketle memur-halk ilişkisinin kopuk olduğunu ve özellikle
halk açısından bakıldığında halkın memurlarla (bir anlamda devletle) ilişkisinin
saygıdan çok korkuya dayandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Burada söz konusu
korku elbette ki memurun temsil ettiği devlet korkusudur.
Örnekler üzerinden konuşacak olursak; Bilbaşar’ın isimsiz bir vilayette, vali,
defterdar ve emniyet müdürü gibi yüksek dereceli memurlar arasında geçen Tandır
(Bilbaşar, 1975: 78-87) isimli hikâyesi temelde memurlar arasındaki ikiyüzlü ilişkileri ve
memurların halka olumsuz yaklaşımını konu eder.
Tandır’ın konusu kısaca şöyledir: Vali, odasında ordu müfettişinin gelişini
beklerken bir gürültü ve tepiş-kakış arasında içeriye Ahlatlı köyünden Hüsmen Onbaşı
girer. Köylüler okul yaptırabilmek için aralarında para toplamışlar, Hüsmen Onbaşı’nı
da meseleyi yetkililere arz etmek üzere elçi olarak göndermişlerdir. Ancak valilikteki
memurlar Hüsmen Onbaşı’nı dinlemedikleri gibi aşağılayıp bir de itip kakarlar.
Hüsmen Onbaşı bu itiş kakış arasında kendisini valinin odasına atar ancak valinin
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018
87
Esra KARA SOY
odasında da farklı bir tavırla karşılaşmaz, daha ağzını bile açmasına fırsat verilmeden
derdest edilip tutuklanır, üstelik eşkıyalıkla ve vali konağını yakmakla suçlanır.
Siyasi suçluların sorgulandığı odaya alınan Hüsmen Onbaşı, ayakları tandıra
sokularak işkence görür. Bu sırada vali yanındakilerle beraber ordu müfettişini
karşılamaya gitmiştir. Yolda vilayetle ilgili müfettişe izahat veren vali, köylere
mektepler yaptıklarını söyleyerek övünür. Akşam da müfettiş için vali konağında bir
ziyafet verilir. Yemek sonrası, tam da konaktan çıkacakları sırada, jandarma ve polis
zoruyla adeta merdivenlerden sürüklenerek götürülen Hüsmen Onbaşı’nı görürler.
Onbaşı’nın ayakları kanlar içinde kalmıştır. Müfettiş köylüyü dinleyip olayın iç yüzünü
öğrenir. Müfettişin raporu ile valiyle birlikte bütün sorumlulara görevden el çektirilir.
Görüldüğü gibi Tandır hikâyesinde halk-memur ilişkisi olumsuz bir örnek
üzerinden konu edilmiştir. Hikâyenin şahıs kadrosu (müfettiş hariç) halka hizmet için
görevlendirilmiş olmalarına rağmen halka tepeden bakan memurlardan oluşmuştur.
Yüksek dereceli memurların bürokrasiden aldıkları güçle kendilerini kurtarıcı olarak
görmeleri (halkı/köylüyü cehaletin ve geri kalmışlığın karanlığından kurtarıp
aydınlatacak tek ışığın kendilerinde olduğunu zannetmeleri) ve kendilerini halktan
yüksekte konumlandırarak ilişki kurmaları esasen bürokrasinin tipik bir hastalığıdır.
Bilbaşar, Tandır hikâyesinde hem bu bürokratik yozlaşmanın hem de halktan kopuk
devletçilik anlayışının eleştirisini yapar. Bunu yaparken (yanlış olana dikkat çekerken)
aynı zamanda doğru olanı da işaret etmekten geri kalmaz. Hikâyedeki tek olumlu
memur örneği olan ordu müfettişi, Hüsmen Onbaşı’nın derdini dinleyip devlet
kapısında ona yapılan yanlışı da cezasız bırakmaz.
Samim Kocagöz’ün Gök Boncuk (Kocagöz, 1942: 12-18) hikâyesindeki Davavekili
Abdullah Efendi ile Güllü (Kocagöz, 1942: 3-11) hikâyesindeki Jandarma Kumandanı
Nazif Bey, Tandır hikâyesindeki müfettiş gibi iyilik ve halka yakınlıkları ile öne
çıkarılmış memur örnekleridir. Güllü hikâyesindeki Jandarma Kumandanı Nazif Bey
halkın hem sevdiği hem de çekindiği babacan bir adamdır. Kamil kasabaya gelen tiyatro
kumpanyasındaki Güllü’ye gönlünü kaptırıp onunla gideceğini söyleyince, çaresiz
kalan yaşlı annesi derdini kumandana anlatıp kendisinden yardım ister. Burada
Kumandan Nazif Bey’in halkın hem sevdiği hem de çekindiği bir kişi olması temelde
devletin halkta bulduğu karşılıktır.
