(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Soner Yalçın" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Soner Yalçın" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Soner Yalçın

Kamçılı kız
19 Mart 2011

TARİH 20 Ağustos 1951
Hergün gazetesi haberi:
“Türkiye’ye sızan kızıl casuslar: Bunların arasında Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kâtibi Kamçılı Kız da var.
Bulgaristan’dan tehcir edilen Türklerle birlikte yurdumuza sokulan kızıl casuslar hakkındaki tahkikat devam etmektedir. Türkiye’ye giren ve bilhassa İstanbul Üniversitesi’ne kaydedilen kızıl ajanlar üzerinde ehemmiyetle durulmaktadır.
Bundan 3 ay kadar önce Tıp Fakültesi’nde 4’üncü sınıfa yazılan ve Bulgaristan’daki Türk kızları arasında Kamçılı Kız namıyla maruf olan Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kızı hususi tespit edilen kızıl ajanlar meyanındadır.
Türk ırkından olmasına rağmen sistemli bir Bulgar kızıl propagandası altında yetiştirilen mülteci Kamçılı Kız bilhassa Sofya’da ikamet eden ve zaman zaman Bulgar Emniyet Genel Müdürlüğü’ne çağrılan Türk kadın ve kızlarını kamçı ile dövdüğünden dolayı bu namı almış bulunmaktadır. Kamçılı kız Bulgar Dahiliye Nazırı’nın emriyle Türkiye’ye sızdırılmış, kendisi gibi mülteci kisvesi altına giren diğer ajanlara şef tayin edilmiştir. Bu surette Türkiye dahilinde gençlerden müteşekkil bir kızıl şebeke kurmaya vazifelendirilen Kamçılı Kız ve arkadaşları hakkında takibata geçilmiştir.”
DURUŞMALAR GİZLİ YAPILACAK
22 Ağustos 1951, Zaman gazetesi “Kamçılı Kız” haberine devam etti. Bir de eylemini yazdı:/images/100/0x0/55eae806f018fbb8f89e49c2
“Ankara’daki Sovyet Sefareti’nin bahçesinde Diyarbakır askeri havaalanının plan ve krokileri bulundu.”
Soruşturma sonucu tıbbiyeli bir kız faaliyette bulunurken yakalanmıştı.
Kimdi bu kız?
“Casus sarışın, şahane güzel ve Türk ırkının bütün hususiyetlerini vücudunda toplayan kızıl bir ajan olarak tanınmıştır. Bulgaristan’daki adı Kamçılı Kız olan bu ajan, oradan Türklere karşı zulmüyle tanınmış ve himayesiz bırakılan nice genç Türk kızlarını hata ve sevabına bakmadan kamçılamıştır.
Her türlü casusluk hilelerini, vazifeleneceği memleketlerin örf ve âdetlerini öğrenen ve o memleketlerin lisanlarını ana lisanı gibi bilen, sosyete icaplarını en yüksek dereceye kadar tatbik eden, bu arada nişan talimleri yapan, uçak, otomobil, deniz vasıtaları kullanan bu casuslardan biri olan tıbbiyeli kız, Milli Emniyet’e teslim edilmiştir. Duruşmanın safahati gizli tutulmaktadır.”
Benzer haber Son Posta gazetesinde de vardı.
Aynı gün Vakit gazetesi bu habere ek olarak yeni bilgiler verdi:
“Kamçılı Kız’ın üzerinde değişik isimlere düzenlenmiş kimlikler ve tabanca bulunduğundan, ayrıca Bulgaristan Kızıl Teşkilatı’na üye olduğundan söz edilmektedir.”
Akşam gazetesi ise “Kamçılı Kız”ın adının “İlhan” olduğunu yazdı (27 Ağustos 1951).
“Kamçılı Kız” 1951 Ağustos ayında gazetelerin manşetinden düşmedi. Ne hikâyeler, senaryolar yazılmadı ki...
Sonra?..
AMAÇ: TOPLUMU ETKİLEMEK
Eylül ayı gazetelerinde “Kamçılı Kız” haberleri birden sona erdi. Kimdi bu sarışın, güzel kız?
Soruları çoğaltabilirsiniz ama yanıtı alamazsınız.
Böyle bir kız yoktu çünkü!
Polis basına “bilgi” vermiş, gazeteciler de yazmıştı.
Amaç belliydi: Propaganda amaçlı “haberler” yapmak.
Yöntem hep aynıydı: Genç, güzel, akıllı kızıl kızlar casus olarak aramıza sokuluyor ve gençleri kandırıyorlardı.
