(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Burak Küntay" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Burak Küntay" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Burak Küntay
Teröre Karşı Güçlenmek
20 Aralık 2016

İkili ilişkilere önem veren, Türk-Rus ilişkilerinin gelişmesine kendini adamış, insani yanı çok güçlü, bir diplomatın ötesinde yaptığı işin önemine inanan ve bunu gönülden yapan değerli bir insan ve değerli bir diplomattı. Dün saldırı haberi ilk etapta gündeme düştüğünde basit bir teşebbüs olduğunu düşündüm ve öyle olmasını umut ettim. Velhasıl kısa bir süre sonra Büyükelçi Karlov’un ölüm haberi geldi. Kısa bir zaman önce oturup görüştüğünüz bir insanın hayatını kaybetmesi ve bundan duyduğunuz üzüntünün ötesinde Türkiye’ye yönelmiş bir çok hain okun ne şekilde ülkemizi tehdit altında tuttuğunu da düşünmeden edemiyor insan. Beşiktaş-Bursaspor maçı akabinde kaybettiğimiz 44 canımız, daha üzerinden tam bir hafta geçmeden Kayseri’de yitirdiğimiz 14 canımız, güneydoğudaki terör saldırıları, Türkiye‘nin üzerine dünyanın bir çok ülkesi tarafından yapılan siyasi baskılar, bununla kalmayıp ekonomik olarak da Türkiye’yi zor durumda bırakmayı hedefleyen çabalar... Son bir ay içerisinde etnik, mezhepsel, ekonomik ve siyasi olarak dış politikada Türkiye‘nin içine çekilmeye çalışıldığı bir kaos ortamı derinlik kazandı. Ama beni daha da çok üzen, fütursuzca, hedefsizce ve hırslara kurban edilip ortaya atılan onlarca, yüzlerce farklı itham. Kimilerine göre hükümet, kimilerine göre muhalefet, kimilerine göre dış mihraklar, kimilerine göre ise gizli güçler... Herkes birbirini suçluyor ve herkes hatayı bir yere yükleme çabası içerisinde. Neticede acı çeken Türkiye.

 

Bunların hiç biri; kınamalar, lanetlemeler, eleştirmeler şu an içinde yaşadığımız durumun çözümü değil. Türkiye, içinde olduğu süreçten muvaffakiyet ile güçlü ve bir daha kimsenin kolay kolay üzerinde oyun oynayamayacağı şekilde çıkmak istiyorsa daha da güçlenmek, daha da büyümek, daha da kenetlenmek zorunda. Bütün bunların çözüm yolunun kısa vadeli, hamaset dolu söylemlerden, ittifaklar değiştirmekten, Ortadoğudaki süreçlere müdahil olmaktan, faiz arttırmaktan ibaret ya da bunların tümüyle yeterli olabileceğini düşünmüyorum. Çünkü bunların her biri geçici hamleler, yani pansuman. Oysa ki Türkiye’nin büyümesi, Türkiye’nin dışardan gelebilecek bütün etkilere direnç gösterebilecek bir mekanizmaya sahip olması, bağışıklık sistemini güçlendirmesi için en önemli çözümler uzun vadeli çözümlerdir. Bu kadar yaşanan terör hadisesinden sonra hep failleri araştırıyoruz, terörü lanetliyoruz, yüreğimiz bir atıyor ama netice itibarıyle kısa vadeli çözümlerin ötesine geçemiyoruz. Çünkü terörle mücadeleyi, dış politikayla, istihbaratla, kolluk kuvvetlerini etkili kullanarak ve milletçe kenetlenerek gerçekleştirmek mecburiyetindeyiz. Bu olmazsa olmaz. Unutmamak lazım ki uzun vadede terörü ve Türkiye etkilerini tamamen engellemek istiyorsak tek çözümü her zaman daha da güçlenmektir. Bunun yolu ekonomik, siyasi ve sosyal kalkınmadan geçer. Belki neticesini bu yazıyı okuyanların ömründe kolay kolay göremeyeceği ama bizler nasıl bugünleri göremeyen, bu toprakları bize armağan edenlere müteşekkir isek bizlerden sonraki jenerasyonların da bizler için hayır duaları etmelerine sebep olacak icraatlar yapılmak zorundadır.

 

Bakalım Türkiye’nin sanayi üreten, teknoloji üreten ilk 500 şirketine. Kaç tane şirketimiz yüksek teknoloji ürünü üretmekte? Bilim-teknik ve inovasyon alanında ne kadar ilerideyiz? Gerçek güce ulaşmak için icat, yenilik, AR-GE noktasında ne kadar verimliyiz? Çünkü bu bahsettiğim şeyler kısa vadede sonuç vermeyecek ama ülkenin bağışıklık sistemini güçlendirecek esas noktalar.

 

PISA sonuçları açıklandı. Türkiye 72 ülke içerisinde genel sıralamada 54’üncü, matematikte ve kendi dilinde okuyup anlamada ise 50’nci sırada... Bu neticelerle yetişen çocuklarımız ilerde ne kadar inovasyon, ne kadar icat, ne kadar girişimcilik yapacak? Ekonomiyi ne kadar kalkındıracak? Bağışıklık sistemini ne kadar güçlendirecek? Terör olayları sonrasındaki en kötü his bir çoğumuzun yaptığı gibi isyan edip çaresizce oturuyor olmak. Elden bir şey gelmediğini düşünmek. Bu çok acı bir his. Eğer bu hissi de, yaşanan olayları da kırmak istiyorsak, gerçekten lafta değil ciddi anlamda güçlenmek istiyorsak, Türkiye’nin A’dan Z’ye girişimci, gelişimci, yeniliğe açık bir eğitim reformuna ihtiyacı vardır. Kastım futbol taktiklerinden hallice 4+4+4, 5+3+3 tabirleri değil. Müfredata eklenmiş sadece bir iki ders de değil. Zamanı yakalayan, zamanı analiz edebilen ve bu analizleriyle ortaya vizyon koyabilen yeni nesiller yetiştirmek zaruri hale gelmiştir. Yaşadığımız durumların çözümü, ekonomik siyasi, ve sosyal anlamda güçlenmektir. Bunu yapabilmenin yolu bilim, inovasyon ve girişimciliktir. Bunun ise temeli, kalifiye bir eğitimdir.

