(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Bekir Coşkun" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Bekir Coşkun" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Bekir Coşkun

Birisini asacaklar...
27 Ağustos 2009

Bir geniş alana toplanır ahali.

Bir ortada duran -aslında kendisi de asılmış bir adama benzeyen- darağacına bakarlar, bir dönüp meydana gelen yola...

Bakarlar:

Birisini asacaklar...

*

Savaş günleri gibi her ortalık karıştığında, duygular yağmalanıp, yüreklerin kapısı kırıldığında...

Suçlar işlendiğinde...

Bir de bakarsınız birisini “suçlu” diye kollarından yakalamışlar.

Şaşkın şaşkın sorarsınız:

“Ne yapacaklar?..”

Yanıt her zaman aynıdır:

“Birisini asacaklar...”

*

Çatışma kızıştıkça, vuruşlar sıklaştıkça, kıyım hızlandıkça, saldırı yoğunlaştıkça, infazın yeri-yurdu yoktur...

Yaşarken insanları asarlar:

Gazetecileri, yazarları, dekanları, rektörleri, patronları, askerleri, aydınları, Atatürkçüleri, cumhuriyetçileri, yurtseverleri...

*

Kimi zaman bir onurlu-namuslu-yürekli insanı çırpınırken görürüm darağacına giden yolda.

Cellatlar sürüklemektedir onu, insanlar biraz korku, biraz merakla öyle bakarlar...

O anlatmaya çalışır; neden suçlu olmadığını, neden asılmayı hak etmediğini...

Ama en çok; neden kendisini asmak istediklerini...

Anlatmak ister, fakat...

Kararını vermiştir cellat...

*

Biat etmeyenleri tek tek asıyorlar...

Her suç işlediklerinde... Her izanlarını, vicdanlarını, akıllarını yitirdiklerinde...

İşledikleri suça bir “suçlu” bulmak gerektiğinde... İlmiği bir başkasının boynuna geçiriyorlar.

Asılanların boynunda hep aynı yafta var...

Ortalık yine karışık.

Birisini asacaklar...  

Yazının devamı...
Kürtler...
26 Ağustos 2009

Yolda mıncıklaya mıncıklaya, elden ele çekiştire çekiştire, birbirinizin kafasına vura vura erikleri berbat ettiniz.

Bir köy evinin kapısında erikler yerlere saçıldı...

O küçük kız, evin delikanlısı, yaşlı kadın... Yerdeki eriklere hüzünle bakıp, sadece onları sevdiğinizi hissetmek isteyen baba...

Öyle bakakaldılar...

*

Kürtler duygusal insanlardır.

Durup dururken kırdınız onları...

Eliniz boş gidip selam verseydiniz de yeterdi aslında.

Size belki de evlerindeki son yumurtaları kırmadan-dökmeden ikram edeceklerdi.

*

Hiçbiriniz Kürtleri benim kadar tanıyamazsınız.

Ben Kürt nahiyelerinde büyüdüm, tüm arkadaşlarım Kürt’tü, alfabeyi birlikte çözdük...

Onlar bizim akrabalarımızdır...

Başından beri bu “açılım” denilen çürük eriklerin, ne denli onur kırıcı ve ahmakça olduğunu yazıyorum.

Kürtleri PKK ile özdeşleştirip, onların üzerinde siyaset yapan DTP... Kürtleri Türkiye’den koparıp “azınlık” muamelesi yapmaya ve himmette bulunmaya kalkan, ama bunu dahi beceremeyen AKP...

Kürt açılımını fırsat bilip iktidara şirin gözükme yarışına giren... Neyin ne olduğunu bilmeden iktidara yalakalık yapan yazarlar-aydınlar-sanatçılar...

Tümü el ele verip çok kötü bir şey yaptılar:

Otuz yıldır üzerlerinden oynanan onca oyuna karşı devletine küsmeyen Kürtleri kırdılar...

*

Hiçbir dönemde Türk-Kürt ayrımı böyle derin değildi...

Hiçbir zaman Türkler ve Kürtler birbirlerini “azınlık” ya da “çoğunluk” görmemişlerdi...  

Ama artık param parçayız...

PKK bunu başaramamıştı...

