(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Murat Yetkin" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Murat Yetkin" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Murat Yetkin

Murat Yetkin

Katil susturuldu mu şüphesi?
21 Aralık 2016

Evet, gelen Rus güvenlik ekibiyle ortaklaşa yürütülen çalışma henüz tamamlanmamıştı, ama işaretler Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov’un 19 Aralık’ta öldürülmesinin Fethullahçıların işi olduğuna doğru yoğunlaşıyordu.

 

Dün öğleden sonra Rus haber sitesi Sputnik’in duyurduğu El Nusra’nın üstlenmesinin sahte olduğu kısa süre sonra anlaşıldı; haber değil üstlenme sahteydi.

 

Üstlenmenin sahte olduğunun anlaşılmasından kısa süre önce de üst düzey bir güvenlik kaynağıyla cinayet üzerine konuşuyorduk.

 

O da bana, El Kaide ve onun Suriye kolunun eylemlerini böyle mesaj göndererek üstlenmediğini, kendi internet sitesi Minaretül Beydha, Beyaz Minare’de yayınladığını, muhtemelen bunun bir saptırma girişimi olduğunu anlatıyordu.

 

Rus Büyükelçinin 22 yaşındaki polis memuru Mevlüt Mert Altıntaş tarafından öldürülmesinin El Nusra ve benzeri örgütlerin işi olmayabileceğine dair başka saptamaları da vardı güvenlik yetkilisinin.

 

Örneğin El Nusra, ya da El Kaide IŞİD gibi Selefi mücahit örgütlenmeler, belli bir insana yöneltmekten çok, olabildiğince çok insanı bir anda öldürmeyi, böylece şiddet duygusunu yaygınlaştırmayı amaçlıyorlardı.

 

El Kaide’nin 2003 İstanbul saldırılarından IŞİD’in iki gün önceki Berlin saldırısına kadar bunun istisnası yoktu.

 

Oysa diplomatın öldürülmesi olayında katil, tabancasındaki neredeyse bütün mermileri (bir kısmı zaten sırtından vurduğunda yere düşmüş olan kurbanının üzerine olmak üzere) ateşledikten sonra Çankaya Belediyesince düzenlenen fotoğraf sergisine gelenlerin orayı boşaltmasını, kendileriyle bir işi olmadığını söylemişti. Bu da Selefi-cihatçı örgütlenmelerin eylem türüne uymuyordu.

 

Yani?

 

Yani katilin kırık dökük bir Arapçayla El Nusra marşından bölüm okuması, Halep intikamından söz etmesi, cinayeti işlerken işaret parmağını yukarı kaldırarak mücahit selamı vermesi gibi, sahte olduğu anlaşılan bu üstlenme de cinayete El Nusra izlenimi vermeyi amaçlıyor olabilirdi.

 

Dün sabah saatlerinde konuştuğum bir başka kaynağımın da ilginç saptamaları vardı.

 

Büyükelçinin vurulması ve sonrasına dair video kayıtlarını saatlerce izledikten sonra sergi salonunda katilin bir işbirlikçisi, hatta belki talimat aldığı bir kontrolörünün olabileceği izlenimine sahip olmuştu.

 

Çünkü katil, görevli olmadığı halde kendisine koruma polisi süsü vererek girdiği binada, herhangi bir koruma polisinden ayırt edilemeyecek şekilde Büyükelçinin arkasında duruyorken, Büyükelçinin konuşmasının daha başlarında adeta bir işaret almış gibi aniden harekete geçiyor, sloganlara ve ateş etmeye başlıyordu.

 

Ama sonra kaçmaya çalışmıyordu bile. Kaynağım “Adeta bu eylem için talimat aldığı kişi veya kişilerden, ona bir zarar gelmeyeceği teminatı da almış gibi davranıyordu” dedi.

 

Üst düzeyde görevli kaynağım ise katilin profil dosyasındaki bilgilere dayanarak şunları söylüyordu:

 

-“Katil çocukluk yıllarından bu yana Gülen Cemaati üyeleri veya taraftarlarından oluşan bir sosyal çevrede büyümüş. Yakın akrabaları arasında Fethullahçılar var. Kendisi de polis okulunda Fethullahçı olarak tanınıyor

 

- “Son iki yıldır bazı Selefi gruplarla temas kurmuş. Hatta bir ifadeye göre Suriye’ye gidip savaşmak istediğini söylemiş, ancak ona polis teşkilatı içinde kalmasının daha iyi olacağı söylenmiş.

 

-“Selefi cihatçı gruplarla, mesela El Nusracılarla somut bağlantı kurduğuna dair işaret yok. Muhtemelen bu durum, Selefilerin bu kişiye güvenmediklerinden, onu polisin, dahası Fethullahçıların kendi içlerine sokmak istedikleri ajan olabileceğinden şüphelenmelerinden kaynaklanıyor.”

 

Buradaki ayrıntı önemli.. Çünkü Altıntaş’ın polis teşkilatına girip, aynı zamanda Selefi bağlantılar aramaya başlaması, Türkiye’de 17-25 Aralık 2013 soruşturmaları ardından Erdoğan ve AK Parti’nin devlet yapısı içindeki Fethullahçıları ayıklamaya başladığı sürece denk geliyor.

 

Yani Altıntaş’ın kendisini Fethullahçı olarak değil, daha makbul olacağını düşünerek, ya da abilerinin talimatıyla başka İslamcı gruplar içindeymiş gibi saklamaya çalıştığı ihtimalini göz ardı etmemek gerekiyor.

 

Kaynağım, saptamalarına göre katilin “yüzde 95 ihtimalle FETÖ talimatıyla” cinayeti işlediğine dikkat çekiyor.

 

Burada siyasi bir analiz de var. Çünkü cinayet, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Türkiye, İran, Rusya arasında Suriye’nin geleceği üzerine ilk görüşmeye katılmak üzere Moskova’ya hareket ettiği sıralarda işleniyor.

 

Toplantının amacı Halep sorununun çözümü ve Suriye iç savaşının bitirilmesine katkıda bulunmak.

 

Henüz umut olup olmadığını bilemiyoruz.

 

Ancak bu toplantı yapılamamış olsa, ortada umut filan kalmayacaktı.

 

Türkiye, ABD Başkanı Donald Trump’ın 20 Ocak’ta yönetimi devralmasından önce çok daha zor bir duruma düşecekti.

 

Yani Rus Büyükelçinin öldürülmesi eğer hem Erdoğan, hem de Putin’in dediği üzer bir provokasyon, bir sabotaj ise bunun Halep’i, hatta Suriye’nin geleceğini aşan bir senaryonun parçası olabileceğini de düşünmek gerekiyor.

 

Putin’in “toplantıya devam” kararı alması, Erdoğan’ın da birlikte soruşturma talebini kabul etmesi bu hamleyi boşa çıkarmış görünüyor.