Mehmet Kaplan’ın Kazım Ağabey (Kaplan, 1940: 116-122) isimli hikâyesinde ise
halk ve memurlar arasındaki yabancılık konu edilir. Hikâyenin memur kişisi bu kez bir
kaymakamdır. Kasabalı kendisine benzetemediği, sarışın, mavi gözlü bu kaymakamı
pek de sevmemektedir. O da bu “yerli mahluklar”dan çok hoşlanmaz (Kaplan, 1940: 118).
Kaymakamın mühim meselelerde gösterdiği tavır da ona duyulan sevgisizliğin
nedenleri arasında sayılabilir:
“Şiddetli yoldan gider, her şeyi kestirir atardı. Halkın gözünde hükümetin
otoritesini bir kat daha sertleştirmişti.” (Kaplan, 1940: 119).
Bilbaşar’ın “bir inkılâp hikâyesi” notuyla yayımladığı Kel İmamın Fesleri (Bilbaşar,
1939D: 26-31) isimli hikâyesi Anadolu insanının devlet memuruna bakışını ve devletin
memur eliyle hayata geçirdiği uygulamalardan halkın duyduğu rahatsızlığı
anlatmaktadır. Hikâyenin konusu ise şöyledir: Muhtar kasabaya gelen yeni nahiye
müdüründen adeta yaka silkmiştir: “şu rahat köye nereden dadanmıştı bu hükümat adamı?”
(Bilbaşar, 1939D: 26)
“Nahiye Müdürü, tahsildar ve jandarma çavuşuna benzemiyordu. Atının
arpasını kendi parasile satın alan, karnını heybesinden çıkardığı teneke kutulardan
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018
88
İkinci Dünya Savaşı Dönemi Türk Hikâyesinde Memurlar
doyuran, sudan başka bir şey içmiyen hükümat adamını muhtar yeni görüyor idi.”
(Bilbaşar, 1939D: 26)
Yeni nahiye müdürü herkesin nüfus cüzdanı çıkarması, evli olanların resmi
nikâh yaptırması ve askerlik meselesi gibi köylünün pek de alışık olmadığı uygulamaları
zorunlu tutmuş, bu durum müdüre duyulan öfke ve düşmanlığı iyice arttırmıştır. Zira
o güne kadar “muhtar, imam ve köy ağası oğullarını askere göndermeye alışmamış” (Bilbaşar,
1939D: 27), zaten nüfus kâğıtlarını da çıkartmamışlardır. Bunlar yetmezmiş gibi yeni
müdür bir de çocuklar için dağın başında mektep yaptırmış; “bereket henüz şu
dağbaşındaki köye bir hoca bulunup getirememişlerdi”r (Bilbaşar, 1939D: 27).
Nahiye müdürüne karşı köylünün öfkesini arttıran son uygulama erkekler için
şapkanın zorunlu tutulması olur. Müdür, kolcu ile gönderdiği emirde hükümetin fesi
yasak ettiğini, erkeklerin bundan sonra şapka takmalarının zorunlu olduğunu ve hazır
olan şapkaları muhtarın iki güne kadar gelip almasını bildirir. Bu elbette ki nahiye
müdürünün şahsi bir uygulaması değildir. Cumhuriyet’in arka arkaya hayata geçirdiği
inkılâplardan yalnızca biridir. Zorunlu şapka emri civardaki diğer köylere de gönderilir.
Haberi duyan köylüler ise büyük bir tepki gösterir, bunun bir gâvur âdeti olduğu ve
hatta nikâhı düşüreceği bile söylenir.
Muhtar, emirden beş gün sonra N... köyüne çeşit çeşit şapkalarla döner: “Bundan
sonra herkes şapka giyecektir. Giymek istemeyenler hapse atılacak, hatta darağacına
götürülecektir.” (Bilbaşar, 1939D: 30).
