(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Yonca Tokbaş - Kelebek" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Yonca Tokbaş - Kelebek" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Yonca Tokbaş - Kelebek

Yonca Tokbaş - Kelebek

Kadınlığın Madonna Hali
22 Aralık 2016

Madonna, sahneye çıkıp müthiş güçlü, cesur, ve açık kalpli bir konuşma yaptı.
“34 yıl boyunca bariz cinsiyetçilik, kadın düşmanlığı, aralıksız zorbalık ve bitmek bilmeyen tacizlere rağmen kariyerime devam etme savaşımı ve mesleğimdeki yeteneğimi kabul ettiğiniz için teşekkürler” dedi... Bunları demekle yetinmedi, tecavüze uğradığını o sahneye mıhlanmış gibi dururken, nefesini tutup sesi titreye titreye açıkladı.
O an Madonna ile beraber ben de nefesimi tuttum.
Ben de titredim...
Sadece sahnede devleşmeyen bir kadın Madonna. Yaptığı her şeyle cüssesinden büyük bir cesareti ve gücü var. Ve o da o an, kalbini açıp başından geçen olayı anlatırken küçücük savunmasız bir serçecik gibi oldu... Durdu.
En sade kelimelerle, en yalın cümlelerle konuştu. Tak tak tak.
Sadeliğin gücüydü yine. Duruşu vardı. Bacakları açık, başka bir hareket etmeden. Dimdik.
Bir an durdum ve onun bile, geldiği şu günde, şu güçte onun da geçmişi taciz, tecavüz, zorbalık dolu yahu dedim... O da şiddete maruz kalmış bir kadın dedim...
Bunca sene sonra, geldiği şu Dünya Starı konumunda, hâlâ daha savaşmak ve türlü çeşit yargılamayla uğraşmak zorunda.
En büyük, en güçlü şey kalbini açmak diye düşünen beni haklı çıkardı bir bakıma.
Madonna ayakta dimdik durup kalbini açarak meydan okudu dünya zorbalığına, ikiyüzlülüğüne, sözde kadın tarafında görünüp kadın üzerinden geçinen herkese...
Ve yıllar önce yaşadığı tecavüzü anlatırken, sesi çocuk gibi titreyen, gözleri dolan, bir süre konuşamayan, yine de dimdik durup o sahnede herkesin önünde ağlamamak için gerçekten kendini zor tutan, çabalayan kadın da Madonna.
Günün sonunda o da bir kadın... Sen ben gibi ve güç de tam bu aslında.
“Hayattaki en büyük başarım hâlâ ayakta kalmak” dedi.
Daha ne deseydi ki!
34 yıldır hayatımızda sınırları her daim zorlayan, herkesi ters köşeye yatıran, ikiyüzlülükleri şak diye gözümüzün önüne açık seçik seren ve dahası hep trend yaratan bu kadın.
Hem de ne kadın ama!
Feministlere de laf çaktı... “Beni feminist kabul etmiyorlar ama feministim” dedi, ki bence de öyle.
Konuşmasını dinledikten sonra bunca yıldır en zor anımda gelip gidip dinlediğim “You’ll See”yi bir daha dinledim... Sözleri bir başka içime işledi bu defa...
Madonna’nın konuşmasını eğer izlemediyseniz, bulun izleyin derim.
Etkilendim.
Yonca
“Like a Virgin”

Dövme sevdası

Kendi ülkesi hakkında sabahtan akşama bu kadar kötü konuşan başka insanların olduğu bir yer daha var mı? 43 senedir aynı kötülükleri duyuyorum.
Sürekli kendi insanını, kendi toprağını, osunu busunu bu kadar döven, bu kadar kendine acıyan, bu kadar ezikleyen başka bir ülke insanı ile hiç tanışmadım. Ülkesi per perişan açlıktan, vehametten sürünen insanlarda bile bir onur, bir gurur, bir duruş var ülkesine, vatanına dair.
Bu kadar ağır cümleleri bir bitkiye söylesen çürür... Herkes pozitiflikten bahsederken bile sürekli negatif...
Kendini iyi hissederken iyiyim demiyor... Demeye demeye de iyi olmuyor... Hani eli belinde cırlayabilen bir tip olmak istiyorum bazen... Yeter be yeter.. Kapayın şu bet çenenizi diye...
Sonra annem utanır benden, ben de aslında sonra pişman olurum diye böyle terbiyeli cümleler kurmaya çalışıyorum, ondan sonra neden uzun yazıyorsun filan falan...
Yonca
“çat çut”