 

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, kendisine sırf Gülen ABD’de yaşıyor diye cinayetten dolayı suçlar imalarla konuşulmasından yakınan ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’ye, Rusların da Türklerin de Karlov cinayetinin arkasında Gülen şebekesinin olduğuna inandığını söylemiş.

 

Ruslar işi bu inancın ötesinde –hem de bir an önce- kanıtlarıyla ortaya koymak istiyor.

 

Tabii katil canlı yakalanmış olsaydı, soruşturma çok daha kısa sürede sonuçlanabilirdi.

 

Dün Cumhurbaşkanı bu yönde eleştirileri yanıtladı ve “Vuran arkadaşımız” dedi, “Katil elini yana atınca bomba mı çıkaracak endişesiyle vurmuş”.

 

Dün Muharrem Sarıkaya da yazdı, geçerliliği olan bir senaryo.

 

Ama o da araştırılıyor; zaten Erdoğan’ın beyanı baskını yapan güvenlik görevlilerinin de tek tek sorgulandığını gösteriyor.

 

Bu çerçevede güvenlik birimleri, katilin kendisiyle aynı gizli örgütlenmeden bir başka görevli tarafından hedef yapılıp vurulmuş ve böylece –belki de oradan kurtarılma umudu taşıyan katilin sırlarıyla birlikte susturulduğu senaryosunu hala kapatmış değil.

 

Çünkü belli ki devletin en üst katında da bu kuşku varmış ki, sadece cinayet değil, sonrası için de soruşturma başlatılmış; olması gereken de zaten bu.

 

Tablo Rus matruşka bebeklerini andırıyor, başka örgüt görünümünde örgütler, sahte senaryolar, sahte hayatlar…

 

Soruşturmada ibre giderek daha güçlü bir şekilde FETÖ kuşkusunu haklı çıkarıyor.

 

Cumhurbaşkanı hala “gösteriyor” ihtiyatıyla konuşuyor, kaynağım hala “yüzde 95 diyor”; geri kalan yüzde 5’te gözler.

 

O yüzde 5, Türkiye kadar büyükelçisi öldürülmüş Rusya devletini de ikna eden bir sonuç gösterince birlikte açıklanacak.

Yazının devamı...
Rusya'dan ağır sözler, ağır baskı
20 Aralık 2016

Bu sözler Rusya Başbakanı Dimitri Medvedev'e ait. Dün, 20 Aralık öğleden önce Rus hükümetinin resmi Twitter ve Facebook hesaplarından kendi adıyla yayınlandı.


Bu sözlerle bir gün önce Rusya'nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov'un bir Türk polisi tarafından öldürülmesini kast ediyordu.


Türk polisi tarafından öldürülmesi diye yazınca insan irkiliyor, değil mi?


Ama maalesef gerçek bu. Siz şimdi ona hain de deseniz, terörist de deseniz, büyükelçinin katili Mevlüt Mert Altıntaş, Ankara Emniyeti Çevik Kuvvetinde görevli bir polis memurudur; hukuka göre acı gerçek budur.


Medvedev bu acı gerçeği yüzümüze vurduğu sıralarda biri Ankara, diğeri Moskova'da iki önemli gelişme vardı.


Ankara'ya 18 kişilik bir Rus güvenlik ekibi iniyordu.


Bir gece önce Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in suikast sonrası Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'dan talebi uyarınca cinayet soruşturmasını Türk güvenlik birimleriyle birlikte yürütmek üzere gelmişlerdi.


Bir açıdan bakıldığında Türkiye'nin egemenlik haklarından kısmen feragat etmesi olarak da görülebilecek bu talebi Erdoğan anlayışla karşılamak zorunda kalmıştı.


Çünkü Putin, bir üyeleri Büyükelçisini öldüren Türk polisine güvenmiyordu. Bu suikast sonrası Türk yetkililerin enselerinde nefeslerini hissettikleri koruma polislerine ne kadar güven duyduğunu ise bilmek mümkün değil.


Putin'in "Rusya katilin arkasında kimlerin olduğunu bilmek istiyor" sözleri, ertesi sabah Medvedev'inkilerle birlikte olunduğunda Türkiye üzerinde ne kadar ağır bir baskı kurulduğu anlaşılıyor.


Rusya, katilin arkasındaki soyut kimliklerle ilgilenmeyecek ve yetinmeyecek gibi görünüyor.


Putin'in Erdoğan'dan talebinin, somut isimler ve ucu ister hükümet içine ister ABD'ye gitsin kanıtlara dayalı somut bağlantılar içerdiği anlaşılıyor.


Başka türlü her soyut suçlama işin dönüp dolaşıp bir Türk polisinin Rus büyükelçiyi öldürdüğü gerçeğine dayanacak çünkü, altında kalacak gibi değil.


Rus uzmanlar Moskova'dan Ankara'ya iner inmez Adli Tıp'a gidip Karlov'un otopsi çalışmasına katıldılar.


Aynı sıralarda Moskova'da ise, Türkiye, Rusya ve İran heyetleri arasında Suriye'nin geleceği üzerine yapılacak ilk üçlü görüşme öncesinde, Türk ve Rus heyetleri toplanmıştı.


Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov terörizme karşı birlikte tavizsiz mücadele gereğini vurgularken Mevlüt Çavuşoğlu bütün konuşmasını suikaste ayırdı ve dört defa Rus halkına başsağlığı ve üzüntü bildirdi.


Çavuşoğlu cinayeti bir gece önce Moskova'ya doğru yola çıktıktan sonra havada öğrenmişti.


Ve bu toplantının Rusya'nın caymaması sayesinde yapıldığını biliyordu.


Çünkü bir gece önce Putin, Erdoğan'a, 'Bu koşullar altında görüşemeyiz' dese Türk tarafının verecek cevap bulmakta zorlanacağı ortadaydı.


Nitekim biraz sonra İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif'in de katılımıyla yapılan üçlü toplantı, tamamen Rusya, büyükelçisi öldürülmüş olmasına rağmen yapılmasını uygun bulduğu için başlayabilecekti.


Toplantının sonucu ise, terörizmle ortak mücadeleyi öngörüyordu ama "rejim değişikliği" bunun dışındaydı.


Yani 5 yıl önce 6 ay içinde Beşar Esad'ın devrileceği hesabıyla çıkılan ve Türkiye'ye sorundan başka bir şey getirmeyen Suriye siyaseti, sessizce Moskova'da terkedilmiş oluyordu.


Üç dışişleri bakanı Moskova'da bunu açıkladığı sırada Ankara'da Rus uzmanları getiren uçak Karlov'un cenazesini alarak dönmek üzereydi.


