(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Figen Batur" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Figen Batur" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Figen Batur

Bodrum efsaneleri
10 Ağustos 2013

İki haftadır hakiki Bodrumluları yazmayı sürdürüyorum. Nasıl biter ki Bodrum’u Bodrum yapan güzelim insanlar kuytulara çekilmişken? Çolak Erol’la başlayalım: Lakabı Çolak çünkü çolak... Sağ kolunun dirsekten altını kaptırmış kayışa, asker dönüşünde.
Çolak Erol dendiğinde akan sular duruyor İçmeler’de. İçmeler dediğin Bodrum’da tekneciliğin kalbinin attığı yer... Çolak da İçmeler’in en büyük tersanesi Ağanlar Denizcilik’in sahibi. Onun efsanesi elinden çıkan tekneler.
Öyle ki hemen herkes aynı şeyi anlatıyor hakkında: “Onun tek eliyle yaptığını iki eliyle yapan çıkamadı bugüne kadar.” Öyle güzel tekneler yaparmış ki insan koyda salınan, rıhtımda yatan, yüzlercesinin arasında hangisi onun sol eliyle attığı imza çabucacık anlarmış.
Ailesi Giritli. Dedesiyle amcasını Antalya açıklarında deniz aldığında 11 yaşında. Sadece gemi değil sermaye de batıyor o fırtınada… Kalanlar Bodrum’a göçüyor. O ilkokulu bitirir bitirmez kendi deyişiyle ‘sanat’a giriyor. Ustası yardım etsin diye çağırdığında kaybediyor kolunu...“Üzülmediniz mi?” diye soruyorum. “Üzüldüm tabii” diyor… “Ama bana sanatı öğreten için değil bir kol, can feda.” Kim bilir kaç tekne yaptı tek eliyle ama teknesi yok... Hiç olmamış. İnsan bir tane olsun kendisi için yapmaz mı? “Hayatım boyunca borçlu yaşadım ben... Borcu bitirdim, işi oğullarıma devrettim.” Niye bütün deniz hikâyelerinde hep hüzün var?

ÖMRÜNÜ MÜZEYE YATIRDI

Sizi bilmem ama ben hayatımda hiçbir müzeyi kuran kişiyle gezmedim. Bodrum Müzesi hariç… 27 yıl müze müdürlüğü yapan Oğuz Alpözen’le müzenin girişindeki kahvede buluşuyoruz... Buradaki insanların yaşı olmadığından “Kaç yaşındasınız?” diye sorarak başlıyorum. Gölgesinde soluklandığımız ulu ağaçları göstererek “Hepsinden gencim” diyor. Hepsini elleriyle dikmiş çünkü. 2005’te emekli olmuş, kendisinden sonra bir çivi çakılmadığını söylediği Bodrum Sualtı Müzesi’nden. “1962’de bir perşembe günü geldim ilk kez buraya. Perşembe değil de başka bir gün gelseydim, hayatımı başka seyir alırdı” diyor.
Meğer Georges Buss liderliğinde Klidonya sualtı kazısı yapan ekip haftalık pazar alışverişini yapmak üzere her perşembe karaya gelir, sonra da pancar motoruyla dört saat uzaklıktaki batığa dönermiş. Oğuz Bey pazar yerinde kazıda gönüllü çalışan gençlerle tanışıp peşlerine takılmış. Takılış o takılış. Âşık olmuş sualtına, Bodrum’a... Ömrünü müzeye yatırmacasına.
Buraya bir lise öğrencisi olarak geldiğim 70’lerde bile haraptı kale… Kuleleri yıkık, merdiven taşları sökük, heybetli duruşuna rağmen boynu büküktü. Bürokrasinin ağır işleyen çarklarıyla, hiçbir şeyi onarmaya yetmeyen ödeneklerle ve attığı her adım için açılan soruşturmalarla boğuşa boğuşa geçmiş yıllar.
“Eser yoktu elimizde sergileyecek, yoktan yarattım bu müzeyi. Yerli halkın sevgisini de iki maymunla kazandım” diyor. Bakmış ki süngere dalıp amforayı bulanlar bile zahmet edip müzeye getirmiyor çıkardığı eseri, iki maymun getirtmiş. Bekçilerin karıları eteklerinde çocukları öğle yemeklerini getirirken çocuklar maymunları görmüş, diğer çocuklara anlatmış. Çocuklar tutturunca, ana babalar veletleri kaleye getirmek zorunda kalmış. Hevesli genç müzeci o iki maymun sayesinde yerli halkla tanışıp güvenlerini kazanmış. Biraz anlattıktan sonra, “birazdan kapanır müze, haydi gezelim…” diyor. İngiliz kulesi, Alman kulesi, Uluburun batığı, Karya Prensesi derken içinde forsa iskeletleri bulunan zindan kapısının önünde duruyoruz. Üzerindeki taşa kazınmış ince bir yazıyı gösteriyor: İNDE DEUS ABEST. “Başımı az ağrıtmadı bu yazı” diyor öfkeli bir sesle. “Ağır cezada yargılandım bunun yüzünden. Neymiş, onu oraya ben kazıtmışım. Bu iftirayı da attılar… ‘Tanrının bulunmadığı yer’ diye yazmış adam kapıya. Yazacak tabii, burası zindan. Daha da diyecek şey yok” diyor.

DEFİLE YAPMADIĞI YER KALMADI

Üçüncü durağımız Saruhan İren. Bodrum’un en eski sitelerinden İrem Sitesi’ne doğru yol alıyoruz. Balkona kuruluyoruz.“1977’de geldik rahmetli Ökten’le” diye anlatmaya başlıyor Saruhan İren. “Ökten mimardı, TNT Oteli’ni yapması için teklif aldı, kabul etti. Yerleştik, 1982’de bu eve geçtik. Ökten işe koyuldu, bana sıkıntı bastı. Boş duramam ben. Akademiyi bitirmişim, yetmemiş yanına konservatuarı eklemişim. Aynı anda iki okula gidip yirmili yaşlarımı helak etmişim, evde oturmak için mi? Kostüm bölümündendim, sıkıntıyı alt etmek için yerel kumaşlarla kaftanlar dikmeye başladım. Yaptıklarımı ‘Kral’ın Dükkânı’na bıraktım. Kapışıldı. Derken defileler başladı. Afişinden davetiyesine her şeyini ellerimle yaptığım temalı defileler düzenledim 30 yıl boyunca. Model yoktu, Bodrum’un meslek sahibi tüm güzel kadınları çıktılar podyuma. Balerinler, ateş dansçıları... Defileden çok gösteri. Sponsor da istemem, bana biri bir yer versin yeter. Bodrum’da defile yapmadığım köşe kalmadı. Hepsi büyük ses getirdi. Birini yapamadım ama. Defileye on beş gün kala şimdiki Belediye Başkanı çark etti. Ekinoks’tu teması. İçimde ukdedir… Ekinoks’u yapıp, sonra da bırakacağım...”
Evi tam bir Bodrum evi… Duvarda Avni Arbaş’ın yaptığı portresi, Ayfer Karamani ve sevgili kocası Öktem’le çekilmiş onlarca resmi. Çok özlüyor belli…

