(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"İpek Durkal" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "İpek Durkal" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

İpek Durkal

Evet, bir çeşit hafıza kaybı yaşıyoruz
14 Eylül 2012

Bulunduğumuz ortamda herkes 80 öncesi doğmuştu. Dolayısıyla nostalji fırtınamızın büyük kısmını “Vay be ne günlerdi” repliği oluşturuyordu.
Hakikaten 80’lerde çocukluğunu ve ilk gençliğini yaşıyor olmak keyifliydi. Bir kere her şeyin değeri fazla fazla biliniyordu çünkü her şey bizim için çok yeniydi.
Almanya’da akrabası bulunanın Haribo, Nutella, Barbie bebek, walkman ve türevlerine ulaşım imkanı açısından statü sahibi olduğu bir dönemden bahsediyoruz.
Herkes eteğindeki taşları döktü. Taşlanmış kotlar, kocaman vatkalar... Mandal kelebek tokalar, halka küpeler...
Renkli televizyon, Heidi, Akıllı Bıdık, Jetgiller, Köle Isaura, Altın Kızlar, Mavi Ay...
Kumburgaz ya da Şarköy’de yazlık...  ‘Kalbin kadar temiz’ diye söze başlanan hatıra defterleri...
Özetle, fark ettik ki hayatımıza o dönem giren, iz bırakan her türlü kişiyi, diziyi, objeyi, filmi, kıyafeti hatırlıyoruz da bir tek 12 Eylül’ü hatırlamıyoruz...
İçimizden biri sordu, “Yahu hiç mi 12 Eylül hatıramız yok? Bilinçli olarak bizim kuşağın hatıralarında yer almamasını sağlayacak bir psikolojik uygulama mı yapıldı? Yoksa bizim kuşak bunu hatırlamayı red mi etti?”
Düşündüm taşındım içinden çıkamadım ve  Psikolog Filiz Kaya’yı aradım, ‘silinmiş 12 Eylül’ü’ ona anlattırdım:

BOŞLUK DOLDURULMALI

“Darbeyi hatırlamıyoruz çünkü toplumsal olarak bir çeşit hafıza kaybı, ‘sosyal amnezi’ durumu yaşıyoruz. Başımıza kötü bir şey geldiğinde, olayın rahatsız edici düşüncelerinden kurtulmanın bir yolunu buluruz. Sağlıklı olan yol, yaşanan travmayı atlatmak, kendini yeniden güvende hissetmek, yaşama devam etmektir. Ancak birey ya da toplum bunu atlatamazsa daha zararlı olan ama yine de rahatsız edici düşüncelerden kurtulmasını sağlayan başka bir yöntem geliştirir; unutur. “Güvende değilim, işkence görebilirim, öldürülebilirim hatta kaybedilebilirim” bilgileri yerine ‘boşluğu’ koyarak daha güvende hisseder kendini. Ama boşluklarla yaşar. ‘Amnezi’ dediğimiz bu bir çeşit hafıza kaybı, bireyde yaşandığında sayısız olumsuz etkiye neden olur.  Bunun bir toplumun tamamında olduğunu düşünelim. Hem de bir değil, birkaç darbeyle, savaşlarla, katliamlarla… Yaşanan olay, bizlere, çevremize olan etkisi, neler yaşandığı, neler hissedildiği, nelere neden olduğu, hangi izleri bıraktığı vb. tüm yönleriyle konuşulmalı… Tekrar tekrar konuşulmalı, anılmalı, yası tutulmalı, acısı yaşanmalı. Özetle, boşluk doldurulmalı.”

