(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Anlatanadam Yazıyor" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Anlatanadam Yazıyor" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Anlatanadam Yazıyor

Anlatanadam Yazıyor

İstanboğulanlar
20 Aralık 2016

Her yer biraz kısa, biraz dar, biraz basık geliyor. Sanki orada doğmuşsunuz, ailenizin kökleri saraylara dayanıyor gibi.

 

Ya da orada yaşamaya o kadar korkuyorsunuz ki, adını duyunca ürperiyorsunuz. Sizi orada yiyecekler, kandıracaklar, soyup soğana çevirecekler.

 

Bir şehir düşünün; bazıları oraya gitmek için hayaller kuruyor, bazıları oradan kaçıp gitmek için.

 

*

 

Kimi okul için gelmiş, hala okulda, hayatını burada kurguluyor. Henüz hayatın tüm gerçekleriyle karşılaşmamış, bu şehirde parlak bir gelecek hayali kuruyor.

 

Kimi okuldan sonra kalmış, sabahın kör karanlığında bir plazaya, akşam karanlığında da trafik cenderesine giriyor. Plazada üst katlara çıkacağı günü bekliyor, bu arada hayat gelip geçiyor.

 

Kimi yerini yurdunu geride bırakarak gelmiş, bir şekilde yırtmaya çalışıyor. Kazanma çabası içinde, geceyi gündüzü birbirine katıyor. Yırtmak bir tarafa dursun, gününü zor geçiriyor.

 

Kimi gelmiş bir yere yerleşmiş. Hem mesafe olarak, hem ruhen denize öyle uzak ki. Hayalinde bile yok gidip bir Boğaz havası çekmek içine, bir mahallede debelenip duruyor.

 

Bazısı her yol mubah kafasında. Bir anda köşeyi dönmekle, tüm yaşamı mahpusta geçirmek arasında ince bir çizgide. Her gün bir hırsla sokağa çıkıyor, mayın gibi ortalarda geziyor.

 

*

 

Öyleleri var ki, dünyanın başka bir yerinde olsa, şatoda oturacak. Şahane işler çıkartıyor ama kirayı zor denkleştiriyor.

 

Müzisyenler, sanatçılar var mesela. Başka bir şehirde yaşaması imkansız. Onu orada anlayan yok, kendini ifade etme şansı yok. İstanbul’da olmaktan başka çaresi yok. On beş milyon insan içinde azınlık olduğunu biliyor, her azınlığın korktuğu şeylerden korkuyor.

 

Seramik mi yapayım, fatura mı keseyim? Beste mi yapayım, muhtasarın son gününü mü takip edeyim diye kara kara düşünüyor. Sanat yapmak için gelmiş; faturası, kirası, stopajı, SSK’sı derken küçük esnaf olmuş. Ay hemen bitiyor, yenisi geliyor. Sanat hevesi iki kira arasına sıkışıyor.

 

*

 

Çok iyi eğitimli, pırıl pırıl insanlar var. Dev bir şirketin, dev binasında özveriyle çalışıyorlar. Okullar bitmiş, yüksekler yapılmış, yıllar geçmiş, çoluk çocuğa bile karışılmış. Hatta ev kredisi, okul taksiti derken artık küçülememe durumuna gelinmiş.

 

Kendi işini yapma hayalleri kuruluyor, cesaret artı kapital lazım. Kendini destekleyecek bir eş lazım, işler iyi gitmezse diye kenarda birikim lazım. Hayaller kuruluyor, öylece duruluyor.

 

Eninde sonunda çocuklar büyüyecek, iyi okullara gidilecek, mezun olunacak, tanıdıkla falan bir iş bulunacak, İstanbul makinesine yeni dişliler gerekecek. Onlar da deli gibi çalışacak, başka hayaller kuracak.

 

Düzeni büyük eforla onlar döndürüyor, büyük şehrin düzeni onları fıldır fıldır döndürüyor.

 

*

 

Yeni yerler açılıyor sürekli, herkes bir şekilde bir yerlerden duyuyor. Gitmek için zaman yok, ya da gitmek için para yok. İkisi aynı anda pek olmuyor.

 

Bir çoğu kendi arasında yeni mekanları konuşuyor:

 

- Karaköy’de harika bir mekan varmış duydun mu?

- Bebek’teki şu mekanın yerine bu mekan açılmış!

- Nişantaşı’ndaki şu kulübe gittin mi?

- Arnavutköy çok iyi olmuş diyorlar!

- Gizli bir yer var, arka kapıdan giriyorsun...

 

Ya hiç gidilemiyor, ya da kırk yılda bir gidiliyor. Geri kalan zamanda gidilme ihtimali seviliyor.

 

*

 

Çılgın bir aksiyon, hiç durmayan bir hareketlilik, düşünmeye fırsat vermeyen bir yoğunluk İstanbul’un genelini oradan oraya sürüklüyor.

 

Dünyanın en güzel şehrinde öyle sert bir rüzgar esiyor ki; neredeyse herkes, sadece rüzgara karşı direnç gösteriyor. Ayakta durmak için herkes kırk beş derece açıyla yürüyor.

 

Şehrin güzelliği, gemicileri sivri kayalıklara çağıran denizkızlarının tatlı sesleri gibi, burada yaşayan herkesi büyülüyor. Bir fırsat çıkacak, bir iş doğacak, bir terfi gelecek, biri beni keşfedecek diye herkes bu güzel şarkıyı dinliyor.

 

Milyonlarca kişinin arasından sıyrılanların hikayeleri şehirde yankılanıyor. Yapamayanlar unutuluyor, yapanlar dillerde dolaşıyor.

 

Umut bu şehrin sakinleri için her zaman devam ediyor.

 

Rüzgar İstanbul’da her zaman sert esiyor.

 

*

 

Not: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @anlatanadam

Yazının devamı...
Çiçek gibi tavsiyeler!
17 Aralık 2016

Baktım ki geçen hafta yazdıklarım olumlu reaksiyonlar aldı, naçizane tavsiyelerimle yine karşınızdayım!

 

Bir film: Sen Benim Her Şeyimsin

 

Bu hafta size Tolga Çevik’in yeni filminden bahsetmek istiyorum. Film ‘Instructions not included’ adlı bir filmden uyarlama diye medyada sıklıkla konuşuldu.