 

Tekrar söylüyorum bunun meyvelerini belki bugün Türkiye nüfusunda hiçbirimiz göremeyeceğiz. Ama doğru temeller atıldığı takdirde nasıl bizler hayır duaları ile bizden öncekileri anıyorsak, bizden sonrakilerin de bizleri anması için büyük bir vatan hizmeti yapmış olacağız. 

Yazının devamı...
ABD'de sistem tartışması
16 Kasım 2016

Bu tartışma konusu ABD’de bir adayın ülke çapında daha fazla oy almasına rağmen elektoral sistemden dolayı seçimin kaybedeni olması, ne kadar adaletli veya ne kadar doğru bir sistem sorusunu yine karşımıza çıkardı.


Bu sorunun cevabını irdelemeden önce ABD tarihinde ilk olmayan bu tartışmayı daha önceki örnekleriyle değerlendirmekte fayda görüyorum. ABD başkanlık seçimleri, 2000 yılında Teksas Valisi George W. Bush ile başkan Bill Clinton’ın yardımcısı Tennessee’li Al Gore’un yarışına sahne oldu. 538 elektoral oyun 270’ini alanın başkan olduğunu düşündüğümüzde, seçim neticeleri çok enteresan ve kritik bir şekilde sonuçlanmaya doğru gitmekteydi. Başkan yardımcısı Al Gore ülke çapında oyların yüzde 48.4’ünü almış, rakamsal olarak ise 50,999,897 oy almıştı. Bununla beraber Al Gore’un toplam elektoral delege sayısı 266 yapıyordu.


Diğer tarafta Teksas Valisi George W. Bush ülke çapında aldığı oy yüzdesinde Al Gore’un arkasında kalıp yüzde 47.9, rakamsal olarak da yaklaşık yarım milyon daha az 50,456,002 seçmenin oyunu almıştı. Elektoral olarak ise 246 oy toplamıştı. Bütün her şey Florida’daki 900 seçmene dayalıydı çünkü neredeyse 900 kişinin oyuyla Florida eyaletinin 25 delegesi, diğer bir deyişle ABD’nin yeni başkanı belli olacaktı. Defalarca kez yapılan sayımlarla bu oy farkı 537 sayısına kadar indi ve ABD’de Al Gore’un ülke çapında yarım milyon fazla oy almasına rağmen Florida Eyaleti’nin 25 delegesini kaybettiği için,  Teksas Valisi George Bush 271 elektoral oy ile ABD başkanı seçildi. Eğer Florida Eyaleti’nde 500 seçmen  Bush’a değil de Gore’a oy verseydi ABD Başkanı Al Gore idi.


2000 Yılında çok ucu ucuna biten bu seçim sonrası daha önce de gündeme gelen “electoral college” sistemi masaya yatırıldı. Bu demokratik miydi, doğru muydu? Tarihsel örneklere baktığımızda buna benzer hadiseler bir kaç seçimde daha yaşandı. 1824 yılında ABD’nin ikinci başkanı ve ilk başkan yardımcısı olan John Adams’ın oğlu, James Monroe’nun Dış İşleri Bakanı John Quincy Adams, dört adayın katıldığı seçimlerde Andrew Jackson 99, John Q. Adams 84, W. H. Crawford 41, Henry Clay 37 elektoral oy almışlardı. En fazla oyu hem sayısal hem de elektoral olarak Andrew Jackson almış olmasına rağmen gerekli elektoral sayıya ulaşamadığı için kanunlar gereği ABD başkanını Amerikan Temsilciler Meclisi seçti. Ve kongre en çok oyu alan Andrew Jackson’u değil John Quincy Adams’ı başkan olarak belirledi.


Buna benzer bir hadise yaklaşık elli yıl sonra 1876 Rutherford B. Hayes ile yaşandı. 1876 seçimlerinde Samuel J. Tilden’e karşı yarışan ve başkan seçilen Rutherford B. Hayes popüler oyla Samuel Tilden’a karşı 254.694 oy fark ile yenilmesine rağmen 185’e 184 oy ile yani bir elektoral oy farkla ABD başkanı seçildi. O seçimde Tilden oyların neredeyse yüzde 51’ini alırken başkan seçilen Hayes ülke çapında oyların sadece yüzde 48’ini almış. Tilden 4.288.191 oy alırken Rutherford 4.033.497 oy  almıştı.


Öte yandan üzerinden çok da zaman geçmeden 1888 senesinde ABD üçüncü kez bu tarz bir olayla karşılaştı. Başkan Grover Cleveland, ikinci seçiminde ülkedeki oyların genelinin yüzde 48.6’sını ve 5.534.488 oy almasına rağmen rakibi Benjamin Harrison 47.8 ile ve 5.443.892 popüler oy ile Cleveland’ın gerisinde kalmasına rağmen 233’e 168 gibi farklı bir elektoral oy sayısıyla başkan oldu.


Yıllar boyunca bir kez daha yaşanmayan bu hadise dördüncü kez daha evvel de bahsettiğim gibi 2000 yılında George W. Bush - Al Gore seçimlerinde, son olarak ise bir kaç gece önce 2016’da Donald Trump’ın başkan seçildiği seçimlerde, kendisinin 60,834,437, rakibi Hillary Clinton’ın ise 61,782,016 popüler oy almasına rağmen elektoral oylarda son bilgilerle Trump’ın 290’a 232 üstünlük sağlamasıyla yaşandı.