Yazının devamı...
Kırılma noktası
18 Aralık 2016

Bunu hiç düşündünüz mü?
Yani terör, bomba, vahşet, dehşete dair ne yapabiliriz? Yastan başka, lanet okuma ve karartma eylemlerinden başka bir şey düşündük mü, en en en kişisel bazda?
Hafta geçmeden katliam, terör, bomba, patlama, ölüm ölüm ölüm...
Cumartesi sabahı hayli güzel bir güne uyanmıştım.
Cuma günü gittiğim 53 km bisiklet yarışında İskoç bir ekiple tanışmıştım, www.findingyourfeet.net diye.
Ayakları, elleri olmayan insanlara protez için bağış toplayıp onlara bisiklet kullanmayı öğretiyorlardı.
Dünyanın her yerinde küçücük gibi duran ama kocaman farklar yaratan insanlar var diye mutlu olmuştum.
Cumartesi sabahı uyandığımda çocuklar gibi şendim. Hangimiz değildik ki!
Ta kaç zaman öncesinden o güne çocuklarımızın her sene yapmayı en sevdiği şey için buluşma vardı.
“Zor bir şeyi mümkün olduğunca kalpten anlatmaya çalışacağım” diyerek başladım Instagram’da yazmaya ve şöyle devam ettim, derin nefesler alarak:
“Telefonu elime aldım ve yaklaşık 10 farklı Whatsapp grubundan korkunç haberi aldım. Haberi kocam da söylemişti. Kötü haberden kaçamıyoruz ki zaten.
Sonra telefonda yağmaya başlayan kareler, lanetler, ‘alışmayacağız’lar, ‘inadına’lar, karartmalar, isyanlar, görüntüler... Ardı arkası kesilmedi hiçbirinin.”
Sosyal medya ayrı, telefona gelen mesajlar ayrı ayrı ölüm kokuyordu.
İnsanın yaşadığı üzüntü, hüzün, acı -atıyorum birse- 15 bine çıkıyordu. Her paylaşımda ayrı ve yeniden derinden acı.
Kalakaldım ekranlar, mesajlar karşısında.
“Terörün reklamı bu!” dedim...
“Vahşetin, ölümün reklamı, pazarlaması bu!
Büyüttüğümüz, beslediğimiz, çoğalttığımız duygu da bu!
Ölüm sevenlere prim tammm da bu!” diye yazdım.
Duramadım devam ettim...
“Alışmayacağız diyerek alıştığımız tek şey de bu! Terör ve ölüm!
Şimdi hepimiz bütün üzüntümüzle beraber illa da hayatımıza devam ediyoruz aslında bu ekranların diğer ucunda değil mi!
Alıştığımız tek şey ikiyüzlü yaşama mahkumiyet!
Ölü sayısının artışına alışmaya mahkumiyet!
Benim beslemek, büyütmek, yaşatmak, reklamını yapmak istediğim şeyler bunlar değil! Özgürlük, dürüstlük, barış, adalet, sevgi, aşk, hayat, umut beslemek, büyütmek istiyorum ben.
Hemen kalktım, ‘kendime sihir yapıyorum’ dedim.
Zeytin dalı tacımın fotoğrafını çektim.
Başıma takıp ‘arkadaşıma bisikletimle gideceğim’ dedim.
Arkadaşım evinde, çocuklara özel bu günü büyük özenle planlamıştı çünkü.
Çocukların da günü dört gözle beklediğini düşünerek, en güzel şekilde geçirmelerine çalışacağım” dedim.
Çocukların günahı nedir ki!
“Ben de çocuk Yonca olarak onlarla beraber elimden geleni yapacağım” diye ekledim.
“En küçüğü ne kadar çok güler ve mutlu olursa o kadar çok ona kitleneceğim” diye de yazdım.
Öyle de yaptım. Bu yaşadığımı da saklamadım. Mış gibi yapmadım. Yapmak is-te-mi-yo-rum. Esas mış gibiciliğe alışmayacağım.
Aramızdaki en bızdık, en küçük çocuk güldükçe, mutlu olup seke seke koşturdukça gözümü ondan ayırmadım.
Yazımı şöyle noktaladım:
“Ben ayık kalmak, bu kötülüğün içine çekilip öyle veya böyle parçası, prim vereni, reklam yapanı olmak istemiyorum!
Bu ortamın ve terörün beni ikiyüzlü yapmasına da izin vermek istemiyorum!
Anlatmak istediğimi tüm samimiyetimle anlatabilmiş olduğumu umuyorum... Hadi yüreğim ha gayret! Cesaret...”
Bu dediklerimi de yaptım. Neysem o oldum.
Çocuklarımızın gözünün içindeki mutluluğa baktım, şükrettim.
Hepimizin başı sağ olsun. Hepimizin.
Ama en büyük acı sevdiklerini kaybeden ailelerin. Onlara ne kadar sabır dilesek az.
Sorumluluk almayanlardan da ne kadar utansak, o kadar az. Sorumluluk almak erdemdir. Erdem yoksunluğu içinde yüzüyoruz.
Bir karar aldım...
Bundan sonra ne köşemde, ne kişisel alanlarımda, ne sosyal medya hesaplarımda ölümü, terörü, kötülüğü besleyen, çoğaltan, kabartan, terörü işine gelen cümle içinde kullanan, lanet kararma vesaire içeren tek kelime yazmayacağım.
Belki de kırılma noktası dediğim, değişim dediğim şey budur.
Benim de elimden gelen belki budur.
Benden teröre, ölüme can yok...
Yonca
“ölüm-süz”