Yazının devamı...
Denetim derken?
31 Ağustos 2012

Geçen hafta cumartesi günü. Saat 19.00 civarı, gökyüzü henüz aydınlık. Taksim- Okmeydanı istikametinde buz beyazı bir Opel... İçinde iki genç hanım. Emniyet kemerleri takılı, sürat normal.
Önlerine çıkan polis memuru eliyle sağa geçmelerini işaret ediyor. Otomobil sinyal verip sağa yanaşıyor, rutin kontrol. Polis, şoför koltuğunda oturan genç hanıma, “Ehliyet ruhsatınızı hazırlayın” diyor ve başka işlemlerle uğraşmak için otomobilin yanından uzaklaşıyor.
Şoför elini güneşliğe atıyor ancak ruhsat yerinde yok! Cezası büyük; otomobilin içinde bir panik havası esiyor. Yan koltukta oturan diğer hanım, “Benim otomobilimin ruhsatı yanımda, ehliyetini onun arasına koyarak ver. Fark edilmeyecek emin ol. Eğer edilirse, ‘Evden çıkarken diğer otomobilin ruhsatıyla karıştırmışım’ dersin” diyor. Şoför pek cesaret edemiyor, yanındaki yüreklendiriyor ve ona rengi ve modeli bambaşka kendi otomobilinin ruhsatını veriyor.
Bilin bakalım ne oluyor?
Polis memuru ehliyet ve ruhsatı alıp ekip otomobiline gidiyor. Bu iki genç hanıma saatler gibi gelen birkaç dakika sonra geri dönüyor, ehliyet ve ruhsatı camdan uzatarak iyi yolculuklar diliyor!
Anlayacağınız, ruhsatta sadece otomobilin muayenesine, trafik sigortasına bakıp gönderiyor...
Şimdi anladık mı Adapazarı’nda çalınıp sahte plakayla Gaziantep’e kadar elini kolunu sallayarak bir otomobilin nasıl gittiğini!

Yazının devamı...
Haset gerçekten çatlatıyormuş
24 Ağustos 2012
“Bir dönem yedikleri içtikleri ayrı gitmezken kıskançlık yüzünden uzun süredir birbirleriyle görüşmeyen ABD’li oyuncu Katie Holmes ve modacı Victoria Beckham rakip oldu!”
Amerikan medyasında pişip bize de düşen bu haberde, iki kadının kıyaslamasını Hakan Gence’nin kaleminden okumuşsunuzdur yan tarafta.  Öyle “Ne var yani birbirlerini taklit ediyorlarsa” deyip geçmeyin, kadınların en çok cin ifrit olduğu hikayeler bunlar...
Dostluktan bir anda düşmanlığa geçilen o eşik nerede atlanıyor kadınlar arasında biliyor musunuz?
Bir an için dünyaca ünlü bu kadınları bir kenara bırakıp kendi etrafınıza bakın. Bir zamanlar ‘en yakınınız’ olan o kadınla ‘bir şekilde’ bozulmadı mı aranız? Başlarda her şeyi paylaşırken sonra size benzemeye çalışmalar, sizin çevrenize ve belki de sevgilinize yakın durmalar, dedikodular, yüksekten bakmalar ya da görmezden gelmeler, abartılı eleştiriler ya da abartılı sevgi gösterileri...
Ne olduğunu anlamaya çalışırken çoğunlukla ilk uyaran anneniz olur, “Vallahi seni kıskanıyor” diye.
Kıskanıyor mu gerçekten? Benden daha güzel, başarılı ya da zengin olsa bile mi? Yani Holmes, Beckham’ı kıskanıyor mu şimdi ya da tam tersi mümkün mü? Aslında tam öyle değilmiş. Birbirine çok karıştırılan kıskançlık elde edilmiş olanı kaybetmeme isteğiyken,  haset, kendinde olmayanı veya bir başkasında olanı elde etme arzusuymuş. Psikolog Leyla Navaro, ‘Haset ve Rekabet -Kendi Kuyruğunu Yiyen Yılan’ kitabında öyle güzel anlatıyor ki hasetin insan psikolojisi üzerindeki yıkıcı etkilerini...
“Hasetinden çatladı” bir deyim değil gerçekmiş, haset eden ölebilir ya da öldürebilirmiş.  Yakın arkadaşlara dikkat...
Yazının devamı...
İki kişiye bir domuz
3 Ağustos 2012