Yazının devamı...
Bodrum’da dimdik yaşayan iki kadın
2 Ağustos 2013

Doğu’da zaman, ‘öldürülmesi gereken’ bir şeydir. Anadolu’da herhangi bir kahveyi hıncahınç dolduran kalabalığa “Ne yapıyorsunuz burada?” diye sorduğunuzda, alacağınız yanıt yalnızca basmakalıp bir deyiş değil, aynı zamanda bir gerçekliktir de. “Vakit öldürüyoruz” derler. Yalnızca emekli oldukları için değildir vakti öldürülmesi gereken bir şey olarak görmeleri.Vaktin kendisi öldürülecek bir şeydir zihnin işleyişinde... Murathan Mungan’ın ‘Hayat Atölyesi’ kitabında karşıma çıkan bu satırları okurken içimden “Cümlenin başındaki Doğu’yu kaldır yerine yurdumun herhangi bir köşesinin adını koy olur” diye geçirdim. Geçen haftaki ‘Hakiki Bodrum’ yazısı bilen, özleyen, duymuş ama görmemiş olduğuna hayıflanan birçok insan tarafından hüzne bulaşmış bir coşkuyla karşılandı. Bu hafta, hakiki Bodrum’u kendi bildiklerince yaşayan iki kadınla devam ediyorum. Zamanı öldürülecek bir şey olarak görmeyen iki kadın, yalpalamadan yaşayan...

MONET’NİN BAHÇESİNDE GİBİ

Öğle sıcağında Geriş’e gitmek üzere yola koyuluyoruz. Bir zamanların bu kuş uçmaz kervan geçmez köyü de talandan nasibini almış. Eskiden Geriş’e dolambaçlı daracık bir yoldan çıkılır, o yol kıvrıla kıvrıla köyün çeşmeli küçük meydanında sona ererdi. Titi’nin evi de meydana açılan sokaklardan birindeydi. Yalıkavak bitiminde zar zor Geriş’e çıkan yolu buluyorum. Yol gene aynı ebatta ve gene aynı kargacık burgacıklıkta. Ama garibimin iki yanına o kadar çok ev yapılmış ki tanıyana aşk ola… Ne zaman ki ömrümde gördüğüm en sakil, kale evin önünden geçiyoruz yanlış yöne gidiyoruz izlenimine kapılıyorum. Böyle bir köyün yamacına dahası böyle bir yolun kenarına sahiplerinin muhtemelen ‘malikâne’ diye adlandırdığı bir ev kondurmak düpedüz görgüsüzlük. Biraz daha ilerleyince bildiğim meydana geliyoruz. Heyy gidi günler heyy.
Titi’nin, yakın dostu Birol Kutadgu’nun peşi sıra Geriş’e yerleştiği günlere gidiyor çekirge aklım. Su yok, elektrik desen bir var bir yok. Gidenin gidemediği, dönenin dönemediği zamanlar...
Titi, İtalyan ama benden daha Türk. Bu eylül Türkiye’ye gelişinin 50’nci yılını kutlayacakmış. Geriş’in tepesinde sayıları her gün azalan Musandıra evlerden birinde oturuyor. Musandıra ev demek; Bodrumlu Rumlardan kalma, iki katlı, kalın mı kalın duvarları olan güneş kollanarak açılmış küçük pencereleri sayesinde yazın serin kışın sıcak tutan, tek çivi çakılmaksızın, gram çimento kullanılmaksızın yapılan ev demek. Önündeki küçük bahçe bildiğin Monet’nin bahçesi... Ortasından ufak bir derenin aktığı her yanından bitki, çiçek fışkıran üstelik her köşesine Titi’nin elinin değdiği belli ‘tuhaf’ bir bahçe. Tuhaflık derken, kuru dallar üzerine geçirilmiş yumurta kabukları mı istersin, nilüferlerle dolu derede plastik ördek mi ararsın, bir dala iliştirilivermiş Venedik işi dantel şemsiye mi, ne istersen var. “Titi” diyorum “Hadi anlat...”
Elini sinek kovalar gibi havada salladıktan sonra “Boş versene, bildiğin yaz işte” diyor. “Meşhur uçak hikâyesini anlatsana” diye üsteliyorum. Dayanamıyor güzelim aksanlı Türkçesiyle anlatmaya başlıyor: “Türkiye’ye geleli üç-dört yıl olmuş, Türkçeyi çatır çatır konuşuyorum, babaannem vefat etti. Babama geliyorum diye bir telgraf çektim: Arrivo con Uçak! Milano’ya vardım, evin kapısını babam açtı, arkama baktı ‘Uçak nerede?’ diye sordu. Saf saf, ‘Nerede olacak, havaalanında’ diye cevap verdim. Bu sefer o anlamadı ‘Niye gelmedi’ dedi, ‘Yatağını da hazırlamıştık halbuki!’ Avione yerine uçak yazmışım telgrafa. O da uçağı erkek arkadaşım zannetmiş. Bir de Katolik ya, yatağı evin benim odaya en uzak köşesine yaptırtmış.” “Nasıl geldin, niye kaldın ve hadi kaldın diyelim niye Milano’ya dönmek yerine emekliliğini Geriş’te geçirmeye karar verdin?” diye soruyorum. Yüzüme ters ters bakıyor.
“Emekliliği de nereden çıkardın” diyor. Titi, Sevim Çavdar’la çalıştı bin küsur yıl. Bin küsur yıl Devlet Tiyatroları ve Devlet Operası’nın en heybetli oyunlarının kostümlerini hazırladılar birlikte. Bir Türkle, kulağı çınlasın Cengiz Tacer’le evlendi. Cengiz bir süre sonra yurt dışına gitmek istedi, Titi istemedi, ayrıldılar. Sonrası İstanbul, sonrası deli dolu yıllar, sonrası rahmetli Ahmet Çapa sayesinde Bodrum’la tanışma... 95’ten beri burada. Yerleşmek için Bodrum’un olabilecek en kuytu köşesini seçti. Ancak Türklerin beton iştahını öngöremedi. O minnacık evinde minicik bir atölyesi var. İnanılmaz güzellikte hatlar yapıyor. Ünlü hattatların hatlarını ileride antika olacak kusursuzlukta kumaşlara işliyor. Tezgâhtakini soruyorum, “Besmele” diyor. Görür görmez anlamadım diye de bir güzel azarlıyor..