Bunlar “serbest aşka” hazırdılar. Namus edep yoktu bunlarda. Eline bir de kamçı veriliyordu ki ne kadar sadist olduğu bilimsin. Amaç muhafazakâr Türk toplumunu etkilemekti.
Anımsar mısınız?
12 Eylül 1980 darbesi sonrası basında böyle bir genç kız figürü vardı: “Akrep Nalan”!/images/100/0x0/55eae806f018fbb8f89e49c4
Her iki eline aldığı kısa namlulu MP-5 makineli silahla kaç kişiyi öldürmüştü!
Turgutlulu “Akrep Nalan” kısa sürede cezaevinden çıkmıştı ama hiç haber bile yapılmadı.
Hedef aynı: toplumu etkilemek.
Propaganda amaçlı sadece “Kamçılı Kız” haberleri yapılmadı...
‘STALİN DONDURMASI’
Soğuk Savaş dönemi antikomünist imalatından biri de Stalin motifiydi. Kızıl Ordu’nun Hitler faşizmini yenmesi, dünyada büyük bir Stalin sempatisi yarattı.
Bunun yok edilmesi gerekiyordu, basın devreye sokuldu.
Tarih: 15 Aralık 1949
Hergün gazetesi haberi:
“Rus polisi, imhası zaruri olan şahıslar için hususi davetiyeler hazırlamakta, konserlere ve sanat toplantılarına çağırtmakta, suretli mahsusada çok fazla ısıtılan salonda terleyen seyircilere dondurma ikram edilmektedir. Bu dondurmayı yiyen zavallılar, evlerine döndükten sonra, kısa bir kriz dönemini müteakip ölmektedirler. Bu öldürücü dondurmaya ‘Stalin dondurması’ adını vermişlerdir.”
Batı, her halkın inanacağı türde haberler imal etti. Birkaç örnek vermeliyim:
“Lise son sınıf talebesi Osman Doğan ve beşinci sınıf talebesi Ahmet Sandıkçı’nın Kayseri’de henüz tespit edilemeyen bir evde Stalin şerefine kadeh kaldırdığı tespit edilmiştir.” (20.05.1949, Tan)
Dolayısıyla tutuklanıp cezaevine konmuştu!
Dünya gazetesinin 8 Temmuz 1952 tarihli haberine göre, “Dünyada Stalin’den başka Allah yoktur diye bağıran bir sapık yakalandı.”
O yıllarda Stalin’in fiziki görünümüne benzemek de suç unsuruydu.
“İzmir’de yeni bir komünist şebekesi ortaya çıkarıldı. Stalin modasına göre bıyık bırakan bu şebekenin oldukça geniş bir teşkilata sahip olduğu zannediliyor.” (10 Ocak 1952, Akın)
Delirerek karısını ve çocuklarını bıçaklamak isteyen İskenderunlu Abbas Öner “polis tarafından öldürülerek etkisiz hale getirilmişti”. Abbas Öner bir Stalin hayranıydı ve Stalin’in ağır hastalığını duyunca cinnet getirmişti. (7 Mart 1953, Vatan)
Polis ne yapsın? Komünist olunca insan çıldırıp neler neler yapabiliyordu!/images/100/0x0/55eae806f018fbb8f89e49c6
Yine Vatan haberine göre, Stalin’in ölümüne ağlayıp, kara gömlek giyen Erdoğan Kısa adlı kişi mahkemeye verilmişti. (10 Mart 1953)
Ne deniyor bugün, “Demokrat Parti’yle demokrasiye geçtik!..”
HEDEF KÖY ENSTİTÜLERİ
Türkiye’de Köy Enstitüleri ve eski Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel mi hedef gösterilecek, hedef aynıydı:
Dünya gazetesi haberi: “Edremit’te Stalin âşığı bir komünist olan 38 yaşındaki Haşim Elmacı, kızıl diktatörün ölümü haberini duyunca, doğrudan köy odasına gitmiş ve toplantı halinde bulunan köy öğretmenlerine hitaben, ‘Ben Hasan Âli Yücel’in çırağıyım. Stalin öldü. Yüreğime hançer saplandı’ deyip bir asker gibi esas vaziyet alarak selama durmuştur.”
(12 Mart 1953)
Sonunun ne olduğunu tahmin etmeye gerek var mı?
Vatan gazetesi ise Köy Enstitüleri’yle ilgili yaptığı haberi Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’ye dayandırdı: “Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün müzik salonuna havadan kuşbakışı bakınca ‘orak’ şeklindeydi.” (12 Mart 1952)
Bu tür yalan haberler nedeniyle Köy Enstitüleri kapatıldı. Hasan Âli Yücel gibi Cumhuriyet aydınları itibarsızlaş-tırılmaya çalışıldı.
İyi ki artık bu tür propaganda amaçlı haberler yapılmıyor!?