Bu rakamlardan sonra bu tartışmaya tekrar gelirsek, bu sistem adil ve doğru bir sistem mi? Eğer biz bu hadiseye Türkiye’den bakarsak değil, eğer biz bu hadiseye üniter bir devlet gözüyle bakarsak değil. Ancak Amerika Birleşik Devletleri gibi ilk etapta on üç, bugün itibariyle elli ayrı devletin oluşturduğu bir federal devletin tarihinde yaşanan olaylarıyla değerlendirdiğimizde, durum farklı. Üniter bir devlette devletin yegâne mesuliyeti halka karşıdır, tek sorumluluğu direkt olarak halktır. Oysaki ABD’de mevcut sistem bireysel olarak halkın temsiliyle, eyaletlerin temsilini dengelemek üstüne kurulmuş bir sistemdir. Bunun da en güzel örnek, Kaliforniya gibi otuz beş milyon nüfusa sahip bir eyaletin de yarım milyon nüfusa sahip Wyoming’in de ABD’de iki senatör ile temsil edilmesidir. Bu bizlere şunu gösterir; ABD kongresinin bir ayağı olan Senato’da her zaman için eyaletlerin nüfusuna bakılmaksızın eşit temsiline önem verilir. Öte yandan ABD kongresinin diğer ayağını oluşturan Temsilciler Meclisi’nde bu sefer en kalabalık eyalet olan Kaliforniya 53 üye ile temsil edilirken diğer tarafta senatoda eşit temsil edilmesine rağmen en az nüfusa sahip eyalet olan Wyoming ise bir temsilciler meclisi üyesi barındırmaktadır. Bu da ABD kongresinde nüfusa göre temsilin önemini göstermektedir.


Kongredeki bu temsil bir çok noktada, ki ABD başkanlık seçimleri de dahil olmak üzere eyalet ve halkın arasındaki temsili dengelemeye dayalı bir hal almıştır. Dolayısıyla bir kaç eyaletin nüfus olarak çok fazla olması ve bu eyaletlerdeki nüfusun diğer eyaletleri domine etmemesi açısından elektoral sistem ABD tarihinde en önemli yapı taşı olarak devam etmektedir. Bu gün bu sistemin değişme ihtimali imkânsız denecek kadar azdır. Çünkü bu sistemin değişmesine yönelik yapılacak ve nüfus çoğunluğunun oyu ile başkanın seçilmesi gibi bir yöntem ABD’nin kuruluş felsefesindeki eyalet temsili noktası ile tamamen tezat bir hal alacaktır.


Tüm sebeplerden dolayı muhtemelen bu hadise yine çok tartışılacak ama herhangi bir değişiklik noktasında bir anayasa değişikliği hayata geçmeyecektir.

 

Yazının devamı...
Seçimlerin ardından
12 Kasım 2016

Trump’ın oylarını belli bir orana getirmesi ve bunun ardındaki sebepler zaten uzun zamandır herkesin bildiği ve konuştuğu hadiselerdi. Hillary Clinton’ın muhtemel karşılaşacağı eksileri de biliyorduk. Ancak bunlara rağmen kamuoyu yoklamalarında araştırma şirketlerinin en az yüzde doksanı tarafından seçimin genel oylamasında Clinton’ın yüzde 2 ile 3 arasında önde olduğu, bazı firmalar tarafından ise Trump’ın yüzde 1 civarında Clinton’ın önünde olduğu gösteriliyordu.

 

Öncelikle, kamuoyu şirketlerinin yanlış tespit yaptığı noktasına açıkçası çok da katılmıyorum. Kamuoyu yoklama şirketleri ülkede alınan genel oyda biraz evvel bahsettiğim rakamları verdiler. Her kamuoyu yoklama şirketinin yüzde 2 ile 4 arasında değişen (margin of error) hata payı olduğunu da hesap ettiğimizde ve aslında Hillary Clinton’ın da aldığı oyların Trump’tan fazla olduğunu düşündüğümüzde kamuoyu şirketlerine suç bulmak, en azından genel oy tespitlerinde yanıldıklarını söylemek çok da doğru değil.

 

Peki, o zaman bu şartlara rağmen analizlerde hata nerede yapıldı?

 

Seçimlerden önce kamuoyu yoklamalarının eyalet bazlı ve ülke çapında genel ortalamasını alan, güvenilirlik endeksi ve başarı endeksiyle ortalama yapan en titiz analiz firmaları bile, üstelik seçimden bir gece öncesine kadar, Clinton’un kazanma olasılığını yüzde 80’lerin üzerinde veriyordu. Bununla beraber Clinton için olmazsa olmaz bazı eyaletlerde oranların yüzde 60’lar civarında seyrettiğini, salıncak eyaletlerin birçoğunda da -ki güzel bir örnek Florida’dır- bu oranların yüzde 55’ler civarında olduğunu söylemek mümkündü.

 

İhtimal hesaplarına vurulduğunda, Clinton’ın Pennsylvania, New Hampshire, Maine, Wisconsin, Michigan, Minnesota, Virginia, Rhode Island, Connecticut, New York, New Jersey, Massachusetts, Vermont, California, Washington eyaleti, Washington D.C., Oregon, Colorado ve New Mexico’yu aldığı takdirde-ki bunlar zaten demokrat eğilimli olan ve Clinton’ın almasına kesin gözüyle bakılan eyaletlerdi- salıncak eyalet olarak varsayılan North Carolina, Iowa, Florida, Ohio, Arizona ve Nevada’yı kaybetse bile 270-272 civarında delege seçmen oyuyla başkanlığı alabileceği analizi yapılıyordu. Hatta dünyanın birçok ünlü analist ve finans kuruluşu Clinton’ın kazanma varyasyonlarını 270’in üzerinde oranlara bağlarken, Trump’ınkini 50’ler civarında tutmuştu.

 

Bütün bu olasıklıklara ve yüzde 80’lerde seyreden ihtimallere rağmen Donald Trump, bütün salıncak eyaletleri aldığı gibi Hillary Clinton’ın alması gereken Pennsylvania ve Wisconsin’i de almak suretiyle ve hatta Virginia’da bile son ana kadar önde gittiğini hesapladığımızda büyük bir süprize imza attı.