Yazının devamı...
İhtimam ve mutluluk
15 Aralık 2016

Hani bazen bir şeyi dinlersiniz de duymazsınız ama, bir gün gelir duyduğunuzda çarpılırsınız ya...
İşte o an, öyle bir andı.
Ben “ihtimam” kelimesiyle tanıştım.
Özen. İtina. Dikkat...
Bütün bu kelimeleri barındırıyor ihtimam. Ve hatta daha da fazlasını.
Ama tek başına hepsini öyle bir yüklenip barındırıyor ki, insanın içi titriyor değil mi?
Çok yüklü, çok dolu dolu böyle...
Bu kelimeyi duyduğum ve önemini kavradığım ilk andan beri, benim için bir başka kıymetli.
Ne çok düşünüyorum ihtimamı anlatamam.
Bir çeşit ilaç, bir çeşit zehir gibi ihtimam... 
İnsanı ya öldürüyor ya ömrünü uzatıyor.
Hangi ruh halimde kalktıysam o gün, ona göre kullanıyorum kelimeyi kalbimde.
İşime geldiği gibi tabii!
Kadın olmak böyle bir şey.
Tek kelime üzerine kendine dünyanın en büyük romanını yazıp oynamak, gülmek, ağlamak...
Bazı zamanlar bu kelimeyi duyduğumda kendimi 5 yaşımda hissediyorum, bazen 500.
İnsan hep ihtimam istiyor, ihtiyaç duyuyor.
İnsan ihtimam görünce mutlu oluyor!
Hele şu ara, Allah’ım ne zor günlerden geçiyoruz. Bitmek bilmeyen acıyla sınanmak ne korkunç bir işkence. İstanbul’da giden canlar, Halep’ten gelen haberler, o çocukların halleri...
Mesela ben mutlu olmayı, mutluluğumu taştan çıkarmayı biliyorum derdim, şu ara geberiyorum mutsuzluktan.
Oysa benim kendi çocukluğum bana mutluluğu tercih etmeyi öğretti.
Geçen hafta kızımla bu konu üzerinde konuştuk. Pek zor bir konuydu. Beni biraz sarstı, allak bullak etti. Çok düşündürdü.
Kızıma göre ben sürekli çok enerjik ve mutluyum.
Peki ben sürekli mutlu muyum?
Hayır.
Destina’ya da bunu söyledim. Dünya garip bir şeye dönüştü dedim.
Mesela şu ara hayli kötüyüm, dahası bayağı hüngür hüngür ağlıyorum, kızımla konuşurken de ağlıyordum.
“Mesela şu an kendimi çekip, ‘Alın size bu da gerçek! Ben de ağlıyorum, ben de mutsuz, dertli, yıkık dökük oluyorum’ desem, diyemiyorum” dedim.
Çünkü ilgi mi istiyorum, dengesiz miyim, manyak mıyım bunu paylaşıyorum ya da insanların orada canları gitmiş, evlatlarını defnediyorlar, ben perişan olsam kaç yazar ki!
O yüzden bekliyorsun mutluluğu ve onu paylaşıyorsun. Ya da minicik şeyden gördüğün mutluluğu paylaşıyorsun.
Bu sefer de “ayol bu kadarı da fazla” lafları yiyorsun.
Yani neysen osun ama tam da o olamıyorsun aslında.
Her şey çok karışık bir hâl aldı hayatlarımızda. Ben çıkamıyorum içinden, evlatlarımız nasıl çıksın bilmem.
Bildiğim şu, mutlu olmak için çok çabalayan biriyim. Küçük şeylerden mutluluk duymayı seviyorum, bunu hayat amacı edindim.
Kimi zaman mutlu olacak halim de, isteğim de, enerjim de yok. Ama hadi hadi hadi Yonca diyorum, elbet şükredecek bir şeyin vardır be!
Bul onu şükret.
Yoksa canım çok yanıyor be arkadaş. Çok acıyor.
Bana ne iyi geliyor, ne canımı daha az acıtıyor onu buluyorum, yapıyorum.
Minnacık bir şey, ama ona tutunuyorum.
Öylesine iflah olmaz bir u-mutluluk dini mensubuyum.
Ben mutluluğa, mutlu olmaya, mutlu etmeye inanıyorum.
Bunun için ne kadar çok zorlandığımı, ne kadar çok çalıştığımı, uğraştığımı ve eleştirildiğimi bir bilseniz!
Mutsuzluk çok kolay oldu.
Mutluluk da zor.
“Mutlu aşk şiiri olmaz” demişti bir şair. Doğru.
Veya şunu fark ettim, derdini anlatmak için 40 saat veriyorsan, mutluluğunu anlatasın o kadar da yok. Tek cümleyle bitiyor.
Zaten bizde türlü inanış var, “çok gülersen ağlarsın”dan tut, “deme nazar olursun”a kadar.
Mutluluğu hep kısa geçiyoruz, üzerinde durmuyoruz o küçük mutlulukların. Belki de ondan kısalıyor mutluluklarımız, ondan azalıyor.
Bazen de, senin mutlu olma çaban, ortamda umut bulma azmin birilerini ya sinir ediyor, ya fazla geliyor ya da sıkıyor.
Hatta kimi zaman en yakının bundan bunalıyor veya kendini kötü hissediyor.
Yani senin sen olma halin, en sevdiğine yara açabiliyor.
Ne yaman çelişki, ne içinden çıkılmaz bir kalp sıkışması.
Yara bere içindeyim o an, ama, vazgeçemiyorum kendimden.
İnsan kendi olma halinden nasıl vazgeçer ki, hastalanmadan...
Yine de hayatta zoru başarmaktan, mutlu olmayı bilmekten de zor olan bir şey var.
Mış.
İnsanın her şeyden önce, olan biten tüm saçmalığın ortasında kendine ihtimam göstermesi!
Kendime ihtimam göstermeyi biliyor muyum?
Hiç sanmıyorum.
İhtimamı kendi kendime illa bir veresim var.
Var da...
Tam vericem bi gülme tutuyo!
Yonca
“itinayla”

