(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Arzu Çakır Morin" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Arzu Çakır Morin" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Arzu Çakır Morin

Fransa’da ideolojik kriz ve 20. yüzyıl sosyalizmi
2 Kasım 2014

Hollande’a isyan eden 3 bakanın değiştirilmesi neden bu kadar köklü ideolojik tartışmaları da beraberinde getiriyor sizce ? Neden şimdi? Neden sosyalist bir cumhurbaşkanı partisinin sol kanadını hükümetten tümüyle kazıdı ve bundan hiç rahatsız olmuyor. Hollande’ın daha önce göremediği ve şimdi farkına vardığı bir gerçek mi var ki, “Benim en büyük düşmanım finans dünyası” derken, birden sert bir U dönüşüyle “Şirketlere 40 milyar euro destek vereceğiz” demeye başladı?

Fransa’daki hükümet krizi yalnızca politik bir kriz değil. Cumhurbaşkanı François Hollande ve liberal Başbakanı Manuel Valls ile partinin sol kanadını temsil eden eski Ekonomi Bakanı Arnaud Montebourg arasındaki kavga ideolojik bir kavga. Ve bu kavga aslında yeni bir kavga değil, 20’inci yüzyılın sonunda başladı ve sosyalizminin 21’inci yüzyılda nasıl tanımlanacağına ait sancının bütün belirtilerini gösteriyor.

Le Monde gazertesi, Hollande-Valls ve Montebourg arasındaki kavgayı Alman Başbakanı Gerhard Shröder ile efsane Maliye Bakanı, Avrupa solunun en önemli isimlerinden Oskar Lafontaine’in kavgasına benzeten bir makale yayınladı. Lafontaine , 11 Mart 1999 tarihinde, özellikle enerji şirketlerinin vergilendirilmesi yasası konusundaki uyuşmazlık sonucu tartışmalı geçen bir bakanlar kurulu toplantısının ardından, kapıyı çarpıp gitmişti. Bu istifadan Fransız sosyalistleri de büyük umutsuzluğa kapılmış, PS’in o zamanki Genel Sekreteri François Hollande, “Alman solunun kendileri için artık model olmadığını” söylemişti.

Tıpkı bugün Montebourg’un istifasında olduğu gibi, finans dünyası Lafontaine’in istifasına sevinmişti. The Sun gazetesi Lafontaine için “dünyanın en tehlikeli adamı” demişti. Milliyet Gazetesi “Sanayiciler memnuniyetle karşıladı” diye duyurmuştu (13 Mart 1999). Bugün bunları hatırlatan Le Monde gazetesi bile Lafontaine’i “yüzyılın son sosyalisti” sözleriyle uğurlamıştı. Ardından bir teneke bağlamadıkları kalmıştı. Bu istifanın ardından Alman solu yıllarca, “Partonların yoldaşı” adını taktığı Schröder’in sosyal reform vaatlerini yerine getirmediğinden sızlandı. Ama Schröder rahattı artık, sert reformları uygulamaya geçebilirdi.

Aynı dönemde Schröder’e ilham kaynağı olan İngiliz İşçi Partisi’nin başındaki Tony Blair de, liberal fırçasıyla yeni bir sol çiziyor, “güleryüzlü sol” dan, “yeni orta”dan bahsederek sosyalizmin yaşadığı bu sancılı değişime yeni isimler bulmak için bütün yaratıcılığını kullanıyordu.

Hatta Deniz Baykal’ın yönettiği CHP’nin de, Blair ve Schröder örneklerinden esinlendiği kongreyi ve “orta sol” kavramının yarattığı havayı, “artı ve eşit” sloganıyla Türkiye’ye aktarmaya çalışmasını dün gibi hatırlıyorum.

O zaman iktidarda olmayan Fransız sosyalistleri bu değişimden nasibini almamıştı. Ancak Euro krizinin vurduğu Fransa’da sosyalistler şimdi derin bir çatırtı ile köklerinden kopuyor. Ekonomi Bakanı Arnaud Montebourg, Lafontaine ile aynı gerekçelerle kapıyı çarptı. O’nun gidişiyle derin bir nefes alan Hollande ve Başbakan Manuel Valls, Fransız ekonomisinin başına 36 yaşındaki genç “sosyal liberal” ekonomist Emmanuel Macron’u getirdi. Macron’un kimliği yeni bir yazıya konu olacak kadar renkli. Liberal-solcu olduğunu hiç saklamadığı gibi bununla gurur da duyan bir sosyal-liberal.

Bugün Fransa’da sağı, solu, herkesin kulaklarında, Hollande’ın “Bourget konuşması” diye anılan mitinginde “Benim tek düşmanım var o da finans dünyası” ya da “Zenginler de elini taşın altına koyacak, zenginlerden yüzde 75 vergi alacağız” vaatleri çınlıyor.

Şimdi Hollande “sosyal-liberalizm” adını verdiği çizgide yoluna devam etme kararı aldı. Ama Hollande’ın Blair ve Schröder’e göre çok önemli bir eksiği var. Alman ve İngiliz liderleri kamuoyu önündeki popülaritelerini de kullanarak programlarını hayata geçirdiler. Bugün Hollande’ın artık karikatürleri aşan bir popülarite sorunu var ki, bu sorunu popüler Başbakanı Manuel Valls ile aşmayı umuyor. Ama Valls’in popülaritesi de geçtiğimiz ay 9 puan birden düştü.

Hollande, yeni yıl konuşmasında açıkça belirtmişti. “Ben sosyal demokratım” diyerek, sosyalizmden ilk dönüşünü yapmıştı. Ardından getirdiği “Sorumluluk Paktı” ile sosyal demokratlıktan “sosyla-liberalliğe” hızlı geçiş yaptı. Peki aradaki fark ne? Wikipedia Sosyalizm’i, “iktidar ve üretim araçlarının halk tarafından kontrol edildiği bir toplum fikrine dayanan düşünce sistemi” diye tanımlanıyor. Yani toplumun ortak emeğiyle ürettiği artı değerin, ayrıcalıklı bir avuç kişiye değil, geniş halk yığınlarına dağıtılmasını isteyen bir sistem. Hollande’ın verdiği sözleri tutama utancını sakladığı bu yeni tanımlar, aslında önemli bir değişimin sembolik görünümleri. Ama bu çırpınışlar, sosyalizm tanımının da önemli bir sınavla karşı karşıya olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Değişen yeni yüzyıl teknolojisi ve küreselleşmenin getirdiği yeni ekonomik ilişkiler, daralan kaynaklar, artan nüfus, yeni emek-sermaye yapısı, sosyalizm de dahil bazı tanımların da değişimini zorluyor. Avrupa işçisinin “Dünyanın bütün işçileri birleşin” hayali, Çinli ya da Polonyalı işçiler yüzünden birbiri ardına fabrikalar kapanınca, hayal kırıklığına dönüştü. Ne kadar samimi çaba harcansa da, bu hızlı değişim karşısında “globalleşen sermayeye” karşı “globalleşen bir emek” çabası hayata geçirilemedi.

Sol oylar, aşırı sağ hatta faşist partilere akmaya başladı. Çünkü liberalleşen sosyalistler büyük şirketlerin değil, orta sınıfların omzuna bindi. Amerika’da da, Avrupa’da da orta sınıf geriledi, zenginle yoksul arasındaki uçurum tehlikeli boyutlara ulaştı. OECD geçtiğimiz Bakanlar Konseyi toplantısında bu konuda ülkeleri uyardı. Almanya’da da, Avrupa’da da yaşanan budur. Yüksek vergiler orta sınıfın üzerine bindirildikçe, borsadaki şirketler hissedarlarına rekor sayıda kar payı dağıtmaya başladı. İşte Arnaud Montebourg, Fransa’da dar ve orta gelirlinin ağır kriz yaşamasına rağmen, geçtiğimiz hafta, ‘Fransa’nın Avrupa’nın en yüksek hisse karı dağıtan ülkesi’ olduğunun açıklandığı gün isyan bayrağını çektiler. Kriz varsa, büyük şirketlerde nasıl kar dağıtımı patlaması yaşanıyordu?

Görünen o ki, üretim ve üretimin paylaşımına ait dinamikler değiştikçe, sosyalizm de kendisine yeni bir tanım bulmak zorunda kalacak. Bulamazsa Avrupa’da sosyalizm, “20. yüzyıl nostaljisi” olma kaderine terkedilecek. Özetle, sorun gerçekten sosyalizmin yeniden tanımlanması sorunu mu , yoksa kendisine yeni tanım bulması gereken sosyalizm değil de, sosyalist vaatlerle gelip finans dünyasına direnemeyerek vaatlerini yerine getiremeyen sosyalist palitikacıların U dönüşü mü? İşte Fransa’da yaşanan kavga budur.