 

Uyarlama senaryoların tekrar çekilmesinin nasıl bir sıkıntısı var anlayamıyorum. Herkes bir kitabı okur, sonra bir yönetmenin ya da senaristin eline geçer, o da filmini çeker. Sonra bir gürültü kopuyor ki! ‘Vay efendim kitabı daha iyiydi’ diyenler, hayal kırıklığına uğrayanlar... Arkadaş, sen kitabı okurken, bir dünya hayal ediyorsun ve bir nevi kafanda kendi filmini çekiyorsun. Yönetmen de başka bir şey hayal ediyor, onu çekiyor. Ne yapacak? Herkesi tek tek arayıp danışacak mı? Aynı tepki uyarlama filmlerde de oluşuyor. Sanki her şeyimiz özgün, senaryolarımız da özgün olmalı. Peki.

 

Bir kere Tolga Örnek senaryoyu şahane uyarlamış, çiçek gibi de çekmiş. Ellerine sağlık. Film başlar başlamaz insanı içine alıyor, bırakmıyor. Sadece bir detay var beni kaşındırıp durdu ilk başlarda, o da Tolga Çevik’in gençlik dönemlerindeki saçları. Allahım, film günümüze gelene kadar kendimi yakacaktım. Bu belki sadece beni rahatsız eden detay dışında, Tolga Çevik her zamanki gibi müthiş bir oyunculuk sergiliyor. Hep samimi, hep candan, hep bizden. Geri kalan bütün oyuncular da hakkını vermiş yani, helal olsun.

 

Kahkaha? Pek yok. Ama sürekli bir gülümseme haliyle izledim filmi. Sıcacıktı. Ama ayrıntıya girip, filmi izlemeyenlere tüyo vermeyeyim; hönkürerek ağladım da filmde. Bence mutlaka izleyin.

 

Bir kitap: Şiddetsiz İletişim

 

Nünü bu konuya fena sardırdı. Sürekli bundan bahsediyor, etrafındakilere örnekler veriyor, okuduğundan etkilenmekle kalmıyor, herkesi etkilemeye çalışıyor.

 

Marshall Rosenberg’in bir kitabı Şiddetsiz İletişim.

Aile içi kavgaları azaltmak, pişmanlık duyacağınız davranışlara yol açmamak, kızgınlığın altında yatan ihtiyaçları keşfederek duyguları dönüştürmek, sizi tetikleyen ve kızdıran davranışları anlamak, kızgınlığı doğru ve yaralamadan ifade etmek gibi çok önemli öğretiler var içerisinde.

 

Vallaha ben Nünü’deki olumlu etkilerini görünce okumaya başladım. O kadar çok şeyi yanlış ifade ediyormuşuz ki! İhtiyacımız, olabilen en doğru şekilde iletişim kurmak, mümkün olan en güzel zamanları geçirmekken; hepimiz sevdiklerimizi kırarak geçiriyoruz vaktimizin bir bölümünü. Isırabildiğimiz herkesi ısırıyoruz, zarar veriyoruz, en son söyleneceği ilk başta söylüyoruz.

 

Trafikte örneğin, anlamsız bir yol verme kavgası yüzünden öldürülme ihtimalimiz bir uçak kazasında ölme ihtimalimizden kat kat fazla bizim memlekette. Buna rağmen uçaklar kalkarken, uçak düşerse ne yapmalıyız diye kısa eğitim veriyorlar! Diyalog ve iletişim konularında da eğitim almak şart. Bu kitap bir başlangıç olabilir, tavsiye ederim.

 

Bir belgesel: For the love of Spock (Spock aşkı adına)

 

Star Trek – Uzay Yolu dizi ve filmlerinin, pop kültürün ikonik karakteri Mr.Spock’ın anlatıldığı çok özel bir belgesel seyrettim bu hafta. Karakteri canlandıran Leonard Nimoy’un hayatını, kariyerini, Uzay Yolu macerasını bilmediğimiz detaylarla anlatıyor. Hiç görmediğimiz görüntülerle, röportajlarla, Leonard Nimoy’un ölmeden önceki söyleşileriyle akıp gidiyor.

 

Dünyanın en başarılı televizyon işlerinden Uzay Yolu dizisinin NBC kanalı tarafından ilk önce çok kompleks ve anlaşılmaz bulunduğunu, ilk bölümde Mr.Spock hariç bütün oyuncuların değiştirilerek yeni bir ilk bölüm çekildiğini, dizi ile ilgili eleştirmenlerin çok kötü eleştiriler yazdığını şaşırarak öğrendim.

 

Her zaman dediğim gibi, medya eleştirileri ‘olmuşa konuşmakla’ ilgilidir. Bu da benim tezimi doğruluyor. Olmamış, tutmamış işi yerin dibine batırmak; yeni, denenmemiş işe tepkili yaklaşmak, halkın beğendiği işi fanatikçe savunmak demek ki sadece bize mahsus değilmiş!

 

Uzay Yolu’nun yapımcısı efsanevi Gene Roddenberry diziyi kanala satmaya çalışırken, kanal yöneticileri ‘bak kardeşim, bizim insanımız bunu anlamaz, neden böyle komplike işler yapıyorsunuz?, halkımızın eğitim seviyesi düşük, hem bizim insanımız muhafazakardır, ne o öyle sivri kulaklı – şeytanı andıran tiplemeler, daha basit işler getir’ falan demiş. Ben de bu tür yorumlar sadece bizim yazdığımız işlere, bizim memlekette yapılıyor sanıyordum!

 

Bir deneyim: Kampa gidelim mi baba?

 

İşte size bir değişik hareketlenme, hem de bütçe dostu!

 

Bizim birlikte olmaktan müthiş keyif aldığımız ekibimizle, çoluk çocuk kampa gidiyoruz. Hem kış başlangıcında, hem de yaz. Senede iki defa telefonları bir kenara atıp (zaten gittiğimiz yerlerde genelde çekmiyor), on - on beş aile (ki bu da yirmi – otuz arası çocuk yapıyor) çadırları, evde yaptığımız hazırlıkları yüklenip sabahın köründe yollara dökülüyoruz. Her gittiğimizde bir başka yaylada kamp kuruyoruz. Çadırlar kuruluyor, çocuklar bölgeye yayılıyor, yemekler açılıyor, paylaşılıyor, herkes birbirine her konuda destek atıyor.