Bir arkadaşım dedi ki, “Gazi Üniversitesi çiftliklerden domuz topluyormuş. Neden olabilir ki...” Tam bana sorulacak soru işte ,“Neden olabilir ki?” diye düştüm domuzların peşine...
Gazi Üniversitesi Laparoskopik Cerrahi Uygulama ve Araştırma Merkezi Koordinatörü Prof. Dr. Abdülkadir Bedirli’yi aradım. “Telefonda anlatmam çok zor, gelin burada gözlerinizle görün” diyerek beni Gölbaşı’ndaki merkeze davet etti.
Burası büyük bir bilim merkezi. Bedirli Hoca ile önce merkezi gezdik. Ben heyecanla domuzları görmek istedim ama hoca uyardı, “Sandığınız gibi Miss Piggy’ler karşılamayacak sizi...”
Kendimizi sterilize ederek geniş bir bölüme girdik. Sol tarafta ayrıca geçilen bir bölüm daha; domuzlar burada... Evet, Miss Piggy değiller

Bu domuzlarla ne yapıyorsunuz?
- Cerrahların ya da cerrah adaylarının el becerisi kazanması çok önemli. Ne kadar pratik yaparlarsa o kadar iyi. Domuzlardan aldığımız organlar üzerinde pratik yaptırıyoruz. Böylece laparoskopik cerrahi de el becerisi geliştiriyoruz.

Domuzları tercih etmenizin özel bir nedeni var mı?
- Aslında eğitim merkezinin ruhsatı hem koyuna hem domuza da izin veriyor ama biz domuzu tercih ediyoruz. Hem domuz biyolojik olarak insana en yakın hayvan hem de koyun zaten hacim olarak büyük; midesini şişirince daha da büyüyor. O zaman diğer organlara ulaşmakta sıkıntı yaşıyoruz.

TANESİ 700-800 LİRA

Domuzları çiftlikten satın alıyormuşsunuz diye duydum...
- Evet, Tarım ve Sağlık Bakanlığı’ndan onaylı çiftliklerden biri olan Manavgat Çiftliği’nden alıyoruz. Aşağı yukarı 700-800 lira.

Nasıl bir eğitim veriyorsunuz?
- Temel düzey laparoskopik cerrahi, orta düzey laparoskopik cerrahi ve gelişmiş laparoskopik cerrahi olarak üç farklı seviyede kurs veriyoruz. Eğitim iki gün sürüyor. Ameliyathanede beş ameliyat masası var. Her masa başına üç eğitimci ve iki öğrenci düşüyor. Eğitimin birinci gününde adaylara genel bilgiler veriliyor. ıkinci gün maket modeller ve ardından da gerçek organlar üzerinde çalışılıyor. Aslında cerrah adayları için tasarlanmış bir kurs bu ama cerrahlar da el becerilerini geliştirmek için katılıyor. Kurs fiyatı 600-900 Euro.

Çok öğrenciniz oluyor mu?
- Sadece Türkiye değil Ortadoğu ülkelerinden de başvuru alıyoruz. Bir yılda düzenlediğimiz 40 kursta 500’e yakın kursiyere sertifika verdik.

Dini gerekçelerle, “Ben domuza dokunmam” diyen çıktı mı peki?
- Yok, bizde olmadı ama mesela bu kursun bir benzeri Mısır’da açılmıştı. Orada domuzu reddeden oldu o zaman keçilerle çalıştılar ama bağırsağı çok uzun bir hayvan olduğu için etkili sonuç alamadılar.

Yazının devamı...
Yassah hemşerim
27 Temmuz 2012

Ekip her ilde yeni bir şey öğrendi. Mesela Edirne’de beş yıldızlı otel yok... Erzurum’da var ama kadınlarla erkekler aynı katta kalamıyor! 
40 gün süren ve Türkiye’yi bir uçtan diğerine dolaşan Fanta Gençlik Festivali 18 Temmuz’da şanlıurfa’da noktalandı.
Türkiye’nin en büyük mobil etkinliğiydi. Tarkan ve Emre Aydın’ın konser verdiği etkinlikleri 1 milyon 240 bin kişi izledi. Madonna gibi üç uçak 45 TIR ile hareket edilmemiş olsa da, 60 araç ve 20 TIR da Türkiye şartlarında hiç fena bir rakam değildi.
Aynı anda 400 kişi bir şehirden diğerine geçti.
E haliyle 400 kişinin aynı anda konaklayacağı ve belli bir standardı tutturmuş otellerin olmadığı şehirler de oldu; misal Edirne.