Yazının devamı...
Fransızlar neden “IŞİD değil Daeş” diyor ?
28 Eylül 2014

“İslam Devleti” tanımını ilk kez 2006’da El Kaide’nin Mezapotamya ayağını kuran El Kaide dile getirdi. Amerika’nın Irak’ı işgaline karşı El Kaide’nin bir branşı olarak Irak’ta doğan grup, daha sonra bağımsızlığını ilan ederek ismini “Irak İslam Devleti” olarak değiştirdi. Tam olarak bir devlet denemezdi ama ana hatlarıyla bakanlıklar belirlenmiş, iletişim ve savaş gibi ana bakanlıklarda bir hiyerarşi kurulmuştu. 2010’da grubun başına geçen Ebubekir El Bağdadi, sivil savaşta rol almaları için adamlarını Suriye’ye gönderince, ‘Jabat El Nusra’ (El Nusra Cephesi) ortaya çıktı. 2013’te Bağdadi, El Kaide lideri Eyman El Zewahiri’nin, “Irak’a dön” talimatına ve El Nusra’ya karşı gelerek örgütün Irak ve Suriye’deki ayağını birleştirip ‘Irak ve Şam İslam Devleti’ni (IŞİD) ilan etti. Zewahiri bu yapının El Kaide ile bağlantısının koptuğunu duyurdu, IŞİD bölgede El Nusra ile çatışmaya başladı. Ama giderek hem eylem kapasitesi hem de finansal yapısıyla Irak ve Şam sınırlarında adını duyuran Bağdadi, bu sınırlar dar gelince, 29 Haziran 2014’te örgütün adını genelleştirerek “İslam Devleti” koydu, kendisini de “İbrahim” adıyla halife ilan etti.

Türkler IŞİD, Araplar “Ad Dawla al-İslamiya Fi’l Iraq wa-s-Şam”ın kısaltılması DAEŞ, Amerikalılar ISIS ya da ISIL, Fransızlar EIIL diyorlardı...

Halifelik ilanının ardından IŞİD’e Suriye ve Irak sınırları dar gelince örgüt kendisini İslam Devleti (İD) diye anmaya başladı. Fransız politikacı ve medya mensupları da otomatik olarak söylemlerini değiştirdi ve IŞİD’den “Etat İslamique” (EI) diye söz etmeye başladı. Amerikalılar İslamic State (IS) diye takip etti. Türkiye’de ise hükümet ve medya, artık koyun keser gibi insan kesen, kendi cinsine uyguladığı vahşetle terör literatürüne adını kazıyan IŞİD’i tanındığı haliyle isimlendirmeye devam etti.

IŞİD’i birden İslam Devleti diye anmak, biz gazeteciler dahil pek çok kişiyi tedirgin etmeye başladı. Bu tedirginliği ilk olarak Fransız Dışişleri Bakanı Laurent Fabius açıkça dile getirdi. Fabius, Dışişleri Komisyonu’na Hükümetin, Irak’ta askeri operasyona katılma kararını açıklarken, “Bunlar ne devlet, ne de bu barbarların yaptıklarının İslam’la bir ilgisi var. Bunlara İslam Devleti diyerek kendi kendimize bu payeyi veriyoruz” uyarısında bulundu. Aynı konuşmayı 10 Eylül’de Ulusal Meclis’te hükümete yönelik sorular seansında kamuya açık olarak tekrarladı: “Bunlar ne bir devlet, ne de İslamla alakaları var. İslam barışçıl bir din. Bunlar kafa kesen cani bir topluluk hepsi bu. Biz kendimiz bari, bu barbarları isimlendirirken ‘devlet’ demeyelim. Bundan böyle bu örgütün Arapça kısaltması olan Daeş’i kullanalım. Ben kendi adıma onları ‘Daeş’in kafa kesen barbarları’ diye adlandıracağım ” dedi.

Güldüren aksanla “Daeş” deme çabası
Fabius’un bu girişimini güldüren ‘bir aksanla da olsa’ Hollande izledi. Ardından diğer hükümet üyeleri geldi. Amerikalı meslektaşı John Kerry’nin de aklı bu işe yattı. Kerry de, geçtiğimiz hafta Paris’te düzenlenen Irak Konferansı’nda IŞİD için “Daeş” kelimesini kullanmaya başladı. Obama da, Operasyonun ardından yaptığı ilk açıklamada, “Hiç bir din masumların öldürülmesini kabul etmez. Üstelik IŞİD’in kurbanlarının çoğu müslüman. Kesinlikle bir devlet de değiller ” dedi.
Görünen o ki Fabius’un, elbette danışmanları ve uzmanlarca kulağına fısıldanan bu formül işe yaradı. İeltişim oyununu çok güçlü oynayan IŞİD ile askeri, diplomatik, yasal alandan sonra iletişim savaşı da böylece başlatıldı.
Bölgeden gelen haberler, Daeş’in bu yeni isimlendirmeden hiç hoşlanmadığı yönünde. Zira IŞİD’in arapça kısaltması olan Daeş negatif bir anlam taşıyor. İnternette genç kurbanlarını avlamak için de, dünyaya mesaj yaymak için de IŞİD kendisini İngilizce kısaltma olan ISIS’i kullanarak tanımlıyor. Suriye ve Irak’tan pek çok tanık ifadesi bu taktiğin işe yaradığına dair tanıklıklar aktarıyor.

Dilinizi keseriz
Bölgeden aktarılan bilgilere göre IŞİD bu yeni isimlendirme karşısında çileden çıkmış durumda. Amerikan haber ajansı Associated Press’e göre, Musul’da halkı tehdit eden IŞİD “Bize Daeş demeyenin dilini keseriz” diyerek bu öfkesini gösteriyor.
Lübnan merkezli As Safir gazetesine konuşan Fransız Ortadoğu Enstitüsü’nde islamolog Romain Caillet’nin , “Daeş temiz olmayan ve olumsuz bir anlam içeriyor. Arap dünyasında Daeş’in muhalifleri onları böyle çağırıyor. Lübnan’da yaşayan Suriyeli bir mühendis, Suriye’de Daeş tarafından ele geçirilen köyüne giderek akrabalarını ziyaret ediyor. Mühendis akrabalarına Daeş ile ilişkilerin nasıl gittiğini soruyor. Akrabaları, ‘sakın Daeş deme, İslam Devleti’nden birisi duyarsa bir kaç gün hapiste kalman garanti’ diye uyarıyorlar” diye anlatıyor.
Sonuçta, elbette kişileri, kurumları, örgütleri,... kendilerine verdikleri isimle anmak en doğrusu. Ama bu kanlı örgütün kendine verdiği ilk isimden vaz geçerek “İslam Devleti” ismine dönüş kararını takip etmek gerçekten etik bir zorunluluk mu, yoksa naif bir zorunluluk mu bunu düşünmek önemli. IŞİD yada DAEŞ gibi bir kısaltma artık herkesin tanıdığı bir isim ve herkes kimden söz ettiğimiz anlıyor. Ayrıca İslam Devleti diye çağırmak ne kadar gerekli? Artık biz de dünyadaki meslektaşlarımız gibi bu konuda bir ortak karar alacak inisiyatif başlatmalıyız... Geç mi kaldık dersiniz?

Yazının devamı...
NATO ZİRVESİ VE UKRAYNA KRİZİ
3 Eylül 2014

Bu zirve NATO hakkında uzun zamandır biriken pek çok soruya da yanıt arayacak. NATO Ukrayna krizi karşısında ne kadar etkili olabilecek ?Afganistan’a müdahalesinden ne ders çıkardı? Afrika’da Orta Doğu’da türeyen İslam Devleti (IŞİD), Boko Haram, El Kaide’nin Afrika ayağı AQMI, Ensar El Şeria gibi cihatçı örgütlere karşı nasıl bir strateji öngörüyor? Ama asıl Ukrayna krizinin damgasını vuracağı zirve öncesi, diplomatik hava oldukça gergin, tam bir “iletişim savaşı” yaşanıyor.

Rusya sınırına 4 bin askerlik NATO gücü
NATO zirvesinin en önemli gündem maddesi Ukrayna krizi olacak. Birlik, Rusya’nın Ukrayna’daki müdahaleci planına karşı, “Readness Action Plan (RAP)” adını verdiği bir acil eylem planına yeşil ışık yakacak. Planla, Rusya’ya sınırı olan NATO üyesi Baltık ülkeleri ile Polonya, Bulgaristan ve Romanya’ya binlerce asker sevkiyatı yapılması öngörülüyor. New York Times’a göre, bu sayı 4 bin ve NATO 48 saat içinde bu gücü sevketme kapasitesine sahip.

Türkiye de, bir taraftan Ukrayna’ya, bir taraftan da Suriye ve Irak’a yakın hatta komşu bir ülke olarak bu görüşmelerin tam merkezinde yer alacak. Zirvede “ ikili görüşmler de hayli önemli rol oynayacak. NATO toplantısına katılacak olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Obama, Merkel, Cameron ve Hollande başta olmak üzere pek çok ikili temasta bulunacak. Diğer liderlerin de ajandası en az Erdoğan kadar yüklü.