 

Bu organizasyonun başında, bu işe gönül vermiş, çok sevgili Alpay Oğuş var. Önce bizlere, sonra çocuklara kamp hayatını öğretiyor. Teknolojiden anlık da olsa kurtulmayı ve doğayla bir olmayı anlatıyor. Çocuklarla müthiş anlaşıyor. Ağacı, bitkiyi, mantarı, böceği tek tek tanıtıyor kamp günü yapılan uzun ve zorlu orman yürüyüşlerinde. Çocuklar çamurların içinde boğuşuyor, pis derelerde kurbağa arıyor, şehirde ‘yapma evladım!’ diyebileceğiniz her şeyi yaparak, anlamsızca kirleniyorlar ve çok eğleniyorlar!

 

İlk giderken çekinebilir, mesela tuvalet konusunu dert edebilirsiniz. Bakın, bana Nünü ‘Bülent Ersoy’un erkek kardeşi’ der konformist yapımdan dolayı. Çocuklarla kesintisiz ve çok özel bu anıları paylaştıktan sonra ne gecenin soğuğu, ne çadırın rahatsızlığı bir mesele haline dönüşüyor. Geriye dönerken bir gece, bir gece daha kalmak istiyorsunuz. Çünkü akılda kalan mis gibi yaylalarda geçirilen bol oksijenli bir gün ve gece çocuklar yattıktan sonra dev ateşin başında yapılan kaliteli sohbetler kalıyor. Bir bakıyorsunuz ki, şehirdeki endişelerinizin bir tanesini bile aklınızdan geçirmemişsiniz, asla yapamam dediğiniz o ‘reset’ düğmesine basmışsınız. Şu soğuk günleri atlatalım, yine kampa gitmek için can atıyorum. Yine sıfırlama ihtiyacım kabarmaya başladı çünkü. Aklınızda bulunsun.

 

*

 

Viral oldum, yetişin dostlar!

 

Perşembe günü arkadaşlarımın WhatsApp gruplarındaki hareketlenmeyi bana iletmesiyle haberim oldu. Meğer 16 Kasım’da yazdığım ‘Durun gitmeyin, siz kardeşsiniz!’ adlı yazım Cem Boyner tarafından şirket çalışanlarıyla paylaşılmış. Ya da paylaşılmamış, biri böyle bir başlık atarak nette bir çığ başlatmış.

 

Arkadaşlarım WhatsApp gruplarında, forumlarda ‘Haayır! Bu bizim tanıdığımız Anlatanadam’ın yazısıdır’ şeklinde savunmalar gerçekleştirmiş – burada gülümsüyorum -. Hepsine teşekkürler, ama bence fark etmez. Cem Boyner kaynak belirtmeden paylaştıysa helal olsun, adı kullanıldıysa da hakkını helal etsin. Perşembe çok hareketli bir gün geçirdim. Demek yazının başına bir ünlü isim koyunca yazı değer kazanıyormuş. Bu sayede bulup okuyamayan pek çok kişi okumuş oldu. Ben de bir günlüğüne viral olmanın tadını aldım, ne güzel işte!

 

İyi hafta sonları dilerim.

 

*

 

Not: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @anlatanadam

 

 

Yazının devamı...
İçimdeki yas bitmiyor
13 Aralık 2016

Sabrımız zorlanıyor, dayanma gücümüz... Köşelere ittiriliyoruz, sınanıyoruz.

 

Polissek, her gün namlunun ucunda yaşıyoruz. Bir şerefsiz maşanın hedefinde...

 

Korku içinde değil, tam aksine cesaretle. Baksana Maçka parkındaki kahramanlara? Sırtında bomba taşıyan soysuzu durdurmak için etrafını sarıyorlar! Meşhur Amerikan polisi olsa, elinde bıçak olan sıradan bir manyağı, yüz metre yaklaşmadan, yirmi otuz kurşunla delik deşik eder. Bizim can kardeşlerimiz üstüne koşuyorlar, yapma diye. İnsancıl hallerini koruyarak, büyük özgüvenle...

 

İşçiysek, memursak; her gün sabahın kör karanlığında yollara dökülüyoruz. Her geçen gün değerini kaybeden maaşımızı hak edebilmek için. Yat, kat almak için değil; özveriyle çalışıyoruz, çocukları okutmak için, kirayı ödemek, en temel ihtiyaçlara ulaşabilmek için sadece...

 
Deniyor hayat bizi. Şu güzelim topraklarda huzur bulamıyoruz.

 

Emekliysek artık, bekliyoruz. Bitse de gitsek. Her geçen gün daha dramatikleşen haberlerin karşısında, gücümüz azalmış, izliyoruz. Bizden küçüklere üzülüyoruz, endişeleniyoruz.

 

Milli piyango ikramiyesiyle ilgili bir röportaj yaptık geçen gün sokakta. Emekli bir ablamıza sorduk ’60 milyon çıkarsa ne yaparsın?’ diye. ‘Her gün et yerim’ dedi.

 

Gıdıklı, gülmeli çekim yapmaya çalışıyorduk, gerçekler vurdu. Öylece baktık yüzüne...

 

Tüccarsak, ama büyüğünden değil, normalinden, ardı ardına dev ihaleler alamayanından; borçlar altında eziliyoruz. Her gün dükkanı açıyoruz bir umutla, bin bir soru işaretiyle kapatıyoruz kepenkleri akşam; ‘İşler ne zaman düzelecek?’

 

Alacakları tahsil edemiyoruz, borçları zamanında ödeyemiyoruz. Resmen, paramızla rezil oluyoruz...

 

Kardeşliğimiz sorgulatılıyor, komşuluğumuz. En yakın dostlarımızla düşman olmaya itiliyoruz.

 

Anneysek, babaysak; çocuklarımızla ilgili en büyük korkuları birden yaşıyoruz. ‘Ya sokakta başına bir şey gelirse?’, ‘Bizimkiler küçük daha, nasıl bir gelecek bekliyor onları?’, ‘Benimkisi askerde, ben ne yapayım?’, ‘İş bulamadı çocuk, kaç aydır boşta’. Her yaşta çocuk için sorularımız birbirine karışıyor...

 

Ya da mizahçıysak mesela, en basit görevimizi bile yerine getiremiyor, boş bir sayfaya iki kahkahalı metin yazamıyoruz. Yanlış anlaşılma korkusundan değil sadece, bazen gülümseyemiyoruz ki gülümsetelim. O yüzden böyle günlerde sadece sizden özür diliyoruz...


Resmi yas bitti ama içimdeki yas bitmiyor. Az da olsa gülümsetmek isterdim. Bugün yapamıyorum.