5 YILDIZLI OTEL YOK

Edirne’de bırakın beşi, dört yıldızlı otel bile yok!
Ekibin bir kısmı yanlarına aldıkları pasaportlarıyla Kapıkule Sınır Kapısı’ndan yürüyerek geçip Svilengrad’da  konakladı.
Edirne gibi bir dönem Osmanlı ımparatorluğu’na başkentlik yapmış, kültürel mirasıyla, mimarisiyle, sarayıyla, camisiyle kısacası sahip olduğu eşsiz tarihiyle dört mevsim kültür turizmi de yapılabilecek bir bölgede turizme hiç yatırım yapılmamış olmasına inanabiliyor musunuz?
ılin en büyük etkinliği Geleneksel
Kırkpınar Yağlı Güreşleri için şehre akın eden yerli yabancı turistler de yaşanan otel sıkıntısından dolayı çoğu zaman cami avlusunda uyumak zorunda kalıyor... Bulgaristan ve Yunanistan’dan gelen
turistler kalacak yer olmadığı için akşam ülkelerine dönüyor... Diğer Avrupa
ülkelerinden gelen turistler de Edirne’yi
sadece günübirlik ziyaret ediyor, sonra tıpkı Tarkan’ın ekibi gibi Bulgaristan’a ya da Yunanistan’a geçiyor.
Turizm turizm diye kendimizi paralıyoruz ama hâlâ Kanuni’lerin Mimar Sinan’ların  mirasını yiyor, taş üzerine taş koymuyoruz...
Ha Edirne’de otel yok tamam Erzurum’da var da ne oluyor?
Bu ekip Çanakkale’den şanlıurfa’ya 16 il gezdi; bir tek Erzurum’da “Yassah hemşerim” ile karşılaştı.
Otellerden birinde ‘kadınlarla erkeklerin aynı katta kalamayacağı’ talimatını aldılar.
Sebebini sordular, ‘uygulamanın öyle olduğu’ yanıtını aldılar…
2012 Türkiyesi’ne el sallayıp ayrı katlardaki odalarının yolunu tuttular…