Bu örnekte görüldüğü gibi aslında halkın sorun yaşadığı doğrudan devletin
memuru değildir. Halk memur eliyle hayatının şekillendirilmesinden, uygulamaları
zorunlu hale getiren yapıdan ve en nihayetinde rahatının bozulmasından (ki burada
askere gitmemek, birden fazla evlilik yapabilmek için resmi nikâhtan kaçmak gibi
pragmatist ve gayri ahlakî yaklaşımlar olduğu da inkâr edilemez) şikâyetçidir. Bu
hikâyede memur yalnızca halkın devletle irtibatını sağlayan bir aracı olarak halkın
devlete duyduğu kızgınlık ve öfkesinin de yönlendiği kişi olmuştur.
Enver Naci Gökşen’e ait Göz mü Sakal mı (Gökşen,1942: 6-8) hikâyesinde memurhalk arasındaki uyumsuzluk ve memurun halka yaklaşımı Kel İmamın Fesleri
hikâyesinde olduğu gibi yine ilginç bir mesele ekseninde anlatılır: Kasabanın tek
doktoru vardır ve civar köylerdeki hastalar da muayene için bu doktora gelmek
zorundadır. Doktorun hastalarda tahammül edemediği tek şey ise sakaldır. Hikâyede
bu tahammülsüzlüğün nedeni açıkça ortaya koyulmamakla birlikte sakalın Cumhuriyet
öncesinden kalma bir âdet olduğu ve Cumhuriyet’ten sonraki çağrışımlarının pek
olumlu olmadığı söylenebilir.
Dıvırcık köyünden Ahsen Ağa, altmış yaşında beyaz sakallı bir ihtiyardır.
Gözündeki rahatsızlık için doktora gider. Doktor rahatsızlığın sebebini ihtiyar adamın
sakalına bağlar ve sakalını zorla kestirir. Gözüne de ilaç damlatıp, tekrar kontrole
gelmesini tembihleyerek Ahsen Ağa’yı köyüne gönderir. Fakat sakalı kesildiği için
çocuk gibi gözyaşı döken Ahsen Ağa, gözünü kaybetmek bahasına da olsa bir daha
doktorun yanına uğramaz.
Bu konuda üzerinde durulması gereken bir diğer hikâye de Yurt ve Dünya
dergisinde yayımlanan ve Halil Aytekin’e ait olan Köye Çıkan Konferansçılar (Aytekin,
1944: 197-201) isimli hikâyedir. Hikâye memur ve aydınların aslında Anadolu’ya ve
Anadolu halkına ne denli uzak olduklarını gözler önüne serer. Hikâyenin konusu ise
kısaca şöyledir: C. Kasabasında yapılacak hayır kurumuna yardım toplamak üzere
vilayet gazetesi müdürü S. Bey, doktor, mühendis, bir fotoğrafçı ve hayırseverler
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018
89
Esra KARA SOY
cemiyeti başkanı, müdürün başkanlığı altında toplanıp yanlarına köylülere dağıtmak
üzere birçok iktisadi, zirai, sağlık kitapları da alarak yola çıkarlar. İdealist köycü olarak
tanınan grup, geceyi Sarsavuş köyü muhtarı İbiş Ağa’nın odasında (muhtarlıkta)
geçirmeye karar verirler. Köyün yolu olmadığı için kafile yarı beline kadar çamur içinde
kalarak ancak köye varabilir. Köylü ise “elleri çantalı, kalıbı kıyafeti yerinde olan bu zatları”
(Aytekin, 1944: 197) görünce tedirgin olur:
“Zenginler ofisten kaçırarak sakladıkları buğdayları, sayımdan kaçırarak
sakladıkları kaçak malları, fakir olanlar ise ödeyemedikleri vergi borçlarını düşünerek
ortadan sıvışmağı düşündüler.” (Aytekin, 1944: 197)
Konferansçılar etraflarındaki köylüleri irşad etme arzusuyla coştukça coşarlar.
Köyün sağlığı, kalkınması hususunda herkes bir fikir beyan eder. Köylü bu
konuşmalardan kendisi için yarayışlı bir şey çıkmayacağını anlayınca birer ikişer
konferansçıların etrafından dağılır. İbiş Ağa da “adam sen de ekmeğimi bunlar mı veriyor?”
(Aytekin, 1944: 199) diyerek oradan savuşur. Konferansçılar aralarındaki tartışmaya ara
verince etraflarının boşaldığını görüp, ellerinde kitap dolu çantalarla diğer köyün
yolunu tutarlar. Mühendis kızgınlıktan köpürmüş, doktor da idealistliği ve köycülüğü
bir kenara bırakmıştır. Uzun zamandır vilayet gazetesinde Türk köylüsünün hasletleri,
misafirperverliği hakkında seri yazılar yazan S. Bey ise yine köyü ve köylüyü savunur.