 

Allah’tan Beşiktaş saldırılarında hayatını kaybeden tüm şehitlerimize rahmet, ailelerine ve sevdiklerine sabırlar diliyorum.

 

Sevgiyle ve lütfen umutla kalın.

 

Not: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @anlatanadam

 

Yazının devamı...
Altın değerinde tavsiyeler!
9 Aralık 2016

 

Ben, doları olmayıp ‘Türk Lirasıyla da altın almalı mıyız?’ sorusunu kendine soranlarla, altın alacak birikimi de olmayan benim gibilere kendimce altın değerinde tavsiyeler vereyim istedim.

 

Çünkü bence yaşanmışlık da en az altın kadar değerlidir.

 

Bir kitap: Bakele

 

Yeni bir kitap değil ama ben yeni okudum. Yazar Sezgin Kaymaz’dan bahsediyorum. İddiasız ve samimi dili, metroda yolculuk ederken ve uyku öncesi dinlemekten kendimi alamadığım Seslenen Kitap uygulamasında karşıma çıktı ve bende bir anda bağımlılık yaptı. Bakele adlı kitabını dinlerken gülümsediğimi, hüzünlendiğimi, duygularımı etrafımdaki insanlara takılmadan yüzüme yansıttığımı fark ettim. Bir dönem Ferhan Şensoy okurken Türkçeyi nasıl harmanladığına, betimleme gücüne, o zaman ilk defa duyduğum bazı dil oyunlarına nasıl hayran kaldıysam; Sezgin Kaymaz’ın da cümlelerinde bir ‘dil şovu’ yapmasına bayıldım!  Dinlemekle de kalmadım, hemen gidip kitabı da arşivime kattım. Şimdi sevgili Sezgin Kaymaz’ın diğer kitaplarını okumak için büyük bir heves içerisindeyim. Geç de olsa, Bakele sayesinde bu müthiş yazarı tanıdığım için çok mutluyum.

 

Bir film: Görümce

 

Yalan yok, kendisini şahsen tanıyıp, çok da sevdiğim için zaten olumsuz düşünmem mümkün değildi. Ama, Gupse Özay tartışmasız yeni dönemin en yetenekli kadın oyuncu ve senaristlerinden biridir. Yıllar önce, henüz Yalan Dünya dizisi başlamamışken, sevgili dostum Beyazıt Öztürk’le birlikte, ilk kez bir toplantıda karşılaşmıştık Gupse ile. Onun yüksek enerjisi, hiç susmadan konuşması ve hızlı hızlı bir şeyler anlatması, durduramadığı kafası ve samimi gülüşüne daha ilk tanışmada hayran olmuş, ardından bakakalmıştık.

 

Zaten arkasından, Yalan Dünya – Nurhayat ve Deliha karakterleriyle, herkesi aynı şekilde kendine hayran bıraktı.

 

Görümce’yi bir kaç gün gecikmeyle, tamamen dolu bir salonda, Nünü’mle birlikte seyrettik. Öncelikle Gupse’yi kadınlar oldukça sahiplenmiş demek ki, sinemanın üçte ikisi kadınlarla doluydu. Erkek starlı komedilerin arasına iddialı bir şekilde giren, cesur bir iş olmuş Görümce. Bence cesaretinin karşılığını da salonda ardı ardına gelen kahkahalarla alıyor. Zaten Nünü bir şeye gülüyorsa, o gerçekten komiktir, yeminle birbirimizi dürterek güldük!

 

Görümce’yi Gupse’nin yazdığını bilerek seyretmek de ayrı bir keyif. Harika bir oyuncu kadrosu, müthiş zevkli mekanlar, şahane diyaloglar, her ifadesiyle süper komik bir Gupse. Hele filmde bir de sürpriz karakter vardı ki, görünce neredeyse alkışlayacaktık! Kim olduğunu söylemeyeyim, kendiniz görün... (Şu an gerçekten çok söylemek istiyorum!)

 

Bitmesini istemediğimiz filmlerden biriydi. Bir o kadar daha olsa seyrederdim.

 

Eminim ki film yazmayı hiç bırakmayacak, komedi sinemasındaki erkek egemenliğine zeki bir kadın dokunuşu getirmeye devam edecek, cin gibi kafasıyla ürettiği esprilerle bizi hep güldürecek. İyi ki varsın Gupse!

 

Bir belgesel: Sour Grapes

 

Çok sofistike göründüğünün farkındayım, ama durun bir! Kanaat önderiymiş, kültür yumağıymış gibi kitap, film, belgesel önermek değil niyetim. İnsan yaşadığı güzel anları sevdikleriyle paylaşmalıdır. En yakınlarıma sürekli nelerden bahsediyorsam, sizlere de bunları anlatmak niyetim.

 

Belgesellere çocukluğundan beri sarmış bir insan olarak, hala haftada en az üç, dört belgesel izlerim. Bu aralar beni en çok etkileyen, Rudy Kurniawan adında bir üniversite öğrencisinin dünya şarap piyasasını, hazırladığı sahte şarap ve şişelerle nasıl on milyonlarca dolar dolandırdığını anlatan Sour Grapes (bir bakıma koruk diye çevirebiliriz) adlı belgeseldi.

 

Ucuz şarapları evinde karıştırarak ve çok iyi bir işçilikle şişeleyerek; marketten üç, beş dolara aldığı şarapları 1929 Clos de la Roche, 1921 Petrus gibi az bulunan bir çok şarap markasına dönüştürdüğü ve her bir tanesini on binlerce dolara sattığı ortaya çıkıyor. Dünyanın en zengin 7.insanı David Koch’un bile 4 milyon dolarlık ‘Rudy şarabı’ aldığını izliyoruz. Milyonlarca dolarlık bir endüstrinin, tamamen tadıma ve ekspertize bağlı olduğu, şarapların yüzbinlerce dolara açık artırmalarda satıldığı bu pazarda; aslında pek de kimsenin şarap meselesine hakim olmadığını anladım. Ben zaten hiç anlamam da, gittiğimiz ortamlarda şarap tadıp, beğenmeyen arkadaşlara ince bir gülümseme içerisindeyim artık.