Aynı sırada İstanbul'da Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım, "Türkiye'nin terörizme teslim olmadığını göstermek için" değiştirmedikleri Avrasya Tüneli açış programı ardından zırhlı aracın şoför mahallinde yan yana Avrupa'dan Asya'ya gidiş yolundaydılar.


Sanki bir gün önce Türkiye tarihinin en küçültücü olaylarından birisini yaşamamış, açık tehdide maruz kalmamış gibiydi her şey.


Meclis'te ise başkanlık anayasası tartışılmaya devam ediyordu.


Bir hatırlatmayla bitirelim.


AK Parti hükümetleri Dışişlerinin değerli diplomatlarını Fethullah Gülen okullarının yayılması için seferber ederken Rusya bu okulları hem de Amerikan istihbaratına çalıştığı iddiasıyla yasaklıyordu.


Putin'in Gülen okullarını tamamen yasakladığı 2008 yılında Gülen, ABD dışişleri ve istihbarat camiasından etkili isimlerin kefaletiyle oturma izni almıştı.


Dolayısıyla sırlarıyla öldürülerek sorgulanma imkanı ortadan kaldırılan katilin Fethullahçı olduğu kanıtlanırsa, hükümet içinde ve/veya ABD'deki Fethullahçılarla bağı kanıtlanırsa, hem Türk hem Amerikan hükümetlerini yeni zorluklar bekliyor olabilir.


Bir şey yokmuş gibi davranılacak bir şey yok yani ortada.

 

 

 

 

Yazının devamı...
Rus büyükelçi suikastının hesabı kimden sorulacak?
19 Aralık 2016

Soğuk Savaş’ta pişmiş, Kuzey Kore’de görev yapmış, söylerken kılı kırk yaran bir diplomattı.

 

Mülakatlarda ağzından kerpetenle laf alırdınız ama öyle bir cümle söylerdi ki, doğrudan manşete koyabilirdiniz.

 

Türkiye-Rusya arasındaki Suriye-Uçak krizinde sükûnetle, bağırıp çağırmadan görev yaptı, işin bir raya girmesinde payı oldu.

 

Türkiye, Rusya ve İran dışişleri bakanlarının Suriye üzerine yapacağı toplantıdan bir akşam önce, 19 Aralık akşamı saat 19.00’da Çankaya Belediyesi Sanat Merkezindeki fotoğraf sergisine gitmesi dahi olumlu duruşunu ortaya koyuyordu.

 

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun uçağı Moskova’ya gitmek üzere havalandığı sıralarda ki saat 19.05 civarında kürsüde konuşmaya başladı.

 

Konuşmasında “Yıkmak kolay, yapmak zordur” dediği sıraydı.

 

Arkasında koruma pozunda duran polis memuru Mevlüt Mert Altıntaş silahını çekti. “Siz Halep’te çocukları öldürdünüz” filan diye bağırdı, “Buradan sen de sağ çıkamayacaksın, ben de” dedi, ateş etti, büyükelçi acıyla yere yığıldı.

 

O devam etti, Halep propagandasını bir de bozuk bir Arapça ile bu işten anlayanların ifadesine göre El Nusra’nın söylemine benzer bir şekilde tekrarladı.

 

Büyükelçi kanlar içinde yerde yatıyordu.

 

Türkiye’deki terör saldırıları o andan itibaren boyut değiştirmiş oldu.

 

Rusya derhal dünyadaki büyün temsilciliklerini alarma geçirdi.

 

ABD Başkanı Barack Obama güvenlik ekibini acil toplantıya çağırdı.

 

Türk polisi ise Çankaya Belediyesinin kapılarını tuttu ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu suç mahalline geldi.

 

Bu noktada bir nefes alıp suç mahallini anlatmam lazım.

 

Atatürk Bulvarı ile Kennedy Caddesi’nin kesiştiği Ankara Sanayi Odası’nın hemen arkasıdır. Karşı kaldırımı ABD Büyükelçiliği, onun hemen bitişiği Almanya Büyükelçiliğidir. Diğer kaldırımda Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu, onun yanında Avusturya Büyükelçiliği, onun karşısında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı vardır.

 

Başbakanın Çankaya’daki makamına günlük geçiş rotasıdır.

 

Bunları niye mi sayıyorum?

 

Burası Türkiye’de güvenliğin en yoğun olduğu noktalardan birisidir.

 

Anlaşılan, katil kapıdaki güvenliğe polis kimliğini göstererek girmiş. Sızdırılan ama bir türlü açıklanmayan bilgilere göre, o gün görevli değilmiş. Peki, görevi neymiş de o gün görevde değilmiş?

 

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu soru almadı.

 

İlk açıklamasını artık Rusya, ABD filan açıklamalarını yaptıktan sonra, olayın üzerinden üç saate yakın, geçtikten, kendisi olay yerine geldikten iki saat kırk dakika sonra yaptı, ama soru almadı.

 

Bir süre sonra, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin hemen hemen aynı anda kameralar karşısına geçti.

 

Az önce telefonla konuşmuşlardı.

 

Erdoğan’ın çehresi düşmüştü, çok üzgün, sinirli ve mahcup görünüyordu.

 

Nasıl olmasın?

 

Bir ülkenin diplomatının hayatı size emanettir.

 

Onu layığınca koruyamamak, emanete hıyanet gibidir, uluslararası ilişkilerde öyle sayılır.

 

Karlov, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde suikast sonucu öldürülen ilk büyükelçi oldu.

 

Daha önce 2003'te İstanbul Başkonsolosu Roger Short var, 1971’de İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom var, İkinci Dünya Savaşı sırasında 1942’de Rus istihbaratının Alman Büyükelçisi Franz Von Papen’e suikast girişimi var, ama öldürme ilk defa bu devirde maalesef başa geldi.

 

Putin de Erdoğan gibi bu cinayetin gelişmekte olan Türk-Rus ilişkilerine yönelik bir kışkırtma olduğunu söyledi, iki ülkenin bundan etkilenmeyeceğini söyledi.

 

Ama Putin bir şey daha söyledi.

 

“Katiller arkasında kim var? Öğrenmeliyiz” dedi.

 

Belli ki bu soruyu telefonda Erdoğan’a da sormuştu.

 

Belli ki Moskova’ya inen Çavuşoğlu’na da ev sahibi Sergey Lavrov benzeri sözler etmişti.

 

Bu sorunun cevabını “Zaten FETÖ’cüymüş, açığa alınacakmış” diye geçiştirmeniz mümkün değildir.

 

Zaten Putin soruşturmanın Rus güvenlik birimleriyle birlikte yürütülmesini istemiş, Erdoğan da bunu kabul etmiş durumda.

 

Belki katil canlı yakalansaydı sorgulanabilirdi.

 

Soruşturma sırasında, yargı sırasında artık Fethullaçı mı, El Nusracı mı, başka bir tarikat, cemaat üyesi mi, ya da bir gizli servisin maşası, tetikçisi mi, öğrenmek daha kolay olurdu.