“Açılım” dedikleri garip şeyin daha ilk günlerinde, bunun tüm AKP açılımları gibi “fiyasko” olacağını yazdığımda, fiyaskonun bu kadar çabuk anlaşılacağını tahmin edememiştim.

Bu bir fiyasko...

Oysa bir içten selam verseydiniz de yeterdi...

Yazının devamı...
Yol haritası nerede kaldı?..
25 Ağustos 2009

Apo da gecikti..

Biraz daha utanmaz olsanız, hücresinin küçük penceresinden sesleneceksiniz:

“Keko Apo...”

“Hee...”

“Yazdın?..”

“Neyi?..”

“Yol haritasını...”

*

Karayılan dağdaki ininde Hasan Cemal’e “Bizim yerimize DTP ile görüşseler de olur” dedi mi?..

Dedi...

DTP “Apo ve PKK dışlanamaz” diyor mu?..

Diyor...

Önceki gün, PKK’nın televizyonu Roj TV’ye canlı bağlanan DTP Genel Başkanı Ahmet Türk “silahların bırakılmasının bu aşamada anlamsız olduğunu (.....) Apo’nun sıradan birisi olmadığını ve onun yol haritasının beklendiğini” söyledi mi?..

Söyledi...

“DTP ile görüşmem” diyen Başbakan, tuhaf bir şekilde kılık değiştirip “AKP Genel Başkanı olarak” DTP ile görüştü mü?..

Görüştü...

Eeee... O zaman “PKK ile pazarlık yapmayız” ne oluyor?..

*

Tek sorun Apo’nun “yol haritası” henüz gelmedi...

Şimdi ne olacak böyle haritasız?..

Harita dediğin bakıp yolunu bulursun. Yoksa harita olmadan nereye gideceksiniz...

Koca Türkiye Cumhuriyeti, müebbet hapse mahkûm olmuş “terörist başı”ndan yol haritası bekliyor ama harita bir türlü gelmiyor...

Niye gidip delikten seslenmiyorsunuz:

“Keko de hadi... Nereye gideceğini bilemiyor arkadaşlar...”

Tembel mi ne?..

*

“Açılım” dedikleri işte bu...

“Hayır bu değil” derseniz, o zaman “açılım”ın ne olduğunu açıklamalısınız...

Ama açıklayamıyorsunuz...

Ben anlıyorum sizi...

Utanıyorsunuz...

Yazının devamı...
Zeynep’in okulu...
24 Ağustos 2009

Bu yazıya başlarken, gözümün önüne Abant Gölü kıyısındaki o küçük kız geliyor. Bowling oynamıştık. Deliğini bulamayıp Zafer’le topu karpuz gibi kucağımıza aldığımızda bizi ti’ye alıyor, peşinden kıkır kıkır gülüyordu...

Bir süre sonra Zeynep melek olup uçtu.

Zafer Mutlu çok ağladı bebeğinin arkasından. Sonra hiç olmazsa onun anılarını yaşatmak için o okulu kurdu.

*

Sadece İstanbul’da kaç yüz kaçak tarikat okulu var, kaç yüz kaçak dergâh var, kaç kaçak kurs var, sayısını bilemeyiz.

Tümünü görmezlikten geliyorlar...

İstanbul’un dört bir yanına “Müslüman mahalleleri” kurdular, tümü orman arazileri üzerinde ve kaçak...

Ama Milli Emlak ile anlaşma yaparak, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ruhsat alarak kurulmuş Zeynep Mutlu Eğitim Vakfı’nın okulunu bir sabahın karanlığında gelip yerle bir ettiler.

Zeynep’in okulunu yıktılar...

*

Bu yıkım sanki sıradan gibi gelse de, Türkiye’de nelerin olduğunu anlatır bize.

Tarikat şıhlarının en olmadık yerlere gömülmesi için toplanıp kararname çıkartan AKP kabinesinin ve Başbakan’ın, bir koca vakıf okulunun yıkılmasından haberleri yok muydu sanıyorsunuz?..

Zafer Mutlu’nun yönetimindeki Vatan Gazetesi’nin biat etmemesinin de ötesinde, Türkiye’yi her gün biraz daha ele geçiren baskı-korku rejiminin binlerce yıkımından sadece birisidir bu...