 

Peki, kamuoyu yoklama şirketlerinin eyaletlerdeki yanılma payını bir kenara koymakla beraber ülke genelinde hata payı dahilinde büyük ölçüde doğru oranlar vermelerine rağmen neden herkes Clinton başkan olur dedi?

 

Sanıyorum bunun en büyük sebebi ABD’ye alıştığımız, normal parametrelerle bakıp hata payının Hillary Clinton’a doğru esneyeceğini düşünmekte yanıldık. Kimse bu hata paylarının Trump’a doğru esneyeceğini tahmin edemedi.

 

Dünyanın birçok finans devi 2017 projeksiyonlarını Hillary Clinton’ın başkanlığına göre hazırladı. Birçok medya kuruluşu ertesi günün manşetlerini peşin peşin Hillary Clinton’ın başkanlığına göre attı. Ben de dahil olmak üzere, bütün bu verilere dayanarak, ki son 20 günde Washington D.C.’de ve yakınındaki eyaletlerde yaptığım görüşmelerde Demokratların ciddi anlamda bir rahatlık içinde olmadığını hissetmeme rağmen ihtimalleri ve hata payını hep normalden, alışılmıştan, olması gerektiği düşünülenden ve belki de statükodan yana kullandık.

 

Oysa ki Amerikan halkı belki tarihinde almadığı kadar farklı bir karar aldı. Siyasette hiç bulunmamış bir kişiyi başkanlığa getirdi. Bu Amerikan başkanlık sistemi için marjinal bir değişiklik oldu. Amerikan tarihinde Ronald Reagan’ın taşıdığı en yaşlı başkan rekorunu egale ettiler ve ABD, en yaşlı başkanını seçti.

 

Bu seçim birçok ilke ve süprize imza attı. Belki de bundan sonra üzerinde en çok çalışmak gerekecek olan konu seçimden önce birçok Cumhuriyetçi’nin Trump’ı kaybetmiş olarak varsayıp bundan sonra Cumhuriyetçi Parti’nin daha merkeze yakın ve farklı bir yapıda olacağını düşünmesiydi. Bundan sonra Cumhriyetçi Parti’nin ne şekilde evrileceğini, Trump etkisinin Cumhuriyetçi Parti’nin genlerinde bundan sonra nasıl yer edeceğini hep birlikte göreceğiz.

 

Ancak kanaatimce Türkiye açısından bu seçim akşamının en iyi tarafı, bütün gece başkanlık sisteminin farklı yönleriyle değerlendirilmiş ve irdelenmiş olmasıydı. Çünkü önümüzdeki günler Türkiye’de başkanlık sistemiyle ilgili başlayan süreçle ilgili önemli değerendirmelerin yapılacağı bir dönem olacak. Amerikan başkanlık sisteminin Türkiye’ye belki de tam adapte olmasının mümkün olamayacağının en önemli göstergelerinden biri Clinton’ın ülke çapında Trump’tan daha fazla oy almasının Trump’ın tahminleri tamamen ters çıkaran eyalet bazlı delege seçmen oy muvaffakiyetine tezat olduğu ve bu seçim sisteminin başkanlık noktasında Türkiye ile kıyaslandığında farklı bir yapıda olması gerektiğini gözler önüne serdi.

 

Hillary Clinton, politik geçmişi ve yapmış olduğu konuşmalarla,iç ve dış politikalarından daha emin olabileceğimiz ve öngörebileceğimiz bir adaydı. Oysa Trump’ın Amerikan iç politikasında da dış politikasında da süprizlere açık bir başkan olacağı kesin. Bundan sonraki dönem, ABD politikası açısından da irdelenmeesi zaruri olan ve ABD tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır.

Yazının devamı...
300-330
1 Kasım 2016

Tabii ki bunu her defasında ifade ederken “şartlarda beklenmedik gelişmeler olmaması” durumunda sözümü eklemiştim. Yine kanaatimce Trump’ın Cumhuriyetçi Parti adayı olması bir sürprizdi. Trump’ın adaylığı kimsenin beklemediği, ama Clinton’un yarıştaki şansını daha da arttıran bir hadise oldu.

 

Ancak şu gerçeği de unutmamak lazım; Clinton çok sevilen, çok desteklenen ya da istisnasız herkesin arkasında olmazsa olmaz diyerek durduğu bir aday olmadı hiçbir zaman. Buna rağmen Trump’ın Clinton’un rakibi olarak ön seçimlerden çıkması Clinton’a avantaj sağladı. Yaşanan gelişmeler ve seçime bir hafta kala geldiğimiz durumda da Clinton anketlerde Trump’ın önünde seyretmekte. Tabii ki geçen haftaya göre aralarındaki fark daha da azaldı. Bu azalmanın nedeninin Clinton’un e-maillerinin tekrar soruşturmaya alınması olduğunu zaten artık herkes biliyor.

 

Son yazımda da ifade ettiğim kanaatim, Clinton’un bu seçimi 300-330 bandında bir elektoral oy ile kazanacağı idi. Peki, bu kanaatim hangi faktörler ışığında oluştu? Eyaletlerdeki anketlerin ortalamaları, Amerika’daki son sekiz seçimdir seyreden seçmen davranışı, demografik olarak adayların destek aldığı oy kitlelerinin son sekiz seçim dönemine göre eyalet bazlı hareketleri, diğer iki başkan adayının iki büyük parti adayından eyalet bazında alacağı oylar ve bunun Seçiciler Kurulu’na etkisini göz önünde bulundurdum. Ayrıca yaşanan son hadiselerin eyalet bazlı seçmen davranışına etkisini de hesaba katmak gerekti. Bunlar ve bunlar gibi hadiseleri değerlendirdiğimizde karşımıza 300-330 bandında bir Clinton galibiyeti çıkıyordu.

 

Bu hafta ABD Kongresi’nde senatörlük ve Temsilciler Meclisi üyeliği yapmış birçok isimle görüştüm. Bilhassa Cumhuriyetçi partili olanlarla fikrimi paylaştığımda Trump’ın seçimi kazanacağını söylediler.