 

Mesela polis, Soylu’nun dediği gibi “Çatışmada etkisiz hale getirmek” yerine yaralı yakalayabilseydi katilin arkasında kimin olduğu daha kolay anlaşılırdı.

 

Bunun örneğini gözlerimle gördüm.

 

15 Temmuz darbe girişimi gecesi Hürriyet binamızı basan darbecileri polis binaya biber gazı atarak ve çatışmada bacak bölgelerine ateş ederek yaralı yakaladı, şimdi hapisteler, hesap verecekler.

 

Ama Çankaya Sanat Merkezi’nin çok daha küçük binası içinde, elinde bir tabanca ve –tam bilmiyoruz ya- belki bir de yedek şarjör olan bir katili, elindeki bütün bilgilerle, sırlarla birlikte “etkisiz hale” getirdi Soylu’nun yönetimindeki polis birimleri.


Eğer katil intihar etmediyse, eğer sağlam, ya da yaralı olarak yakalanabileceği, sorgulanabileceği halde çatışarak öldürüldüyse, bu da sabotaj gibidir.

 

Tıpkı suikast soruşturması gibi –zaten Soylu artık istifa duvarını çoktan aştı ama- bu da soruşturulmalıdır.

 

Eğer böyleyse, birilerinin acaba katilin vereceği bilgilerin istenmeyen kişilere, yerlere uzanabileceği endişesini mi taşıdığı, o yüzden mi katili ortadan kaldırdığı da soruşturulmalıdır.

 

Dün gece Rus diplomatın korunmaması bakımından, öldürülmesinin engellenememesi bakımından, katilin polis çıkması bakımından, Türkiye’yi uluslararası ilişkilerde düşürdüğü güvensiz ülke statüsü bakımından ve katilin yakalanıp bilgi alınması varken sırlarıyla “etkisiz hale getirilmesi” bakımından, kısaca neresinden bakarsanız oradan bir utanç kaynağı oldu.

 

Bu utançtan ülke ve halk olarak kurtulmamız hükümetin işidir.

 

Ha bir de üzerine hiç vazife olmadığı halde Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek’in fotoğrafa kafa uzatıp “Bu tip suikastlar devam edecek açıklaması var”…

 

Bir de o var ki, tüy dikti bütün acılarımıza, endişelerimize.

Yazının devamı...
PKK iç savaş çıkartmak için vuruyor  
17 Aralık 2016

Bu sabah Kayseri'de saldırdı, izne çıkan 14 silahsız asker şehit oldu, 56 yaralı var.

Bu saldırı, 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra PKK'nın gittiğini ilan ederek terör eylemlerine başlamasından itibaren gerçekleşen 18'inci intihar bombacısı saldırısı oldu.

İstihbarat raporları PKK saldırılarının önümüzdeki haftalarda artabileceği, özellikle de büyük şehirlerde yoğunlaşabileceği yönünde uyarı veriyor.

İstanbul, Ankara ve başka yerlerde sayısız ihbarlar nedeniyle insanlar evlerine kapanmaya başladı, ya da öfkeyle sokaklara dökülmeye.

Bir kaç saat önce Kayseri'de öfkeli kalabalıklar HDP il başkanlığını basıp ateşe verdi. Öfkeden Kayseri CHP gençlik kollarının bir yöneticisi de nasibini aldı, polisin ancak havaya ateş açarak kurtardığı haberi var.

Zaten bugünkü eylemin bir özelliği de Kayseri'de yapılması.

PKK ya da onun daha da kirli eylemlerini üstlenen hayalet örgütü TAK ilk defa Ankara, İstanbul gibi büyük şehirlerin dışında bu çapta bir terör eylemini, intihar eylemini gerçekleştirdi.

Kayseri özel bir nokta, AK Parti'nin Türkiye oy rekorları kırdığı bir şehir. Daha iki hafta önce, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Başbakan Binali Yıldırım ve neredeyse bütün kabine, önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül adına kurulan müze-kütüphane açılışı için oradaydı.

Milliyetçi, muhafazakar duyguların çok yüksek olduğu bir şehir Kayseri.

Kayseri'nin hedef alınması halkın tepkisinin daha da kışkırtılıp bir Türk-Kürt çatışmasına dönüştürülmek istendiğini gösteriyor.

Suriye iç savaşıyla ABD ordusunun IŞİD'e karşı piyadeliğini üstlenerek yeniden Kürdistan hedefine dönen PKK, işlerin kendi istediği gibi gitmemesi üzerine son kozunu oynamaya karar vermiş görünüyor.

Elindeki militanları şehirlerde kitlesel tepkiye yol açacak, tepkinin kendi kontrolüne alamadığı Kürt vatandaşlara yönelecek terör eylemlerine sevk ederek iç savaş kışkırtıcılığı yapıyor.

Neden mi şimdi tırmanıyor?

İç ve dış nedenleri var ve ikisi de birbiriyle bağlantılı.

Dış cephede iki gelişme PKK'nın hesaplarını alt üst etti.

Birincisi Erdoğan'ın Putin ile (Naz'arbayev ve Çağlar aracılığıyla) anlaşması ardından 15 Temmuz kanlı darbe girişimiyle hasar almış da olsa orduyu Suriye'ye sokması oldu.

Böylelikle PKK ya da onun Suriye kolu PYD'nin Hatay-Gaziantep hizasına düşen Efrin kantonuyla, Şanlıurfa hizasına düşen Kobani kantonunu Türkiye sınırı boyunca birleştirme planına darbe vuruldu. PKK Suriye'de Türk askerine karşı hareketlendiğinde ABD'yi istediği şekilde yanında göremedi. Bu ABD'deki Obama yönetiminin Rakka operasyonunu 8 Kasım başkanlık seçimleri öncesinde başlatıp Clinton'a başkanlık etme planını da bozdu.

İkincisi, ABD Başkanlık seçimini Donald Trump kazandı. Dolayısıyla ABD bölge siyaseti 20 Ocak'ta Trump görevi devralana dek bekleyişe girdi.

Halep krizi Türkiye'yi tam istediği şekilde olmasa da Suriye resminin içine tekrar aldı.

Yani dış dinamikler bakımından PKK ABD tarafından Suriye ve Irak'ta ortada bırakılma tehlikesine karşı dişlerini daha da gösterme telaşı içinde saldırılarını artırdı.

İçeride HDP milletvekillerinin tutuklanması gibi gelişmeler PKK'nın propaganda makinesini işletmesine imkan tanıyor.