Yazının devamı...
Kayıt altına alıp kayıtsız kalıyoruz
20 Temmuz 2012

Geçen hafta Beşiktaş’ta alkollü bir sürücü, kırmızı ışıkta duran otomobilimize arkadan çarptı. Sonra da devam etti yoluna. Arkasından baktım, otomobili perşembe pazarına dönmüş sağa sola vurmaktan! Bizim şoförümüz de demesin mi, “Boşver gitsin, hasar yok bizde!”
Çevirdim 155 Polis İmdat’ı. Çaldı, bir daha çaldı, bir daha çaldı, bu kadar uzun uzun çalmadan açılması lazım ya o telefonun, 155’i arayıp aramadığımdan emin olmak için telefonumun ekranını kontrol ettim, doğru. Ardından açıldı telefon ve “Size daha iyi hizmet verebilmek için görüşmelerimiz kayıt altına alınmaktadır…” diye başlayan ve “?u anda tüm operatörlerimiz doludur” ile devam eden otomatik bant kaydı devreye girdi…
Ardından, “Bıçakla yaralandıysanız 1’e, silahla vurulduysanız 2’ye, hırsız şu anda yatak odanızda başınızda dikiliyorsa 3’e, eğer polis memuruyla görüşmek istiyorsanız lütfen bekleyiniz” i gelin dedim ama gelmedi...
Şaka bir yana, her şey kayıt altına alınıyor ülkemizde ama maalesef büyük bir kayıtsızlıkla…
Örnek, geçen hafta 19 yaşındaki Mahmure, kocası Zülfikar, (Zülfikar, iki başlı kılıç demek, ne tuhaf bir tesadüf) kendisini bıçaklayarak öldürmeden önce defalarca aramış polisi. O da kayıt altında yani...
Komşular anlatıyor zaten olan biteni: Kocası sürekli alkol alıyordu. ‘Kocam beni öldürecek’ diye defalarca Fatih polis karakoluna başvurdu. Hatta son gününde hem hastaneyi hem karakolu aradı. ‘İyi değil, evden götürün Zülfikar’ı’ dedi. Ambulans gelmiş ama polis gelmemiş. Polis gelmeyince ambulans da bir şey yapamayıp dönmüş…”
İşte gerçek bu; geri kalan her şey göz boyama!
Misal, kocanız, babanız, kardeşiniz, akrabanız, komşunuz alkol ya da uyuşturucu bağımlısı, ne yaptığının farkında değil; her an kendine, size ya da herhangi birine zarar verebilir. Ancak biliyor musunuz ki gerçekten biri zarar görene kadar eliniz kolunuz bağlı.
Türkiye her ne kadar sigara bağımlılığında çok yol almış olsa da keyfi içki içenlere takıntısı hızla artsa da alkol ve uyuşturucu bağımlılığı konusunda yetersiz, bilgisiz, umursamaz...
Ne bir hastane var bu insanları tedavi edebilecek ne de bir rehabilitasyon merkezi var bu durumdakileri uzun vadede barındıracak.
Dolayısıyla kaymakamlığa git dilekçe ver, polise git şikayetçi ol, hepsi boş. Özetle; kayıt altındasınız ama ölene kadar kimsenin umuru değilsiniz. Tıpkı Mahmure gibi...

SİGARAYI BIRAKTIM AMA ORHAN KURAL KAFASINDA DEĞİLİM

Geçen ay öyle aniden bir gecede tiksindim sigaradan. Oysa ki 15 yıldır her yeni güne bir sade Türk kahvesi ve sigara içebileceğimi düşündüğümde mutlu uyanacak kadar da çok seviyordum. Hiç aklımda yoktu bırakmak, yani öyle Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın söylediği gibi hükümetin ‘sigarayla mücadelesindeki başarılarından’ biri değilim...
Aynı zamanda sigarayı bırakır bırakmaz en azılı sigara düşmanı kesilip Orhan Kural kafasına geçenlerden de değilim. Kendi halimde takılıyorum. Şu satışının yasak olduğu söylenen ama bir telefonla kapına kadar teslim edilen elektronik sigaralardan edindim bir tane; onunla oyalanıyorum.
Bu bir ay içinde uykum düzene girdi, kesinlikle kilo aldım, bir de arkadaşlarımın farklı bir yüzünü gördüm o kadar...
Mesela, “Ne kadar oldu diye” sorduklarında o gün ne kadarsa o cevabı verdim ve aldığım yanıt hiç değişmedi: “Gün sayıyorsan sen hâlâ bırakmamışsın demektir.” “E sen sordun!” dediğimde de tepki aynıydı: “Bak bak, çok sinirlisin sen; aman boşver başlarsın nasılsa yakında...”
Meğer etrafımda ne çok sigarayı bırakıp sonra yeniden başlayan varmış... Biri “Sigaraya bir kez başladıysan bir daha hiç vazgeçemezsin, eninde sonunda yine içeceksin İpek” bile dedi ve tuhaf bir şekilde, bunu bütün samimiyetiyle söyledi...
Ben de tüm samimiyetimle bir şey söyleyeyim mi, sigarayı bırakan birine asla kendi sigara geçmişinizi anlatmayın. Hiç ilgi çekmiyor, ayrıca gerçekten çok sıkıcı ve antipatik oluyor...
Canım istedi bıraktım, isterse yine başlarım.
Ve biraz daha üzerime gelirseniz Orhan Kural’ı çağırırım...