YARIMADANIN EN İYİSİ: HAVVA

Bu seriyi hazırlarken bir tek onunla ilgili not tutmadım, hikâyesi mıh gibi aklımda çünkü. Havva ile iki yıl önce tanıştım. Yazdım da..
Doğduğunda nerede öleceği belli olanların soyundan geliyordu, köylüydü. Ne yapacağı ne yapmayacağı, kaçında evlenip ne kadar doğuracağı alnına kazınmasa da aklına kazınmışlardandı. Egeliydi. Erkeği, rahvan kadını dörtnal bir coğrafyada doğmuş burada serpilmişti. Bu işe başlamasının müsebbibi Amerikalı Frank onu uluslararası Slow Food’un İtalya’da düzenlendiği ünlü etkinliğe davet ettiğinde başta teyyare korkusu olmak üzere kimselere diyemediği binlerce kâbusla baş başa kalmıştı. Gitse bir dert, kalsa ayrı. Gitti ve kendi deyişiyle ‘adını terihe gazidi’...
Hikâyesi şöyle: Geriş’e benzer ama bozulmamış başka bir köydür Yukarı Gökçebel. İşte o köyde yiyip içtiklerini yetiştirip tüketen bir aile yaşar. Bahçesi, bostanı, kümesi, keçisi, danası, ineği olan bir aile. Tamam toprak verir nimeti, karın doyar da çocuğun okulunun masrafı çıkmaz. Havva da kafasına koymuştur oğlunu okutacaktır. Ama hangi parayla? İçini karalar bağladığı günlerden birinde Frank denen tanrı misafiri çıkagelir. Ona bir kahvaltı çıkarır ve hayatı değişir. Bazen bir kitap okumakla değişmez, kahvaltıyla da değişir hayat. Frank, Havva’nın kendi bahçesinde ektiği, kendi açtığı, kendi pişirdiği ve önüne koyduğu mütevazı kahvaltıdan o kadar etkilenir ki onu bu işi yapması için teşvik eder. Arkası çorap söküğü... İki masa atarak başladığı kahvaltı işinde şimdi yarımadanın en iyisi. İğne atsan yere düşmüyor o salaş bahçede. Bir yandan kabakböreğini ateşe sürerken bir yandan çayları tazeliyor. Yıldırım hızıyla yanımdan geçerken “Nasılsın?” dedim, “Bitti okul çok şükür” dedi. “Eh o zaman daha az çalışırsın artık” dedim. Biraz düşündü sonra “Duramayık gayrı” dedi..
Önlüğünün önünden bir 20 TL çıkarıp burnuma salladı: “Para datlı!”

Yazının devamı...
Hakiki Bodrum
27 Temmuz 2013

Bana göre “Bodrum’a gidiyorum” demek, “Yurtdışına gidiyorum” demek gibi yuvarlak bir laf ve gidenin, gittiği yerin acemisi olduğunun birinci elden kanıtı.
Nasıl ki hiçbir zebranın çizgisi diğerininkine benzemez; Bodrum‘daki hiçbir adres de birbirine benzemez.
Bodrum’un dip dibe dizilmiş beldelerinde hayat farklı akar.

Birini seven diğerinden hazzetmez... Hazzetmezden de öte; burun büker, dudak kıvırır...
Bodrum yerlisinin de Bodrum’a yerleşmişin de tanıştığı herkese adının hemen ardından adresini sormasının nedeni budur.
Egeli değil mi, illa kestirmeden gidecek. Adresini öğrenecek ki, neyin nesisin bilecek.
Bir yere kadar haklı da.
Ama bir yere kadar...
Yaşamak için, yerleşmek için hatta gelip geçmek için seçilen adres bir ölçüde insanı ele verir ama iş onunla bitmez.
Soğan gibidir de Bodrum aynı zamanda. Kabuğunu bilen çok, soymasını bilen azdır.
Cücüğüne değebilense ondan daha da az...
Kabuk her gün, her gazetede bildiğiniz üzere, renkli fotoğraflar eşliğinde boy göstermekte.
Peki ya cücük? Ondan hiç bahis yok. Oysa Bodrum’u Bodrum yapan o cücüktür. Size dilim döndüğünce cücüğü anlatayım istedim. Kolay olmadı ama... Kuzen Yaman yardım etmese anlatamazdım da.
Anlatamazdım çünkü anlatacağım insanlara ulaşamazdım. “Hangisinden başlıyoruz?” diye soruyorum Yaman’a. “Âmâ Cengiz Kaptan’dan” diyor...

Amâ Cengiz’i gözünde kara gözlükleri, küçük teknesinin kıçına oturmuş bizi beklerken buluyoruz.
Çocukken geçirdiği hastalık nedeniyle görmez olmuş. Işığı bile seçemiyor, amma vellakkin 40 yıldır kaptanlık yapıyor.
Nasıl yapıyor akıl hafsala alır gibi değil.
Soruyorum, anlatıyor: “Dümen tutana serdümen denir. Ben kaptanım, kaptan denizi bilendir. Denize çıkılıp çıkılmayacağına karar verendir.”
Soruma sinirlendi mi ne?
Soluklanmasını fırsat bilip “Dünyadaki tek âmâ kaptan siz olmalısınız” diyecek oluyorum...
“Yok” diyor; “Bir tane daha varmış benim gibi. O da körmüş, Mississippi’de gider gelirmiş. Ama nehir kaptanlığı açık deniz kaptanlığına benzemez.”
Tamam farkını ortaya koydu.
Bodrum’a getiriyorum lafı, “Neydi, ne oldu?” diye soruyorum.
“Kirlendi bu kasaba” diyor.
“Nesi kirlendi? diye sorma sakın.” Kendi kendine konuşur gibi “Nesi kirlenmedi ki?” diye iç geçiriyor: “Havası, denizi, insanı... Hepsi kirlendi. Para kirletti burayı.”
O arada fotoğraf çekimi için açılıyoruz. Başa geçiyor, eğilip radoyu alıyor poz veriyor, elini kara gözlüklerine siper edip ufka bakıyor. Çekim bitimi kıyıya dönerken dümendeki yardımcısına “İskeleye kır, tornistan, boşa al!” diye bağırıyor.
İndiğimizde Yaman’a “Gerçekten görmüyor mu?” diye soruyorum. Hani bulanık bile olsa?
“Hayır” diyor Yaman, “Görmüyor. Sıfır! Bildiğin kör ama gördüğün gibi, bir şekilde gören kör...”