Ancak nasıl 7 Haziran sonrasında Temmuz 2015-Şubat 2016 arasında sürdürdüğü hendek-barikat ayaklanması PKK açısından hüsranla sonuçlanmış, kitle bağlarını koparmışsa, bu terör eylemlerinin de yaşadığımız korkunç can kaybı ve toplumsal gerilime rağmen aynı hüsrana uğrayacağı söylenebilir.
İşte bu noktada PKK'nın tek tutunacağı dal, kendisine yönelik tepkiyi HDP, ya da HDP'ye yönelmesini sağlamak ve giderek etkisine hiç alamadığı Kürt atandaşlara yönelmesini sağlamak.

Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş'un önceki gün Halep tepkilerinden yola çıkarak Alevi-Sünni çatışması kışkırtmak isteyenlere karşı uyarmasını unutmayalım.

Aynısı ve daha fazlası PKK'nın Türk-Kürt çatışması senaryosu için geçerlidir.

Halkın çoğunluğunun tepkilerinin halkın saldırılardan aynı şekilde rahatsız olan başka kesimlerine yönelmemesini sağlamak ise başta hükümete ama muhalefetten sivil toplum ve medyaya dek sorumluluk sahibi herkese düşüyor.

 

Yazının devamı...
Palto
16 Aralık 2016

Anlatacağım, hapisteki bir gazetecinin paltosunun öyküsü.

 

Kadri Gürsel’in paltosunun…

 

Kadri ile meslektaşlığımız ve arkadaşlığımız otuz yılı geçiyor, dile kolay, bir ömür.

 

Kadri benim de üyesi olduğum Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) Türkiye kolu başkanı.

 

Bugün, 17 Aralık ve Kadri 43 gündür tutuklu; Cumhuriyet gazetesinden diğer 9 meslektaşımızla birlikte Silivri’de.

 

Diğer Cumhuriyetçiler gibi terör örgütlerinin propagandasına yardımcı olmakla suçlanıyor. Tutuklandığı sırada (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, TGC kayıtlarına göre) hapisteki 146 gazeteci, yazar, editör ve yayıncı arasına katıldı.

 

Hükümet, biliyorsunuz, onların gazetecilik faaliyetleri, yani söyledikleri ve yazdıkları nedeniyle değil, terörizm suçlamasıyla yargılandığı savunmasını yapıyor içeriden ve dışarıdan suçlamalar karşısında.

 

Savcılar ise Gogol’ü mezarında kıskandıracak bir yaratıcılıkla sol-Kemalist çizgideki Cumhuriyet’in birbirine zıt iki ideolojik çizgideki PKK ve FETÖ’nün propagandasını yaptıklarını iddia ediyor.

 

Kadri bundan bir süre önce kış soğukları bastırmaya başlayınca eşinden bir palto ve bir çift bot istiyor.

 

Kadri üşüyor.

 

Nazire Kalkan Gürsel de görüş gününde bir palto ve bir çift bot götürüyor eşine.

 

Ama yönetmeliklere aykırı bulunduğu için alınmıyor.

 

Hürriyet Daily News yazarı Barçın Yinanç’ın köşesinde Nazire Kalan Gürsel’in Facebook sayfasından aktardığına göre, her birine bir gerekçe bulunuyor; kimi kapüşonu, kimi düğmesi, kimi rengi nedeniyle veto yiyor.

 

Nazire de istenen şartlara uygun bir palto ve bot almak için Levent’te bir alış veriş merkezinde dolaşmaya başlıyor.

 

Gerisini Facebook sayfasından okuyalım:

 

“Girdiğim her iki mağazada da ne istediğimi söyler söylemez son derece nazikçe ‘Cezaevi için mi hanımefendi?’ demesinler mi? Ne kadar şaşırdığımı tahmin edebilirsiniz.

 

“Sizin gibi çok kişi geliyor. İnanır mısınız biz artık görür görmez anlıyoruz’ dediler. Yani mağazaya kararlı bir şekilde giren ve sadece belli bir ürünü soranlar…

 

“İkinci soru: ‘Eşiniz gazeteci mi, yoksa akademisyen mi?’ Çünkü (soranların) hepsi öyleymiş. Ve kim olduğunu (Kadri) öğrenince hediye paketi yapmak istediklerini ancak cezaevlerinin buna izin vermediğini bildiklerini ifade ettiler. Zaten her türlü bilgiye vakıftılar.”

 

Nazire Kalan Gürsel notunu “Sanırım memleketin halini bundan daha iyi ortaya koyan bir tablo olamaz” sözleriyle bitirmiş.

 

Nizami palto ve botlar kabul edilmiş.

 

Kadri’ye ulaşmış, umarım artık o kadar üşümüyordur.

 

Kadri’nin paltosunun öyküsü bu kadar ama diğer öyküler devam ediyor.

 

Barbaros Muratoğlu gazeteci değil, ama Doğan Holding’in Ankara Temsilcisi; Hürriyet, Hürriyet Daily News, CNN Türk, Kanal D, Posta, pek çok dergi ve internet sitesinin bulunduğu Doğan Medya Grubu’nun Ankara binası da onun idari yetkisi altında.

 

Hükümete yakınlıklarını göstermeye çalışan bazı gazeteler tarafından bir süre “Aydın Doğan’ın kripto sağ kolu” gibi tuhaf tanımlarla hedef gösterildikten sonra gözaltına alındı ve 15 Aralık’ta tutuklanarak o da Silivri’ye kapatıldı. Terör örgütlerinin hedefi halinde 24 saat koruma altındaki Hürriyet Ankara Binasının güvenliğinden de sorumlu olan bir yöneticiyi, Ankara Emniyetinde koruma bölgelerinden sorumlu bir polis yetkilisiyle telefon konuşmaları yapmış olması FETÖ irtibatı için yeterli şüphe oluşturmuş mahkemeye göre. Barbaros’ta BY-Lock yok, ama Fethullahçıların üzerinden gizli yazışmalar yaptığı By-Lock programı o dönem Ankara Emniyetinin üst düzeyindeki o polis müdüründe varmış. Ha bir de, AK Parti hükümetindeki bakanlar dâhil pek çok yetkilinin övgüler yağdırıp ziyaretlerde bulunduğu Fethullah Gülen’e 2012’de (yani teröristlik miladı sayılan 17/25 Aralık 2013’ten önce) bir iş ve gazeteci grubuna dahil olup yaptığı bir ziyarette çekilen fotoğraf var kanıtlar arasında; ceketinin düğmesini iliklemesi saygı ifadesi sayılmış.

 

Barbaros ile aynı gün bir de gazeteci tutuklanıp yine Silivri’ye gönderildi; aslında 146 sayısını 148 yapar belki TGC.

 

Hüsnü Mahalli, Suriye asıllı bir gazeteci... Türkiye’de evlenip, Türkiye’ye yerleşmiş uzun yıllar önce.