 

Bir yaşam biçimi: Zehirsiz Ev

 

Evimizin sürekli yeşil çay içen, yoga yapan, sağlıklı beslenen, tam buğday kızı, sofistike insan Nünü yeni bir konuya sardırdı. Bu yaşam biçiminin adı ‘Zehirsiz Ev’. Ben daha ne olduğunu anlamadan evimizdeki deterjanlar yerini organik çözümlere bıraktı. Şampuanların yerini zeytinyağlı, defneli sabun, diş macunlarının yerini killi, karbonatlı karışımlar aldı. İlk başlarda itiraz mekanizmamı devreye soksam da, Mercan Yurdakuler Uluengin’in Zehirsiz Ev adlı kitabını da edinince ve meseleyi araştırınca; ben de her türlü ürünün paketini dikkatlice okumaya başladım. Eve giren kimyasalları azaltmaya, uzun vadede etkileri olan zehirleri evden, çocuklardan uzak tutmaya çalışıyoruz artık. Her şeyi çözdük mü? Hayır. Ama bu yaşam biçimiyle organik, biyoçözünür, katkısız, doğa dostu kavramlarını daha iyi algılıyoruz ve en önemlisi kendimizi daha iyi hissediyoruz. Bilin istedim.

 

Bir oyun: 39 Basamak

 

Yıllar önce ilk kez seyrettiğim, tadına doyamadığım için bir kez ve bir kez daha gittiğim bir oyun hala sahnede. Bülent Şakrak, Demet Evgar, Okan Yalabık ve Engin Hepileri 39 Basamak’ta uçuruyorlar! Hepsi o kadar yetenekli ve birbiriyle iyi anlaşan oyuncular ki, benim gibi oyunu birden fazla seyrettiğinizde onlara duyduğunuz hayranlık katlanıyor.

 

Ben daha çok sinema insanıyım, tiyatroya hep bir mesafem olmuştur. Bu benim şahsi yaklaşımım tabi, koca bir sanat dalını eleştirecek birikime sahip değilim.

39 Basamak beni tiyatroya yakınlaştıran, hayran bırakan dinamizmiyle, inceliğiyle, hissettirmeden vuran keskin mizah anlayışıyla müthiş bir oyun, bu oyuncular harika insanlar. Umarım daha çok uzun süre sahnede kalır, daha çok insana ulaşırlar.

 

Not1: Bu arada can kardeşim Bülent Şakrak ve sevgili eşi Ceyda Düvenci sevgi dolu ailelerine bir bebek daha katıyorlarmış. Bu vesile ile büyük mutluluklar dilerim!

 

*

 

Not2: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @anlatanadam

Yazının devamı...
Çoklu zekaya sahibiz, rahat olun!
5 Aralık 2016

Genel olarak bazı insanlara bakıp, onların kafasının sizden daha iyi çalıştığını düşünmek normal. Paniğe gerek yok, çoklu zeka kuramı imdadımıza yetişiyor!

 

*

 

IQ testlerine dayalı zeka bence artık gerilerde kaldı. Çoklu zeka kuramını kullanarak yeni nesiller yetiştiren ve bu şekilde eğitim politikasını düzenleyen ülkeler bile var. IQ testlerinde çakılıyorsanız önemsemeyin, IQ testi kafanızın ne kadar çalıştığını değil, nelere çalıştığını ölçer!

 

*

 

Bir defa, insanlar çok farklı zeka türlerine sahiptir. Siz dün akşam ne yediğinizi hatırlamazken, karşınıza geçip bütün şehirlerin plaka numaralarını ezbere sayan arkadaşınız mutlaka vardır. Evde bir yere koyduğunuz anahtarı iki saat ararken, ya da o hangi cebe girdiği belli olmayan cep telefonunu kaybettim sanarak, ceplere bacaklara vurma suretiyle kendinizi döverken; düzenli, her şeyi yerli yerinde, planlı, programlı insanlara özeniyor olabilirsiniz.

 

Kendinizi kötü hissetmeyin! Her insanın kendine özgü bir zeka profili vardır.

 

*

 

Boğazın yalılarının sahiplerini tek tek sayan arkadaşım var benim mesela. Ya da benim yıllar önce yaşadığım ve kendisine anlattığım bir olayı bana dün gibi anlatan. Benimse sanki bir başkasının hayatını dinliyormuş gibi şaşkın bakışmalarım... Bunlar hep normal. Adam sanki kafasının içinde bir dosya dolabı varmışçasına, gidip oradan o dosyayı bulup çıkartıyor, açıp sana okuyor. Benim kafanın içiyse ergen odası gibi, karmakarışık!

 

*

 

Daha önce karşılaştığım ve tanıştırıldığım birini görüp, tekrar tanışabiliyorum. Ayıp oluyor. Ya da az tanıdığım biriyle karşılaşınca, sanki çok iyiymişiz gibi gereksiz samimiyet gösterebiliyorum. Daha da ayıp oluyor!

 

En kötüsü, sadece medyadan tanıdığım bir ünlüyü gördüğüm zaman, tanıdığım biri sanıp ve yanına gidip “N’aber?” demişliğim bir, iki değildir!

 

Telefon numaralarını hatırlayamam, yüzleri anımsayamam, isim hafızam kötüdür, TC kimlik numaramı ezberlemek için günlerimi verdim, hala bazen açıp bakıyorum. Cebindeki kredi kartlarının numarasını ezberden söyleyen arkadaşa da rastlayınca insan kendini kötü hissediyor haliyle. O yüzden hayatımın büyük bir bölümünü ‘acaba ben mal mıyım?’ diye düşünerek geçirdiğim çok olmuştur.

 

*

 

İyi ki bir gün bu kuramı okudum, içime su serpildi. Her bir zeka; hafıza, dikkat, algı ve problem çözme konularında farkı sistemlere sahiptir. Ey benim gibi insanlar, kafanızı bozmayın! Her yiğidin bir yoğurt yiyişi varmış meğer!

 

Ben mesela, gördüğüm bir film karesini asla unutmam. Tek karesini göster, seyrettiğim bir filmse, filmin tamamını hatırlarım. Ama adını çıkartamam. Müzik kulağım çok gelişkindir. Ayrıca, konuşurken mesela, kafamda kelimeler sırayla bir liste halinde açılır, istediğimi seçer konuşurum. Ama hafıza sıfır! Bir şey anımsatmaya çalış; öylece gözlerimi açar, ışığa tutulmuş balık gibi bakarım. Ne yapayım?