“Bugün hiç şüphesiz şehirlerimiz bir ahlak buhranı geçiriyor. Eski ve güzel
ananelerimizle olan manevi bağlar çözülmüş bir vaziyette… (…) bu saf, bu fedakâr
insanları şehrin bozucu ahlak tesislerinden korumak istiyorsak onları şehirle sıkı
temaslardan uzaklaştırıcı tedbirler almalıyız.” (Aytekin, 1944: 200)
Konferansçılar zar zor ilerlemeye çalışırken Sarsavuş köyünün zenginlerinden
Yağmur Ağa atıyla arkalarından yetişip onları evine getirir. Köylüler de ağanın evinde
toplanmıştır. Konferansçılara “Moskof ve Alman gâvuruna” (Aytekin, 1944: 200) dair arka
arkaya sorular sorarlar. Kafile başkanı “hangi taraf erkekse emin olun o kazanacak”, “bizim
için hava hoş değil mi Yağmur Ağa” (Aytekin, 1944: 201) diyerek karşılık verir. Yağmur
Ağa da “ikisinin canı da cehenneme” diyerek konuyu geçiştirir. Bir hafta sonra vilayet
gazeteleri müdürü “şehirlerin şu dar zamanda bol bol ağzının suyunu akıtan köylerimizdeki
bolluk ve berekete dair uzun uzun yazılar” yazar (Aytekin, 1944: 201). Görüldüğü gibi
hikâyede hem köylü aydın çatışması hem de aydın kesimin köylüye ve köy gerçeğine
uzaklığı başarılı şekilde konu edilmiştir. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı
yıllarda halkın savaşa ilgisiz kalmadığı, gelişmeleri takip ve merak ettiği de hikâyeden
anlaşılmaktadır. Dikkat çeken bir diğer ayrıntı da savaşın yarattığı ekonomik sıkıntı ve
darlık ortamında Yağmur Ağa gibi kimilerinin bolluk ve bereket içinde bir yaşam
sürmeleridir. Yazar bu yolla bazı kimselerin haksız ve usulsüz yollardan (veya yoksul
halkın sırtından) kazanç sağladığına işaret etmek istemiştir.
Yine memurların Anadolu’ya yabancılığının konu edildiği bir diğer hikâye ise
Fethi Taşkır’ın O Köyü Yine Su Bastı (Taşkır, 1941: 182-184) isimli hikâyesidir. Hikâye iki
nehir arasında yılın yedi ayı sular altında kalan Domuztepe köyünde geçer. Yine bir su
baskının ardından doktor ve su mühendisi köye tetkik için gelirler. Mühendis Cevat
İstanbul’da büyümüş ilk kez köye gelmiştir. Kafasındaki köy mefhumu şairane
dekorlarla süslü olan Cevat “tasavvur ettiği nur topu gibi tosunların yerine sıska ve sümüklü
oğlanlar” (Taşkır, 1941: 183) tarafından karşılanır. Tetkik sonrasında mühendis, köylüye
iki seneye kadar azgın nehir yatağının temizleneceği ve bataklığın kurutulacağı sözünü
verir: “Bu köylüye biraz telkin de lazım. Ümit vermeli. Bunlar basit insanlar. Hemen ümitsizliğe
kapılırlar” (Taşkır, 1941: 184). Ancak aradan iki yıl geçmesine rağmen köy sular altında
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018
90
İkinci Dünya Savaşı Dönemi Türk Hikâyesinde Memurlar
kalmaya devam eder. Cevat ise “havasile imtizaç edemediğinden vekâletinden memuriyetini”
başka bir yere nakil ister.
Hikâyelerden hareketle bir değerlendirme yapacak olursak, genel olarak
Cumhuriyet’in ilk yıllarında memurların Anadolu’ya ve Anadolu halkına uzak ve
yabancı olduğu söylenebilir. Halka karşı bu uzaklıkta memurların Anadolu’ya ancak
görev nedeniyle zorunlu olarak gelmelerinin de önemli bir payı vardır. Yukarıda ele
aldığımız kimi hikâyelerde de görüldüğü gibi Anadolu memurlar için adeta bir sürgün
yeri olarak görülmüş, kalıcı olarak yerleşme arzusu güdülmemiştir. Ancak devleti
temsilen Anadolu’da görev yapan memurlar içinde devletin koruyup kollayan, hizmet
sunan, güler yüz ve şefkat gösteren yönünü temsil eden olumlu örnekler de yok değildir.