Rusya’dan “devlet statusü” resti
Zirve öncesi gelişmeler, yapılan açıklamalar, zirvenin hayli gergin geçeceğinin işaretlerini şimdiden veriyor. NATO için sınav niteliğindeki zirve öncesi her iki taraf da tansiyonu düşürme niyetinde olmadığını gösterdi. Kiev ve batılı devletler, geçtiğimiz hafta Rus askerlerinin Ukrayna’daki varlığını uydu fotoğraflarıyla ortaya koyunca, bu askerlerin “Ukrayna’ya tatile gelen Rus askerleri olmadığı” açıkça belli oldu. Bunun ardından Avrupa Birliği hafta sonu toplanan zirvede, Rusya’ya karşı yeni yaptırım kararı alınması için Avrupa Komisyonu’na 1 hafta süre verdi. Komisyon, önümüzdeki Cuma gününe kadar “savunma, sivil teknoloji, finans ve askeri alanlarda” yeni yaptırımlar açıklayacak.
AB’nin bu tavrına karşı Rus lideri Vladimir Putin’in resti gecikmedi. Putin, Pazartesi günü ilk kez Ukrayna’nın doğusu için “Devlet statüsünü” dile getirerek pazarlığın çıtasını bir derece daha yükseltti. Karşılığında Ukrayna’nın NATO üyeliği ve NATO’nun Ukrayna hükümetine silah yardımı önerisi gecikmedi.

Putin “devlet staüsü” adımıyla, batıyı Ukrayna’nın doğusu için özel bir statüyü kabul etme noktasına taşımayı planlıyor. Kremlin aslında, krizi uzatıp, batıdan olabildiğince büyük bir taviz koparma stratejisini başından beri sürdürüyor. Ama bugüne kadar hiç “devlet statusü” sözünü açıkça dile getirmemiş, hep, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü içeren ”federalleşme” ya da “otonomi” kelimelerini kullanmıştı.

Bu açıklamalardan endişelenen eski Sovyet cumhuriyetleri olan Baltık ülkeleri ile Polonya ve Hollanda, AB’den Moskova’nın bu girişimlerine daha sert yanıt verilmesini istiyor. Ama Rusya’ya uygulanacak yeni yaptırım, zaten ekonomisi iyi gitmeyen Avrupa ülkelerini tereddütte bırakıyor. Üstelik yaklaşan kış mevsiminde gaz vanalarının da kapanmasını kimse istemiyor.

Obama’nın Estonya ziyareti
Barack Obama bu gergin ortamda, NATO zirvesinden bir gün önce Estonya’da, üç Baltık ülkesinin (Estonya, Letonya, Litvanya) yöneticisiyle bir araya gelecek. Görüşmenin kendisi başlı başına güçlü bir diplomatik mesaj. Görüşemde tonu daha da yükselterek Rusya’dan ayrılan ve 2004’te NATO’ya üye olan bu üç ülke liderine NATO’nun “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” yani “üyelerden birisinin saldırıya uğraması durumunda, NATO’nun yardıma gitmesini” düzenleyen 5’inci maddesini hatırlatacak, Rus tehdidinden korkan 3 ülkeyi rahatlatacak.

Rusya’dan sert tepki
Rusya ise gerek bu ziyareti gerekse NATO acil eylem planını, “NATO’nun Rusya sınırına dayanan üslerini güçlendirme girişimi” olarak okuyor. Rusya Güvenlik Konseyi Sekreter Yardımcısı Mikhail Popov, RIA Novosti Ajansı’na yaptığı açıklamada, “Doğu Avrupa’da yeni üslerin kurulması, mevcutların güçlendirilmesi, Estonya’ya tank dahil ağır silahların sevkiyatı gündemdedir. Bu ülkeler (Baltık ülkeleri, Polonya, Bulgaristan, Romanya) doğrudan Rusya sınırındadır. NATO’nun yeni genişleme planları da endişe vericidir. Rusya, yıl sonuna kadar bu tehditlere karşı yeni bir askeri doktrin oluşturacaktır” dedi. Rusya 2010’da hazırladığı askeri doktirine Arap baharından sonra yaşananlar, Suriye ve Ukrayna krizini de ekleyecek. Popov, “Bütün veriler, Amerika ve NATO müttefiklerinin, Rusya ile ilişkileri bozmakta kararlı olduklarını göstermektedir” diyerek tansiyonu yükseltmekten çekinmedi.

NATO’da uzlaşma yok
Bütün bu gergin açıklamalardan sonra Ukrayna’ya askeri bir müdahale kararı çıkar mı? Bu şimdilik, çok olası görünmüyor. NATO bünyesinde bunun için politik bir uzlaşma sağlanmış değil. Örneğin Rusya’ya 4 adet Mistral savaş gemisi satan Fransa, “Bölgede tansiyonu yükseltecek hiçbir genişleme kararını desteklemeyiz” tavrını sergiliyor. Obama’nın kimyasal silahlarla ilgili Suriye fiyaskosundan sonra “kırmızı çizgi” açıklaması yapmaktan da kaçınılıyor. Bir Avrupalı diplomat, “Kırmızı çizgi sadece pijamada olur” diyerek Avrupa’nın bu kararlılığı açıklıyor.

NATO zirvesinden askeri bir müdahale kararı çıkmasa da, artık kendisini Rusya ile uzun sureli ‘kötü ilişki’ dönemine hazırlaması kaçınılmaz görünüyor.

Yazının devamı...
Peki ama kim bu Bağdadi? ‘Cihadistan’ın yeni Bin Ladin’i
28 Ağustos 2014

Dünya artık IŞİD’i ve onu konuşuyor. Tıpkı 2001’de 11 Eylül saldırısını gerçekleştirerek yıllarca bütün dünyanın gündemine oturan El Kaide gibi. O nedenle gazeteler Bağdadi için “Yeni Bin Ladin” terimini kullanıyor. Peki ama kim bu Bağdadi ? Nereden geliyor, stratejisi ne?

Times Dergisi “Dünyanın en tehlikeli adamı” diye söz etti ondan. Le Monde ve Liberation gazetesi “Yeni Bin Ladin” dedi. Suriye’de Irak’ta adım adım ilerleyen IŞİD gittiği her yerde hemen kendi bayrağını dikip, kendi kurallarını okumaya başlıyor. Al Aan TV’de çalışan gazeteci Jenan Musa, IŞİD’in kurallarını çevirmiş.

“Bizim kim olduğumuzu soranlar için, biz İslam’ın askerleriyiz ve Hilafet’in yeniden gelmesi için sorumluluk aldık. Bütün müslümanlardan ibadetlerini camide yapmalarını istiyoruz. Aşiret şefleri ve şeyhleri hükümetle işbirliği yapmamaları ve hain olmamaları konusunda uyarıyoruz. Sigara, uyuşturucu, alkolü yasaklıyoruz. Kadınlara gelince, acil bir durum olmadıkça evinizde kalın ve kıpırdamayın. Bütün toplantılar, IŞİD bayrağı dışındaki diğer bütün bayraklar yasaklanmıştır.”

ESRARENGİZ LİDER İMAJI
Musul ve Tikrit’ten girip Bağdat’a tehlikeli hızla ilerleyen, geçtiği her yerde Şeriat’ın olabilecek en katı türünü uygulayan ve vahşi cinayetlere imza atan bu liderin kim olduğu hakkında El Kaide saflarına katılana kadar kimsenin kesin bir bilgisi yok. Gerçekte kimse 43 yaşındaki Bağdadi’nin neye benzediğini bile bilmiyor. Çünkü görüşmelerde yüzünü saklıyor. Bağdadi’ye ait, biri FBI’da diğeri de Irak İçişleri Bakanlığı’nda olmak üzere iki fotoğraf var.

Bin Ladin ya da Zewahiri’nin video kayıtları dünya turu yaparken, Bağdadi efsaneleşmesine yardım edeceğinin bilinciyle, esrarengiz kalmayı tercih ediyor. Ve başarılı da oluyor. Dünya medyasının ‘yaratıcı’ kalemlerinden takma isimler akıyor. Time gazetesi, ‘Görünmeyen cihadist’, ‘hayalet’ ya da ‘dünyanın en tehlikeli adamı’ isimlerini veriyor. El Bağdadi, 200 genç kızı kaçırarak adını dünyada duyuran Boko Haram’ın dengesiz ve fanatik lideri Ebubekir Şeku ya da Afgan dağlarında saklanarak Amerikan dronlarını bekleyen en büyük rakibi Zewahiri’ye benzemiyor. Bağdadi meydanda, savaş alanlarında, kendi topraklarında iktidar arayan bir savaş komutanı imajı çiziyor.



İSMİ İLK HALİFE'DEN
1971 yılında Bağdat yakınlarındaki Dyala kentinde doğan Ebu Dua’nın ailesi Samaray aşiretine mensup. İnternet üzerindeki bazı ses kayıtlarının O’na ait olduğu söyleniyor. Ama bunu doğrulamak olanaklı değil. İsmi bile gerçek ismi değil. Ebubekir adı Hz. Muhammed’in dostu ve ardından ilk Halifesi Ebubekir’den geliyor. Zaten Bağdadi’nin en büyük iddiası da hilafeti yeniden İslam dünyasına getirmek. İlk halifenin adını alması tesadüf değil. Arapça’da ‘Ebu’ kelimesi ‘baba’ anlamına geliyor. El Bağdadi ise sadece “Bağdatlı, Bağdat’tan gelen” anlamında.