 

Bu kimselerin Cumhuriyetçi olması Trump’ın destekçisi oldukları anlamına gelmez. Bu ayrıntı kanaatimce büyük önem arz ediyor. Objektif olduğuna inandıklarım Trump’ın kazanacağını savunurken ve benim 300-330 bandı yorumumu yanlış bulurken karşıma şu tezler ile çıktılar:

 

1) Anketler Brexit’te yanıldı. Anketlerin Kentucky seçimlerinde 10 puan önde gösterdikleri aday değil, diğer aday 10 puanla kazandı. Yani anketler artık eskisi kadar gerçekleri birebir yansıtmıyor. Çünkü oy verme alışkanlığı olmayan seçmeni hesap edemiyorlar.

 

2) İnsanlar sistemden ve sistemin Washington dukalığının içinde olanlardan sıkıldılar. Bu sıkkınlık karşısında Trump’a yöneliyorlar ve Hillary ise tam anlamıyla bu statükoyu temsil ediyor. Yani seçmen alışkanlığı  olmayan seçmen de bu seçimlerde sistem dışı oy kullanarak Trump’ı seçer.

 

3) Clinton’un e-mail davasının yeniden açılması aradaki farkı azalttı. Bu fark seçime kadar kapanır ve hatta Trump öne geçer.

 

Kanaatimce yukarıdaki söylemlerin seçmeni nasıl etkileyeceği hala tartışmaya açıktır. Çünkü Hillary sevilmeyen bir aday olabilir, ama Trump’ın da ABD vatandaşlarının bir kahramanı olduğunu söylemek zor.  Büyük eksilerle yola çıkmış iki adayın savaşı bu.

 

Beni asıl düşündüren eyalet bazlı anketlerdeki bazı oynamalar. Mesela benim seçime istinaden en büyük iddiam daha evvelki yazılarımda da bahsettiğim gibi Florida eyaleti. Clinton Florida’yı alırsa büyük ihtimalle iş biter, ama Trump Florida’yı alamazsa işi çok zor. Florida’da son bir aydır Clinton, Trump’ın hep önündeydi. Ancak Remington Research ve NY Times/Siena firmalarının son anketlerinde ilk kez Trump dört puan farkla Clinton’un önüne geçti. Gerçi bu iki firmanın anketlerinden iki hafta önceki anketlerde de diğer şirketler Clinton’u dört beş puan önde gösterirken  bu firmalar eşit ya da bir puan geride gösteriyordu.

 

Bu yazıyı Washington’da yazdığım sırada Trump, 1988 senesinden beri Cumhuriyetçi bir başkana oy vermemiş Michigan eyaletini almak üzereydi. Florida’da öne geçmişti. Pensilvanya ve Ohio’da farkı iyice azaltmıştı. Clinton’un e-mail meselesi git gide büyüyordu ve artık konuştuğum kimse net bir şey söylemeye yanaşmıyordu.

 

Şu anda Washington’da Trump’ın başkanlığı havası hakim olmaya başladı. Demokratlar ciddi anlamda endişeliler. Artık herkesin ağzında “her şey o gece belli olacak, ucu ucuna bir seçim geçecek” söylemleri hakim.

 

Bir öğreti vardır, her şey net olmadan yazma ve söyleme diye. Bu sebeple herkes, gidişat çok yakın ve her şey olabilir diye konuşur. Tabii ki öyle, ama hala yaptığımız tüm analizlerin değişme ihtimali olmasıyla birlikte Clinton’un seçimi her şeye rağmen 300-330 bandında alacağını düşünüyorum. Hem de şu an Amerika’da hakim olmaya başlayan Trump başkan olmaya yakın ortamının tam da göbeğinde.

Yazının devamı...
Trump'ın Son Şansı
30 Ekim 2016

Daha evvelki yazılarımda da farklı şekilde ifade ettiğim gibi Trump'ın yükselişi her uzmanı şaşırtan ama irdelendiğinde ardında birden çok faktör barındıran bir süreçti. Asıl soru Trump'ın ön seçim sonrası Clinton'a karşı aynı ivmeyi sürdürüp sürdüremeyeceği idi. Trump rüzgarı yarışın ilk başlarında yükselmeye devam etse de ilk tartışma sonrası durakladı. İkinci ve üçüncü tartışmalar ile gerilemeye başladı. Trump'ın kadınlara yönelik sözleri Clinton kampanyası tarafından çok iyi kullanıldı ve Trump ile Clinton arasındaki fark iyice açıldı. Hele bir de kampanyada Trump'ın Clinton'a en çok yüklendiği nokta olan Dışişleri Bakanlığı esnasında resmi yazışmalarını devletin değil kendi özel e-posta hesabından yapmış olması büyük problemdi. Ancak FBI'ın dosyayı kapattık sözleri Clinton'ı iyice rahatlattı.


Açık konuşacak olursak bir kaç gün öncesine kadar Clinton, başkanlığını en az 4-5 puan farkla ilan etmişti. Peki seçimlere 12 gün kala ne oldu da Amerikan Siyaseti buz kesti?


FBI Trump'ın kampanyanın başından beri Clinton'a karşı kullandığı e-posta meselesini kapatmasına rağmen yeni deliller bulunduğu gerekçesiyle tekrar açtı. İddiaya göre Clinton'ın önemli danışmanlarından Huma Abedin'in ayrılmakta olduğu eşi Anthony D. Weiner ile olan yazışmalarının Weiner'in FBI tarafından el konulan bilgisayarında Clinton e-posta davasına dair yeni ipuçları bulunduğu iddiasıydı.


İki gündür Washington sokaklarında birçok yerde Trump taraftarlarının bu son şanslarını değerlendirmek için yoğun çaba harcadıklarına şahit oluyoruz. Ne demek son şans? Şu ana kadar Trump kendi hatalarını savunan ve Clinton Trump'a yüklenen durumdaydı. Ancak soruşturmanın yeniden açılmasıyla bu sefer saldıran taraf Trump savunan taraf ise Clinton olmaya başladı.