 

Cumhurbaşkanı (o dönem başbakan) Tayyip Erdoğan ve Beşar Esad’ın birbirine abi-kardeş diye hitap ettiği dönemde çalışmaları hem Ankara, hem de Şam’da yararlı ve başarılı bulunmuş; Erdoğan’ın önerisiyle 2011’de Türk vatandaşlığına geçmiş.

 

Mahalli, Halep’teki insanlık trajedisinden Türkiye’deki yönetimi sorumlu tutan bir Twit mesajından dolayı hakaret suçlamasıyla tutuklandı.

 

Dün, 16 Aralık’ta, Mahalli’nin Halk TV’deki program arkadaşı, kıdemli televizyoncu Ayşenur Arslan canlı yayında programı artık yapmayacağını duyurdu.

 

Arslan, “Bazen susmak en büyük feryattır. Susarak bağırıyorum” diyerek bitirdi programını.

 

Ben sizlere bu öyküleri anlatmaya devam etmek isterim; tabii demokrasi ve hukuk devletinin güçleneceğine olan inancımı yitirmeyerek. 

Yazının devamı...
Kurtulmuş uyarıyor: Alevi-Sünni tuzağına düşmeyelim
15 Aralık 2016

Başlatan Muş Malazgirt Üniversitesi öğretim üyesi Abdülkadir Şen idi.

 

“Suriye direnişi başarısız olursa” diyordu, Halep’in Doğu mahallelerine sıkışıp kalan muhalif silahlı güçleri kastederek, “(hesaplaşma) Anadolu’da Şah İsmail’in mezhepçi vahşileriyle yaşanacak. Herkes hesabını buna göre yapsın.”

 

Hızını alamayıp devam ediyordu: “Cemevi, insana saygı Madımak, hoşgörü” diyen “mezhepçi p.çler hesap verecekti. ”Madem onlar, yani Aleviler “Şahlaşmıştı”, öyleyse “Yavuzlaşacaktı” Şen gibiler de.

 

Babası Metin Altıok’u 1993’te Madımak saldırısında kaybeden CHP milletvekili Zeynep Altıok konuyu Meclis’e taşıdı. Daha önce El Kaide soruşturması geçirdiği iddialarıyla birlikte bu kişiye nasıl kamu üniversitelerinde ders verdirildiğini ve neden halkı din, mezhep, kimlik nedeniyle tahrik suçunu belirleyen ceza Kanunu 216’ıncı maddeden soruşturma açılıp açılmayacağını sordu.

 

Üniversitesi Şen’i açığa aldı ama Halep’te isyancı güçlerin kontrolündeki mahallelerde yaşayan sivil halk (BM tahminleriyle 8 kilometre karede sıkışan 80 bin kişi, müthiş bir sayı) rejim güçleri ve İran yanlısı milislerin saldırılarına maruz kaldıkça, hesabını Türkiye’deki Alevilerin vereceği tehdidini savuran mesajların sayısı tehlikeli biçimde arttı.

 

Dün bu konuda telefonda görüşme imkânı bulduğumuz Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş, “Son günlerde sosyal medyada bu ayrımı öne çıkaran yönde lisan kullananlar olduğu benim de dikkatimi çekiyor” dedi ve söyle devam etti: “Bunu yanlış buluyorum. Türkiye’de de herkesin kullandığı dile dikkat etmesi lazım. Anadolu topraklarında biz hep dikkatli olduk, olmak zorundayız.

 

- “Bizim için Hacı Bayram Veli ile Hacı Bektaş Veli arasında bir fark yoktur. Bu toprakların Alevileri, Sünnileri hep birdir. Türkiye’de geçmiş dönemlerde bizi sağ-sol diye, Sünni-Alevi diye bölmek isteyenler oldu. 

 

- “Kahramanmaraş, Sivas, Erzincan olayları yaşandı. Şimdi aynı karanlık odaklar yeniden devreye girmeye çalışıyor. Hepimizin vatanseverlik ruhuyla konu komşumuza sahip çıkmamız lazım. Bizi birbirimize saldırtmak isteyenlere dur dememiz, izin vermememiz lazım. 

 

- “Şu anda Halep’te feci bir insanlık dramı yaşanıyor. Türkiye, Rusya ile birlikte orada sıkışıp kalmış sivilleri kurtarmak için bir planı uygulamaya çalışıyor. Ama bazı örgütler buna izin vermemek için sabotajlara kalkışıyor. 

 

- “Masum sivillerin oradan çıkartılmasına izin verilmemesi şu ya da bu inancın değil, insanlığın bittiği noktadır. Biz sınırlarımız dışında Haşdi Şaabi ile DEAŞ arasında fark gözetmiyoruz. Çünkü ne DEASH Sünnileri, Ne Hashdi Şaabi Şiileri temsil ediyor, nasıl PKK Kürtleri temsil ediyor demiyorsak; hepsinin yaptığı terör eylemlerine de karşıyız.

 

- “Sınırlarımız dışındaki mezhep çatışmasını dindirmeye çalışırken sınırlarımız içinde bu oyuna gelmememiz lazım.”

 

Başbakan Yardımcısı Kurtulmuş bu “oyunu” ve tuzağı” ise şöyle tanımladı:

 

-  “Oynanan büyük oyunu görmek lazım... Bundan bir asır önce bu bölgenin insanlarını sınırlarla böldüler. Şimdi yeni bir Sykes-Picot oyunu sahneleniyor. Yine insanları birbirlerine düşürüp bölmeye çalışıyorlar.

 

- “Bu defa bölme işlemini iki fay hattı üzerinden yapmaya çalışıyorlar: Birincisi, mezhep ayrımıdır. İnsanları Sünni, Şii, Alevi diye kamplara ayırmaya, bu yüzden birbirlerine düşürmeye çalışıyorlar. İkincisi, etnik ayrımdır. İnsanları Arap, Kürt, Türkmen kimliklerine göre ayırıp birbirlerine düşürmeye çalışıyorlar.

 

İşte bu oyuna düşmemek lazım…”

 

Kurtulmuş’un sözleri zamanlama açısından önemli.

 

Çünkü Halep’teki insanlık trajedisi nedeniyle toplumda büyüyen tepkiler, giderek keskinleşiyor.

 

İstiklal Caddesi ve Üsküdar örneklerinde görüldüğü gibi Halep’i protesto gösterileri, kalabalıktan birilerinin “Şeriat isteriz” demesiyle o yöne dahi kayabiliyor.

 

Kurtulmuş, geçmişte Türkiye’nin çok acılar yaşadığı Sünni-Alevi ayrılığının körüklenmesinin Türkiye’nin aleyhine olduğunu anlatmaya çalışıyor. Hükümet nezdinde böyle bir farkındalık olması, olmamasından iyidir.

 

Peki neden Halep nedeniyle Aleviler tehdit alıyor?