 

*

 

Sözel zeka, mantıksal – matematiksel zeka, görsel zeka, sosyal zeka, ritmik zeka, doğaya dönük zeka ve bedensel zeka gibi bir çok zeka kullanım alanı var. Birinde gelişmiş olmak da, diğerleri de hiç yok anlamına gelmiyor.

 

Yani, bir matematik dahisi sizin kadar sosyal zeka sahibi olamayabilir. Derslerde, sınavlarda çok başarılıdır ama arkadaş arasında düt demeye dudağı yoktur. Bir çılgın müzisyen evde ampul değiştiremiyordur, siz blok flütten net bir ses çıkaramıyorsunuzdur. Yani içinizi karartmayın, o yüzüne bakıp da ‘Amma şeytan adam, bu beni donunda sallar’ dediğiniz tip, olası olarak bir zeka tarafı sizden daha gelişmiş bir kişidir. Siz de bir başka zekada kesinlikle ondan daha gelişmiş durumdasınızdır. Taş, kağıt, makas durumları yani.

 

*

 

Bütün bunları bilerek ne yapalım, iyi hissetmekten başka? Kendimizi geçtik hadi ama mesela çocuklarımıza yüklenmeyelim. TEOG’la ya da karneyle değerlendirmeyelim. Herkes doktor olacak, mühendis olacak diye bir şart yok. Dünyanın sanatçılara, sporculara, her türlü mesleğe ihtiyacı var. Önemli olanın işini severek yapmak olduğunu bilelim, herkesi bir kalıba sokmaktan vazgeçelim, çocuklarımızın zeka tiplerini keşfedip, onları yeteneklerine yönlendirelim. Bu bence; onları en iyi okullarda okutmaya çalışmak, sınavdan sınava koşturmak yerine, onlara yapabileceğiniz en büyük iyiliktir.

 

*

 

Not: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @anlatanadam

Yazının devamı...
Geçmiş olsun! Global olmuşsun, yeni duydum
29 Kasım 2016

Tek bir kişinin, pijamayla evinden paylaştığı bir videoyu hemencecik izliyoruz. Her ölümden, her hastalıktan, her kazadan haberdarız. Dolayısıyla da sürekli endişeleniyoruz!


Bence bu hastalığın adı: Global olmak.


Küresel bir hastalık. Bütün dünyayı sarmış durumda. Sakın yanlış anlaşılma olmasın; Suriye’deki, Irak’taki insanlık dramlarından, Avrupa’daki Türkiye düşmanlığından, Amerika’daki başkanlık seçimlerinden haberdar olmasak ne güzel olurdu demiyorum. Sadece her şeyi bilmek ve bunlara hayıflanmaktan yorulduk, stres topuna döndük. Bu tespiti yapıyorum.


Küçücük evlerimizde, minicik maaşlarımızla, azıcık birikimlerimizle; kocaman oyuncuların, dünyayla futbol topu gibi oynamasını güncel, anında, hiç haber sektirmeden seyrediyoruz.


Hillary abla bazı eyaletlerde oyları yeniden saydırıyormuş, Güney Kore’de tarihinin en büyük sokak gösterileri varmış, Fransa’da merkez sağın adayı İslam karşıtı bi herif olmuş, Almanya’da pilotlar greve gitmiş, Rusya ile ABD arasında kritik gerilim olmuş, dünyanın dört bir yanında fakircikler yine aç kalmış, zavallı insancıklar yine ölmüş. Parayla para kazananlar dünya genelinde didişiyorlar diye dolar şu kadar olmuş, Euro dolar karşısında gerilemiş, Japon Yeni bilmemne seviyesinde...

 

Sabah uyanır uyanmaz haber bombardımanına uğruyorsun. İçin sıkışıyor, gerim gerim geriliyorsun, mutsuzlaşıyorsun. Basitleşmek istiyorsun, umutsuzlaşıyorsun.

 
Peki ne yapacağız? Buna bir çözüm önerim yok. Artık bu iş böyle. Tası tarağı toplayıp, ücrada bir küçük çiftlikte iki küçük baş, bir kaç tavuk, kenarda bir iki sebze yetiştirmekle de çözülecek gibi değil. İnternete girmek isteyeceksin, ruhuna işlemiş çünkü. Televizyonu açacaksın, kan görmek isteyeceksin. Dünya zaten hiç olmadığı kadar kaynıyor. Fokurtuları izlemek isteyeceksin. Biz yeni bir insan ırkıyız. Homo Globalus! Her şeyi göreceğiz, her şeyi bileceğiz. Memleketteki dertlerimiz yetmiyor, her şeye global olarak hakim olacağız, global meselelere de kafa yoracağız.

 
- Sence Avusturya seçimleri nasıl sonuçlanır? deyince bir arkadaşım,

- Hayırdır? Hısım, akraba mı var orada? dedim.

- Yo, önemli ama biliyorsun, dedi.

 
Biliyorum da önemli olduğunu, buna benzer ecnebi sohbetlerin günlük hayatımda her daim karşıma çıkmasından bitkin düştüm!

 
- Kuzey Kore bir nükleer deneme daha yapmış abi bugün, dedi taksici.

 
‘Arkadaş sana ne?’ diyecek gibi oldum.

 
- Hadi ya? Manyak abi herif, dedim.

- Başımıza bela olacak bu Kim Jong-İl midir nedir? dedi.

- O babasıydı, bunun adı Kim Jong-Un, dedim.

- Baba – oğul dünyanın sonunu getirecekler, uykularım kaçıyor, dedi!

 
‘Abim! Sen kendi derdine düşsene, gecenin kaçı olmuş bak ikimiz de çalışıyoruz. Eve ekmek götüreceğiz diye perişan olmuşuz. Sana ne Kore’den?’ demek istedim. Sustum.

 
Geçen bizim ergen yeğenlerden biri, aynı ergenlikte bir arkadaşıyla ‘Kim Kardashian Kanye’yi hastanede kuş gibi besliyormuş’ haberlerine bakıp, konuyu tartışıyorlardı. Kanye tükenmişlik sendromu yaşıyormuş da, aferinmiş Kim’e de, yanından ayrılmıyormuş da... Tükendim, tükenmişlik sendromu yaşadım! Artık bunu da bilmek istemiyorum!

 

Politika, savaş, açlık, mutsuzluk haberleri yetmiyormuş gibi...

 

Bilmem kim dizi oyuncusu boşandığı eşiyle yeniden barışmış!

 

Pop yıldızı kendini eleştirenlere cevap vermiş!