Yazının devamı...
Ayıp ettin Orhan Baba
22 Haziran 2012

Haziran ayında hummalı bir çalışma olur Kemer’de. Çünkü her yıl haziran ayında Altın Nar Kültür ve Sanat Festivali düzenlenir. Festival öncesi ve süresince Belediye Başkanı Mustafa Gül öncülüğünde bütün ekip sabahlara kadar çalışır. Geçen yıl gözlerimle şahit olmuştum bu keyifli ama yorucu telaşa.
Altın Nar Kültür ve Sanat Festivali’nin 9’uncusu 18-21 Haziran tarihleri arasında yapıldı. Volkan Konak, Murat Boz, Safiye Soyman ve Hülya Avşar’ın sahneye çıktığı festivalde her yıl olduğu gibi bu yıl da değerli isimlere onur ödülleri dağıtıldı. Haldun Dormen ve Nejat Uygur’a hem onur ödülü verildi hem de isimleri birer caddeye verildi.
Bir isim daha vardı bu yıl onur ödülü alacak… Orhan Gencebay… 11 Nisan’da Gencebay’a Belediye Başkanı Gül’ün  imzasıyla resmi bir davet mektubu iletildi. Gencebay daveti kabul etti; tüm hazırlıklar ona göre planlandı.
Ancak festivalden bir gün önce Gencebay mazeretsiz olarak festivale katılmayacağını bildirdi.
Geceli gündüzlü çalışan ekip ellerinde onur ödülü ve sokak levhasıyla öylece kala kaldı.
Şimdi Kemer’de konuşulan o ki, belediyenin bir sonraki meclis toplantısında Gencebay’ın adının o sokaktan geri alınması teklif edilecek.

Göstermelik güvenlik

Geçenlerde THY ile Dalaman’dan İstanbul’a geldim. 183 kişilik uçakta görevli üç hostes ve bir kabin amiri vardı. 1 saat 10 dakikalık uçuşta alelacele servis yapıldı, her yolcunun yastıktı, battaniyeydi, suydu derken tüm isteklerini yanıtlamak için bir dakika durmadan çalıştı görevliler, haklarını yemeyeyim ama inişe geçtiğimiz anda ne emniyet kemerlerinin bağlı olup olmadığı, koltukların dik durup durmadığı, ne tepsilerin kapalı ne de perdelerin açık olup olmadığı kontrol edildi…
Örneğin yanımdaki yolcunun yiyecek paketi alınmamış, tepsisi açıktı, önümdeki çocuk koltukta ve ayaktaydı, sol tarafındaki yolcu, koltuğunu arkadaki yolcunun bacaklarına dayamıştı.
Kabin amirine THY’de yaşanan işten çıkarmaların ardından eleman sıkıntısı çekip çekmediklerini sordum. İşten çıkarmalardan önce uçaklarda eleman sayısının azaltıldığını söyledi. “Ama kontrol yapamadınız, yetişemediniz” deyince de, “Ne gördüyseniz o işte” diyerek yuvarlak bir yanıt verdi.
Havayı değiştirmek için “Ha bir de lütfen anonslarınızı değiştirin” dedim. “Çünkü çarpma anında öne doğru eğilip ellerinizi dizlerinizin altında birleştirin diyorsunuz ancak koltuklar o kadar sıkışık ki söylediğinizi yapabilmek için hop hop lastik top olmak gerekir” deyip indim uçaktan.
Gökyüzünde durum bu.  Peki yerde ne?
Hafta içi gazetede okuduğum haber gayet net anlatıyordu durumu: İzmir Adnan Menderes Havaalanı’nda simit satan 11 yaşındaki C.K. ile mendil satan 8 yaşındaki M.A, uçakta satış yapmaya karar verdi. İç hatlar terminaline giden iki çocuk, birinci kontrol noktasından geçtikten sonra havaalanına girdi. Havaalanına girdikten sonra alanda bekleyen uçakta satış yapmaya kararlı olan iki kafadar, ikinci kontrol noktasını da geçti. Uçağa binmek için ellerinde boarding kartı bulunan yolcuların bulunduğu kapı önünde bekleyen iki çocuk burada da kontrol yapan görevlileri atlatıp uçağın yanaştığı körükten ilerlemeye başladı. C.K. ve M.A. uçağın kapısına gelen yolculara yer gösteren hostesler tarafından fark edildi.
Hayır, güvenlik gerekçesiyle 100 ml’lik fazla el kremimizle bile geçemiyoruz ya o kontrollerden, hem yukarıda hem aşağıda bütün o güvenlik hikayesi salt bir gösteriş mi aslında, çok merak ediyorum.