Ayrıca üzerinde durulması gereken bir diğer husus da halkın memurlarla ilişkisini, aynı
zamanda halkın devlet ile olan ilişkisi şeklinde düşünmek gerektiğidir. Genel olarak
hikâyelerden hareketle varılan sonuç; devletin halkın nazarında hem koruyan, kollayan
bir sığınak olduğu hem de vergilendiren, ceza kesen, anlaşılmaz bürokrasisi ile ürküten
bir yapı olduğudur.
5. Memurların Ekonomik Durumu ve Hükümet-Memur Dayanışması
İkinci Dünya Savaşı yılları giriş bölümünde de üzerinde durulduğu gibi
ekonomik sıkıntıların fazlasıyla hissedildiği, alım gücünün azaldığı ve yoksulluğun
arttığı yıllardır. Her ne kadar savaş koşulları ortaya savaş vurguncuları ve yeni savaş
zenginleri çıkarmışsa da toplumun hemen hemen tüm kesimleri ülkenin içine düştüğü
zorlu ekonomik şartlardan etkilenmiş ve yoksulluk oldukça artmıştır.
İkinci Dünya Savaşı dönemi hikâyesinin şahıs kadrosu içinde azımsanmayacak
bir yer edinen memurlar da, devrin ekonomik koşullarına paralel olarak hikâyelerde
ekonomik durumları ile karşımıza çıkmaktadır.
Kemal Bilbaşar’ın Pazarlık (Bilbaşar, 1975: 51-64) isimli hikâyesinde hem
memurların içine düştüğü maddi sıkıntı ve yoksulluktan hem de o dönemde çok
gündemde olan devlet-memur dayanışmasından bahsedilir. Hikâyede bir tarafta
kuruyemiş tüccarı Hayri Küner ve diğer tarafta ilkokul öğretmeni Muhlis Azsöyler
olmak üzere iki taraf bulunur. Hayri Küner dönemin savaş vurguncularından biridir.
İlkokul öğretmeni Muhlis Azsöyler ise üç çocuklu yoksul bir memurdur. Bilbaşar’ın
ifadesiyle “dar gelirli insanlar gibi üzüntüsü de eğlencesi de evinde”dir (Bilbaşar, 1975: 56).
Pazarlık’ta hükümetin memura yaptığı yiyecek yardımına da değinilir. Bilindiği
gibi İkinci Dünya Savaşı’nın zor ekonomik şartları altında iyice yoksullaşan memur
kesime hükümet bazı erzak yardımında bulunarak sahip çıkmıştır. Ancak bu yardımın
yetersiz olduğuna da hikâyede ayrıca vurgu yapılır. Muhlis Azsöyler devletin
kendilerine verdiği şekeri, evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için Bakkal Salim
Efendi’ye satmak zorunda kalır:
“Aldığım maaştan ev kirası, su, elektirik parasını çıkardık mı sade ekmek parası
kalıyor. Kömür, sebze, et parası nerde? (…) Hükümet erzak veriyormuş neye yarar.
Bizim boğazımızdan geçmedikten sonra…!” (Bilbaşar, 1975: 59-60)
Şekeri bakkala satan Muhlis Azsöyler buradan gelen paranın bir kısmıyla uzun
süredir dışarı çıkarmadığı ailesini gazinoya götürür. Hayri Küner de ticaret yapacağı
Kerim Efendi ile gazinoya gelmiştir. Küner gazinoda Muhlis Azsöyler’i görünce konuyu
devlet-memur dayanışmasına getirir:
“Bu, hemen hemen her akşam böyle.. Alt ucu bir öğretmen yahu… Amma
insanın arkasında koca hükümet varsa, ekmeğe, una, şekere, yağa, sabuna ucuz ucuz
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018
91
Esra KARA SOY
doymuşsa böyle zevk etmez de ne yapar? Hükümet de millet de sanki bunlar için
çalışıyor. Bana kalırsa birader, bir dükkâna memur alışverişe geldi mi on kuruş fazla
istemeli… Fiyatlartı yükseltmeli. Hak adalet yerini bulsun…”(Bilbaşar, 1975: 62).