PRENSES TERZİSİ

Bodrum’un aslını soracak olursanız acımasız bir yarımadadır. Üç yanı oynak deniz, gerisi çorak toprak... Bakmayın dışarıdan nasıl göründüğüne. Gelip geçeni besler, serper serpiştirir ama kendine hayrı yoktur.
Dışarıya gösterdiği hoşgörüyü içeriye göstermez asla. Kimsenin hayatına karışmaz, doğru bildiğini ötekine dayatmaz. Bizlerin Ege’ye gelip serilme nedenimiz biraz da budur. Ama gelin bir de buraya gelen gelinlere sorun. Bence cevap belli: Tövbe!
Yaman’a nazlanmış olduğunu biliyordum Asiye Özkeskin’in. Üstelediğinde hatır için çiğ tavuk yeme geleneğinin ağır bastığını da. Hevesli değildi; kuzen hatırına kabul etmişti ve fena halde tedirgindi...
Ama hazırlanmıştı da bir yandan. Bilenin bildiği, ömürden ömür alan bir iğne işi vardır. Ondan koca bir oyayı başına sermiş, üstüne kendi elleriyle diktiği bir elbise giymiş, yetmemiş Bilun Dohmen ile Yağmur Ayaz’ı da çağırmıştı. İkisi de Bodrumlu, ikisi de güzel.
Onlar fotoğrafa hazırlanırken Asiye’yi soru yağmuruna tuttum. Anlattı iki kahkaha: “Kızım bir şey içer misin?” arası “Aman yazma!”
Yazılmayacak neydi peki?
“Kocamın öldüğünü yıllar yılı kimseye söyleyemedim. ‘Kocanız ne iş yapar?’ diye sorulduğunda oğlanların işini söyledim. Şimdi kocadım da ‘rahmetli oldu’ diyebiliyorum. Gene de yazma.”
“Peki nerede satıyorsun bu elbiseleri?” diye soruyorum. “Evde” diyor. “Nasıl biliyorlar burayı?” diyorum. “Bilen biliyor” deyip körfezin bilinen tüm prenseslerinin adlarını sıralıyor.
“Niye dükkân açmıyorsun peki?” diye soruyorum. “Adamın gözünü çıkarır Girit işi. Bir gözümü Girit işi çıkaracak, ötekini de vergi... Almayayım mersi” diyor.
Bir de, yazmazsan iki elim yakanda diye yemin verdiriyor: “Cemil İpekçi’nin de üstümde çok hakkı vardır”.

DENİZCİLER KAHVESİ

Asiye Hanım’dan sonra biraz soluklanmak, bir-iki lokma atıştırmak için Kumbahçe Mahallesi’ne yollanıyoruz.
Sonraki durak önemli. Saat dörtte cücüğün cücüğüne değmek için Denizciler Kahvesi...
Eğer Bodrum’un cücüğü yerlisiyse, cücüğünün cücüğü süngercisidir.
Yaman, Cevat Şakir’i de yakından tanıyan asırlık çınarların da orada olacağını söylüyor.
Meydandaki kahveye kararlaştırdığımız saatten hayli önce gidiyoruz. Ve hepsinin çoktaan gelmiş olduklarını görüyoruz. Merhaba, el sıkışma geldikleri için teşekkür etme faslından sonra susuyorum.
Neyi nasıl soracağımı bilmiyorum. Bir gazete yazısına sığar mı bir ummana sığmamış hayat? İçlerinde en genci 68 yaşında.
Cumhur İlik anlatmaya başlıyor. Namı diğer ‘Tıkır Tıkır Cumhur’... “15’imde başladım dalmaya” diyor; “Nargileyle dalardım. Yedi yıl süngere daldım. Sonra Amerikalı bir adamla tanıştım, adı Peter, onunla batığa dalmaya başladım. Tam 10 batık çıkardık birlikte. İzmir’den Antalya’ya bilmediğim, dalmadığım batık yoktur. Çok eser çıkardık.”
Susuyor. Sonra bir an aklına gelmiş gibi dönüp, “Ola da beni kaçakçı sanma, çıkardığım her eser müzede sergileniyor. Burada da var, İzmir’de de var” diyor.
Bu kadar.
Denizci sustu mu pir susar.

KÜREKLE ALAÇATI

Ali Yuvanç, namı diğer ‘Ladyon’un Ali’ devralıyor onun bıraktığı yerden. Yaş 87 ve felçli.
Tekerlekli sandalyesinde dimdik oturuyor. Ama zor konuşuyor.
13’ünde başlamış dalmaya. Ne nargile var o zaman ne başka şey. Ciğere kuvvet!
Peltek diliyle: “Şimdi sana masal gibi gelecek ama altı metrelik motorsuz kayıkla, çift kürek, dört kürekçi, kürek çeke çeke giderdik süngere. Ben aynacıydım...” diyor.
Anlamadığımı görünce, “Kayığın altında cam olur, dibe bakar süngeri yakalarsın, o işte” diye açıklıyor.
“Allahsız derlerdi bana, öyle disiplin vardı bende. Göz yaşına bakmazdım korkanın, inmeyenin. Dalgıç dediğin derine inecek ve süngeri kapıp gelecek. Korkmak olmaz. Bir defasında hiç unutmam, Gümüşlükten Alaçatı’ya kürek çekerek gittik. Bu eller var ya, kürek çekmekten kütük kesildi. Şimdi bile birinin karnına vursam, deler geçer!”
Gözü kıpırtısız sağ eline gidiyor. Heeyy gidi günler heyy dercesine sol elini sallıyor. Gözü ufka dalıyor...

OKURLAR İNANMAZ

Sırada Mehmet İmbat...
“Yaşınızı öğrenebilir miyim?” diye soruyorum. “Büyük oğlan 74” diyor ve hınzır hınzır gülümsüyor.
1921 doğumluymuş. Ne eder? 93 mü?
Zehir gibi bir hafıza, sular seller gibi bir anlatım... 12’sinde başlamış dalmaya. “Ben de onun gibi (Ali Yuvanç’ı gösteriyor) kürek çeke çeke gittim burden tee Urla’ya. Urla nere bilir misin? Tam iki buçuk ay sürdü yolculuk. Üç kayıkta 12 kişi... Benim dışımda şimdi hepsi rahmetli.
Cevat Şakir’i iyi tanırım. İyi adamdı ama ‘ekmeğini denizden çıkarırdı’ lafı yalan. Balık tutardı kıyıda o kadar. Nasıl çıksın ki zaten bizim gibi şafakta? Adam sürgün, her sabah gidecek, karakola imza verecek...
Bella Sombra ağaçlarını da o getirmedi Bodrum’a. Yanlış bilinir, o zaman Dr. Mümtaz belediye başkanı, o getirttiydi, balıkçı diktiydi.”
Sessizlik...
“Başka?” diye üsteliyorum.
“Başka ne olacak kızım, bizimki hayat değil ki masal. Anlatsam zaten inanmazsın. Sen inansan da okur inanmaz!
İyisi mi sen, ‘İmbat Mehmet ömrünü süngere vermiş ama evinde tek süngeri yokmuş’ diye yaz; yeter...”
Mehmet Güner Oğuz’un lakabıysa ‘Şanzıman’. “Yaşınız?” diyorum; “35!” diyor.
“Bölecek miyiz, çarpacak mıyız?” diye sorunca kahkahayı patlatıyor.
“Ben denizci değil, sanayiciyim” diyor. “Motor yaptığımdan namım ‘Şanzıman’. Denizci kasketi giyerim, denizi severim ama bunlar gibi dalmadım hiç. Ama bunlara çok emeğim geçti. Şu arkada balıkhane vardır, balıktan dönen gelir, balığı oraya indirir. Yıl 70’lerin başı... Barbunun elim kadar, kilosunun 110 kuruş olduğu zamanlar... Elin İstanbullusu gelir, kilo kilo balık alır götürür. Bir de ayıklatır! Bir gün tuttum; ‘El emeği teşekkürle ödenmez’ diye bir levha yazdırdım; geldim balıkhanenin duvarına astım. Hâlâ orada durur. Ondan sonra gelenler teşekkür etmeyi bıraktılar, ellerini ceplerine attılar. Bunlara kalsa...”