Bağdat İslam Üniversitesi’nde eğitim gören Ebu Dua’nın askeri eğitimle Amerika’nın işgali sırasında militanların saflarına katılarak tanıştığı biliniyor. Diğer pek çok örgüt üyesinde olduğu gibi radikalleşmesinde Amerika’nın Irak’ı işgali büyük rol oynuyor. Washington Enstitüsü’nden, Irak ve Orta Doğu uzmanı Michael Knights, Telegraph gazetesine, “Bağdadi 2003’te Irak’ın işgalinden önce de Salafistlerle beraberdi ve Saddam’ın gözü daha o zamandan Bağdadi’nin üzerindeydi” diyor. Amerikan işgalinin ardından El Kaide saflarına katılıyor ve kendisine Ebu Dua ismini veriyor. Aşırı şiddet yanlısı, Taliban benzeri sosyal yargılamalar yapıyor ve kendi yargıladığı insanların cezasını kendisi veriyor. Amaç toplumu terörize etmek, korkutarak ün salmak. Knights, “2005 yılında, Amerikan ordusu tarafından yakalanarak Irak’ta Bucca Kampı’nda yıllarca hapis tutuluyor” bilgisini de aktarıyor.

Bin Ladin hayranı olan Bağdadi, Bin Ladin’in 2011 Mayıs’ında ölümü üzerine 100 intikam saldırısı yemini ediyor ve 3 gün sonra Irak’ın Hilla kentinde 24 polisi öldüren saldırıyla, Irak’ta intihar saldırılarına imza atıyor. Ama asıl adını Irak halkının yanısıra dünyanın da zihnine kazınan Ebu Garip Cezaevine düzenlediği saldırıyla duyuuyor. ABD’nin hapsettiği yüzlerce El Kaideli mahkumu kurtararak saflarına kattı.

Ama Bin Ladin’e duyduğu sadakati El Zewahiri’ye duymuyor. Zewahiri’nin başa geçmesiyle El Kaide ile arasına mesafe koydu. 2010’da El Kaide’ni “El Nusra’ya katıl” talimatına karşı gelerek kendisini Irak İslam Devleti Emiri ilan etti. Ardından IŞİD’i kurdu. IŞİD Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, Filistin ve Yemen’’in bir bölümünde etkili bir örgüte dönüştü, kendisi de “en güçlü cihadist örgütün şefi” oldu.

Ebu Dua, Amerikan Devleti’nce en çok aranan 5 kişiden biri. El Kaide Lideri Eyman El Zewahiri için 25 milyon dolar ödül koyan Amerikan Devleti, Bağdadi’nin başına 10 milyon dolarlık ödül koydu. Ama bu gidişle Bağdadi eylemlerinde olduğu gibi Amerikan yakalama emirlerinde de Zewahiri’yi geçmeye talip.

Şimdi ne El Kaide, ne Obama, ne Esad, ne de Konsolosluk çalışanları esir alınan Türkiye’nin gücü Ebu Dua’yı durdurmaya yetmiyor. IŞİD en büyük cihatçı örgüt, Bağdadi de “Cihadistan’ın en güçlü şefi” ünvanını aldı. Washington Post’un“Bağdadi’den önce hiç kimse bu kadar güçlü vurma gücüne sahip olmadı. Bin Ladin bile” tespiti bile bu gerçeği çok net anlatıyor.

Le Parisien’e göre militanlar en çok Bağdadi’nin kişiliğinden etkileniyor. İsmi etrafında yaratılan efsane, taktik zekası, Zewahiri gibi dağlarda saklanmak yerine savaş alanında militanlarıyla birlikte savaşması efsaneyi daha da devleştiriyor. İngiliz istihbarat servisi MI6’in eski anti-terör şefi Richard Barrett, AFP’ye “Zewahiri Afgan dağlarında saklanıyor ve zaman zaman bir kaç video ve açıklama yapıyor. Halbuki Bağdadi savaş alanında, ağır şiddet uygulayan, acımasızca öldüren bir savaşçı ve bu yönüyle de örgüte pek çok savaşçı çekiyor” diye anlatıyor. Barrett, IŞİD’in 12 bin savaşçısı olduğunu, bunların 3 bininin batılı ülkelerden geldiğini gösteren bir araştırmadan rakamlar veriyor.

'DÜNYANIN EN ZENGİN TERÖR ÖRGÜTÜ'
IŞİD bugün silah kapasitesi ve gücü, yüksek finansal ağı ile etkisinden şüphe edilmeyecek bir hareket yarattı. İnternational Business Times dergisine göre IŞİD “dünyanın en zengin örgütü”. Hatta Musul’u ele geçirirken merkez bankasının elindeki 429 milyon dolar’a da el koyduğunu öne sürüyor. Fransız Uluslararası Radyosu RFI, çok kaliteli petrol çıkan yatakları kontrol ettiklerini ve Türkiye üzerinden illegal olarak ithal ettiklerini yazıyor. Hatta Le Monde, Bağdadi’nin, Esad rejimine yakın isimlere petrol sattığını yazdı. Le Monde’un tezine göre, Esad rejimi, Özgür Suriye ordusunu ve diğer islamcı fraksiyonları zayıflatmak için resmen IŞİD ile işbirliği yaparak ondan petrol alıyor.

Rehine pazarı da İŞID’in önemli gelir kaynaklarından. 2012’den bu yana pek çok gazeteci, diplomat ve NGO temsilcisini rehine alarak fidye kazandılar.

Bağdadi’nin bu inanılmaz ilerleyişi, Avrupalı cihatçıların da iştahını Suriye ve Irak’a çekiyor. Esir olduktan sonra kurtulan 4 Fransız gazeteci Didier François, Edouard Elias, Nicolas Hénin et Pierre Torres, Le Monde gazetesine, IŞİD militanlarının “Bir devlet gibiyiz değil mi? Gördünüz mü nasıl iyi organize oluyoruz” dediklerini anlatıyorlar.

Bağdadi’in esrarengiz imajı “Cihadistan”da bütün fantazileri besliyor. Artık El Zewahiri, El Esad, Irak ve Suriye hükümetleri ve hatta Türkiye gibi sınır ülkeleri, hepsi Ebubekir El-Bağdadi adını duyunca tedirgin ve temkinli.

Yazının devamı...
AP seçimleri ve Avrupa’nın yeni hasta adamı: “AB”
25 Haziran 2014

PEW Global şirketi tarafından geçtiğimiz Mayıs ayında yapılan bir anket AB halkının yalnızca yüzde 45’inin hala Avrupa Birliği’nin desteklediğini ortaya çıkardı. 2012’de bu rakam yüzde 60 iken 2013’de hızla erozyona uğramış, erozyon 2014’ün ilk çeyreğinde de sürüyor. AB’ye destek verenlerin oranı Almanya’da yüzde 54, İngiltere’de yüzde 26, Fransa’da yüzde 22, İtalya’da yüzde 11, İspanya’da yüzde 37, Yunanistan’da yüzde 11, Polonya’da ise yüzde 41. Rus Çar’ı 1. Nicolas’nın 19’uncu yüzyıl ortası ve sonunda Osmanlı İmparatorluğu için kullandığı “Avrupa’nın hasta adamı” deyimi bu sefer PEW’ün anketlerinde “Avrupa’nın yeni hasta adamı: AB” yorumuyla karşımıza çıkıyor.

Bu hâl ve gidişte AB’nin dinamo ülkelerinin en büyük korkuları ise seçmenin sandığa gitmemesi, radikal sol ya da aşırı sağcı partilerin sandıktan birinci parti olarak çıkması. Fransa’da Front National, İngiltere’deki euro-septik’lerin isim babası UKIP, Hollanda’da kendisine ‘özgürlük partisi’ diyen ırkçı parti birinci gelmeyi hedeflerken, İtalya’da Kuzey Ligi, Danimarka, Finlandiya, Avusturya’da da AB karşıtları önemli skorlara imza atmaya hazırlanıyor. Bir taraftan da, AB’nin tasarruf politikaları altında ezilen Yunanistan’da Alexis Tsipras, İtalya’da Beppe Grillo gibi radikal sol isimler ön plana çıkıyor. Karizmatik Yunanlı politikacı Tsipras, AP radikal sol grubunun AB Komisyonu Başkanı adayı.