Kendisine boyun eğmeyenlere verilen, ama sizin umursamadığınız cezalardan sadece bir teki...

Sindirme-yok etme politikalarının bir küçük ucu...

Giderek dozunu arttıran faşizmin, sizin göremediğiniz bir yanı...

*

Her şey bir yana...

Bir an için okuyup, büyüyüp, çağdaş Türkiye’nin çağdaş bir genç kızı olarak ülkesi için çalışma hayalleri olan Zeynep’i düşünün...

Onun yarım kalmış hayallerini, geride kalan yaşıtlarına yaşatmak için kurulmuş okulunu, intikam duygularıyla yıkanları hâlâ görmüyorsanız, hâlâ tanımıyorsanız, hâlâ anlamadıysanız...

Biz ne yapabiliriz...

Bir gün benzer bir ulusal enkazın karşısında kaldığınızda, belki hatırlarsınız; Zeynep’in okulunu...

Yazının devamı...
Köpekler beni nasıl ısırdı?..
22 Ağustos 2009

Ays; Ebru-Hüsnü Olut kardeşlerin goldeni. Gümüş ise karşıdaki Memurlar Sitesi’nin bildiğimiz Anadolu köpeği...

İkisi de erkek, kocaman ve iddialı.

Ama ikisi de uysal, özellikle çocuklarla oynamaya bayılıyorlar.

Husumet; Gümüş’ün Ays’ın duvarına işemesiyle başlamıştı.

*

İşte o gün kumsalda karşılaştılar. Gümüş sen git duvara yine işe...

Ve kavga başladı...

Biz uzaktaydık, koşup yetiştik. Andree her zamanki gibi “Gümüş bebeğimmm...ya da “Ays, ne kadar ayıp...gibi denemeler yaptıysa da fayda etmedi.

Ben yaşlı ve bir gözü görmeyen Gümüş’ün durumunun kötü olduğunu gördüm. Ve dayanamayıp aralarına adeta daldım.

Üçlü olmuştuk...

Benim sağ ayağım Gümüş’ün görmeyen gözünden yana denk gelmişti, elimi ise Ays’ın ağzına ben sokup açmaya çalıştım.

Ve ayrıldılar, huzur ortamı sağlandı.

Ancak hem ayağım hem elim yaralanmıştı.

Ali Hoca ile Engin Bey beni hastaneye götürdüler. Köpekler bakımlı ve aşılı oldukları için kuduz tedavisine gerek görülmedi.

Ays ile Gümüş’ü ayrı ayrı ziyaret ettik o gün, ikisi de mahcuptu...

(........)

Cunda’daki dostlar sohbetinde sevgili Mehmet Tezkan bunu duydu ve Vatan’daki köşesinde yazınca (ne kadar çok okuyucusu varmış) sabah karanlığında telefonlar çalmaya başladı, mesaj yağmuru altında kapıya “Geçmiş olsun”a gelen okurlar arasında televizyon habercileri de vardı.

Onları atlatıp, “En doğrusunu ben yazayım, hayvanları ve beni seven çocuklar duyup yanlış etkilenmesinler” dedim.

*

Yirmi beş yıldır hiçbir gazetecilik etkinliğim “köpek tarafından ısırılmak” kadar ses getirmemişti.

Olsun...

Onların birbirlerini paralamalarını görüp seyretseydim, canım daha çok yanacaktı.

Ays’ın parmağımda, Gümüş’ün ayağımda birer çizik anıları var şimdi. Ama yüreğimde sevdiğim canlılara karşı “duyarsızlığımın” anısını taşımak istemezdim.

Sevmek her zaman zordur...

 

Yazının devamı...
Sanatçı...
21 Ağustos 2009

Ben bu “Başbakan aramalarını” bilirim.

Aranan, telefonu açtığında nedense evindeki koltuktan inip ayağıyla terliklerini arar ve parmağına geçirdiği tek terlikle ayağa kalkar.

Vücut hafifçe öne doğru eğilir.

Telefonu tutmayan el, göbek hizasında ilikleyecek bir düğme arar pijamada, bulamaz... Yine de sanki düğmeyi varmış gibi el orada dolanır.