Yazının devamı...
Büyü de gel çocuk
8 Aralık 2016

Yine cuma günüydü. 22 yıl önce, 9 Aralık... 10 Aralık da cumartesiydi.
Finallerimiz vardı onlara çalışacaktık ama biz, ev arkadaşım Elif’le müzik dinliyorduk. Sertab Erener’in kaseti yeni çıkmıştı.
“Lâ’l”.
Durduk yerde efkarlı, duygusal bir geceydi. Hava da soğuktu.
“Rüya” çalıyordu
Hadi yüreğim ha gayret!
Hele sıkı dur hele sabret 
Başını eğme dik tut 
Bu bir rüyaydı farz et 
Şimdi o gece de, ev de gözümün önüne geldi.
Barbaros Bulvarı’na çok yakın bir apartmandaydı ev.
Bütün ev halı kaplıydı, mavi halı.
Pencereleri açtın mı cadde sesi eve dolardı. Bir de hava kirliliği.
Odalarımız evin arka tarafında olduğundan ve kot farkından bir duvara baktığından, o gürültü odalara varmazdı. Yağmur sesi duvara çarptıkça, başka türlü bir sesi olurdu. Camı açar uyurdum, hava elverince.
O duvarı garip bir şekilde severdim o zamanlar. Bana güven verdiği bile olmuştu.
Oysa şimdi duvarlara bakamıyorum.
Duvara bakan, duvara yakın yerler beni inanılmaz daraltıyor.
Elif’le hayattan, ailelerimizden konuşuyorduk.
“Masal” çalıyordu...
Bir varmış bir yokmuş dünya masalmış 
Her yolcudan bu handa hoş seda kalmış 
Gökten üç elma düşmüş yuvarlanmış 
Herkes payına düşen elmayı almış 
Ben çarşamba akşamı telefonda babamla tartışmıştım.
Çok haksızca bir tepki vermişti. Ben de yine bana güvenmiyor, yine paranoyalar yapıyor diye sinirlenip, telefonu neredeyse suratına kapamıştım.
İlla bir kavga ederdik. İlla bir dik dik bakışırdık. İlla horozlanırdık.
“Gel Barışalım Artık” çalıyordu...
Yok mu senin insafın yok mu 
Bir güler yüzün çok mu 
Dağ mısın taş mısın 
O gece Elif’e de babamla olan bu çok itiş kakışlı ilişkimi anlatıyordum.
“Yine kavga ettik babamla” dedim, “Çok üzülüyorum buna” dedim.
Allah korusun ona bir şey olsa, çok üzülürüm.
Babam ölse... “Hiç hazır değilim Elif” dedim.
“Büyü de Gel Çocuk” çalıyordu...
Büyü de gel çocuk büyü de gel
Hadi o yolları yürü de gel
Sonra yattık uyuduk.
Sabah telefon çok erken çaldı.
Annem:
“Yonca baban. Baban iyi değil. Hastane... Kalp krizi. Gel.”
Sonrası çok fazla telefon trafiği, yetişilemeyen uçak, havalimanında bir ankesörlü telefonda anladığım gerçek.
Zaten o sabah telefonu açtığımda her şeyin çoktan bitmiş gitmiş olduğu...
Ben bir gece önce hiç hazır değilim demiştim zaten.
Of o nasıl bir sızı, bak yazarken boğazım, bademciklerim patlayacak tam şu an...
“Lâ’l” çalıyor. Kafamda yine şu an.
Bir bulut olsam, yüklenip yağsam 
Dökülsem damla damla toprağıma 
Bir deli nehir, bir asi rüzgar 
Olup kavuşsam üzüm bağlarıma 
22 sene olmuş, babam gideli.
22 sene boyunca amma çok hesaplaşma, ne çok kırılma, ne çok affetme, ne çok isyan yaşadım. 22 sene daha büyüdüm.
Babamın yokluğunda babamı çözdüm, anladım. En çok da kendimi anladım. Gün geldi resmen yokluğuna soru sorup cevap bekledim. İşaretleri cevap belledim.
Acı ve sevdiğin birini kaybetmek en çok sana seni anlama zamanı veriyor belki de.
Babamın gidişidir beni yazmaya getiren.
Hayat... Ne garip.
Zaman insana hasretle yaşamayı öğretiyor.
Dargın değilim çalsın şimdi madem.
Üzgünüm gidenler için 
Üzgünüm bitenler için 
Sadece çok üzgünüm 
Dargın değilim 