Le Monde gazetesinde yayınlanan ve Pollwatch 2014 tarafından yapılan bir araştırma aşırı sağın AB genelinde 35 koltuk çıkarabileceğini tahmin ediyor. Euroseptikler ise, 50 sandalye kazanıp AP içinde bir grup kurmayı hayal ediyor. Elbette AP’de aşırı sağ çoğunluğu alamayacak ve küçük bir grup olarak kalacak. Ama bundan böyle oturumların hır-gür, polemik ve hararetli tartışmalara sahne olması kaçınılmaz gibi. Peki AB bu endişesinde haklı mı? Gelin AB’nin belli başlı üyelerindeki son duruma tek tek bakarak bu sorunun yanıtını arayalım.

AB’nin doğal başkenti Berlin...
Almanya:
Euro krizinden sonra Brüksel’in ve bir türlü büyümeye geçemeyen Paris’in zayıflaması, Berlin’i AB’nin doğal başkentine çevirdi. Krizden en az etkilenen ‘mutlu’ Alman halkı, Merkel’in yönetiminden de memnun. Sanayisi hala işliyor, büyümesi hızlı ve politik istikrar var. AB’de kararlar Berlin’den geçmeden alınmıyor. Kamuoyunda “disiplinsiz ve tembel AB ülkeleri için ödeme yapmaktan rahatsız olan bir grup euro-septic” az da olsa taraftar buluyor. Almanya, diğer üyelerin yaptığı hatayı yapmadan, etkili isimleri Brüksel’e gönderiyor.

Teknik komisyonlar da dahil AB’nin tüm kurumlarında önemli ve çalışkan isimlere görev veriyor, her çalışmada titizlikle rol alıyor ve katkı sunuyor. AB’nin Başkanlığına aday olan iki güçlü isimden birisi Alman politikacı Sosyalist Martin Schulz, diğeri ise Almanya’nın desteklediği Eurogroup başkanı, Lüksemburglu sağ politikacı Jean Claude Juncker.Yani Başkan ya Almanya’dan çıkacak, ya Almanya belirleyecek. Parlamento’da en çok sandalye sayısı da Almanya’ya ait. Her durumda seçimlerden sonra AB’ye Berlin damgasını vuracak. Özetle Berlin, 28 üyeli orkestranın Brüksel’de bestelediği müziğin her notasına emek veriyor. Ama iş dans etmeye gelince, şarkı seçimini başka bir ülkeye bırakmak niyetinde değil.

Fransa: Fransa için durum komşusu Almanya’dan daha karmaşık. AB yanlısı partiler birinciliği aşırı sağ FN’e kaptırma korkusu yaşıyor. FN ise sandıktan birinci çıkarak büyük bir şok dalgası yaratmaya hazırlanıyor. Merkez sağ UMP birinci parti olursa, FN en kötü ihtimalle ‘çok güçlü bir ikinci parti’ olacak. Cumhurbaşkanı Hollande ve partisi Sosyalist Parti birbiri ardına seçim kaybetmeye devam ediyor. Hollande, cumhuriyetin ‘popülaritesi en düşük cumhurbaşkanı’ rekorunu her ay yeniden egale ediyor. Ekonomi bir türlü büyümeye geçemiyor, bu yılda ‘0’ büyüme öngörülüyor. Hollande söz verdiği gibi Ocak ayında işsizlik rakamlarını aşağı çekemedi. Merkez sağ UMP liderlik kavgasıyla kıvranırken, anti-Brüksel söylemiyle gönülleri okşayan FN, AP’de aşırı sağ grubun başına oturmayı hedefliyor.

İspanya: Kriz sonrası yüzde 26 işsizlik, yüzde 96 dış borç rakamıyla İspanya’nın neredeyse tamamı euroseptik oluyor. Nefes almak için destek arayan İspanya’ya ne Avrupa’dan ne de Brüksel’den bir umut ışığı var. Ama buna rağmen, küçük partiler oy oranlarını artırsa da, PP ve PSOE’nin belirlediği politik yelpazenin değişme ihtimali sınırlı. Aynı duygular krizin en sert vurduğu İtalya, Portekiz, Yunanistan, Kıbrıs ve İrlanda tarafından da paylaşılıyor.

İtalya: Seçimlerden sonra AB dönem başkanlığını alacak İtalya’da seçmenin yüzde 40’ı sandığa bile gitmeyecek. AB’nin tek fonksiyonunun ülkelere kemer sıkma politikalarını dayatmak olduğunu savunan radikal sol Beppe Grillo’nun ‘5 Yıldız Hareketi’ ile euroseptic aşırı sağ partiler ‘Kuzey Ligi’ ile ‘İtalya’nın Kardeşleri’nin toplam yüzde 35 oy alması bekleniyor. İtalya için bu seçimler büyük önem taşıyor. Sonuçlar, 20 yıldır düren politik istikrarsızlığın ve Başbakan Matteo Renzi’nin yönünü tayin edecek, iç politikada önemli etki yaratacak.

İngiltere: AB’ye hep mesafeli bakan ama bir türlü de AB’den vazgeçemeyen, Euro ve Schengen’e girmeden AB’de nüfuzunu korumayı başaran Londra’da da durum farklı değil. Avrupa Parlamentosu İngiltere açısından çok etkin bir alan olarak kullanılmıyor. Almanya’nın tersine, İngiltere daha çok eski parlamenterlerini burada ‘recycle’ ediyor. Durum böyle olunca da, Nigel Farage’ın yönettiği UKIP de oylarını artırıyor. Seçimlerde birinci olmayı hedefleyen Farage, “Sadece İngiltere’nin değil, bütün Avrupa ülkelerinin AB’yi terk etmesini istiyoruz” diyor. AB’ye sert vuran Farage’ın, Avrupa Konseyi Başkanı Belçikalı Herman Van Rompuy’a yönelttiği “Islak bir süpürgeci karizmasına sahipsiniz ve bir Başkan’dan çok küçük bir banka memuru tipiniz var. Siz kimsiniz? Sizi buraya kim getirdi” sözleri hala AB koridorlarında çınlıyor. AP’de 9 sandalyenin üzerinde milletvekili çıkarması beklenen UKIP, Fransız versiyonu FN’e, “FN’in DNA’larında anti semitizm var” diyerek mesafeli bakıyor.

Polonya: AB’ye 10 yıl önce katılan Polonya’da da Avrupa Parlamentosu imajı parlak değil. Parlamentonun “ya emekli politikacıların ya da dolandırıcı ve tembellerin mekanı” olduğunu düşünen Polonyalılar, AP vekillerinin ne işe yaradığını bilmiyor ancak pahalıya mâl olduklarını çok iyi biliyor. AB sayesinde Polonya’da yapılan yol, kanalizasyon, spor kompleksleri de fikirleri değiştirmeye yetmiyor. İmaj böyle olunca da seçmen sandığa gitmiyor. Seçmenin yüzde 71’i sandığa gitmeyeceğini açıkladı bile.

Ne dersiniz? AB gerçekten PEW’in dediği gibi Avrupa’nın yeni hasta adamı mı? Yoksa bu krizden yenilenerek çıkmayı başarabilecek mi?25 Kasım’da hep beraber göreceğiz.

Yazının devamı...
OECD’de “insani” devrim
21 Mayıs 2014

Güçlü sekretaryasındaki 2 bin 500 uzmanı ile, bilimsel kriterlere dayanarak dünyanın fotoğrafını çekip bize ne durumda olduğumuzu gösteriyor. Her ülkeye, “Durumunuz bu, dünya ülkeleri arasındaki yeriniz de bu. Ona göre ayağınızı denk alın” diyor. Dünya ülkelerinin politika belirlerken hala en çok ciddiye aldığı verileri ortaya koyan güçlü bir örgüt. Ve OECD bu hafta, OECD Forumu ve Bakanlar Konseyi toplantılarında, başdöndürücü hızla değişen dünyada, değişen ekonomik ve sosyal gelişmelere üyelerinin dikkatini çekmeye ve üyelerine yeni kalkınma modelleri önermeye hazırlanıyor.

Bu seferki OECD Haftası’nın gündemi oldukça önemli. Toplantılarda, dünyada gerçek bir şok yaratan 2007-2008 küresel krizinin gerçek nedenlerini araştıran, krizden alınması gereken dersleri çıkaran ve geleceğe dönük ne tür önlemlerin hayata geçirilmesi gerektiğini belirleyen “NAEC-New Approaches to Economic Challenges/ Ekonomik Zorluklarla Mücadelede Yeni Yaklaşım” raporu tartışmaya açacak.

OECD’nin Çarşamba günü yayınladığı, ekonomist Thomas Piketty başkanlığında hazırlanan “eşitsizlik raporu” bilinen kaygıların daha da derin olduğunu ortaya koydu. Rapora göre, krizin sonuçları ibret verici. Zengin inanılmaz zenginleşmiş, yoksul ise daha da yoksullaşmış. Dünyanın yüzde 1’lik dilime giren en büyük zenginleri, son 30 yılda, özellikle Anglosakson ülkelerde, milli gelirden aldıkları payı artırmış. Örneğin Kanada’da yüzde 1’lik zengin kesim, toplam gelirden aldığı payı yüzde 37, Amerika yüzde 47 oranında artırmış. Son 30 yılda, ilk yüzde 1’lik dilimin, milli gelirden aldığı pay da büyümüş. Amerika’da bu kesim tüm gelirlerin 19.3’ünü, Almanya’da yüzde 12.7’sini, Kanada’da yüzde 12.2’sini alıyor. Sosyal politikaları ile dengeleyen Fransa gelirlerinin yüzde 8’ini alıyor. Gelirlerin en adil dağıtıldığı İskandinav ülkelerinde bile durum değişmiş. İsveç, Norveç ve Finlandiya’da toplumun en zengin yüzde 1’lik dilimi, 30 yıl önce milli gelirin yüzde 4’ünü alırken, bugün yüzde 7’sini alıyor. Üstelik zenginlerin ödediği vergiler de ciddi oranlarda azalmış.