Her gazetede birkaç ajan var

KAMUOYUNA hep aynı propaganda yapıldı. Komünizm çok sinsiydi, çok dikkat etmek gerekiyordu:
16 Kasım 1951 tarihli TBMM oturumunda Adalet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu milletvekillerini uyarması ve genel kurulda konuşma yapması için yargıç Şevki Mutlugil’i davet etti. O da bakın Meclis’i nasıl uyardı:
“Maalesef hakikattir ki, hemen her gündelik gazetede birkaç tane sinmiş ajan vardır. Bu ajanlar, fırsat buldukları vakit Cumhuriyet gazetesinin geçen Cumhuriyet Bayramı nüshasında görüldüğü gibi en yüksek sembollerimizle dahi istihza etmekten çekinmezler. 1950 senesi Cumhuriyet Bayramı’nda neşredilen Cumhuriyet gazetesinin ilk sayfasında Atatürk’ün alnı üzerinde Stalin’in resmi oluşturulmuştur. Bu bir propagandadır.”
Milliyet gazetesinin haberine göre, liselerde okutulan astronomi kitabındaki meteor taşları ortasında Stalin ve Lenin resimleri tespit edilmişti. “Bilhassa Stalin’in fotoğrafı ilk bakışta nazarı dikkati celp etmekte, kalın kaş ve meşhur posbıyıkları derhal fark edilmektedir.” (9 Mart 1955)
Zamanla meteor taşının üstündeki resimlerin iki çocuk olduğu ortaya çıksa da, matbaacı Şerafettin Çintan çok eziyet çekti.
Şile’de köy öğretmeni Suha Sungur Tanlı, kırmızı renkli toprağın en iyi ve bereketli toprak cinsi olduğunu defalarca öğrencilerine anlatmış ve kırmızı çamurdan Atatürk büstü yapmıştır.
“Yakayı ele veren Sungur, büstü kırmızı topraktan yapmakta hiçbir gayesi olmadığını ileri sürmüş, başka toprak bulamadığı için /images/100/0x0/55eae806f018fbb8f89e49c8
kırmızı toprağı seçtiğini söylemiştir.” (8 Haziran 1952, Dünya)
Topluma korku, endişe salmak için her yerde komünizm sembolleri arandı. Meslektaşım Derya Çağlar’ın “Kamuoyu Oluşturulmasına Bir Örnek: 1945-1955 Yılları Arasında Gazetelerde Antikomünizm”
(Hayali Komünizm) çalışmasında benzer çok olaylar vardı.
“Saim Kart adında bir sapık, Sultanahmet Parkı’nda oturduğu banktan elindeki çubukla
toprağa orak-çekiç çizerken yakalandı.” (17 Kasım 1952, Akın)
“Ankara Bira Fabrikası’nda imal edilen biralardan 150 sandık üzerinde Tekel dairesi rumuzunun, gayet ustalıklı şekilde bazı kısımları kasınmak suretiyle orak-çekiç haline getirilmiş olduğu hayretle görüldü.”
(16 Kasım
1952, Ulus)
İyi ki günümüzde böyle her taşın altında tehlikeli örgüt üyesi aranmıyor!?