Yazının devamı...
Öpüşmek güzeldir
4 Aralık 2016

Bayılarak, heyecanlanarak, duygulanarak izliyorum.
Halit Ergenç saygı uyandırıyor bende.
Müthiş bir gücü var oynadığı her rolde.
Sesi, bakışları... Neyse o duygu; o duyguyu yansıtış şeklini izlemeyi seviyorum.
Bergüzar Korel’le dizide de karı-koca olmaları da o kadar hoşuma gitti ki.
Ama en çok da dizinin savaşın ne bela bir şey olduğunu ve buna rağmen savaşların insan bazında kardeşliği öldüremeyebileceğini, mahalle arasındaki arkadaşlıkların o savaşın vahşeti içinde bile yaşanabildiğini gösterişini sevdim dizide...
Nefret ekmiyor içime bu dizi...
Anlayış ekiyor...
Zamanın ruhu denen şeyi değerlendirme düşüncesi ekiyor.
Bir de “Cesur ve Güzel” var.
Allah’ım dizi bana “Güzele bakmak sevaptır” dedirtiyor.
Hem Tuba Büyüküstün hem Kıvanç Tatlıtuğ çok güzel yahu.
İnsan Tuba’yı izlerken gidip saçını kestirmek ister. Ben istiyorum.
Kıvanç Tatlıtuğ olgunlaştıkça izlenesi bir adam oldu. İzlerken içimden geçen cümleler bunlar.
Bir tek şunu düşündüm; Tuba Büyüküstün her oynadığı rolde aynı kadın tipini canlandırıyor. Hem âşık, hem nazlı... Oysa bence çok daha farklı karakterleri de canlandırabilecek bir kadın oyuncu... Oyunculuk çeperini genişletebileceğine inanıyorum. Farklı rollere girmek, girebilmek müthiş bir oyunculuk yetisi. Zinciri kırmak önemli diye düşünüyorum.
Ve nasıl dayanıp saçlarımı gidip kestirmeyeceğim bilemiyorum...
Son bir şey; dizilerde öpüşen insan gördüğüme bu kadar sevineceğim aklıma gelmezdi. O kadar acayipleşmişiz yani.
Dizilerde de, sokaklarda da aşkla öpüşen insanlar görmek istiyorum nokta net.
Bu arada, dizileri TV’den izlemiyorum.
Kanalların internet sitelerine girip oradan, boş zamanımda izlemeyi seviyorum.
Hani zaman benim zamanım ya, patronu olup istediğim şekilde kullanmayı ve yönetmeyi seviyorum.
Yonca
“mucuk”

Kendime not

Şu kocaman evrende küçücüksün Yonca.
Ne zaman büyük oluyorsun biliyor musun?
Evrensel değerler açısından değişmesine inandığın bir şey rahatsızlık uyandırıp bütün kapılar kapanınca.
Kalbin kırılıyor.
Anlam veremiyorsun, çözümü olan kritik bir soruna insanlar neden Çin Seddi çeker?
O zaman işte esas gücünün farkına varıyorsun.
Benim için bu hep böyle oldu. Ne zaman yapmak istediğim bir şey tepki aldı, sorun çıktı, anladım ki doğru yoldayım ve hassas bir yere dokunmaktayım.
Yani, mutlaka o konuda bir yere varmalıyım, bir şey yapmalıyım.
İşte o zaman, tam da o yerde durup inandığın şeyler için bambaşka ve seni acıttığı gibi kimseyi acıtmayan, saygı ile varabileceğin bir çözüm bulup devam edeceksin yola...
Nitekim çaresi olmayan tek şey ölüm.
Ve her şey bir yana Yoncacım, ne demiş Cemal Süreya?
“Hayat kısa kuşlar uçuyor...”
Yonca
“serçe”