 

Clinton kampanyası iki önemli noktanın üzerinde durmaya başladı. İlki soruşturmanın yeniden açılmasına sebep olan bu iddiaların ne olduğunu öğrenmek istiyorlar. Ancak hala FBI tarafından bu hususta ortaya çıkan bir açıklama yok.


Asıl gündem ise Trump'ın FBI direktörü James Comey'i baskı altına aldığı ve seçimlere 12 gün kala seçimi etkileyebilecek bu önemli soruşturmayı açmasına tekrar vesile olduğu görüşümeler. Trump FBI direktörünü etkileyebilir mi ya da FBI direktörü bu noktada kimsenin tesiri altında kalır mı, bunlar bir noktadan sonra komplo teorisi olmanın ötesine geçemez. Ama asıl mesele bu iddiaların son 10 günü nasıl etkileyeceği.


İşte bu noktada kanaatimce önemli olan çarşamba ve perşembe günleri olacak. Eğer önümüzdeki perşembeye kadar Clinton postalarında ciddi bir suç unsuru ortaya çıkmazsa Clinton seçimden başkan olarak çıkacaktır. Zaten eğer Clinton'ın seçiminin neticesini etkileyecek bir soruşturma neticesi gündeme gelirse Clinton'ın başkan seçilmesi çok da büyük bir fark yaratmaz çünkü başkanlığı hukuksal olarak azledilmeye kadar giden bir sürece girer. Bu noktada işin hukuki kısmı ve delillerin ne olacağını bilmek mümkün olmayacağı için bu ihtimal üzerinden konuşmak zor.

 

Ancak gündeme gelen iddialar seçim gününe kadar iddiadan ibaret kalırsa Clinton seçimin kazananı ve ABD'nin yeni başkanı olacaktır. Hatta daha da net olmak gerekirse Trump'ın bu son şansı, iki üç güne kadar Trump'a gerekli geri dönüşü getirmezse 270 delegeyle kazanılacak başkanlık öyle çokta ucu ucuna değil Clinton'ın en az 300-330 bandında oy aldığı ve fark attığı bir seçime dönüşebilir.

 

Yazının devamı...
Ortadoğu’ya dış müdahaleler
29 Ekim 2016

Osmanlı İmparatorluğu’na karşı yapılan bu müdahale ardından güçlü tek bir Arap devleti olmaması için gösterilen ikinci çaba neticesinde hep kullandığımız tabiriyle adeta harita üzerinde elle çizilmiş ve suni olarak yaratılmış sınırlarla var olan bir Ortadoğu gördük.

 

Birinci Dünya Savaşı sonlarında suni olarak şekillendirilmiş, oradaki toplumların kendi mücadeleleriyle ülkelerini oluşturmalarının önüne geçilmiş ve belki bu yüzden de bir türlü gelişimini ve demokratik düzeni sağlayamamış bir Ortadoğu ile karşılaştık. Fazla sürmeden önce İsrail’in kurulmasıyla başlayan süreç, Cemal Abdül Nasır’ın Süveyş kanalını millileştirme projesine verilen küresel reaksiyon, ardından ülkesi İran’daki doğal kaynakları millileştirme çabasında olan Muhammed Musaddık’a karşı yapılan Ajax Operasyon’u Ortadoğu’yu mütemadiyen müdahalelere açık bir noktaya getirdi.

 

Bilhassa Soğuk Savaş döneminde ABD’nin Eisenhower Doktrini ile farklılaşan Ortadoğu politikaları, kısa zaman sonra yaşanan İran’daki devrim ve ardından ne kadar resmi olarak ifade edilmese de Saddam Hüseyin’in desteklenmesi ile başlayan ve sekiz sene süren, iki ülkeye de hiçbir şey kazandırmayan İran-Irak savaşı... 1990’larda Saddam’a önce yeşil ışık yakılıp daha sonra dur denilen, Irak’ı daha demokratik ve yaşanabilir bir noktaya getirme teziyle demokrasiyi var etme maksadıyla ortaya çıkarılan ama açık konuşmak gerekirse daha büyük bir kaostan fazlasını yaratmayan Birinci Irak Müdahalesi... Akabinde 2000’lerde gördüğümüz 11 Eylül saldırılarının ardından Ortadoğu’nun karşılaştığı demokrasi, insan hakları ve adil yaşam söylemleriyle yapılan İkinci Irak Müdahalesi...

 

Bütün bu bahsettiğimiz hadiseler, dış etkenler tarafından devamlı suretle önüne demokrasi ve insan hakları sözleri konularak yapılan müdahaleler oldu. Bu arada ne Saddam Hüseyin, ne de Hafız Esad birer demokrasi savunucusu ya da öncüsü değildi elbet. Ancak onlara karşı yapılan bu müdahalelerin tam anlamıyla ülkelerindeki halkları kapsamaması ve halkların kendi çıkarlarından ziyade bölgede aktif olmak isteyen diğer güçlerin çıkarları doğrultusunda hareket edilmesi ve bu çıkarlara ulaşıldıktan sonra demokrasi söylemlerinin dışında kalınarak hadiselerin kapatılıp bambaşka bir boyuta gelmesi bugün karşılaştığımız Ortadoğu’yu hazırlayan etkenler oldu.

 

Bu etkenler Ortadoğu’yu önce El Kaide ardından DAEŞ terör örgütleriyle baş başa bıraktı. İkinci Irak Müdahalesi’nin üzerinden neredeyse on yedi yıl, Sykes-Picot’nun üzerinden yüz yıl, Eisenhower Doktrin’in üzerinde ise neredeyse altmış sene geçmiş. Peki, dışarıdan yapılan müdahaleler sonucunda Ortadoğu’ya ciddi anlamda demokrasi gelmiş mi? Hayır. İnsan hakları noktasında bu müdahaleler bölgeyi daha iyi bir noktaya mı getirmiş? Yine hayır.