Dönemin savaş vurguncularından biri olan Hayri Küner, hükümetin tüccara
üvey evlat muamelesi yapmasından ve memura 16 kuruştan verdiği ekmeği kendilerine
27 kuruştan satmasından da şikâyetçi olur:
“Devir memur devri azizim… Sana şekeri 5 liraya verir… memur 130’dan alır…
sen basmayı dışarıdan üç liradan güç alırsın… memur gider komparatiften (85)e donatır
çoluğunu çocuğunu…”(Bilbaşar, 1975: 55).
Memurların geçim sıkıntısının anlatıldığı bir diğer hikaye ise Ahmet Naim’e ait
olan İkramiye’dir (Naim, 1944: 132-137) İkramiye’de vilayet özel muhasebe kalemindeki
memurların Ulus gazetesinde çıkan memurlara ikramiye haberi üzerine günlerce
aralarında bunu konuşmaları ve temelde memurların geçim sıkıntıları konu edilir. Genç
memurlardan biri “ortalıkta bu pahalılık varken, her ay çift maaş verseler yine nafile” diyerek
dert yanar (Naim, 1944: 133). Tahsil memuru Niyazi Efendi ise “bu işi Allah yaptı yoksa
bu ay benim halim nice olacaktı” der (Naim, 1944:133). Bir diğer memur Haşim Efendi ise
ikramiye haberini evdekilerle paylaştığına neredeyse pişman olur. Herkes kendi
ihtiyacını söyleyip ikramiyeden pay ister. Daha alınmayan ikramiye için “en acil, mübrem
ve zaruri” listesi bile yapılır (Naim, 1944: 134).
“İkinci Dünya Savaşının geçim bakımından en sıkışık günlerinde” (Bilbaşar, 1975: 268)
geçen Süleyman Efendi’nin Yeniden İşe Girme Kararı isimli hikâye (Bilbaşar, 1975: 268-278)
de temelde memurların geçim sıkıntısını ve artan işsizliği konu eder. Altmış üç yaşında
emekli bir memur olan Süleyman Efendi üç aylığını almaya gittiğinde emeklilerin
yeniden işe çağırıldığını öğrenir. Haberi duyan karısı ise gençlerin bile işsiz gezdiği bir
ortamda ona iş vereceklerine pek ihtimal vermez.
Bilbaşar’a ait bir diğer hikâye Teşekkür Telgrafı’nda ise (Bilbaşar, 1975: 290-297)
halkın yoksulluğuna karşılık milletvekillerinin nasıl devlet koruması altında
yaşadıklarına dikkat çekilir. Daha önce de üzerinde durduğumuz bu hikâyede halkevi
salonunda toplanıp hemşerilerinin dertlerini dinleyen Milletvekili Haşim Arıcan’ın
“cebinden Tekel’in Milletvekilleri için yaptırdığı özel sigara paketini” çıkarmasına
özellikle dikkat çekilir (Bilbaşar, 1975: 291).
Örneklerini arttırabileceğimiz bu ve bunun gibi hikâyelerde dönemin yazarları
İkinci Dünya Savaşı yılları içinde Türkiye’de yaşanan yoksulluk ve ekonomik krize
dikkat çekmek istemişlerdir. Halkın yaşadığı yoksulluk elbette ki çok daha fazlasıyla
dönemin hikâyelerinde yer bulmuştur. Ancak bu bölümde, yalnızca memurlar
ekseninde yaşanan ekonomik sorunların konu edildiği hikâyeler üzerinde durulmuştur.
Sonuç
İkinci Dünya Savaşı dönemi (1939-1945) Türk hikâyeciliğinde köy ve köylünün
sorunları kadar memurların gündelik yaşamları ve iş hayatına dair ayrıntılar da geniş
yer tutar. Bu dönemin hikâyelerinde ağırlıklı olarak ele alınan memur tipi ise liyakatsiz,
rüşvetçi, düzenbaz ve kurnazdır. Çoğu da iş ahlakına uymayacak tavır ve davranışlar
içindedir. Bunun yanı sıra azınlıkta olmakla beraber hikâyelerde namuslu, dürüst,
çalışkan, ahlaklı ve liyakatli memurlar da yer almaktadır. Bunlar ise daha çok yoksulluk
ve geçim sıkıntısı ekseninde konu edilmiştir.