Kırmızı kurdele kırmızı eşarpla propaganda yapmak

TARİH: 3 Eylül 1951
Vakit gazetesi muhabiri Haşim Nahit Erbil İzmir’den bildirdi:
“İzmir Fuarı, Zirai ve Sınaî mahsullerimizi vatandaşlara göstermek için açılmıştır. Çekoslovakya komünist propagandası yaptığı için onun pavyonu kapatılmıştır. Pavyonun kapatılmasına sebep 3 afiştir:
1- Çekoslovakya’da toprak, toprağı sürenindir!
2- Çocukların istikbalde daha mutlu olabilmeleri için şart, sulhtur. Devlet bütçemiz, sulh bütçemizdir.
3- İşçileri refah içinde gösteren resimler: Dev gibi fotoğraflar işçinin dans ettiğini, içtiğini ve eğlendiğini gösteriyor. Altındaki istatistik rakamları, orada hiç işsiz kalmadığı neticesine varmaktadır.
Dört Bakanımız, bu pavyonları açıyor ve ‘Uğurlu olsun’ diyorlar. Bu dört bakanın başında Ticaret ve Ekonomi Bakanı, İktisat Profesörü Muhsin Ete dahi var.
Demek ki, fuarı idare edenlerin hepsi ve açılış töreninde kırmızı kurdeleyi kesmiş olan iktisat
profesörü de bunları görmemiş!
Çünkü ‘Komünizmle Mücadele Rehberi’ adlı eseri bile tetkik etmek istememiştir,
etseydi, derhal bu vecizeleri
pavyondan indirirdi.
Şimdi bu vecizelerin
tefsirini yapıyoruz:
Bu söz ilk görüşte köylülerimizi isyan ve ihtilale teşviktir. Çünkü ihtilal olmadıkça topraklar alınamaz.
Karl Marks’ın lehçesiyle topraksızları, toprakları zapt etmeye teşvike hacet yok. Çünkü hükümetimiz topraksızlara senelerden beri toprak dağıtıyor. Sulh yaygarası Bolşeviklerin hem komünistlere hem de komünizm aleyhtarlarına yutturmak istedikleri bir afyon hapıdır. Dünya halkını uyuşturmak istiyorlar.
Ne Rusya’da, ne uygu memleketlerde işçi hürriyeti yok; işçi, kendi ihtisası olan işte değil, Bolşeviklerin lüzum gördükleri işlerde çalıştırılır ve sesini çıkaran işçi ya kurşuna dizilir ya da
esir kampına yollanır.”
Vakit yazarı Haşim Nahit Erbil tam bir komünist düşmanıydı. Devleti sürekli uyardı, dikkatli olmalarını istedi. Komünizmle mücadele için her yolu mubah saydı: “Politikacı dediğiniz zümre kızıl tehlikeyi
her zaman idrak edemez.”
Kurtuluş Savaşı’nda Türk-Sovyet ilişkileri sayesinde İngilizlerin Kafkaslar’ı terk etmesine neden olduğu için Sevr Anlaşması’nı kabul etmeyip, mücadele bayrağı açtığı için Mustafa Kemal’e sitem eder!..
“Kırmızı kurdele” tehlikeli olur da,
“kırmızı badana” olmaz mı?:
Yeni Gazete yazarı Sabih Alaçam, Üsküdar Kaymakamı Kemal Koray’la Şemsipaşa sahilinde incelemelerde bulunurken bir şey dikkatini çekti:
“Hazır sırası gelmişken şehrin bütün caddelerindeki resmi, gayriresmi binalar sarı veya açık griye boyanırken, şu rengi bütün İstanbul halkını rahatsız eden Tekel deposunun badanası değiştirilmelidir. Bunun kızıl rengi ortadan kaldırılsın.” (13 Mayıs 1952)
Behice Boran’ın, DTFC’de “sınav kâğıtlarını kırmızı kalemle okuyup not vermesi” üniversiteden uzaklaştırılmasına neden sayılmıştı!
İyi ki günümüzde bu tür absürd
değerlendirmeler yapılmıyor!?
Yeni İstanbul gazetesi devletin gözünden “kırmızı”nın kaçmadığını, yaptığı haberle gösterdi:
“Yaz aylarında İstanbul’da ve Ankara’da tanesi 75 kuruştan büyük boyda kırmızı mendiller satışa çıkarılmış ve diğerlerine nispetle çok ucuz olduğu için çok fazla rağbet görmüştü. Bu mendillerin üzerinde ilk nazarda hiçbir şey görülmemekte, fakat yıkandıktan sonra üzerindeki kolanın çıkmasıyla beher mendilde yüz kadar orak-çekiç işareti görülmektedir.” (11 Kasım 1952)
İyi ki benzer haberler artık yapılmıyor!?

Kanatlı casuslar yakalandı

BU başlığı 4 Şubat 1953’te Çiftçi gazetesi attı.
“İskenderun emniyet teşkilatı, burada meydana çıkan çok esrarengiz ve ustaca tertiplenmiş bir casusluk hadisesinin tahkikine başlamıştır.
Hadisenin mahiyeti şudur: Dün Muratpaşa köyünde avlanan birkaç avcı bir atmaca yakalamışlar ve atmacanın ayaklarında iki küçük levha bağlı olduğunu görmüşlerdir. Levhalardan birinin üzerinde Finland, Helsinki ve Mous2001 kelimeleri yazılı idi.
Levhalar emniyetçe tetkik edilirken buna benzer ikinci bir hadise olmuştur. Osman adında berber, ava çıktığı sırada cins bir ördek vurmuş ve ördeğin ayağında ‘Moskova 22056’ kaydı bulunan bir levha görerek hadiseden emniyet teşkilatını haberdar etmiştir.”
Soğuk Savaş döneminde “kanatlı casuslar” haberi sık sık basında yer aldı. Vakit gazetesinin haberine göre, Menemen’de okul bahçesinde bir çalı dibinde “kırmızı gagalı” bir kuş bulunmuştu. Ve en önemlisi kuşun ayağında “Moskova 12913 E” yazılıydı! “Kuş hemen emniyete verilmiştir.”
(2 Mayıs 1951)
Vatan gazetesi haberi benzerdi: “Çeşmeli avcılar şimdiye kadar hiç rastlamadıkları bir kuşa rastlamışlar ve derhal ateş etmişlerdir. Hafif yaralı kuşun bileziğinde ‘Moskova 1287’ yazılı bir etiket bulunduğunu görmüşlerdir. Hadise derhal jandarma karakoluna bildirilmiştir.” (1 Ağustos 1948)
İnandırıcılığı artırmak için dış haberler de devreye sokuldu.
Vatan gazetesi haberine göre, “Fransız Komünist Partisi önderlerinden Jacques Duclos’un otomobilinde iki güvercin bulundu. Fransız emniyet makamları bu iki ölü güvercin üzerinde otopsi yapılmasına karar verdi. Bunların adi güvercin mi yoksa muhabere güvercini mi olduğuna karar verilecek.” (2 Haziran 1952)
O dönem Konya, İnegöl, Samsun gibi Anadolu’nun her yerinde “kanatlı casuslar” yakalandı.
Günümüzde “kanatlı casuslar”ın yerini siber terör almadı Allah’tan!?