İLK MAVİ YOLCULUK

İsmet Özsarsılmaz’a da yaşını sorarak başlıyorum:
“84.5’tan 85... 7 yaşında çıktım denize. Babam süngerci. Yıl 1949, bir gün bir Yunanlı bana bir motor verdi. Taktım şırnığın kıçına balığa çıktım. Çıkış o çıkış!
Haa bi de kayığı, Fatih gibi karadan yürütmüşlüğüm var. ‘Bitez balık kaynıyor’ dedi biri, denizden gidene kadar balık kaçar, kızağa taktığımla şırnığı Bitez’e gittim. O Bitez ahalisini görecektin, hepsi faltaşı!”
Son olarak Ahmet Şerif Övcü alıyor sözü: “Yaş 81” diyor ben sormadan; “Babam da büyük babam da Bodrumlu, onlar süngerci ben turizmci.
Ciğerim yoktu, dalmadım.
1948’de 5 kuruşa liman turu attırırdım isteyene.
1955’de yedi ortak, yedi metre kayak, yedi beygir motor aldım; tam beş yıl İstanköy’e adam taşıdım.
1967’de ilk ayna kıçı aldım ve Mavi Yolculuk’u başlattım.
Harita yok, pusula da yok... Hiç unutmam Kemal Kaptan ‘Korkacak bir şey yok, hep güneşe bak Alanya’yı bulursun’ dediydi ilk seferde, bulduk alimallah...
Azra Erhat, Mina Urgan, hepsini gezdirmişliğim var.
Haa bir de toprağı bol olsun, Fikret Kızılok’u...”
Fotomuhabiri Murat, güneş düşecek diye korkuyor; bir an önce fotoğraf çekmek istiyor.
Oturduğumuz kahve ona göre değil, ilerideki iskeleyi gösteriyor: “Oraya gidebilir miyiz?” “Tabii” diyorlar. “Peki sandalye de götürebilir miyiz?” Sandalyeleri kapıyorlar.
Rap rap... Ne sendeleme ne sallanma...
Arkalarından bakıyor, “Ömrünüzün son gününe kadar keder nedir bilmeyin” diye dua ediyorum...

CEM YILMAZ MIYIM?

Fotoğraf faslı bitti ama ben de bittim. Bitmesine bittim de Allah kahretsin iş bitmedi.
Bağarasına; tabiri caizse değil, caiz; Deli İsmail ile Ümmühan’ın Bodrum’daki ödüllü ve tabelasız lokantasına gidiyoruz.
İsmail, “Vayy ablam gelmiş” diye bizi karşılıyor ve VIP masasına buyur ediyor.
VIP masası dediği, hep kendinin oturduğu mutfağın bahçeye açılan penceresinin önündeki cam masa. Koca bahçede bizi oturtabileceği başka boş masa yok çünkü. Mandalina bahçesinden lokantaya devşirilmiş büyükçe bahçedeki masaların tümü dolu. Hep dolu. Bütün yaz dolu.
Bundan altı-yedi yıl önce, annemin “Gel seninle bir çikolata sufle yiyelim” diye alıp beni götürdüğü virane Bitez evi, şimdi bilenin bildiği, tertemiz ve ‘very trendy’ bir lokanta artık.
Deli İsmail’in arkamdan saydıracağını bile bile, başarısının sırrının Ümmühan’ın inadı olduğuna inanıyorum.
Ümmühan Fethiyeli. İsmail Bitezli. Biri 40, diğeri 45 yaşında. Bir şekilde araya birileri girmiş ve görücü usulü evlenmişler. Bence İsmail’e ‘evet’ diyecek kız bulamadı aile Bitez’de, ondan Fethiye’ye uzanıvedileee’...
Üç kere görüşmüş, dördüncüde nikâh masasına oturuvimişle. Öyle anlatıyor Ümmühan.
“Saftı, şefkatliydi, deliliği yok değildi ama görmezden geldim” diyerek...
10’uncu ayda ilk çocuk.
Para yok, pul yok. İsmail üstüne maço, çalışmasına izin yok, iki yıl sabretmiş sonra attığıyla çığlığı, Aktur’daki lokantaya girmiş.
Akıllı; öğrenmiş.
Akıllı; yetmemiş kurslara gitmiş.
Akıllı olmanın değil yaratıcı olmanın önemini kavramış, kendi tariflerini geliştirmiş.
“Marmara Oteli, ödül filan almaca, bu günlere geldi. Hakkını yemeyeyim ama İsmail’in de bu başarıda payı çok: İsmail, gecenin bir ortası, hele ki nasırına basacak birini bulsun, iskemleye çıktığıyla başlıyor fıkra anlatmaya.”
VIP masasındayız ya, habire telefon çalıyor: “Alkol kullanıyor musunuz?” diye soruyor arayana. “Hee” diyor, “O zaman beş gün sonrasına iki kişilik yerimiz var...”
Sonra bana dönüp, “Ablam” diyor, birileri geliyor, bir şişe su, bir köfte, fıkra anlatayım diye bekliyor. Len Cem Yılmaz mıyım ben? Öne gaç para veriyen?
Abemin ‘eytim şart’ dimesi gibi ‘alkol şart’ dimem o yüzden!
Yiğmi liralık yiyoo, gece boyu fikra enletmemi istiyoo şerefsizle!”
Dedim ya, deli...