 

Özellikle radikal İslamcı çevrelerde Suriye’de Halep’te yaşanan insanlık trajedisinin Alevilerin hesabına yazılmaya kalkılması, Beşar Esad’ın Nusayri inancının Türkiye’de Alevilik ile aynı olduğunun düşünülmesinden kaynaklanıyor.

Yazının devamı...
Suriye 4.0 Trump ile başlıyor
14 Aralık 2016

Aslında bu dönemi, ona üçüncü dönem diyelim, ABD Başkanı Barack Obama kapatmak istiyordu.


PKK’nın Suriye kolu ile Rakka’yı IŞİD’in ellerinden alacak ve Hillary Clinton’a 8 Kasım seçimlerinden önce bir başkanlık hediyesi vermiş olacaktı.


Obama’nın bu planını iki gelişme bozdu.


Birincisi, Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev ve işadamı-siyasetçi Cavit Çağlar’ın devreye girmesiyle 27 Haziran’da Rusya ile ilan edilen normale dönüş süreci oldu. Böylece Türkiye’nin Suriye hava sahasında yeniden –kısıtlı da olsa harekât imkânı buldu.


İkincisi de 15 Temmuz kanlı darbe girişiminin hemen ardından, ordunun içinde bulunduğu sarsılmaya rağmen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Suriye’ye (Özgür Suriye Ordusu'na destek gerekçesiyle) girme kararı. Böylece Türkiye, PKK/PYD’nin ABD’nin IŞİD ile mücadele koruması altında Batı (Efrin) ve Doğu (Kobani) kantonları arasına kama yerleştirmiş oldu.


Böylece PKK/PYD Suriye coğrafyasındaki rahatlığını yitirmiş oldu.


Zaten Clinton da seçimleri Donald Trump’a kaybetti.


Obama, Erdoğan’ın teklifine kulak verip PKK yerine Türkiye ile işbirliği yapsaydı Rakka, IŞİD’ten Kasım seçimlerinden önce alınabilir miydi?


Obama Rakka’yı düşürebilmiş olsaydı Clinton onun propaganda rüzgârıyla kıl payıyla da olsa kazanabilir miydi?


Bunu bilmek mümkün değil, ama kaybetti.


Böylece Obama’nın Suriye iç savaşındaki üçüncü faslı kapama planı suya düştü.


Onun yerine o faslı Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Halep’i, daha doğrusu Halep’ten geri kalanları İran yönlendirmesindeki Şii milisler ve Suriye rejim güçlerine verdiği destekle Beşar Esad’ın kontrolüne devrederek kapatmış oldu.


Daha önce iki dönem kapanmıştı Suriye iç savaşında.


Esad’ın 2011 başlarında Arap Baharı etkisiyle protesto yürüyüşü yapanların üstüne ateş açtırıp iç savaşı tetiklemesiyle başlamıştı ilk dönem. O dönem başbakan olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun etkisiyle Esad’ın altı ay içinde devrileceği değerlendirmesini yaptı ve o dönem Mısır’da da yükselişte olan Müslüman Kardeşler (MK) ağırlığındaki muhalif güçlere siyasi yatırım yaptı; muhalefet ve medya uyardı ama aldıran olmadı.


Ancak Mısır’daki MK iktidarı Suudi Arabistan ve ABD onayındaki bir askeri darbeyle devrilince Suriye’deki MK yapısı da kısa süre içinde dağıldı, bir kısmı El Kaide güdümlü El Nusra ve benzeri selefi terör örgütlerine katılmaya başladı.


Esad o sırada kurnaz bir hamleyle cezaevlerindeki radikal İslamcı militanları serbest bıraktı. Bu militanların büyük kısmı 2013 başlarından itibaren El Kaide’den kopan yeni bir belaya, IŞİD’e katıldılar. Esad’ın Batı dünyasına kendi yönetiminin ne kadar baskıcı da olsa IŞİD vahşetine göre tercih edilebilir olduğunu gösterme, kafaları karıştırma planı böyle başladı. Ankara ise desteklediği İslamcı muhalif güçlerin ciddi bir kısmının hızla taraf değiştirip El Nusra, IŞİD ve benzeri terörist gruplara katıldığını saptamakta gecikti, belki de inanmak istemedi; ta ki 2014 Haziran’ında Irak’ta Musul Başkonsolosluğu basılıp çalışanları esir alınana kadar. Ama zaten bu aşama IŞİD’in bir süre önce Suriye’de Rakka’yı alıp sözde halifeliğinin merkezi ilan etmesiyle kapanmıştı bile.


Böylece başlayan ikinci perde en kanlı, en fazla insanlık acısına tanık olduğumuz dönem oldu.


İkinci dönem de yalnızca IŞİD’in kan donduracak vahşette terör eylemleri, Suriye rejimi güçlerinin sivil halk üzerine hedef gözetmeden giriştiği toplu katliamlar, Suriye halkının kıyımdan kaçmak için topluca göçe başlaması, Halep’in şiddetli çarpışmalar altında ağırlıkla rejim karşıtı değişik güçlerin kontrolüne geçmesine tanık olmadık. Aynı zamanda ABD’nin, Türkiye’yi Kobani’de PKK/PYD’ye yardıma zorlaması, IŞİD’e karşı ABD önderliğinde kurulan koalisyona 2015 Haziran ayında Türkiye’nin İncirlik ve Diyarbakır üslerini açması, 2015 Temmuz ayında PKK’nın üç yıldır süren diyalogun ardından yeniden terör eylemlerine başlaması, Türkiye’nin hem PKK hem IŞİD eylemlerinin hedefi haline gelmesi bu döneme rastladı.


Üçüncü dönem Rusya’nın Suriye iç savaşına fiziki müdahalesiyle 2015 Eylül ayında başladı denebilir.


Putin’i Suriye’ye askeri müdahaleye ikna eden İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’den çok, Dini Lider Ali Hamaney oldu.


Tahran Moskova’yı eğer Suriye’ye müdahale etmezse, yalnızca Akdeniz sahiline sıkışıp kalan müttefiki Beşar Esad’ı değil, aynı zamanda Orta Doğu, Akdeniz ve Afrika coğrafyasındaki tek askeri üssü Tartus Donanma Üssü'nü de kaybetmek üzere olduğu konusunda uyardı. Devrim muhafızları komutanı (ve bence şu anda Orta Doğu’nun sahadaki en etkin aktörlerinden) tümgeneral Kasım Süleymani’yi Hizbullah ve diğer Şii milislerle birlikte Rusya’nın koordinasyonuna tahsis etti.


Rusya’nın uçak filolarını Suriye’ye göndermesiyle iç savaşın dengesi değişmeye başladı.


Her şeyi tekrar anlatmayalım, bugüne geldik.