Yazının devamı...
2009’dan bugüne
10 Kasım 2016

Gelip ilk defa 8 km koştuğumda yıl 2009’du.
Çıldırmıştım üzüntümden.
Dünyaya nasıl bas bas duyurmadığımızı, dünya markalarının neden sahiplenmediğini, bu kadar önemli bir spor olayının nasıl bu kadar yalnız bırakılabildiğini yazdığımda tarih 18 Ekim 2009’du.
Eğer arama motoruna “Dünya markaları uyuyorlar mı - Yonca Tokbaş” yazarsanız, yazımı okuyabilirsiniz. Bence okuyun da.
Bugün bu yazıyı yazmadan açtım okudum, hoşuma gitti.
Tüm hayal ettiklerim gerçek oldu çünkü.
O zamanlar bana “Ne koşuyorsun, madalya mı veriyorlar?” diyenler koşmaya başladı.
Bana “Koşu yazısını kimse okumaz boşa yazıyorsun” diyenler de ellerinde koşuya dair çeviri kitapları, “Yonca sen de koşunun kitabını yazmalısın” diyorlar.
Ben de o zamanlar çömez bir koşucuydum. Koşuya dair hiçbir bilgim yoktu.
Boğaz Köprüsü’nü Anadolu’dan Avrupa’ya koşarak geçince hayatımın değişeceğine inanmıştım.
Öyle de oldu.
¡¡¡
Adım Adım ile o sene köprüyü geçerken tanıştım.
Türkiye’nin tek ve en büyük iyilik hareketi Adım Adım’dır diye onlarca kez yazdım. “Başımıza gelen en iyi şeydir Adım Adım” dedim. Çünkü öyle.
Hem sana iyi gelen sporunu yapıyorsun hem de toplumda kanayan yaraya merhem olan bir STK için kaynak yaratıyorsun. Yani oturduğun yerden şikayetçi olmak yerine, hem spor yapıyor hem de çevreni harekete geçiyorsun ve soruna çözüm oluyorsun.
Sen de kazanıyorsun, sivil toplum da. Hem bireysel hakkın olan hareket özgürlüğünü hem de çok ihtiyacımız olan birlikte harekete geçme yetini kullanıyorsun.
Ben Adım Adım ile tanışıp; TEGV, TOFD, TEMA ve ardından TOG için kaynak yaratmak için koşmaya ve yazmaya başladığımda Adım Adım bir avuç insandı. Şimdi kocaman bir kitle hareketi.
Bütün arkadaşlarım bu pazar günü İstanbul Maratonu’nda bir STK için koşuyor olacak.
Bense bu hafta sonu gelemiyorum iyi mi!
Gelebilsem, TOG ile kurduğum Anadolu Arıları projemiz adına arı kılığımla TOFD’den tekerlekli sandalyede bir arkadaşımızı iten ekiple
15 km koşardım. Sonra maraton koşanların yanına desteğe giderdim. Moral verir, sesim kısılana kadar “Ha gayret!” der, avuçlarım patlayana kadar alkış tutardım.
¡¡¡
TOG ile, Türkiye’ye arı sevgisi anlatmaya çalıştığımı biliyorsunuz. Şu ahir ömrümde hayata geçirdiğim en özel şeydir Anadolu Arıları, benim için, hayat için, dünya için.
Arı yoksa hayat yok çünkü.
Canım Anadolu, dünyanın en sağlıklı, en büyük, en korunup sahip çıkılası arı kolonilerine sahip.
TOG’lu gençler, tıpkı arılar gibi işleyen yapılarıyla, arı gibi çalışkanlıklarıyla, Türkiye çapında arı sevgisi anlatıyorlar.
Önceki senelerde projenin fikir annesi ve kurucusu olarak tek başıma koşar, kaynak bulur bağış toplardım.
TOG gençlerine “Arı Sevgisi” eğitimini bu kaynakla verir, onların da projelerini hayata geçirmelerine destek olurduk. 
Bu sene ben İstanbul Maratonu’nda fiziken bulunamıyorum ve Anadolu arılarım için arı kostümümle koşamıyorum ama bu sefer de bir başka ilki başarıyoruz.
TOG’lu 4 arı sevgilisi genç; Yağmur Pal, Tolga Güldütuna, Zeliha Gül, Fahri Can Söğüt, hem Vodafone İstanbul Maratonu’nda Anadolu Arıları için koşarak kaynak yaratacaklar hem de diğer TOG’lu gençler ile yeni projelere imza atacaklar. 
Sizler de onlara ve Anadolu arıları projemize destek olmak isterseniz aşağıdaki linkler aracılığıyla bağış yapabilirsiniz.
O küçücük arının ömürlük çabasıyla bize verdiği hayat, sağlık, besin kaynakları adına...
Öyle çok istiyorum ki onları desteklemenizi!
Gençlerim aracılığıyla Anadolu Arıları projemiz için bağış yapmak isterseniz aşağıdaki linkler emrinizde.
Yağmur Pal: https://ipk.adimadim.org/kampanya/CC9479
Tolga Güldütuna: https://ipk.adimadim.org/kampanya/CC9820
Zeliha Gül: https://ipk.adimadim.org/kampanya/CC10997
Fahri Can Söğüt: https://ipk.adimadim.org/kampanya/CC9526
Linkler zor geldiyse, aşağıdaki hesaba EFT/Havale de yapabilirsiniz.
Banka/Şube: Denizbank / Eminönü Şubesi 
Hesap Sahibi: Toplum Gönüllüleri Vakfı 
Hesabın IBAN numarası : TR 49 0013 4000 0017 7898 1000 20
Açıklama bölümüne CC ile başlayan koşucu kodunu yazmayı unutmayın lütfen:
Yağmur Pal CC9479, Tolga Güldütuna CC9820, Zeliha Gül CC10997, Fahri Can Söğüt CC9526... Gençlere ve arılara sağlık!
Yonca