Ayrıca Milli Edebiyat dönemine kadar geri götürülebilecek olan Anadolu’yu
benimsemeyen, uyumsuz memur tiplerinin bu dönem hikâyelerinde de sıkça kullanıldığı
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018
92
İkinci Dünya Savaşı Dönemi Türk Hikâyesinde Memurlar
görülür. Diğer taraftan köy edebiyatında artık klişe halini almış olan
memur/bürokrat/asker ve din adamı karşısında Anadolu köylüsünün ezildiği konusu
bu dönem hikâyelerinde de aynı kurgu ve tematik yapı içinde ele alınmaya devam
etmiştir.
Burada dikkat çeken bir yön de memur sınıfın halk ile arasındaki mesafe/uzaklık
ve yabancılaşma durumudur. “Yabancılaşma” kavramı her ne kadar varoluşçuluğun
etkisinde kaleme alınmış ve özellikle 1950’lerden sonra edebiyatımızda dikkat çekici
eser örnekleriyle karşımıza çıkmış bir kavram olsa da İkinci Dünya Savaşı dönemi
hikâyelerinde de memur-halk, memur-Anadolu ilişkisinin ifade edilmesinde, adı
konulmamakla birlikte, kavramsal olarak karşımıza çıkmaktadır. Yakup Kadri’nin
Yaban romanında da belirgin olarak dikkat çeken bu durum esasen yabancılaşmanın
insanı sosyolojik, psikolojik ve felsefî bağlamda tanımlayan, genel bir insanlık durumu
olarak her devirde ortaya çıkabilecek olduğunu göstermektedir (Şenderin, 2011: 115136).
İkinci Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’in ilânına kadar olan tarihî dönemeç içindeki
herhangi bir zaman kesitini ele alan romanlarımız üzerine yapılan incelemelerde
yabancılaşma zaman zaman başvurulan bir kavram olsa da, karakterleri ve onların
dönüşümünü tanımlayan ana kavram olarak pek değerlendirilmemiştir. Oysa bu yıllar
toplumumuzun peş peşe büyük yıkımlar yaşadığı, sosyal ve siyasal anlamda kabuk
değiştirdiği çok karmaşık bir tarihî dönemdir. Böyle bir dönemde sosyal, siyasal ve
bireysel düzlemde kendilerini çözümsüz bir noktada hisseden aydınların, birden kendi
varlıklarına ve topluma yabancılaşmaya başlamaları doğal bir sonuç olsa gerektir
(Şenderin, 2011: 117).
İkinci Dünya Savaşı yılları (1939-1945) tarih aralığı olarak Cumhuriyet’in
kuruluşunun ilk çeyreğine (16. ve 22. yılları arasına) ve Milli Şef İsmet İnönü zamanına
denk gelmektedir. İlk yıllarda ateşli bir şekilde sürdürülen idealist söylemler, rejimi ve
değerlerini halka benimsetme ve halkı modernize etme gayretleri, her ne kadar bu
yıllarda da sürdürülmekle birlikte, savaşın yarattığı ekonomik buhran ve politikalar
nedeniyle, bu gayretlerin Atatürk dönemine göre daha geri planda kaldığı da
şüphesizdir. Zira giderek yoksullaşan, ekmeği bile karne ile almak durumunda kalan bir
halk ve ihracatı durma noktasına gelen bir ülkede elbette ki öncelikler de değişmiştir.
Dolayısıyla memur-halk ilişkilerinin konu edildiği hikâyelerde halk tarafının hep
yoksulluk ile ön plana çıkarılması bir tesadüf değildir.
Özellikle ele aldığımız örnekler üzerinden konuşacak olursak dikkat çeken bir
taraf da bu hikâyelerin büyük çoğunluğunda fon mahiyetinde bile olsa savaşa bir yer
verilmemiş olmasıdır. Oysa savaşın bu dönem toplum yaşamına, hem ekonomik hem
de sosyal açıdan pek çok olumsuz yansımaları olmuştur. Elbette ki bu dönem hikâyeleri
içinde savaşın konu edildiği ve savaşın yansımalarının yer verildiği çok sayıda hikâye
vardır. Ancak bizim burada konu ettiğimiz örneklerde (özellikle de memur merkezli
baktığımız bu hikâyelerde) savaşa çok değinilmemiş olması ilginç bir ayrıntıdır.
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018
93
Esra KARA SOY
Kaynaklar
ARPAD, B. (1940). Şehir, İstanbul: İnanç Neşriyat, Yılmaz Basımevi
AYTEKİN, H. (1944). Köye Çıkan Konferansçılar, Yurt ve Dünya, Sayı 42, 15 Mart, Cilt 5,
s. 197-201.