Yazının devamı...
Geri dönüşümlü müşteriyim
15 Haziran 2012

Yaş ilerledikçe insan anılarını daha bir sahipleniyor mu ne, artık geçmişte kalan ama yaşandığı dönemde beni fazlasıyla mutlu eden şeyleri özlemeye başladım.
1990’lı yılların sonuydu, Mustafa Oğuz’un hayatını dizi yazı yapmak istemişti o dönemki genel yayın yönetmenim. Mustafa Oğuz nerede ben peşindeydim ki kendimi Mustafa Oğuz ile arkadaşları ?ener ?en, Yavuz Turgul ve Banu Birkan ile Fethiye’de, Oğuz’un teknesinde buldum. Tahmin edebileceğiniz gibi rüya gibi bir buluşmaydı... Akşam yemeğini de Hillside Pasha restoranda yemiştik.
Geçen hafta sonu kısa bir tatil yapmak istedim ve onca yıl aradan sonra ilk kez, tek başıma tuttum Fethiye Hillside’ın yolunu... Her şey hafızamda kaldığı gibi... Denize sıfır Pasha restoran bile duruyor bıraktığım yerde. Yıllar önceki ekip yoktu yanımda tabii ama orada tanıştığım ve tesisin ‘Misafir İlişkileri Müdürü’ olduğunu öğrendiğim Canan Sayınman eşlik etti güler yüzüyle akşam yemeğime.
Güneşi batırıp, balıkları besledim oturduğum yerden.
Çalışanların ölçülü ilgisi benim yalnızlığımdan kaynaklanıyor sanmıştım ama Canan Hanım’dan öğrendim ki ‘Hillside Leisure Grup’ müşterilerin kendilerini özel hissedecekleri detayları bulup ona göre davranıyormuş. Yani Canan Hanım zaten benim akşam yemeğimi 20.00’de Pasha’da yiyeceğimi ve yalnız olacağımı biliyormuş. Neredeyse her saat başı sade Türk kahvesi içtiğimi de...
“Konuklarımızın yüzde 55’i mutlaka yeniden geliyor. Onlara ‘repeater misafir’ diyoruz” deyince Canan Hanım, yıllar önceki kendi seyahatimden örnek vererek yeni bir isim taktım: Geri dönüşümlü müşteri...

İKİ SAATE BİR KİTAP

Önceki gelişimde cep telefonu pek yaygın olmadığı için gürültü şikâyetimiz de bu kadar yoğun değildi. İnsan gerçekten kafa dinlemek istiyor tatilde. Bildiğimiz plaj duruyor ama şimdi iki tane daha plaj açmışlar: Silent ve Serenity. Her ikisi de yetişkinler için. Silent’ta neredeyse konuşmak bile yasak. Suyunuzu sebilden kendiniz alıyorsunuz. Müthiş bir sessizlik, muhteşem bir manzara... Sadece deniz, güneş ve kuş sesi... Aylardır elimde evirip çevirdiğim kitabımı iki saat içinde bitirdim! Tekneyle beş dakika yürüyerek 10 dakika uzaklıkta olan Serenity’nin Silent’tan farkı, burada içecek ve sınırlı da olsa yiyecek servisinin yapılması.
Her iki plajda da telefonlar sessize alınıyor, hayat rölantiye...
Her ne kadar 6.0’lık depremi yaşasam, tsunami söylentilerinin ortasında kalsam da bana öyle iyi geldi ki o iki gün...

Yazının devamı...