Yazının devamı...
Kasım geldi bile ve bu yazı kadınlara
30 Ekim 2016

“Gelişi dün gibi” dediğim koca yılın geçmek bilmeyen günleri varken, bir baktım gitmesine 1 ay kalmış.
Bu sene şu ana kadar sürekli: “Vay be amma sarsıldık/dalgalandık durulduk/duvara çarptık/topladık/düştük/kalktık/yara sardık/acıdı/geçti/geçmedi/deşti/olan oldu bir kere/çok şükür yine de yaşıyoruz/ölüyoruz” gibi milyar fiili art arda sıralayabileceğimiz bir yıl oldu.
Şu an hatırlamıyorum neredeydi ama yakın zamanda bana “Sen işten ayrıldıktan sonra mı dünya olaylarını kendine dert edindin de yollara düştün” dedi.
“Yok” dedim, “Cümle öyle değil”!
“Ben, kara kutunun içinden çıkınca bu dünyanın hangi derdine umut olurum, ne işe yararım, neler yapabilirim onu gördüm. Dert edinmedim, umutlandım!” dedim. Sonra kendi cümlemden kendim etkilendim. Bir hoşuma gitti o pat diye verdiğim cevap, çünkü tam da öyle. Kalktım bu cümle üzerine kadının harekete geçme ve geçirme gücüne dair 10 milyar cümle daha ekledim, düşündüm notlar aldım, yazdım.
O da yetmedi, bu konuyu herkese her ortamda sürekli söylenen “anda kalmanın önemi” olayına bağladım.
Nereye kafamı çevirsem sürekli “Şekerim anı yaşa, anda kal” deniyor. İyi tamam canım ben de biliyorum “akışta olmak, anda kalmak” nefis, nefis de; sen bana o iş nasıl oluyor onu anlat, onu yaşat çünkü demekle olmuyor.
O an geliyor ve ben ya hep çok gerisindeyim, ya çok ötesinde.
Sonra bir baktım bu sinir olduğum cümlenin içine girmeyi başarmışım bir şekilde.
Yani anda kalmayı. Anı yaşamayı başarmışım... Başardığım anlar var hatta artık.
Evet, yaşarken etrafımdaki şükredecek şeyleri görmeyi bilen bir tipim ama, anda kalmayı hissetmek harbi kolay bir şey değil. Bir şey oluyor da oluyor o anda kalmak. Ve gerçekten müthiş bir güç o!
Ben de bunun üzerine oturdum bir de güzel “nasıl da anda kaldım” onu yazdım işte. Kendi “anda kalma” deneyimimi yazdım yani. Belli mi olur birilerinin işine yarar diye.
Bu yazı da, o yazı da yine Yonca usulü tarhana çorbası gibi oldu. Çok karışık.
O “anda nasıl kaldım” yazısını “Oturduğun yerde kafayı yiyorsun” başlığıyla Elele dergimin kasım sayısına yazdım. (Şimdi bayilerde, reklam da yapayım madem).
Yazımın sonlarına doğru yazdığım aşağıdaki şu kısmı da, neden bilmem, buraya alıntılayarak bu haftaya başlamak istedim.
“Kadınız biz kadın...
Daldan dala konan, aynı anda yüz elli bin işi halledip çözen anlayan bir bünye bu.
Kullanın bütün gücünüzü sonuna kadar.
Hiçbir şey bitmedi...
Sen bitti demeden bitmez. Sen başlatırsın istedin mi.
Başlayın gari.
Yola çıkın.
Yaparsınız her istediğinizi.”
Kimseyi değil, içinizden gelen o sesi dinleyin.
Başkasının esiri değil, kendinizin cesareti olun.
Hadi hepimize iyi haftalar.
Yonca
“cesaret”