ABD’nin timsah gözyaşları eşliğinde, Türkiye’nin de gerçeği istemese de kabul ederek hiç değilse kalan sivillere yardım gayretine rağmen Halep, evet Halep’ten ne geri kaldıysa, yeniden rejim güçlerinin eline geçmek üzere.


Bu fasıl böyle kapanıyor.


Suriye’de kartlar yeniden dağıtılmak üzere.


Belli başlı aktörler, Putin, Putin sayesinde ölümden dönen Esad, Erdoğan, Ruhani, (Suudi Arabistan Kralı) Salman ve tabii ki Trump bu yeni döneme hazırlanıyor.


Yeni dönem, Suriye iç savaşı 4.0 aşaması, 20 Ocak’ta Beyaz Saray’ı Obama’dan devralacak Trump ile birlikte başlayacak.


İç paralayan insanlık acılarını çıkardığınızda, siyaseten görünen manzara bugün itibarıyla işte böyle.

Yazının devamı...
PKK saldırısı, Avrasya lobisi ve ürperten senaryoya güç kattı
13 Aralık 2016

Öyle ABD'deki İsrail lobisi gibi sıkı bir örgütlenme değil.


Daha çok ideolojik saplantılarla çıkar ilişkilerinin yan yana gelmesiyle ortaya çıkan gevşek bir yapı.


Gevşek ama etkili. 


Çünkü bu grubun içindekilerin Cumhurbaşkanına erişimi olduğu biliniyor siyaset ve ekonomi çevrelerinde.


Bu lobi 15 Temmuz kanlı darbe girişimi ardından siyasetin gündemine oturan idam cezasının geri getirilmesi için de çaba harcıyor.


PKK'nın hayalet örgütlerinden TAK tarafından üstlenilen Beşiktaş katliamından iki gün önce, 8 Aralık'ta yayınladığımız "Ankara kulislerinde ürperten senaryo" yazısında bu grubun resmi politika olması için uğraştığı, ekonomi ve siyaset kulislerinde konuşulan senaryoyu şöyle özetlemiştim:


- İdam cezasını geri getirelim,


- Avrupa Birliği (AB) Türkiye'yle ilişkileri keser. Böylece hem ilişkiyi kesen biz olmayız, hem de AB'nin demokrasi-insan hakları çerçevesinin bağlayıcılığından kurtuluruz,


- Borsa çökebilir. Bu da yönetiminizi zaten "bizden olmayan" büyük şirketlerin ve yabancı sermayenin baskısından kurtarır,


- ABD ve NATO taleplerini kendi çıkarlarımızın pazarlığını yaparak kabul edelim. Bu da yönetiminize Batı'dan gelecek tepkilerin lafta kalmasını sağlar,


- Bu arada Başkanlık sistemi için daha güçlü bastırıp alın. Kendi iktidarınızda gerekirse Kürt sorunu dahil ülke sorunlarını siz çözmüş olursunuz.


Bu çizgiyi savunanlara Ankara'da bir isim takılmış olduğunu ben de bu yazıyı yazdıktan sonra, üstelik AK Partili kaynaklarımla yaptığım konuşmalardan öğrendim; "Avrasyacılar" diyorlar.


Kamuoyu Avrasyacılar tanımına aslında bundan on küsur yıl önce aşina oldu.


O zaman sözcüleri arasında dönemin MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç'ın da bulunduğu bir grup asker, bir grup NATO generali de denir, açıkça Rusya ve İran ile Batı ile olduğundan daha sıkı ilişki içinde olunmasını istiyordu; onlara Avrasyacılar deniyordu.


Sonra o ekip Ergenekon ve Balyoz iddialarıyla, şimdi söylendiği üzere Fethullahçı kumpaslarla tasfiye edildi.


Bugünlerde AK Parti iktidarında idam cezasının geri getirilmesinden Türkiye'nin AB'den çok Şangay grubuna katılmasına dek iddialı bir çizginin resmi politika haline gelmesini isteyenlere Avrasyacılar adı takılması da tarihin bir cilvesi olsa gerek.


İşte bu Avrasya lobisi senaryosunun 8 Aralık'ta yazılmasından sonra iki önemli gelişme oldu.


Birincisi, Başbakan Binali Yıldırım ve MHP lideri Devlet Bahçeli'nin anlaşması sonucu başkanlık rejimi getirecek anayasa değişiklik taslağının AK Parti tarafından 10 Aralık Cumartesi günü Meclis'e sunulması idi.


İkincisi de aynı gün, bir kaç saat sonra İstanbul'daki terör eylemi oldu; dün akşam saatlerine dek öldürülen canlar 44'e ulaştı, çoğu ağır 83 insanımız hâlâ tedavi altında.


Saldırı yurt çapında şimdiye dek görüşmemiş yaygınlıkta kitlesel bir tepki, üzüntü ve öfke dalgasına yol açtı. 


İnsanlar hükümetten ve Meclis'ten artık terör eylemlerinin son bulmasını talep ediyorlar.


Teröristlerin hak ettikleri cezayı alması gerektiği konusunda ezici çoğunluğun herhangi bir sorunu yok.


Sorun bu mücadelenin de kararlılıkla ama demokrasi ve hukuk devleti sınırları içinde yürütülmesi gereğinde çıkıyor.


Bu açıdan Başbakan Yıldırım'ın bugün MHP lideri Bahçeli ve CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile terörle birlikte mücadeleyi tartışmak üzere buluşması önemli; en azından demokrasi içinde mücadele umudu tükenmemiş demektir.


Diğer yandan ise şehit polislerin cenaze törenlerinden alınan canların anısına düzenlenen yürüyüşlere dek idam cezasını geri isteyen sloganlar yükseliyor.


Dün Hürriyet Facebook adresi üzerinden yapılan canlı yayında sorulan sorular ve yapılan yorumların ciddi kısmı idam üzerineydi.


Ve bunların da ciddi bir kısmı, hemen hemen aynı kelimelerle "Başkanlık gelsin, idam getirilsin, terör biter" diyordu.


Sanki 15 Temmuz ardından ilan edilen Olağanüstü Hal polis ve askere gerekli yetkiyi vermiyor da gücü elinde toplayacak Başkan gelip sorunları çözecek gibi bir algı yayılıyor.


Hatırlanacak olursa, daha İçişleri Bakanı Süleyman Soylu şehit sayısını dahi açıklamadan önce bazı kalemşörler Başkanlık gelecek dertler bitecek vaazına başlamışlardı sosyal medyada.


Başkanlık artık Meclis gündeminde, idam ise bütün üst perde söylemlere karşın henüz resmi politika haline gelmedi.


Ama gelmesi için çalışanlar var, Avrasya lobisi üyeleri bunlar arasında ve 10 Aralık saldırılarının bir yan ürünü olarak bu senaryolar güç kazanmışa benziyor.

Yazının devamı...