BENHÜR, Ç. (2008). 1945–1946 Yıllarında Türkiye’de Politik Gelişmelere Genel Bakış,
Journal of Qafqaz University, Sayı 24, s.30-41.
BILBAŞAR, K. (1941). Çancının Karısı, Cevizli Bahçe, İzmir: Yeniyol Basımevi, s. 298-316.
. (1939a). Anadolu’dan Hikâyeler, İstanbul: Türkiye Basımevi,
. (1939b). Budakoğlu, Aramak, Sayı 3, Haziran, s.23-31.
. (1939c). Hacı Emminin Damadı, Aramak, Sayı 2, Mayıs, s.24.
. (1939d). Kel İmamın Fesleri, Aramak, Sayı 7, Birinciteşrin s. 26-31.
BILBAŞAR, Kemal. 1944, “Çoluk Çocuk Sahibi”, Yurt ve Dünya, Sayı 39, 1 Şubat, Cilt 5,
s.100-109.
. (1975). Cevizli Bahçe, İstanbul: Tekin Yayınevi
BOYKOY, S. (2006). Bir Savaş, Bir Kent; İkinci Dünya Savaşı ve Samsun, Geçmişten
Geleceğe Samsun Sempozyumu (4–6 Mayıs Samsun) Bildirileri, 1. Kitap, (Haz. Cevdet
Yılmaz), s. 349-366.
EDIPOĞLU, B. (1943). Sel Geliyor, İstanbul: Ülkü Kitap Yurdu.
GÖKŞEN, E. N. (1942). Son Çare, Adapazarı: Necip Güllü Matbaası.
GÖKÜŞ, M. (2000). Tek Parti Döneminde Türk Kamu Bürokrasisinin Gelişimi, Amme
İdaresi Dergisi, Cilt 33, Sayı 2, Haziran, s.23-33.
KAPLAN, M. (1940). Kazım Ağabey, Çığır, Sayı 95, Cilt 9, İkinciteşrin, s.116-122.
KARPAT, K. H. (1996). Türk Demokrasi Tarihi-Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller, İstanbul:
Afa Yayınları,
KOCAGÖZ, S. (1942). Tellikavak, İstanbul: Muallim Ahmet Halit Kitabevi.
KOÇAK, C. (1996). Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938–1945), Cilt 2, İstanbul: İletişim
Yayınları.
KUNT, B. S. (1940). İncir Yaprağının Kokusu, Varlık, Sayı 164, Cilt 10, Mayıs, s.513-515.
. (1941). Herkes Kendi Hayatını Yaşar, İstanbul: Vakit Basımevi.
NAİM, Ahmet. (1944). İkramiye, Yurt ve Dünya, Sayı 40, 15 Şubat, Cilt 5, s.132-137.
OKURER, C. (1941). Bir Hikâyenin Sonu, Çığır, Sayı 105, Cilt 11, Ağustos s. 49-51.
SEREN, Suat. (1941). Köprü, Çığır, Sayı 102, Mayıs, s.143-148.
ŞENDERİN, Z. (2011). Türk Romanında Taşra: Toplumsal Yapılanma, Aydınlar ve
Yabancılaşma, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türkoloji Dergisi,
Sayı 18, 2 (2011), s.115-136.
TARUS, İ. (1939). Bir Kaza Meyhanesinde, Yücel, Sayı 57, Sonteşrin, Cilt X, s.136-141.
TARUS, İ. (1945). Memur, Yücel, Sayı 108, Cilt XIX, Ekim 1945, s.65-68.
TAŞKIR, F. (1941). O Köyü Yine Su Bastı, Yücel, Sayı 82, Cilt XIV, s.182-184.
TOKER, M. (1998). Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları (1944–1973), Tek Partiden Çok
Partiye (1944–1950), Cilt 1, Bilgi Yayınevi, Ankara.
TUĞLUOĞLU, F. (2001). Tek Parti Döneminde Hükümet Memur Dayanışması, Ankara
Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı 27–28, MayısKasım, s.353-373.
YAMAÇ, Z. (1944). Şehir Yolu, Büyük Doğu, Sayı 23, Cilt 2, 17 Mart, s.11.
YİĞİTER, U. N. (1941). İçimizden Birkaçı, Zonguldak Halkevi Yayını, Zonguldak.
Dede Korkut
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Cilt 7/ Sayı 15/ NİSAN 2018