Yazının devamı...
Dünyanın en hızlı
27 Ekim 2016

Ne zaman bir yerde bi “en” var, o yer bir çekim oluşturuyor orası kesin.
Hiç anlam veremediğim bir “Dünyanın en yüksek binası” mesela binlerce insanın görmek istediği bir çekim alanı oluyor.
En hızlı araba var. En büyük göl var, en küçük ada var...
En hızlı maraton da var.
Berlin Maratonu.
En hızlı denmesinin nedeni de, 42 kilometre 195 metrelik maratonda dünya rekorlarının mutlaka orada kırılıyor olması.
Koşanlar aleminde kim Berlin Maratonu’na gidiyorum dese, “ooo dünyanın en hızlı maratonu” dersin, öyle bir ün işte.
Geçen hafta sonu sürekli bunu düşündüm Belek’te, ikinci kez yapılan Gloria Ironman 70.3 sırasında.
Ironman’lere sordum, organizasyon yetkililerine sordum, dünyanın birçok şehrinde Ironman yarışlarına katılmış şampiyonlara, arkadaşlarıma, koçlara, sporculara sordum teyid etmek ve düşüncemi doğrulamak için.
Öyle bir parkur, öyle bir ortam yaratılmış ki, evet Gloria Ironman 70.3 dünyanın en hızlı 70.3 Ironman yarışı olur.
Haklı ve hak edilmiş o “en hızlı” namını salar ve tüm sporcular rekorlarını kırmaya, en iyi derecelerini yapmaya gelirler.
1.9 kilometrelik yüzme için start alınan yer Gloria Serenity Resort müthiş bir tesis.
Aynı tesis içinde koştum, aynı mekanda koşmaktan korkarken 21 kilometre nasıl geçti anlamadım.
Resmen bi çeşit orman, göletler, yeşillik içinde süzüldük.
Yüzmeye oradan başlıyor oraya dönüyor, 90 kilometrelik bisiklet için de yine oradan start alıp orada finiş yapıyor ve 21 kilometrelik yarı maraton için koşmaya yine oradan başlayıp Gloria Sports Arena’da bitiriyorsun.
Finiş yaptığın yer, muazzam bir spor arenası. Otel, tamamen spora, sporcuya odaklı bir yer.
İniş çıkış ve eğimin az olduğu bir yarı Ironman parkuru yaratılmış. Dolayısıyla inanılmaz hızlı ilerliyor yarış.
Açıkçası böyle iyi ve ince detay düşünülmüş bir spor kompleksi ağzımı açık bıraktı.
Buz havuzuna kadar vardı daha ne olsun.
Dubai’de antrenman yaparken gittiğim olimpik havuzu ve etrafındaki sadece bisiklete özel 180 kilometrelik parkuru gördükçe kıskançlığımdan çatlıyordum.
Rahmetli Nuri Özaltın gerçekten vizyon sahibi biriymiş.
Hayatta her şeyi bırakıp sporcu olası geliyor insanın. Sporcu olarak müthiş zevk aldım katılmaktan.
Hele de bu sene yaşadığımız bunca üzüntüye, can kaybına, teröre, bunca turist kaçıran, hayat durduran olayı düşününce, gelen yabancı sporcuların karşılaştığı bu olağanüstü manzara ve ülkelerine dönüşte anlatacaklarını düşününce, ne desem mutlu oldum, gurur ve onur duydum.
Spor turizmi diye yazmıştım size geçtiğimiz hafta.
Spor turizminden de öte bir şeydi.
Bizler orada yarışırken, aileler, küçük çocuklar, pusetlerinde bebeler de bu şahane ortamdan nasiplendi.
Gönüllüler beni benden aldı bir teşekkür de onlara.
Son yarışmacıyı beklerken o genç gönüllülerin ve tüm ekibin gösterdiği coşkudur en büyük takdiri hak eden.
Biz Kuzenbirlik takım olarak çok eğlenerek yarışı tamamladık.
Dahası bizim için, kuralları ayrı, antrenmanı ayrı zorlayıcı Ironman olayına giriş için müthiş bir deneyim oldu.
Müthiş gaza geldim.
Seneye Kuzenbirlik olarak yine orada olur ama bireysel yarışırız dedik.
Bir de, birbirini spora teşvik etmek, spor yapan aile ferdine destek vermek, anlayış göstermek, yanında olmak insanın kimyasını, hayatını, çoluk çocuğunu iyi yönde etkileyen bir şey.
Bu dediğimi de yazın bi kenara.
Her spor organizasyonu insana birlik, barış, anlayış, spor terbiyesi, dayanışma öğretiyor...
Bizim memleketin en çok ihtiyaç duyduğu şeyler bunlar.
İlgi ve desteklerimize...
Yonca
“takım kaptanı”

Yazının devamı...