Yazının devamı...
Geleceğin şefleri bu okuldan yetişecek
19 Temmuz 2013

Çoğunluğu genç dinleyicilerle dolu kampus lokantasında kürsüye davet edilen kızıl saçlı genç adam konuşmasına “Okulumuza başvuran bütün öğrencilerden önce kendilerine bu mesleğin olmazsa olmazı üç özelliğe sahip olup olmadıklarını sormalarını isteriz” diye başlıyor. Bir es verdikten sonra da “Birine bile olumsuz cevap verdikleri takdirde bu sevdadan vazgeçmeleri gerektiğini yoksa hayatları boyunca mutsuz ve başarısız olmalarının kaçınılmaz olduğunu söyleriz” diye devam ediyor.
Söz konusu okul: Yeme içme dünyasının Harvard’ı kabul edilen Chicago’daki Kendall School of Culinary Arts.
Söz konusu konuşmacı: Hayatının son 15 yılını aşkla bağlı olduğu mesleğini gençlere aktarmaya adayan dünyaca ünlü şef Christopher Koetke..
Söz konusu meslek: Son yıllarda gençler arasında yıldızı her geçen gün daha da parlayan ‘şeflik’.
Söz konusu kampüs: Bilgi Üniversitesi Santral kampüsü.
Sorulmasını istediği
sorular aslında basit.
Ancak her basit soru gibi cevaplaması kolay değil. Daha doğrusu benim, “saydıklarınızın biri bile bende yok” diye cevap verebileceğim ama gençlerin samimi olsalar bile doğru yanıtlayabileceklerinden emin olmadığım türden sorular..
“Tutkulu biri misin?” sorusunu soran kaç genç tutkusuz biri olduğunu itiraf eder ki kendine...
Sadece iyi bir şef değil aynı zamanda çok da iyi bir konuşmacı olan Koetke’yi dinlemeye devam ederken bir yandan da 24 saat önce İstanbul’a geldiğini bildiğim bu mutfak sihirbazının bizzat mutfağa girip ayağının tozuyla hazırladığı ve çoğu öğrenciler tarafından servis edilen atıştırmalıklardan atıştırıyorum. Ne tatsam nefis.
Koetke konuşmasına “Şef olmak için yemeği sevmek, pişirmeyi bilmek, yedirmekten mutluluk duymak yetmez, benim anneannem de öyle biriydi ama şef değildi” diye devam edip bir şefte olması gereken özellikleri neşeli bir dille anlatıyor. Salon kulak kesiliyor... Ben de kulak kesilenlere dikkat kesiliyorum...

DÜNYADA GEÇERLİ DİPLOMA

Heyecanları yüzlerinden okunuyor ve eminim akıllarından talih kuşunun kimin başına konacağı sorusu geçiyor. Bilgi Üniversitesi’nin Kendall’la stratejik işbirliği yaparak bu yıl hayata geçirdiği ‘Gastronomi ve Mutfak Sanatları’ programı için şimdiden 360 başvuru yapılmış çünkü.
Oysa özel yetenek sınavıyla öğrenci alacak bölüme dördü tam burslu, geriye kalanı yarım burslu olmak üzere sadece 40 öğrenci alınacak.
İngilizce eğitim verecek programa katılacak öğrenciler ilk üç yılı Bilgi’de, son yılı Kendall’de okuyacak ve çifte diploma sahibi olacaklar.
O diplomaları ellerine aldıkları andan itibaren de dünyanın dört köşesinde çalışma imkânına kavuşabilecekler..
Ben gastronominin ciddi bir bilim olduğuna inananlardanım. Cem Yılmaz gibi “eğitim şart!” diyenlerden.
Dünyanın en zor mesleklerinden biridir şeflik.
Mutfak bir çıkmazdır çünkü.. Yemeğin bitmediği. Yemek aşkının tükenmediği bir çıkmaz..
Şef imzasını o çıkmazda atar işte.
İyi atarsa eğer o imza çıkmaz tükenmezle atılır ki ne yapsan silinmez.

Yazının devamı...
Para kokan marina
12 Temmuz 2013

Monte Carlo derken sesine sinen istihzayı fark etmesem “Beğendi” diyeceğim. Ama son sözünü söylemediğini bilecek kadar uzun süredir tanıyorum onu...  Rıhtımı dolduran kalabalığı yara yara birkaç adım daha attıktan sonra nihai kararını bildiriyor: “Tam Dubailik olmuş burası” diyor. Nokta.
Bitti… Sevmedi.
Ben onun kadar kestirip atmacı değilim. İki yıl önce Mübariz Mansimov tarafından satın alındıktan sonra baştan ayağa yıkılıp Mimar Emre Arolat’a yaptırılan Yalıkavak Palmarina kim ne dersin çirkin bir marina değil. Çirkin olmak bir yana gösterişli, cafcaflı, yağ dök yala misali mis, pırıl pırıl, ışıl ışıl ve devasa.. Boy sırasına göre ponktona dizili duran yatlar da öyle. Görücüye çıkmış gibi salınan teknelerin çoğunluğunu ya lüks ötesi motor yatlar ya da direkleri gökyüzüne saplanan teknoloji harikası yelkenliler oluşturuyor.. 
“Aralarında tek bir klasik gulet ya da triandil var mı acaba?” diye bakınıyorum, göremiyorum.
 “Peki sen nasıl buldun” diye soruyor arkadaşım...
“Bilemedim” diyorum, ortadaki su kanalları, dükkânların cam cepheleri, travertenin serinliği, bu yıl ekildiği için tam serpilmemiş olsalar da bir yıla kalmaz devleşecekleri belli palmiyeler ve egzotik ağaçlarla yapılmış çevre düzenlemesi filan iyi de... “Gene de beni rahatsız eden bir şey var” diye geveliyorum. “Kokusunu sevmemişsindir” diyor arkadaşım, yarım kalan cümlemi tamamlamak istercesine. Anlamadan yüzüne baktığımı görünce   “Canım marina dediğin iyot kokar, yosun kokar, hangi denizle kucaklaşmışsa o denizin tadı kokar, oysa burası para kokuyor.” Dubai benzetmesinin nedeni belli oldu...
Bizimki yatları gösteriyor ve “İçlerinde  sence teknesiyle bütünleşmiş bir yat sahibi var mıdır ?” diye soruyor. ‘Yat sahibi’ derken ağzının sol köşesine müstehzi bir gülücük iliştirmeyi ihmal etmeden...
“Teknesiyle yatan kalkan, dünya denizlerine yelken açan ya da açacağı günlerin hayaliyle yaşayan bir denizci var mı diye mi soruyorsun? Yani uzun saçlı,kayış derili, soluk şortlu bir dünya vatandaşı?”
“Evet” diyor.
“Belki vardır” diyorum.
“Ben milyon dolarlık yüzlerce teknenin olup da tek denizcinin olmadığı yere marina değil boat show derim” diyor.
Hoppa..
“Servet düşmanlığı yapma” diyecekken söylediğim şeyin saçmalığını fark ediyorum.. İkimiz de kahkahayı basıyoruz.