Yazının devamı...
Namık Kemal’i kim öldürdü
12 Mart 2011

Üç gün önce yargılanmadan tutuklanan Namık Kemal ve dört arkadaşı sürgüne gönderilmektedir. Gizlilik içinde ‘Mısır’ adlı gemiye bindirildiler. Namık Kemal güverteden son kez İstanbul’a bakar. Sanır ki, bu adaletsizliğin önüne geçmek için tüm şehir ayağa kalkmıştır. Limanda kimseler yoktur. Oysa daha bir hafta önce, halk İstanbul’da ‘Fedai Kemal, Fedai Kemal’ diye sevinç gösterileri yapmıştır...

“HÜRRİYET” (Hurriet) Gazetesi’nin isim babası.
Bir dizi ifade ve kavramı Türkçeye kazandırdı:
Vatan, millet, vicdan, inkılap, ihtilal, siyasiyat, matbuat, hükümet, hayal, heyecan ve niceleri.
21 Aralık 1840’ta doğdu.
19 yaşında Tasvir-i Efkâr’da gazeteciliğe başladı.
25 yaşında Tazminat ve Islahat Fermanı’nı yetersiz bulan ilk gizli siyasi örgüt “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”nin kuruluşuna katıldı. Anayasa’yı ilan etmezse Sultan Abdulaziz’i tahtından indireceklerdi. Aralarındaki bir muhbirin ele vermesiyle, Ziya Bey ile yurtdışına kaçtı. “Hurriet”i Londra’da çıkardılar.
MAKALE YASAĞI
24 Kasım 1870...
Padişah tarafından affedildiler, İstanbul’a döndüler.
Süleyman Nazıf’ın dediğine göre; Avrupa’ya bıçak gibi gitmiş, ustura gibi dönmüştü. Montesquieu ve Rousseau’dan etkilenmiş, Cumhuriyet kavramıyla tanışmıştı.
Arkadaşı Ebuzziya Tevfik’in çıkardığı “Hadika” Gazetesi’nde yazmaya başladı. Yazılarının altına başmuharrir anlamına gelen “B.M.” kısaltması koyuyordu.
Çünkü:
Affedilmesinin tek koşulu vardı: Siyasetten uzak duracak ve yazı yazmayacaktı.
Yazmayacağı bir hayatı hiç düşünemiyordu.
Üvey dayısı Mahir Bey ile “İbret” adlı gazeteyi aldılar.
“Hadika” ve “İbret”te devlet yönetimini eleştiren makaleler kaleme aldı. Her iki gazete de “adab-ı devlet-ü hükümet”e aykırı yayın yapmaktan kapatıldı.
Namık Kemal İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Gelibolu’ya mutasarrıf olarak gönderildi. Burada fazla kalamadı, üç ay sonra İstanbul’a döndü. Ancak gazetecilik yapacak olanakları yoktu. Durmadı; bir tiyatro eseri yazdı: “Vatan Yahut Silistre”.
GÖSTERİ YAPILIYOR
 1 Nisan 1873.
Gedikpaşa Tiyatrosu’nda “Vatan Yahut Silistre” sahneye konuldu. Vatanı sevmenin onu korumak olduğunu anlatan oyun, halkı duygulandırıp coşturdu. Halk, “Yaşasın vatan”, “Kemal Bey çok yaşa” diye bağırdı. Sevinç gösterileri bununla kalmadı, sokağa çıkıldı.
Tiyatro afişi altında oyunun yazarı olarak “Fedai Kemal” adı yazılıydı. Gençler ellerinde meşaleler, ağızlarında “Fedai Kemal” sloganlarıyla yürüyüş yaptılar./images/100/0x0/55ea0faff018fbb8f868c053
Oyunun ikinci temsili daha da görkemli oldu.
Nuri Bey, Bereketzade İsmail Hakkı Bey oyunu öven makaleler yazdılar. Saray gelişmelerden rahatsız oldu.
Beş gazeteci, Namık Kemal, Nuri Bey, Bereketzade İsmail Hakkı, Ahmet Mithat, Ebuzziya Tevfik tutuklandı. Mahkemeye bile çıkarılmadılar; haklarındaki karar sürgündü. Neyle suçlandıklarını bilmiyorlardı. Suçlarını ve aldıkları cezayı 9 Nisan’da “Mısır” adlı gemiye çıktıklarında, Binbaşı Bahri’den öğrendiler.