 

Çünkü bu müdahaleler neticesinde unutulan en önemli şey o bölgede yaşayan farklı etnik, mezhep ve dinlerden birçok halkın gerçek ihtiyaçlarından ve gereksinimlerinden çok uzak çözümler üretilmesi, onların birbiriyle kaynaşıp demokrasi algısını oturtarak refah düzeyine giden bir hayat kurmalarını sağlamaktansa; kısa dönemli bazı çıkarlara odaklanılmış olması Ortadoğu’yu bu hale getirdi.

 

Bugün yine Musul’u konuşuyoruz, bugün yine Kerkük’ü konuşuyoruz, bugün yine Suriye’yi konuşuyoruz. Bir müddet önce Libya’yı, ondan önce Fas’ı ve Tunus’u konuştuk. Ama asıl mevzu, yapılan bütün bu müdahalelerin gerçek anlamda bölgeye kalıcı bir hizmeti olup olmadığı hadisesidir.

 

Kanaatimce hiçbir şekilde böyle bir verim alınamamıştır. Daha evvel de ifade ettiğim gibi yapılan müdahaleler bölgenin çıkarları, ülkelerin çıkarları doğrultusunda değil, müdahaleyi eden güçlerin kısa ve orta vadeli çıkarları için olduğundan bölge hiçbir zaman müspet yolda evrilememiş ve yaşanması gereken değişim yaşanamamıştır. Ama daha da kötüsü yapılan bu operasyonlar kısa ve orta vadede dünyanın birçok büyük gücüne fayda sağlamış gibi görünse de, yaşanan sorunlar katlanarak artmış ve temeli demokrasi sözleriyle süslenerek atılan bu hadiselerin arkasında kalmıştır.

 

Ortadoğu’ya yapılan müdahaleler ancak ve ancak kısa vadeli birincil sorunları çözer ya da çözüyormuş gibi görünür. Ortadoğu ülkelerinin siyasi, iktisadi, sosyal ve hukuksal gelişimini müdahaleler ile değil, oradaki halklara gerçekten inisiyatif ve doğru yönetişim desteği vererek sağlanabilir.

 

Bugün yapılan müdahaleler de eğer dediğim temellere oturmazsa bundan on beş sene sonra dünya politikası aynı güçler tarafından ve aynı söylemler fakat farklı liderlerin ağzından yeniden dillendirilir, ama aynı senaryolar, aynı acılar bir kez daha aynı şekilde yaşanır. 

Yazının devamı...
Musul sonrası
27 Ekim 2016

 

ABD’nin ve koalisyon güçlerinin, peşmergeyi ve merkezi Irak hükümeti ile ona bağlı Şii güçlerini desteklemesiyle başlayan Musul operasyonunun nasıl gelişeceği ve ileride nasıl şekilleneceği akla birçok soru getiriyor. Daha evvel de ifade ettiğim gibi gerek ABD seçimlerinin mevcut sürece yansıması, gerekse oluşan uluslararası konjonktür bu sürecin altyapısını hazırladı.

Kanaatimce burada üzerinde durulması gereken esas nokta DAEŞ’e karşı yapılan Musul operasyonunun mevcut durumu ya da askeri gelişmelerinden ziyade sürecin neticesidir. Barzani’nin operasyon başladığı günlerdeki söylemleri, açık konuşmak gerekirse, süreçteki plansızlığa işaret ediyor. Barzani operasyon sonrası Musul’un geleceğine dair herhangi bir net plan olmadığını, bu ve benzeri detaylar konuşulmadan operasyona başlandığını ifade etmişti.


Musul, DAEŞ’in eline geçmeden önce Bölgesel Kürt Yönetimi’ne değil, Irak topraklarına dâhildi. Ancak peşmerge,  Musul’u kurtarma operasyonunun ardından bölge üzerinde bir hak iddia etmese de, petrol kaynakları ve stratejik açıdan büyük önem taşıyan Musul’un geleceğinin kendisine hiç danışılmadan şekillendirilmesini istemediğini de açıkça belirtmişti. 

 

Merkezi Irak hükümeti için ise DAEŞ’ten temizlenmiş bir Musul’u kendi kontrolü altında tutmak, petrol kaynaklarından ve stratejik öneminden had safhada istifade etmek doğal olarak en büyük öncelik olacaktır. Ancak Musul operasyonunun geleceğini tehdit eden belki de en önemli mesele, operasyon sonrasına dair plansızlık ve bu sebeple hem etnik gruplar hem farklı mezhep mensupları etrafında ortaya çıkacak kaos ortamıdır.

 

Etnik olarak Musul’un Kürtler, Araplar, Türkmenler gibi birçok grubun temsil edildiği dağınık bir yapıya sahip olduğu hesap edildiğinde, şehirde operasyon sonrası yaşantıya dair ciddi soru işaretleri vardır. Mezhepsel ayrılıklar işi daha da karmaşık bir hale getirmektedir. Ekseriyeti Sünnilerden oluşan Musul nüfusunun Haşdi Şabi güçleri tarafından DAEŞ’ten temizlendiğini ve şehre Haşdi Şabi güçleri başta olmak üzere aynı felsefede başka güçlerin de hakim olduğunu düşünelim. Önceden beri Sünnilere karşı sergilenen duruş ile etnik demografiyi değiştirme amaçlı agresif tutumlar, şimdiden birçok noktada Şii milislerin ve Haşdi Şabi kuvvetlerinin Musul’un geleceğinde rol almasıyla ortaya çıkacak büyük çaplı bir etnik gerginliğe işaret etmektedir.

 

İşte, sadece bu noktalardan dolayı bile Musul’un DAEŞ’ten kurtarılması kâfi değildir; bu sürecin çok doğru yönetilmesi ve DAEŞ sonrası Musul’da herkesin can güvenliğini ve istikbalini sağlama alacak nitelikte adil bir alt yapı planlanması gerekmektedir.