Bu da demek ki zengin ile yoksul arasındaki uçurum hiç olmadığı kadar derinleşmiş. Özetle zengin hiç olmadığı kadar zengin, yoksul hiç olmadığı kadar yoksul. OECD bunun yeni şok krizlere yol açabileceği uyarısı yapıyor. Alım gücü olmadan ekonomilerin dönmeyeceğini söylüyor. OECD Başkanı Angel Gurria “Eğer kamu harekete geçmezse bu uçurum önümüzdeki yıllarda daha da büyüyecek” uyarısında bulunuyor. Gurria daha sert bir vergi politikasında ısrar ediyor. Oranların yükseltilmesindense, uygulanan vergi istisnalarının kaldırılması gibi bir ilk adım öneriyor.

Yeni kalkınma paradigması
Uzun vadede ise daha yapısal değişiklikler zorunlu görünüyor. Bunun için de Örgüt, başdöndürücü hızla değişen dünyayı yakından analiz ediyor, yeni çözüm stratejileri arıyor. Bu bağlamda, üye ülke bakanlarının önüne iki çözüm modeli koyuyor.

1) Kapsayıcı ekonomik model
2) Sürdürülebilir kalkınma

Kapsayıcı ekonomik model ile artık sadece ülkelerin gayri safi milli hasılalarına göre büyüme endeksi çıkarmaya son veriliyor. Ekonomik boyutun yanısıra, insani, sosyal ve çevre boyutu olan bir kalkınma modeli öne çıkıyor artık. İnsanı kalkınmanın merkezine koyan, krizin vurduğu kırılgan gruplar gençler, yaşlılar, kadınlar ve göçmenler için çözüm önerileri getiren, işsizlik rakamlarını aşağı çeken, gençlerini eğitmek için formasyon stratejisi geliştiren, bütün bunları yaparken de çevreye özen göstererek büyüyen ülkeleri listesinin başına koyacağını duyuruyor.
Hukukun üstünlüğü, güven, şeffaflık”
OECD, Bakanlar Konseyi’nin sonuç bildirgesine bu stratejilere atıfta bulunulmasını istiyor. Ve dünyayı uyarıyor: “Eski kalkınma modeline devam edersek, daha büyük şoklarla karşılaşabiliriz.”

Yapısal reformlar Türkiye’nin belki de en çok eksiğinin olduğu nokta. Türkiye hızlı büyüdü ama yapısal olarak büyümesi sürdürülebilir mi, ekonomisi yapısal olarak sağlam mı? İşte bu noktada şüpheler hayli fazla. Türkiye gibi “büyüyen ekonomi” olmanız artık tek ölçüt olmayacak. “Şeffaflık, hukukun üstünlüğü, çevre yatırımları, güven duyulan bir politik ortam” gibi pek unsur, kalkınmanın ölçütü olarak masaya konacak.

Önümüzdeki yıllarda büyümek isteyen ülkeler için sıcak para girişi değil, yatırıma dönük para girişi önem kazanacak. Bunun için de ülkelerin istikrarlarını sağlamaları zorunluluğu gündeme gelecek. Kurumları güvenilir olacak. Bunu sağlayamayan ülke ekonomik büyüme sağlasa bile dar kapsamlı büyümüş kabul edilecek. Bankalara, yeni değerlendirme ölçütü olarak“iflasa uzaklık göstergesi” getirilecek. Durumları düzenli olarak bu gösterge üzerinden izlenecek ve ölçülecek. Ayrıca büyürsen artık “yeşil” büyüyeceksin. Çevreyi kirleterek büyümenin de sonuna gelindi. Yarınlara nasıl bir dünya bırakacağın, şirket normların arasına girecek. OECD bu konuda hayli ciddi. OECD Genel Sekreteri Angel Gurria, “Yeşil büyüme OECD’nin markası” diyor. Gelişmiş ülkeler tablosunu çizerken çevre kriterini de bütün devletlerin önüne koyacak.

Mithat Rende: “Yoksulunu unutmayacaksın”
Türkiye’nin OECD Büyükelçiliği’ne yeni atanan tecrübeli diplomat Mithat Rende bütün bunları Türkiye’ye düzenli olarak aktardığını söylüyor ve “Yani kalkınırken yoksulları unutmayacaksın, yoksul ile fakir arasındaki uçurumu kapattığın sürece OECD listesinde ön sırada yer alacaksın. Kalkınırken çevreyi kirletmeyeceksin. Ne kadar adilsin, güvenilirsin, şeffafsın, hukukun ne kadar sağlam, bütün bunlar artık büyüme kriterleri olacak. Ve bütün bunları bir arada götürebilirsen 21’inci yüzyılın kalkınan ülkeleri arasına girebileceksin” diyor.

“Değişmeyen tek şey değişim”
Dünya, ekonomi ve büyüme dengeleri değişir de OECD değişmez mi? Elbette 2 bin 500 uzmanın çalıştığı OECD kendi durumunu da masaya yatırıyor. Artık refahın doğuya kaydığını gören OECD kendi önemini ve güncelliğini yitirmemek için de yapısal önlemler alıyor. Bu yolda hazırladığı Güneydoğu Asya programı ile özellikle Çin’e yaklaşıyor. Dünya başdöndürücü hızla değişiyor diye başladık, yine aynı sözle bitiriyorum. Değişmeyen tek şey değişim ve bu değişimi algılayamayan, daha adil ve sorumlu bir büyüme gerçekleştirmeyen ülkeleri bekleyen tek gelecek “doğal seleksiyon”.

Yazının devamı...
Le Monde’un iki dev “bilgi militanı”
4 Mayıs 2014

Eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile ilgili yolsuzluk dosyaları hala Fransız savcılarına fazla mesai yaptırıyor. Le Monde muhabirleri Gerard Davet ve Fabrice Lhomme, geçtiğimiz hafta Libya eski lideri Kaddafi’nin Sarkozy’ye milyonlarca Euro seçim yardımı yaptığı yolundaki iddialarla ilgili açılan soruşturmaya bağlı olarak yeni bir skandal ortaya çıkardı.

Sarkozy’nin Yargıtay’dan üst düzey bir savcıyı satın aldığı ve L’Oreal soruşturma dosyasına ilişkin bilgileri sızdırdığını yazdılar. Savcılar Sarkozy’yi ve avukatını dinleyerek bunu ortaya çıkarmışlar. L’Oreal skandalı, Karaçi skandalı, derken şimdi bir de ‘köstebek savcı ve telefon dinleme’ skandalı patlak verdi. Savcı intihara teşebbüs etti. Avukatlar ‘bizi dinleyemezsiniz’ diye kıyameti kopardı. Adalet Bakanı istifa noktasında...

Bütün bunların altında Fransa’da da giderek kaybolan ‘araştırmacı gazetecilik’ geleneğinin en güçlü iki isminin imzası var. Gerard Davet ve Fabrice Lhomme...

Bu iki gazeteci haberi, basın toplantılarından değil, derin araştırmalarından süzerek üretiyorlar. Sarkozy onların yüzünden yasaları değiştirdi, kimliği bilinmeyen kişiler evlerine girdi, telefon listeleri didik didik edildi.

Ama onlar hala ülkenin en büyük gazetesinde yazmaya devam ediyorlar. “Halka söylenen değil halktan saklanan gerçek haberdir” diyen iki gazeteci, güçlerini arkalarındaki sağlam yargı ve mesleki desteğe borçlular. Ne sağ, ne sol, siyasetle ilgilenmediklerini “Biz yalnızca bilginin militanıyız” diyerek anlatıyorlar. Sarkozy’ye ait ses kayıtlarının patladığı gün, Le Monde’un iki güçlü araştırmacı gazetecisi ile Paris’te görüştük. Mesleğimiz açısından son derece önemli şeyler söylediler. “Dünyada bu iş nasıl oluyor?” sorusunun yanıtını merak edenler için hayli önemli bulduğum söyleşiyi araya girmeden aktarıyorum.