GEZİ SİNEN YAZ

Çıkışa doğru seğirtiyoruz. Ortalık kalabalık. Çocuklu ailelerin büyük çoğunluğu gezinip, seyretmeye gelmiş gibiler. Yerli yazlıkçılar kadar yabancılar da var, çoğunluğu sanki Ruslar oluşturuyor. Zaten büyük markaların şık ve ferah dükkânlarından alışveriş yapan müşteriler de onlar. Cipriani ve Billionnaire dışında (onlar mal sahibinin) yeme içme mekânlarının büyük bölümü Ferit Şahenk’in...Ve yılın bu mevsimi için hayli boş. Mezzaluna’da iki, Nusret’de birkaç dolu masa var..
“Burası Ege, günler uzun, saat daha yemeği vurmamıştır” diye düşünüyorum. Ama Ramazana ramak kala buraları dolar taşardı” diye geçiyor içimden. Sonra Naim Dilmener’in attığı bir tweet düşüyor aklıma: “Gezi sinen yaz” diye başlayan... Bir kafedeki boş tabureleri gösterip “Gezi etkisi” diyorum.  “Ben de tam onu soracaktım” diye lafa atlıyor... Neyse, gece uzun, gece lafa gebe.

Yazının devamı...
Durup duru bu adamlar...
21 Haziran 2013

Telefondaki sesi titrek. Gene de beni telaşa vermemek için, “İyiyim merak etme” diyor, “göğsüme indi sanırım, ballı süt içtim, birkaç güne kalmaz geçer.”
Birkaç gün geçiyor ama ne halsizlik ne öksürük geçmiyor. “Kalkıp bir hastaneye mi gitsen diyorum, kıramaz beni, gönülsüz kabul ediyor. Ne yapabilirim diye düşünürken aklıma komşusunu aramak geliyor. Tarafsız gözlemci olarak mümkünse yan eve gidebilir mi acaba diyorum kekeleyerek.
Bir saat sonra geri arıyor komşu, “Halsiz” diyor, “ruj bile sürmemiş.” İşte o an panikliyorum. Herkesin hastalığı bir yerden anlaşılır. Bakışının feri kaçan da olur, kahkası sönen de, benzi solan da vardır, avurdu çöken de... Anneminki kırmızı rujundan anlaşılır. Sürmedi mi, bil ki hasta. Bavulu toplarken teyit de geliyor zaten. Zatürree!
Bu yıl ayağım hep geri gitti. Çocuklara ihanet gibi geldi kalkıp ‘sayfiyeye’ gitmek... Onlar canları pahasına, benim de geleceğim için direnirken şezlonga yayılmak önce kendime, sonra da o müthiş gençlere ihanet gibi geldi.

KOLTUKTA ÇARESİZ

Oysa bir iki kez dolaşma dışında mıhlandığım koltukta tırnaklarımı kemirip ihtiyaç listesindeki kalemleri Gezi’ye göndermekten başka bir halta yaradığım da yoktu ya neyse...
Yola çıktığımda, işçiler sokaktan çekilmiş, Ankara ve Gazi dışında ortalık nispeten sakin. Sakin olmayan tek kişinin de kalkıp o saatte yine/yeniden/yineyeniyeniden uzun bir konuşma yapma ihtimali de olmadığına göre gece sakin geçeceğe benzer.
Ne gezer? Şu yaşa geldin gecenin sürprizlere gebe olduğunu öğrenemedin mi a kadın... Tüm bu toplanma, yola koyulma, uçma faslı dört saat sürüyor. Eve vardığımda ilk iş son günlerde müptelası olduğum, bir yumurta kafalı olarak Twitter’a bakıyorum.
Aaa o da ne? Nurtopu gibi bir duran adamımız olmuş şu kısacık sürede... Mavra gırla...Duranadamlar dalga dalga yayıldıkça, önce İstanbul’a, sonra çevre illere, derken uç diyarlara, içimi o bildik umut kaplıyor. Gene kalkıp bu zekâyı kucaklayasım geliyor, her tweet içimden kuş havalandırıp yüzümde fiyonk açtırıyor.
Ama o da ne... Duranı duruyor diye tutukladılar. Eskişehir’de gazlanan gençler var gene... TOMA’lardan evlere gaz sıkıyor, kapıları yumrukluyorlar. Bildik kara kâbus gene çörekleniyor üstüme.
Siyasetbilimci değilim, siyasetin devrileceği yönü kestiremem, dolayısıyla ülkemin karpuz gibi ortadan bölünüp bölünmeyeceğini bilemem ama benim bölündüğüm kesin. Bir yanım ağlarken diğeri gülüyor.

İŞTE DURANGENÇ

Ege rehavettir... İnsanı da öyle, rahvan. Akşam 9 sularında bizim sitedeki bir evden inceden bir tencere sesi yükseliyor. Uzaktan biri daha, derken başka bir tava... Seslerin cılızlığı canımı sıkıyor, fırlayıp şehir merkezine gidiyorum.
Meydanda gemiciler kahvesinin orada gencecik bir kız durmuş kaleye bakıyor durangenç olarak... Biraz ileride mendirek dibinde en az on duranadam-durankadın var.
Dönüp meyhaneciler sokağına giriyorum, birkaç duranayyaş, ileride on küsur duranesnaf turistlerin şaşkın bakışlarına aldırmadan duruyor.
Sonra merkez dışındaki dostları arıyorum birer birer... Aloo Gündoğan, duran var mı? Aloo İçmeler... Aloo Türkbükü...
En son canımın içi Arif Kaptan’ı arıyorum. Ya denizde ya okeydedir... Tahmin ettiğim gibi kahvede. Mutat sorumu soruyorum. Güzelim Ege şivesiyle yanıtlıyor. “Olma ma heç” diyor. “Durup duru”...

Yazının devamı...
Tıpkı depremdeki gibi oldu
14 Haziran 2013

Deprem ertesinde de böyle olmuştu. İstanbul dışında mahsur kalmıştım. Elektrik kesintisinden ötürü ne televizyon izleyebiliyor; kilitlenen telefonlardan ötürü ne oğluma ne de dostlara ulaşabiliyordum...
Nasıl bir çaresizlik duygusuydu Yarabbi; bir ara patlayacağımı sandım! Mecazi anlamda filan değil, haddinden fazla şişirilmiş balon gibi patlayacağımı. Un ufak olacağımı...
Sonra yavaş yavaş haberler gelmeye başladı, bir umut, bir umutsuzluk, bir ileri, bir geri iki gün daha geçti.
Toz bulutu sıyrılıp gerçek usuldan ortaya çıkmaya başladığında patlama duygusu yerini yakan bir acıya bıraktı. Sonra öfkeye, sonra isyana, sonra derin bir karamsarlığa.
O günlerde içime su serpen tek şey Türkiye’nin dört bir yanından depremzedelere yardım etmek için akın akın giden insanlardı. Yazı filan hak getire... Yazacak mecalim olmadığı gibi insanlar kan ağlarken, hayatın renginden, tadından söz eden yazılar yazmanın en hafif deyişle ayıp olacağını düşündüğümden.
Dün editörümün “Bu hafta bize ne yazacaksınız?” sorusu düştüğünde posta kutuma, aynı duygu çöktü içime. Ne yazılır ki? Nasıl hayatın renginden, tadından söz edilebilir ki deprem olurken? Adını kim nasıl isterse öyle koysun, deprem diyorum içinden geçtiğimiz bu günlere ben.
Geçen gece bir gözüm sosyal medyada, diğeri televizyonda evde tek başıma otururken gene haddinden fazla şişirilen balon gibi patlayacağımı düşündüm. Patlayıp un ufak olacağımı... Uzakta değil, yarım saatlik mesafede gençlere reva görülen şiddeti görüp felç olmak; elimin kolumun bağlı olması; kaygı, korku, çaresizlik duyguları birleşti; tıkandım ve höyküre höyküre ağlamaya başladım. Ağlayınca rahatlar insanlar denir ya, yalan! Ne gezer? Gene yakıcı bir acı, gene öfke, gene isyan, gene derin bir karamsarlık...
İçime su serpen tek şey gene deprem yerine akın akın giden insanlar... Gezi’yi mesken tutanlar...
O yüzden kusura kalmayın, orada gençler gaz yerlerken sade suya tirit bir yazı yazamayacağım. Zaten ne mecalim var yazacak...
Ne de yazmak yakışık alır!