Ve vücut kendi ekseninde önce küçük küçük, sonra geniş daireler çizmeye başlar ki biz buna “hula-hop pozisyonu” diyoruz.

Başbakan konuşur telefonda.

Aranan ne dediğini duymaz ve asla anlamaz.

Arada bir “Doğru...”, “Haklısınız...”, “Hakikaten öyle...”, “Tabii ki...”, “Hımmm...”, “Yaa...” gibi sesler çıkartır.

“Gulk...” sesini çıkarttığında, kendisi de iki laf etmek istiyor demektir...

Ne diyecek kimsenin bir şey bilmediği konuda?..

Şöyle der:

“Yani hakikaten çok iyi şeyler yapıyorsunuz... Bu açılım ne kadar da güzel bir şey...”

Ama ne?..

*

Sanatçılar; onlar toplum önderleridir.

Büyük ulusların önünü her zaman önce sanatçılar açtılar.

Anadolu’da ilk adımları atanlar kılıçları olanlar değil, 13’üncü yüzyılda sazı olanlardı; Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Mevlânâ, köy köy elinde sazı ile dolaşan onlarca ozan...

Tümünün ilk istediği şeydi:

Aydınlık...

Sanatçı; çağdışılığı savunamaz...

Medeni yaşama karşı duramaz sanatçı...

Ve sanatçılar zeki insanlardır; toplumuna ortaçağ yaşamını öneren, modern hayata karşı çıkan, laikliği bir kenara itip dinciliği referans alanların “iyi bir şey” yapamayacaklarını bilir...

(.........)

Ya Başbakan Sezen Aksu’ya “Açılımın en çok neresini beğendiniz?” diye sorsaydı?...

(.........)

Sanatçılar; iktidarların yalakası olmazlar..

Karanlığa onay vermez sanatçı... 

Yazının devamı...
Neler oluyor bunlara?..
20 Ağustos 2009

“N’aber?” sorusu karşısında zor durumda kalan yabancı akrabam, kulağıma eğilip “Neyimi sordu?” demişti.

Ona “Aslında hiçbir şeyi... Şimdi sen de ona ‘iyilik’ diyeceksin” demiştim.

O da dönüp öyle yapmıştı:

“İyilik...”

Böylece neyi sorduğu belli olmayanla, neyin iyi olduğunu bilmeyen uzlaşmışlardı.

Zaten ben de neyi çözdüğümü bilmiyordum. 

*

Sezen Aksu da Başbakan’ı aradı...

“Destekliyorum” dedi diyorlar...

Ama “Neyi desteklediniz?” diye sorsanız, bence kendisi de bilmiyordur...

Çünkü açılımın kapalı hali sürüyor, biliyorsunuz... Türkiye’de kimse ne olduğunu henüz bilmiyor bu açılımın.

Sezen Aksu da öbür işgüzarlar gibi açtı telefonu, ne olduğunu bilmediği konuda Başbakan’a “destekliyorum” deyiverdi.

Başbakan, içini açıkladığı ve ne olduğu bilinen konularda dahi bu denli aydın-sanatçı desteği almamıştı.

Bu açılımın ne olduğu belli değil, Sezen Aksu telefona koşuyor:

“Tayyip Bey orda mı?..”

“...!”

“Destekliyorum...”

Neyi?..

Belli değil...

*

Neler oluyor bunlara?..

“İyi bir şey” olduğunu mu hissetti sanatçı duyarlılığı?..

O zaman “kötü bir şey” olduğunu neden hissetmedi duyarlılık:

Türkiye AB’den uzaklaşırken, toplumumuz inanan-laik diye parçalanırken, “şüpheli” birisi cumhurbaşkanı olurken, Deniz Feneri’nden oğulların-dünürlerin inanılmaz yükselişine kadar vurgun yapılırken, iktidar partisi irticanın merkezi olurken, insanların yatak odalarına girip telefonları dinlenirken ve gizli faşizm korku salarken, eline ömründe silah almamış gerçek aydınlar hapishanelerde kendi canlarına kıyarken ya da canları alınırken...

Nerdeydin a duyarlılık?..

Neler oluyor size?..

Yazının devamı...