Neden araştırmacı gazeteciliği seçtiniz?
Gerard Davet: Fabrice ve benim mesleğe ve olaylara bakışımız birbirine çok yakın. Olayların sunulduğu biçimi değil, olduğu biçimini merak ediyoruz. Basın toplantıları, röportajlarda anlatılanları aktaran meslektaşlara da saygımız var ama bizim ilgimizi çekmiyor. İnsanların ne olup bittiğinden haberdar olmaları hakları var. Genelde haberleri olmuyor çünkü...
Fabrice Lhomme: Gazeteciliğe başlar başlamaz daha tanımını bilmeden araştırmacı gazetecilik tutkum olduğunu fark ettim. Çok sonraları yaptığımıza araştırmacı gazetecilik dendiğini öğrendim. Fransa’da araştırmadan çok, analiz kültürü var, olup bitenleri yorumluyorlar. Ama gerçek bilgi, yeni bir gerçeğe ulaşmak ve bundan herkesi haberdar etmek ayrı bir tutku.

Ne kadar süredir birlikte çalışıyorsunuz?
Gerard Davet: 23 yıl önce ilk araştırmacı gazetecilik haberimizi birlikte patlattık. O günden bu yana birlikte çalışıyoruz.

Fransa’da araştırmacı gazetecinin riskleri neler? Hayati risk, iş güvenliği, hapis riski var mı?
Davet- Lhomme: Sanıyorum Türkiye ya da Ukrayna gibi demokrasilerde daha riskli bu meslek. Ama Fransa görece kurumları oturmuş bir demokratik cumhuriyet. Fabrice, Karaçi olayı nedeniyle takibe uğradı. Telefon listelerimizden kaynaklarımıza ulaşmaya çalıştılar. Fransa’da eski güvenlikçilerin ya da istihbaratçıların kurduğu bazı özel güvenlik kurumları var. Bizi takibe almak, fizik olarak rahatsız etmek, elimizdeki belgelerin çalınması gibi işler olduğunda resmi istihbarat değil, bu özel güvenlik şirketleri devreye giriyor. Ama gazete her zaman arkamızda. Hapis ya da can güvenliği ya da işini kaybetme riski pek yok.

Siz Fransa’da en çok gizli belge ve ses kaydı yayınlayan iki gazetecisiniz. Yasal sınırlarınız nedir?
Davet: Yasa net değil bu konuda. Yasal olarak ele geçirdiğimiz belge içinde ne olduğunu yazma hakkına sahibiz. Ama belgenin kendisini basma hakkımız yok. Tabi, emin olduğumuz belgeleri bazen yayınlayarak risk alıyoruz. Belgenin kendisini basarsak gazeteci ve sorumlu yazı işleri müdürü hakkında dava açılabiliyor. Patronların elbette yasal sorumluluğu yok.

L’Oreal skandalında milyarder Bettencourt’un gizli telefon görüşmelerini yayınladınız. Bütçe bakanı düştü. Sarkozy hakimlere günlerce ifade verdi. Sizin hakkınızda dava açıldı mı?
Lhomme: Benim hakkımda bu konuda soruşturma açıldı, özel hayata saldırı ididiasıyla. Bir dava var ama umuyorum kazanacağım. Çünkü, gizli belge yayınlanmaktan yargılanıyorum ama belgeyi alan ben değilim. Kaynağım. İkincisi de biz kayıtlardaki özel yaşamla ilgili bütün bölümleri eledik. Sadece yolsuzlukla, halkı ilgilendiren kısımlarını yayınladık. Mesela Bettencourt, biraz bunak, kızının bir yahudi ile evlenmesinden memnun değil, tuhaf ırkçılık benzeri sözler ediyor. Yazsak geniş yer alır, ama biz kişisel her şeyi eledik.
Bu noktada ‘kaynağın gizliliği’ gündeme geliyor. Yargı önünde kaynağınızı açıklamak zorunda mısınız?
Davet: 2010’da Sarkozy bir yasa çıkardı. Gazeteciler kaynaklarını saklayabilirler, ama “devletin temel çıkarlarına dokunan konular hariç” ifadesini ekledi. Gazetecileri koruyormuş gibi yapıp, aslında bizi ve kaynaklarımızı kontrol etmek istediler. Bettencourt olayında bunu yapmak istediler.

“Siz radyoaktifsiniz”

Başardılar mı?
Lhomme:
Kaynaklarımızı tehdit ettiler. Bu yasanın ardından bizimle konuşmak istemeyen kaynak sayısı arttı. Bizi görenler, “Aman, size konuşamayız, siz radyoaktifsiniz” dediler. Gerard’ın telefon faturalarını izlediler, kiminle konuştuğunu tespit etmek için, ikimizin evine de hırsız girdi... Ama şimdi François Hollande gazetecilerin kaynaklarının gizliliği ile ilgili bir yasa geçirmek istiyor. Bu yasa bütün bu nedenlerle çok önemli.

Türkiye’de olup bitenleri izliyor musunuz?
Davet: Elbette... Olup bitenler hakikaten mesleki açıdan çok ilginç. Araştıracak ne kadar çok konu var. Türkiye’de gazeteci olmak çok heyecanlı olmalı...Özellikle yayınlanan kasetler...

Hükümet bu kayıtların sahte olduğunu savunuyor. Fransa’da süreç nasıl işlerdi?
Davet: Bu işin çözümü basit. Önce “bu tape’lerin inanılırlığı nedir?” sorusu sorulurdu. Hızla yargı tarafından analiz edilirdi. Adalet, savcılar devreye girer ve 2 ay kadar kısa sürede bu kayıtların gerçek olup olmadığı, şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya çıkarılırdı. Kasetler sahte ise sorumluları, gerçekse kasette konuşanlar yargıya hesap verirdi.

Lhomme: İsviçre’de hesapları çıkan Bütçe Bakanı Jerome Cahuzac olayına bakın. 20 yıl önce açıp kapattığı bir hesabı sadece inkar ettiği ve yalan söylediği için gitti. Aylarca kasetleri inkar etti. Ama hukuk olaya el koydu ve kısa sürede olayı çözdü.

Davet: Eski Başbakan Dominique de Villepin’in durumuna bakın. Clearstream davasında sadece General Rondot’nun küçük bir el yazısı vardı, Sarkozy ile ilgili iddiaların araştırılmasını istiyordu. Ortada ses kaydı falan yoktu. Ama Villepin’in siyasi hayatı bitti. Fransa’da iktidara karşı denetim çok güçlü. Ciddi bir medya gücü var. Gücünü özgürlüğünden alıyor. En önemlisi de Cumhurbaşkanı bile olsa politikacıları sorgulayan güçlü soruşturma hakimleri var.

“Sarkozy sağdaki herkesten çok daha iyi”

Sarkozy sizin yazdığınız tüm skandallardan kurtardı kendisini ama...
Lhomme: Biz bilgi militanlarıyız. Sağ, sol hiç umrumuzda değil. Sağcı cumhurbaşkanı Sarkozy’nin de, solcu bakan Cahuzac skandalının da üzerine gittik. Bizi sadece doğru belge ve bilgi ilgilendiriyor. Sarkozy’nin kurtulmasına gelince, gerçek olan bir şey var ki Sarkozy çok güçlü ve hakkında delil yok. Sarkozy’nin etrafında yolsuzluğa bulaşan herkes yeni çıkan skandalda adı geçen danışmanı Patrick Buisson, Claude Gueant, Patrick Balkany, Nicolas Bazir, hatta UMP Genel Başkanı Jean François Cope düşecek. Ama Sarkozy, hala ayakta. En ağır dosya olan Betencourt davasından bile beraat etti. Bu da bizi hiç rahatsız eden bir durum değil. Yargılamak yargının işi. Belki de gerçekten dürüst. Ya da ekibinden birisi hakkında bir şey ortaya çıkınca hemen kordonu kesiyor ve kendisine ulaşmasını engelliyor. Bunu belirlemek yargının işi, bizim değil.

Neden Fransız sağı bu kadar yolsuzlukla anılıyor?
Davet: Çünkü Fransız sağı doğrudan iş dünyasıyla yakın bağlantıda. Üstelik daha uzun sürede iktidarda kaldılar. O yüzden sağ yolsuzluğa soldan daha meyilli. Sol, var oluş nedenleri gereği sermaye ile mesafeli ve daha az iktidar oluyor.

Türkiye’de de Fransa’da da bu olayların aydınlatılması için kilit makam yargı anlaşılan:
Lhomme-Davet: Birinci kural gazetecileri ve kaynaklarını koruyan yasaların güçlü olması. Ama elbette Fransa’daki soruşturma hakimliği var. Çok önemli bir kurum. Güçlü ve bağımsız hakimler korkusuzca ve tarafsızca olayları soruşturabiliyorlar. Hatırlarsanız Sarkozy, hakkında L’Oreal skandalı patlak verince bu kurumu kaldırmaya kalktı. Kıyamet koptu. Muhalefet, yargı dernekleri, kurumları ve medya hakimlere sahip çıktı. Bu çok çok önemli. İşin bütün sihiri burada. Güçlü ve bağımsız yargı herkesin güvencesi. Yolsuzluk iddiasını ortaya atanın da, iddiaya maruz kalanın da...