Gerekçe “Vatan Yahut Silistre” değildi(!); gerekçe gazetecilik yapmak ve zararlı yayın bulundurmaktı...
SON BİR BAKIŞ
Namık Kemal büyük güvenlik önlemleriyle gizlilik içinde getirildikleri “Mısır” gemisinin güvertesinden, son kez İstanbul’a baktı. Sanıyordu ki daha bir hafta önce “Fedai Kemal” diye bağıranlar limanı doldurup, bu adaletsizliğe engel olacaklardı.
Limanda kimseler yoktu...
“Mısır”ın rotasını ise bilmiyorlardı.
Ahmet Mithat ve Ebuzziya Tevfik Rodos’ta indirildi; sürgün yeri bu adaydı.
Namık Kemal Kıbrıs’a götürüldü; sürgün yeri Magosa’ydı.
Diğer iki gazeteci ise Akka’ya teslim edildi.
Onlar için, Osmanlı sınırları içinde nam salmış ünlü sürgün yerlerindeki kaleler seçilmişti. Cezalarının belli bir süresi yoktu. Islah olununcaya kadar devam edecekti.
ZORLU GÜNLER
Namık Kemal’in Magosa Kalesi’ndeki sürgün hayatı 38 ay sürdü. Mezara benzeyen küçük taş hücre yaşanacak yer değildi. Kale topçular için yapılmıştı, oturulmuyordu. Rutubetten ve soğuktan mustaripti. Pek çok kez sıtmaya yakalandı, kuyu suyu içti. Yiyecekler çok pahalıydı.
Adada bir süvari yüzbaşısı, dört süvari ve iki topçu erinden oluşan yedi kişilik bir güvenlik vardı. Kapısının önünde iki nöbetçi bulunuyordu. Yalnızdı. Yılanlarla, kertenkelelerle, fare ve pirelerle arkadaş oldu. Karınca besledi.
Magosa’da en çok olan, zamandı; tüm uğraşını edebiyata ayırdı. “Akif Bey”, “Gülnihal”, “Zavallı Çocuk”, “Kara Bela” gibi önemli eserlerini burada yazdı. Sürekli ailesine, dostlarına mektuplar kaleme aldı. Tesellisi, gelen mektuplar ve kitaplardı. Edebiyat, sıkıntılarını azalttı. Bir de çığlık niteliğinde yazdığı şiirler vardı. Yaşadıklarından dolayı kuşkusuz üzgündü, ailesinden, dostlarından ve gazetecilikten uzaktı. Ailesi parçalanmıştı, maddi sıkıntıları vardı.
Ama...
Çektiği sıkıntılar onun inandığı yoldaki gücünü ve kararlılığını pekiştirdi. Kendine olan güveni daha da arttı. En muhalif yazılarını bu dönemde kaleme aldı. Pişmanlık duymadı hiç. Moralini yüksek tuttu. Hürriyet yolunun zorlu olduğunu biliyordu. Ülkesinin içinde bulunduğu koşullara kayıtsız kalmak istemedi. Bu nedenle dirençliydi. Hayatı boyunca bireysel kurtuluşu hiç düşünmedi; bunu onursuzluk saydı hep.
SÜRGÜNDE ÖLÜM
Tarih: 23 kasım 1876.
101 pare top ateşiyle Anayasa ilan edildi. Tahta Sultan V. Murad geçti. Namık Kemal’in sürgün cezası bitti.
Fakat...
İstanbul’da fazla kalamadı, tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid meclisi lağvedip, anayasayı kaldırdı.
Namık Kemal bu kez Midilli’ye sürgüne gönderildi.
Sonra sürgün hayatı Rodos’ta devam etti.
Ve... 48 yaşında öldü.
Bu kadar genç yaşta ölmesinin sebebi sürgün hayatında yaşadığı zorluklardı.
Söyler misiniz şimdi: Namık Kemal’i kim öldürdü?
Suikast sadece silahla, bombayla olmaz...
Namık Kemal cinayete kurban gitmiştir.
Mezarı, vasiyeti gereği Balayır’da. Mezarını Tevfik Fikret tasarladı. Ölümünden kısa süre önce yazdığı dizeleri o günlerde kimse mezar taşına yazamadı:
“Ölürsem görmeden millete ümid ettiğim feyzi;
Yazılsın seng-i kabrimde;
Vatan mahzun, ben mahzun.”