 

Bugüne kadar DAEŞ’i DAEŞ yapan, koalisyon güçlerine ya da bölge ülkelerine karşı sahip olduğu askeri gücü değil, bölgede yaşanan etnik ve mezhepsel çatışmaların  yarattığı korkunun DAEŞ gibi bir terör örgütünün üzerinde adeta bir koruma kalkanı görevi görüyor olmasıdır. Musul operasyonu sadece bu açıdan konuya bir çözüm getirmenin ötesinde bundan sonraki operasyonlar için de önemli bir emsal teşkil edecektir.

 

Kürtlerin, Türkmenlerin, Arapların, Sünni ya da Şii her etnik toplululuğun ve mezhep grubunun adaletle temsil edildiği doğru bir yapının Musul’da tesis edilmesi, bundan sonrası için gerek DAEŞ ile mücadele gerekse uzun vadeli bölgesel yapılanma açısından çok büyük önem arz etmektedir. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, ağızdan kolaylıkla çıkan bu temenni, hayata geçmesi o kadar da kolay olmayan bir süreç gerektirmektedir. 

Yazının devamı...
ABD seçimlerinin Musul Operasyonu'na etkisi
25 Ekim 2016

 

Nitekim olayların gelişimini küresel perspektiften yoksun değerlendirmek mümkün değil. Ancak bu aşamada Amerika’nın Musul operasyonuna sadece uluslararası politika ve çıkarlar açısından değil, aynı zamanda yaklaşan ABD Başkanlık seçimlerine olan etkisi bağlamında baktığımızda ortaya daha net bir resim çıkıyor.

 

Öncelikle şunu tekrar ifade etmek lazım ki Musul operasyonunun global sebepleri ve buradaki stratejik öncelikleri bellidir. Ancak şu dönemde ABD iç politikasındaki gelişmeler bilhassa Musul operasyonunda biraz da tetikleyici rol oynamıştır.

 

Amerikan seçimlerinin son bir kaç ayına baktığımızda, Cumhuriyetçi Parti adayı Donald Trump’ın, Hillary Clinton’ın kampanyasına saldırırken kullandığı en büyük kozlardan biri Suriye ve Irak’ta Amerika’nın sessiz kaldığı ve buraları DAEŞ’e teslim ettiği tezi oldu. Bununla beraber İran’la yapılan nükleer antlaşmanın da İran’ı güçlendirdiği tezini sık sık kullanmaya başladı. Öte yandan Clinton ise Bush döneminde olduğu gibi ABD’nin tek taraflı hareket etmemesi gerektiğini, ittifaklarla hareket etmenin gerekliliğini vurguladı. İran konusunda ise, yapılan antlaşmanın ABD’nin ulusal menfaatleri için daha iyi olduğunu, yapılan antlaşmanın savaşın önüne geçtiğini ve İran’la diyalogların daha normalleştiğini ifade etti.

 

Ancak bu söylemlerin, adayların dış politika yaklaşımları ele alındığında Hillary’den çok Trump’a puan kazandırdığını söylemek mümkündür. En azından kamuoyu yoklamalarında bu nokta Trump’a yaramaktaydı. Trump, seçim süreci boyunca sadece bu noktalarda Clinton’a değil Obama’ya da yüklendi. Obama’nın da bu gelişmeler ve eleştiriler noktasında kamuoyu yoklamalarında dış politika puanlarında ciddi bir azalmaya doğru gittiği söylenebilir.

 

Gelelim bütün bu sürecin ve bilhassa Musul operasyonunun değiştirdiği dengelere. Tam üçüncü başkanlık tartışması evveli Musul operasyonu başladı. Amerikan medyası tarafından, DAEŞ ile mücadele noktasında Amerika ile İran’ın belli noktalarda aynı şekilde hareket ettiği noktası gündeme taşındı. Amerika’nın desteklediği bölgesel güçlerin DAEŞ’ten Musul’u kurtarmak için ittifak halinde mücadele ettiği gündemi Washington’da hakim düşünce olmaya başladı.

 

Daha da açmak gerekirse, Obama ve Clinton’un İran’la yapılan antlaşmanın faydalı olduğu tezi ve bölgedeki DAEŞ’ten temizlenme hareketini bölge güçlerinin üstlenmesi yaklaşımı, halkla ilişkiler noktasında gündemde tutulmaya başlandı. Neticede Trump’ın dış politikada az ekmek yemediği bu yol kapanmış oldu. En belirgin etki kamuoyu yoklamalarında Obama’nın dış politika destek puanında uzun zaman sonra ilk kez iki puanlık artış oldu. Hillary kampanyası bu noktada rahatladı. Peki, asıl soru bundan sonra ne beklemeliyiz?

 

Seçimler bitene kadar hiçbir büyük değişiklik beklenmemeli. Obama yönetimi, doğal olarak Clinton’un yapabildiğince önünü açarak seçimlerde rahatlatmaya çalışacaktır. Bu da hiçbir şekilde ne Türkiye, ne İran, ne Rusya, ne Suriye, ne Irak, ne de bölgedeki farklı unsurlar ile zıtlaşmayacağına, büyük değişimlere ve kararlara kapalı olacağının göstergesidir. Kimse Amerika’dan en azından seçimler bitene kadar mevcut politikalarında büyük değişiklikler beklemesin. Şu an tek amacı mevcut durumu koruyarak seçimlerin Clinton lehine tamamlanması için mücadele edecek bir Obama yönetimi mevcut. Bu da Amerikan siyasetinin bir gerçeği olarak karşımıza çıkıyor.

 

İşte bu yüzden Musul’da şimdi ne olacak sorusunu sorarken sadece uluslararası olaylara odaklanarak Amerikan iç politikasının içinden geçtiği hassas dönemi unutmamak gerekir. Şu aşamada Amerikan tarafının kararlarındaki en belirleyici etken önümüzdeki ay gerçekleşecek başkanlık seçimleridir.

 

Yazının devamı...