Yazının devamı...
Venedik Bienali’nden sanat manzaraları
7 Haziran 2013

Nasıl da hayıflanmıştım oysa dönüyoruz diye..Her yeri kıyı bucak gezip görmek ne kelime, tuğla gibi kılavuzdan ince eleyip sık dokuyarak seçtiğim on küsur mekânı bile doya doya gezememiştim daha.. 
Kursağımda kalacaktı, hissediyordum. Dönüşü ötelemek  için ne yaptıysam olmadı.  Şehirde tek boş yatak yoktu.
Ne kuzinin odasında üstüne kıvrılabileceğim bir kanape ne de rutubetli bir pansiyonda bir kambur döşek. Dönüş bileti için çabalamak da cabası. Şehir insan kaynıyor ve benim gibi son dakikacılara “Bunu iki yıl önce düşünecek ve yerini ayırtacaktın” dercesine nanik yapıyordu....
Kös kös döndüm mecburen. Ne bileyim ertesi günden
itibaren eğer dönmeyip de kalsaydım son yıllarda
içimden kuşlar havalandıran tek etkinliği kaçırmış olacağımı? İyi ki şansım yaver gitmemiş. İyi ki basiretim bağlanmış. İyi ki sokakta yatarım diye arada yoklayan deli damarım tutmamış da dönmüşüm.
Kahrolurdum bir anını kaçırsaydım ağaç dibinde yeşerttikleri, suyla gazla besledikleri, çoğalıp çoğalttıkları ve kim ne derse desin -ister klişe, ister çiğnenmiş sakız-cesaretleriyle destan yazdıkları eylemlerin tek bir saniyesini kaçırsaydım eğer. Sağ olun var olun çocuklar.

ANSİKLOPEDİ SARAYI ÜTOPYASI

Sadede geleyim:
Murat Ülker’in davetlisi olarak dört gazeteci, dört akademisyen ve dört hocanın seçtiği başarılı dört öğrenciden mürekkep küçük bir grup olarak bienalin resmi açılışından az önce Venedik’e gittik. Şehir yukarıda da söylediğim gibi iğne atsan yere düşmez halde.
Şehirde sadece bir gece konaklayacağımız için süremiz o kadar kısıtlı ki otele uğramadan kendimizi bieanalin iki büyük alanından ilkine, içinde farklı ülkelerin pavyonlarının bulunduğu Giardini’ye atıyoruz.
Saat sabahın onu olmasına karşın bahçeler kalabalık. Birkaç pavyon dışında pavyonların önünde henüz uzayıp giden kuyruklar oluşmamış. Kanala açılan demir kapıdan girmemizle üryan bir faniyle burun buruna gelmemiz bir oluyor.
Seninki siyah slipinin önüne bir tuvalet fırçası, başına şapka yerine üzerinde ‘şimdilerde her b.k sanat’ yazan bir klozet kapağı takmış. Brezilyalı bir protestocu... Adama bakıp gülümsüyor ve böyle olur çağdaş sanat protestosu diye düşünüyorum.
55’incisi düzenlenen 88 ülkenin katıldığı bienalin bu yılki küratörü Massimilliano Gioni. Gioni, Marino Auriti adlı sanatçının taa 1955 yılında Babil Kulesi misali bir Ansiklopedi Sarayı yapma ütopyasından yola çıkarak oluşturmuş bienali....
Yapıttan çok yapıtın ortaya çıkış serüvenine ayna tutan, sanatçının bilinçaltını, yaratma güdüsünü, hayal gücünü sorgulayıp görünenden çok görünmeyene odaklanan daha da önemlisi sadece profesyonel sanatçılara değil bir o kadar adı sanı bilinmez yaratıcılara da açık hazırlamış.

JUNG’UN KIRMIZI KİTABI

Giardini’deki ana sergide benim en çok ilgimi çeken bölüm meşhur psikanalist Jung’un gençken geçirdiği bir ruhsal çöküntü sırasında iri papirüsler üzerine yaptığı ve ailesinin uzun yıllar kasada sakladığı Red Book adı verilen kitabının sayfaları oldu. Bir tür delirium tremens günlüğü. Ama sadece o değil şimdi sıralamaya yerimin yetmediği birçok çarpıcı çalışmanın bulunduğu sergi bundan önceki iki bienali düşündüğümde, onlardan çok daha iyi hazırlanmış ve etkileyiciydi. O gün ayaklara su inene kadar bahçeleri ve bahçeye kurulu ülke pavyonlarını gezdik..
Ertesi sabah, kendimizi bu kez bieanalin ikinci dev alanına, Arsenale’e attık ..
Türk pavyonunun da bulunduğu Arsenale, Giardini’de segilenen işlerden daha uç işlerin sergilendiği alan olarak bilinir. Ana sergi gene çok çok iyiydi. Yüksel Arslan’ın resimlerinin önünde kalabalıklar görmek koltuğumuzu kabarttı.
Ama ne zaman ki Ali Kazma’nın, bedeni odağa alıp bedeni biçimleyen, çürüten, hünerli kılan öğeleri üzerine video çalışmalarının yer aldığı Türk Pavyonu’nu gezdik, kabaran koltuklara tüyümüz de eklendi yüreğimiz de...
Ben sanat üzerine ahkâm kesemem, yakışık almaz ama Hüsamettin Koçan’ın bizimkini bienalin en çarpıcı pavyonu bulduğu da bilinsin isterim.
Bienalin en güzel yanı genç öğrencilerin orada oluşuydu. Biliyor musunuz aradan zaman geçsin ne benim ne birlikte gittiklerimin aklında bir iki eser dışında bir şey kalmaz o gençler dışında.
O heyecanları unutulmaz. Diyorum ya ne varsa gençlerde var.
Helal.

Yazının devamı...