Namık Kemal okudu, hapse atıldı

TARİH: Ocak 1905./images/100/0x0/55ea0faff018fbb8f868c055
Yer: İstanbul.
Sirkeci’de bir eve askerler operasyon düzenledi. Evin kiracıları olan Harp Akademisi’nden yeni mezun iki yüzbaşı gözaltına alındı. İkisi de 24 yaşındaydı.
Baskın düzenleyen askerlerin dikkatini evde bulunan kitaplar çekti. Avrupa’da basılan çeşitli dergi ve gazetelerden kesilmiş kupürler de vardı. Kupürlerin kenarlarında aynı subay tarafından yapılmış yorumlar ve bazı notlar yazılıydı. Ayrıca kitaplar tehlikeliydi; Namık Kemal’in eserleriydi! Hepsine el koyup, bir çuvala doldurdular.
Subaylardan birinin bir konferans metnini hatırlatan yazılarına da el konuldu.
İki subay evin aranması bittikten sonra Bekirağa Bölüğü olarak bilinen, zamanın siyasi tutuklularının kaldığı (bugünkü Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi ana kampusu içinde bulunan) cezaevine götürüldü.
Evdeki subaylardan birinin adı İsmail Hakkı idi.
Diğeri ise Kolağası Mustafa Kemal...
MUSTAFA KEMAL BEKİRAĞA ZİNDANINDA
Gözaltına alınan subay sayısı dörttü. Bunlardan biri de Ali Fuad (Cebesoy) idi.
Mustafa Kemal ve Ali Fuad askeri liseden beri çok yakın arkadaştı. Öyle ki, ailesi Selanik’te olan Mustafa Kemal hafta sonları sık sık arkadaşı Ali Fuad’ın Salacak’taki evlerine giderdi. Ali Fuad’ın babası İsmail Fazıl Paşa dönemin önemli askerlerinden biriydi. Mustafa Kemal’i çok severdi. Öyle ki bir defasında oğlu Ali Fuad’ı, Mustafa Kemal ile arkadaşlık yaptığı için kutladı. Çünkü İsmail Fazıl Paşa, Mustafa Kemal ile yaptığı fikir tartışmalarından hep keyif aldı.
Mustafa Kemal ve Ali Fuad kitap okumaya, dünyada neler olduğunu öğrenmeye meraklıydılar. Bekirağa zindanının olumsuz koşullarında bile kitap okumayı sürdürdüler. Ot minderler üzerinde yattılar, soğuğa, açlığa katlandılar.
Ve nihayet niye gözaltına alındıklarını öğrendiler: Sultan II. Abdülhamid’e bombalı saldırı planlamak!
Şoke oldular...
İHBARCI ZABİT FETHİ
Günler sonra Mustafa Kemal mabeynde sorguya alındı.
Sorgucunun yanındaki bir eski zabit, suçlamadan daha büyük bir şaşkınlık geçirmesine neden oldu.
Çünkü bu eski zabit, askerlikten atılmış biriydi. Yatacak yeri, ekmeği olmadığını belirterek kendini acındırmış, aralarına katılmıştı. Bu eski zabit, evdeki toplantıların müdavimi, hatta zaman zaman evlerinde kalan, arkadaş sandıkları Fethi’ydi.
Fethi artık hafiyeydi, Yıldız Sarayı’nın gizli polis teşkilatına katılmıştı.
Mustafa Kemal’in evde arkadaşlarıyla yaptıkları toplantılarda neler konuştuklarını jurnal etmişti.
Peki, Mustafa Kemal evde neler konuşmuştu?
- Tarihte inkılâplar, önce aydın kişilerin kafasında fikir halinde doğmuş, zamanla toplumu sarmıştır.
- Başka milletlerin şairleri, aydınları çalışıp milletlerini uyarırlarken nerede bizim mütefekkirlerimiz, nerede bizim şairlerimiz? Bizim bir Namık Kemal’imiz var. O, Türk milletinin yüzyıllardan beri beklediği sesi verdi. Fakat ne şiirlerini, ne konuşmalarını okuyabiliyoruz. Bu milletin tarihinin bir yönünü belirten “Vatan Yahut Silistre” piyesini bile temsil ettirmediler.
- Türk-Yunan Savaşı’nda bu donanmayı Haliç’ten çıkamayacak hale getirmek suç değil midir? Millet padişahından neden hesap sormamaktadır? Bir hıyanet olan bu davranışlarda bulunan bir insanı Fatih’lerin, Yavuz’ların torunu olarak kabul etmek mümkün müdür?
Mustafa Kemal’in, evdeki konuşmalarında ülkenin ve ordunun zavallı durumuyla ilgili sorumlu tuttuğu kişi II. Abdulhamid idi.
Bu nedenle muhbir Fethi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının padişahı bombayla öldüreceklerini jurnallemişti.
Güya Mustafa Kemal Hırka-ı Şerif ziyareti sırasında II. Abdulhamid’in arabasına bomba atacaktı!
Tarihi bile belliydi. Ramazanın 15’i!
Aslında ortada ne bomba vardı, ne de böyle bir konuşma olmuştu.
Evde iki “delil” vardı:
Biri evdeki, vatanı kurtarmayı amaçlayan konuşmalar.
Ve...
GAZETE ÇIKARMIŞTI
Mustafa Kemal’in II. Abdulhamid’e bombalı saldırı yapacağına inanılmasının ikinci karinesi, Harp Akademi’sinde öğrenci iken gazete çıkarmasıydı!
Bu “gazete” aslında, elyazısıyla çoğaltılan basit, tek sayfalık fasikül idi. Yazıları genellikle Mustafa Kemal kaleme alıyordu. Makaleler hürriyet, vatan, Namık Kemal’in Cumhuriyet düşünceleri üzerineydi.
Sorgucular kararı verdi:
Evde memleketin geleceğini konuşan, daha okulda iken hürriyet talep eden yazılar kaleme alan Mustafa Kemal bombacı bir teröristti!..
Mustafa Kemal ve Ali Fuad’ın geleceği, devrin karanlık istihbaratının gölgesi altındaydı. Bu sadece mesleklerine değil hayatlarına bile mal olabilirdi. Kuşkusuz başlarına bir “bela” gelebileceğini öngörüyorlardı; çünkü birçok arkadaşları hürriyet istedikleri, gazete, kitap okudukları için okuldan atılarak sürgüne gönderilmişti.
Ama şimdi Mustafa Kemal ve Ali Fuad terörist olmakla itham ediliyordu. Zor durumdaydılar...
OKUL KOMUTANININ ÇABASI KURTARDI
Evet, onlar hürriyet istiyorlardı.
Evet, onlar ülkelerinin yıkılmakta ve dağılmakta olduğunu görüyorlardı.
Ama onlar terörist değildi.
Buna iki kişi inandı:
Biri, İsmail Fazlı Paşa idi. Ali Fuad’ın babasıydı. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye’nin (Genelkurmay) önemli subaylarındandı.
Diğeri Harp Akademisi Komutanı Ali Rıza Paşa’ydı.
İki paşanın araya girmesiyle Mustafa Kemal ve Ali Fuad’ın Bekirağa zindanındaki esaretleri iki ay sonra bitti.
Çünkü iddialar, hiçbir kanıta dayanmayan, ikbal beklentisi içindeki muhbir Fethi’nin senaryosundan ibaretti. Ortada zaten bomba filan da yoktu.
Buna rağmen iki yüzbaşı sürgüne gönderildi.
Mustafa Kemal Şam’a, Ali Fuad Beyrut’a tayin oldu.
Ne yazık ki, Harp Akademisi’ni 5. ve 8.’likle bitiren iki başarılı yüzbaşı, sırf hürriyet isteyip, ülkenin geleceğini konuştukları için mesleklerine sürgünle başladı.
Ama özgürlük taleplerinden hiç vazgeçmeyeceklerdi, ölene kadar...