 

Bizim çok iyi tanıdığımız şu çift, evlilik haberini nihayet müjdelemiş!

 

Ünlü şarkıcı resimleriyle sosyal medyayı sallamış!

 

Gayet meşhur oyuncudan olay yaratan paylaşım!

 

Birbirini takip eden yüzlerce lokal – global magazin haberinden de sıkılıyorum, artık bazı şeyleri de bilmek istemiyorum!

 

Kimsenin ölmediği, hakların eşit dağıtıldığı, barış dolu bir dünya yetmez artık.

 

Bunlara ek olarak; herkesin daha az bildiği, isterse kendi halinde kalabildiği bir dünya dilerim sizlere!

 

Siz söylemeden söyleyeyim: Şu an bütün bunları size online bir gazeteden iletiyorum. Bu da çok manidar bir çelişki oldu. Ne yapayım, ben de sizlerden biriyim!

 

İmza: Homo Globalus Anlatanadam

 
Not: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @anlatanadam

 

Yazının devamı...
Dolar nereye?
22 Kasım 2016

Mesela ‘Türkiye nereye?’ dedin miydi, bu memleket ile ilgili tüm meselelere ışık tutacak bir yazı kimliğini alır. Senin de bu meseleye hakim bir yazı yazdığın ifadesi taşır. Ama benim başlık sadece ‘Nereye?’ diye soruyor. Yani bir şey bildiğimden değil, harbiden nereye gittiğini soruyorum. ‘Hayırdır, nereye?’ gibilerinden...


Bir döviz kurunu takip etmek için illa bankada o paradan bir milyon üstü paraya sahip olmak lazım değil tabi. Ama biraz da cepte olacak, kurun aşağı yukarı fıkırdaşmasından nasipleneceksin, yukarıdan satıp, aşağıdan tekrar alacaksın ki parana para katasın. Odandaki çekmecende biriktirdiğin dört yüz doların varsa, doların yükselmesine sevinmeyeceksin. Aradaki farkla iki çubuk kraker daha alırsın ancak.


Dolar memlekette yükseldi mi; hammadde fiyatları, ithal ürünlerin fiyatları, dış borçlanmanın maliyeti, vs. yükseliyor anladık. Daha bir dünya da etki yaratıyor. Peki bize, yani vatandaşa etkisi ne zaman hissediliyor? Ben işte bunu diyorum. Hemen cebimizdeki para azalıveriyor mu? Benim gibi hiç bir birikiminiz yoksa mevzuyu tabi hemen algılayamıyorsunuz. Ama misal ihtiyaçtan evini satacaksın. Bu bile bir mesele zaten. Dolar sıçrayınca, ekonomide sıkıntı oluşuyor, işler duruyor. Sıkışmış vatandaş, satacak bir şey varsa, eldekini satmaya çalışıyor.


Örneğin 100 lira istiyorsun evine ve bu da, geçmiş zaman itibariyle, 40 dolar ediyordu. Diyelim ki satmaya çalışıyorsun, ama alan yok. Başlıyorsun fiyat kırmaya. Doksan? Alan yok, alıcılar dolara yüklenmiş, oradan para kırmaya çalışıyorlar. Seksen? I, ıh..


En sonunda ihtiyaçtan satılık, yetmiş liraya bir akbabaya satıyorsun. Bu arada bir bakıyorsun ki dolar zirvede, 70 lira 20 dolar yapmış. Evin 40 dolar ederken, şimdi 20 dolar ediyor. Senin paran dünya genelinde yarı yarıya erimiş. Ha, diyorsan ki ‘Türkiye’de dolarla mı alışveriş yapıyoruz kardeşim? Benim cebimde yine yetmiş lira var?’ O zaman meseleye sandığımdan daha uzaksın. Her sabah eşofmanlarla bizim dükkanda olacaksın, genel kültürle başlayacağız.


İşte ‘dolarla para kaybetmeye giriş’ adlı dersimizde ana örneklerden biri budur. Dolardan para kazanmak benim konum değil, o işleri bilmem.


Peki satacak bir şey yoksa? Yani ‘maaşlı çalışıyoruz kardeşim, bütün paramız cebimizde’ tarafında duruyorsanız, sanki biraz daha rahatmışsınız izlenimi doğuyor. Ama tabi ki bu bir yanılsama. Şimdilik maaşın maaş, ama çalıştığın şirket bir kaç ay daha dayanıp bayrağı dikecek, o zaman patlayacaksın. Ya da şirket güçlü de, maaş sabit. Yine bir kaç aya; bakkaldan, marketten aldığın nevale az daha pahalı olmaya başlayacak. Bir maaşla 3000 yumurta alabilirken, şimdi 2000 yumurta alabileceksin. Tabi, eğer diyorsan ki ‘2000 yumurtayı ne yapayım ben? Bize ailecenek ayda 30-40 yumurta yetiyor’, işte o zaman sandığımdan daha da uzaksın bütün olaya. Sabah eşofmanlarla gelmen yetmez, akşamları da kursa kalacaksın.


Dalga geçer gibi yazdığımın farkındayım ama dalga geçmiyorum. Haftalardır doların yükselişinin bizi ırgalamayacağını ardı ardına sosyal medyada paylaşan kelli felli yazar ve ekonomist tiplere bakarsak, benim okey masası seviyesindeki ekonomi bilgimle yazdıklarım daha bir sofistike duruyor bence.


Ha, ne yapacağız? Vallaha o bende yok. Benim elimden gelen her gün erken kalkıp daha çok çalışmak, daha çok üretmek, daha geç yatmak, bıkmamak, morali yüksek tutup devam etmek. Çünkü çoğumuz gibi ben de köpek balığı gibiyim. Biliyorsunuz köpek balıkları sürekli yüzmek zorundadır, uyurken bile. Durdukları anda ölürler. Gönül isterdi ki; biraz dinlenmeye vakit olsun, kafayı dağıtmaya, bazen hiç bir şey yapmadan durmaya. Madem köpek balığı gibiyiz, o zaman yüzmeye devam. Bu da bizim kaderimiz, buna da şükür...


Verdiğim yetersiz ve ilkokul seviyesindeki bilgilerle olayı biraz tiye alayım dedim. Her şey yolunda diyenler bence daha büyük bir dalga geçme içindeler de...


NOT: Büyüyünce bir de ‘Quo vadis?’ diye başlık atmak istiyorum ki, o da zaten ‘Nereye gidiyorsun?’ demektir. O da başka mühim bir konuya, nasipse...