Yazının devamı...
Liberation krizi: Hüzünlü bir yol hikayesi
12 Mart 2014

Liberation, geçen yıl kaydettiği yüzde 15 satış düşüşle, Fransız basını içinde en hızlı tiraj kaybeden gazete oldu. 100 bin satış rakamına gerileyen gazete 2013 yılında 1 milyon Euro’dan fazla zarar etti. Liberation krizinin nedeni, tüm dünyada yazılı basını etkileyen nedenle aynı. İnternet teknolojisi. Teknolojinin gelişimiyle birlikte gazeteler bir yandan yeni teknolojileri ve bu teknolojinin getirdiği yeni okuma kültürünü yakalamaya, bunu yaparak da kağıt baskının yaşadığı krize çıkış arıyor.

Tanınan işadamı Edouard de Rotschild ve işadamı Bruno Ledoux, Liberation’un yüzde 52’sini elinde tutan iki ana hissedar. Bu ikili, krizden çıkmak için çalışanlarla yürüttüğü pazarlıkta farklı, kendi aralarında farklı bir formül çalışıyorlar. Ama “Yeni değişim projesi” daha sendika ile tartışmaya oturmadan, Bruno Ledoux’nun e-mailinden sızınca çalışanlarda şok etkisi yaptı.

LIBERATION'DAN LIBELAND'E
Yeni Değişim Planına göre, Liberation sadece kağıt üzerinde basılan bir gazete olmaktan çıkarılacak. Gazetenin, Rue Berenger’deki 8 katlı, 4 bin 500 metrekarelik tarihi ve otantik binası boşaltılacak. Bina, televizyon ve radyo stüdyosu, sosyal medya bürosu, dijital haber odası, lokanta, bar, konferans salonu gibi servislerin bulunduğu, kar getiren bir kültür merkezine dönüştürülecek. Özetle bir ‘Libeland’ yaratılacak. Yani gazete sosyal medyaya, gazete binası ise kültür merkezine dönüşecek.

Hissedar Bruno Ledoux bu değişim planını, Jean Paul Sartre’ın bundan tam 40 yıl önce gazeteyi kurduğu “Le Flore” Cafe’sine gönderme yaparak, “21. Yüzyılın Flore’unu yaratacağız” diye sunuyor. Ledoux, Edouard de Rotschild ile birlikte gazetenin yüzde 52 hissesini elinde tutuyor. Hissedarlar, bu projenin hayata geçmemesi durumunda gazetenin batmasının kaçınılmaz olduğunu dile getiriyor. Ledoux bu değişimi kendi cümleleriyle şöyle aktarıyor: “Bu yeni mekan herkese açık olacak. Gazeteci, sanatçı, yazar, filozof, politikacı, tasarımcı... herkese. Nasıl Sartre, bundan 40 yıl önce Fransız basınına yeni bir ruh getirdiyse, aynı ruhla biz de 21. yy’ın Flore’unu yaratacağız. Bütün politik, ekonomik ve kültürel eğilimlerin buluştuğu bir Liberation evreni. Elbette Liberation markasının gücüyle. Net bir editoryal çizgi ve yaşayabilir bir ekonomik model bulmak zorundayız. Biri olmadan yalnızca diğeriyle devam edemeyiz. Bu haliyle duvarın önündeyiz, toslamaya bir adım kaldı”

Gazete çalışanları ilk tepki olarak Perşembe günü greve çıktı. Cuma günü Liberation bayilerde yoktu. Okur şaşkındı. Öğleden sonra 15.00’e kadar internet sayfası da yenilenmedi. Ama zaten krizde olan gazetelerini daha çok zayıflatmak istemeyen Liberation çalışanları greve son verdiler ve basın tarihinde yerini alacak bir hamleyle çalıştıkları gazeteye kendilerini haber yaptılar. Ve gazete manşetiyle yönetimin planını tüm detaylarıyla eleştirip, neden greve gittiklerini açıkladılar.

Cumartesi sabahı Liberation’un manşeti (yandaki fotoda) dev puntolarla, “Nous sommes un journal/Biz gazeteyiz! Restorant, sosyal medya, kültür evi, televizyon stüdyosu ya da bar değiliz” oldu. Gazete hissedarlarından sızan e-posta’da çalışanlar için kullanılan “rangard/kötü, ya da eski kafalı” gibi sert sözler ve gazetenin geleceğine ilişkin değişim planı meslektaşlarımızı belli ki çok öfkelendirmişti.

Gazetenin her katında, yıllardır çalıştıkları Liberation’un kapanacağı endişe ve gelecek korkusu meslektaşlarımızın yüzünden okunuyor. Yandaki resimde Liberation’daki hava az çok yansıyor. Umutsuzca planı dinleyen gazete çalışanları krizden çıkış yöntemi konusunda yönetimle hemfikir değil. Ama burada güzel olan gazetecilerin emek verdikleri gazeteye sahip çıkmaları, hissedarı, çalışanı ve okuru ile birlikte sağlam bir aile gibi, okuyucunun önünde demokratik bir tartışmayı yürütebiliyor olmaları. Bu inanılmaz önemli bir gazetecilik kültürü. Liberation’u Liberation yapan bu 3’lü çünkü...

Grev kararı oylanırken
Çalışanlar, yönetimin mali maceralar ararken, koskoca Liberation’u yok etmesinden korkuyor. Gazeteci Robert Maggiori, gazetede yayınladığı açık mektubunda yönetime; “Siz de, biz de gazetenin bu krizden çıkmasını istiyoruz. Bu gazete bizim ve biz de en az sizin kadar kurtulmasını istiyoruz. Ama aynı şey için mi mücadele ediyoruz ? Hayır! Siz ‘şirketinizi’, biz ise ‘gazetemizi’ kurtarmak istiyoruz. Sizin bu söze gülümseyerek bakıp ‘eğer şirket olmazsa gazete de olmaz’ deyişinizi görür gibiyim. Ama sadece şunu söylemek istiyorum, bir gazete sadece bir şirket değildir. Editoryal gücü, güçlü çizgisi, haber ağı, kaliteli gazeteciliği ile vardır. Ve markaya gücünü veren bu ağırlıktır” diyor.

GAZETEYİ 40 YILDIR OKUYAN LIBERATION TUTKUNLARI NE DİYOR?
İlginç bir şekilde okurdan Liberation çalışanlarına “daha cesur olun, değişimden korkmayın” mesajı geliyor. Liberation tutkunu sadık okurları, çalışanları sosyal medyadan bu planının “ o kadar da korkulacak” bir plan olmadığını, “21’inci yüzyılda artık farklı araçlarla gazetecilik yapılmasının kaçınılmaz olduğunu” söylüyor. Gazeteye bağışta bulunacak kadar tutkun bir okur, “Liberation yaşasın istiyorum. Ama çalışanların bize yazdığı 5 sayfalık açıklamanın tutuculuğu karşında şok oldum” diyor. Bir başkası, “Nedir bu kadar korkutucu olan bu projede? Liberation sevdiğim bir marka ve değişirse de izlemeye devam edeceğim. Eğer bir Libe sosyal medyası oluşursa hemen abone olurum. Bunu zaten eski tarzıyla Forum sayfalarında yapıyordunuz. Her durumda seçme şansınız var mı? Başka bir şey bulmak lazım ve bildiğim kadarıyla çalışanlar hiçbir şey önermediler” diyor.

Bu tartışma aslında medyanın günümüzdeki geçirdiği sancılı değişim açısından son derece önemli, gazetecilik okullarına ders olacak bir tartışma. Görünen o ki, 21’inci yüzyılın teknolojisiyle değişen sosyal ve kültürel ilişkilere adaptasyon kaçınılmaz. Bu elbette yayın kalitesinin düşmesi anlamına gelmiyor ama yayın araçlarının değişimini yakalamak zorunluluğu doğuyor. Hepimizin zaman zaman şikayet ettiği sosyal medya haberciliği Fransız medyasının da en büyük şikayeti. Şimdiki haliyle mesleğin kalitesini düşürdüğü ortak kabul. Liberation çalışanlarının bu endişesini paylaşmamak elde değil. Ancak teknolojiyi takip etmeyenin, onun iyi kullanımını sağlayacak yeni etik kuralları oluşturmanın da kaçınılmaz olduğu bir gerçek.
Medya zor ve sancılı bir dönemden geçiyor. Bugün dünya farklı. Yaşamın en sert kanunu olan “doğal seleksiyon” medya sektöründe çok sert hissediliyor. Çözüm ‘ikisini de dengeleyebilecek, ekonomik olarak da sürdürülebilir bir formül üzerinde anlaşmak, yani ortak akılda buluşmak’ gibi görünüyor. Daha yaratıcı, daha cesur, daha girişimci bir formül. Ama gazetecilik kalitesinden de taviz vermeden. Umarım gazeteler bu zorlu virajı da geçer. Sonuçta, ‘evet, sosyal medya var’ ama doğru/yanlış her bilginin aktığı günümüzde gerçek gazeteciliğe her zamankinden çok ihtiyaç var.

Yazının devamı...