Not: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @anlatanadam

 

Yazının devamı...
Durun gitmeyin! Siz kardeşsiniz!
15 Kasım 2016


Ama, nereye gideceksin ki zaten?

 

Memleketin içinde debeleneceksen, git. Şehirden sıkıldıysan, trafikteki kornalar ruhunda çalıyorsa, asansördeki selamsız adam yüzüne bön bön bakıyorsa, damızlık bir tip omuz atıp geçiyorsa sokakta, masandaki dosyalar çalıştığın plazanın maketi gibi yükseliyorsa önünde, yürüyen bantta gibi hissediyorsan hayatta kendini; git.

 

Küçük bir kasabaya git, yerleş. Küçül, kalabalıktan uzaklaş, ruhunu temizle. Ama sıkılırsan, gel.

 

*

 

Artık Amerika’yı falan unut bir kere. Bu seçimden sonra oraya gidip anca beyaz Amerikalıların çimlerini biçersin. Amerikalılar Kanada’ya kapağı atmak için başvuru sitelerini çökertiyorlar yoğunluktan, senin orada ne işin var?

 

Meksikalılar, Kübalılar, El Salvadorlular, Porto Rikolular işgal etmiş zaten memleketi. İngilizcen yetmez, İspanyolcayı ana dil yapman lazım. Hintliler, Çinliler neredeyse bir Avrupa ülkesi kadar kalabalıklar. Sen işini gücünü bırakacaksın da, Amerika’ya yerleşeceksin cıbıl cıbıl. Kendine Türk arkadaş arayacaksın. Sonra sorgulayacaksın kendini, bu arkadaşımla Türkiye’de olsak arkadaşlık eder miyim?

 

*

 

Almanya’ya da gitme mesela. Büyük şişersin. Saat dokuz dedin mi sokakta adam bulamazsın. Oranın düzeni bizim insanı ruh hastası yapar. Karınca gibi planlı, düzenli, analitik olamazsın sen. İllaki kaytarmak isteyeceksin, bir kısa yol bulmaya çalışacaksın hayatta. Almanya’da yemez bunlar. Burada Almancı, Almanya’da yabancı olacaksın. Kapını bir kez çalmayacak hiç bir Alman komşun. Anca fazlaca gürültü yaparsan ‘Polizei’ gelecek kapına, ona dert anlatacaksın.

 

*

 

Uzak yerlere gitme. Avusturalya misal. Ya da dünyanın en yaşanılası yeri falan diye Yeni Zelanda’yı hedefleme. Arkanda kimse bırakmadın mı? Birine bir şey olsa, dönüp gelemezsin. Dünyanın bir ucu dedikleri yer oralar işte. Çok medeniymiş, çok mutluymuş insanlar. Evet öyle. Ama sen onlardan değilsin ki? Yanında kafanı da alıp götürdüğün için, Sydney’de bir kafede mutlu mutlu oturup ilkokul arkadaşın Samet’in Facebook sayfasına bakacaksın.

 

*

 

Çok soğuk yerlere de gitme. Herkesin medeniyet rüyası Kanada’ya sakın gitme mesela. Tam on bir yıl orada kalıp dönen arkadaşıma ‘neden döndün oğlum, manyak mısın?’ deyince, on bir yılını şöyle özetlediydi: ‘çok soğuk oğlum!’

 

Soğuk yere alışamazsın sen. Bizim bünyeler güneş ister. Bazen günün ortasında felekten bir saat çalıp, güneşin alnında malak gibi duralamak ister bizim bedenler. Bir de çay oldu mu yanında. Hele bir de senin gibi işsiz güçsüz bir dost, ömre bedel...

 

Kapının önündeki 3 ton karı küremezsin sen Kanada’da. Ellerin plaza eli, bedenin Akdeniz bedeni. Birine yaptırayım desen, Türkiye’deki Genel Müdür maaşını isterler. Sinirlenip kürek takımı alırsın, iki kürer, sonra bakakalırsın.

 

*

 

Çok medeni, mekanik Avrupa’da bir yer seçme Almanya dışında da. Irkçılık almış başını gidiyor. Birinci sınıf vatandaş olamayacağın bir memlekette nasıl huzur bulacaksın? Kara kafalar diyorlar bizim gibilere İskandinav dostlar, bilir misin?

 

- Ben çipil sarışınım arkadaş, kendimi aryan ırk arasına yediririm,

 

- Gider orada bir Türk mahallesine yerleşirim, Brüksel’de Burdurlular Kahvehanesinde takılırım,

 

- Biz zaten İtalyan’a benziyoruz milletçe, aralarına karıştım mı kimse anlamaz, gibilerinden bir diyeceğin varsa sen bilirsin.

 

Ama gittiğin yerde hep yabancı kalacaksın, unutma. Türk kahvesinde bir Euro’ya içtiğin ince belli çay bile hasret kokacak.

 

*

 

İngiltere’yi hiç düşünme. Çünkü İngiltere deyince Londra’yı düşlüyorsun biliyorum. Gofret kolisinden hallice bir apartman dairesine, Türkiye’deki yıllık maaşının yarısını vereceksin bir ayda. O da Londra’nın merkezinde falan değil ha, trene binip şehre gideceğin mesafede. Hesabını baştan yap. Londra’nın merkezinde oturman için ya bir prensle evleneceksin, ya da Chelsea’de top oynayacaksın. İkisi için de geç değil dersen, bilemem. Bence para biriktireceğine antrenmanlara başla, daha büyük bir olasılık var.

 

Sürekli yağan yağmurunu, hep kapalı havasını saymıyorum. Bizi bozar. Sütlü çayını içer, içinden bir Ege türküsü söylersin.

 

Londra dışını hiç düşünme sakın. Adanın diğer bölgelerinde misal bir pub’a girsen gece yanlışlıkla, kırmızı burunlu holigan abilerin bakışlarından öyle tırsarsın ki, bırak İngiltere’de kalmayı, Çorum Sungurlu’daki halanın evine yerleşmeyi tercih edersin.

 

*

 

Sayacak yer de çok, her birine takacağım kulp da.

 

Aslında demek istediğim şu:

 

Gitmeyin güzel insanlar, biz kardeşiz. Gittiniz mi birbirimizi özleriz. Yılda bir gelinen tatille falan da geçmez hasretimiz.

 

*

 

Not: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @anlatanadam

 

 

 

Yazının devamı...