Yazının devamı...
Erbakan’ın hatırlattığı Müslüman ilim adamları
5 Mart 2011
Her ne kadar akademisyenliğini siyaset uğruna terk etmiş olsa da Erbakan’ın bu kimliğiyle de anılması sevindiricidir. Çünkü sürekli din ile bilim iki ayrı zıt kutupmuş gibi gösteriliyor, anlatılıyor. Oysa Charles Darwin’in bile öncüsü olan, Müslüman ilim adamlarımız olduğunu biliyor musunuz?



BİN yıl önce yaşadı: (973-1051)Adı Biruni.Aslen Türk’tü.Daha küçük yaşta doğaya meraklıydı. Matematik ve astronomi öğrendi. Hayatı boyunca keşif yolculuğu yaptı. Devrin ünlü ilim merkezlerine gitti. Bu ziyaretlerinin birinde İbn-i Sina ile tanıştı.
Büyük canlı grupları (âlem) arasındaki evrimsel geçişleri merak etti. Matematik, fizik, astronomi, eczacılık gibi alanlarda 180 eser verdi. Kitabu’t-tefhim, el-Kanünül-Mesüdi, Kitab’s-Saydele, Kitabu’l-Cemahir, el-Aşaru’l-hakkiye gibi...
“Asar-ül Bakire” adlı eserinde Sezar’ın doğuşunu bir minyatürle gösterdi. Bu doğum minyatürü Sezar’ın adından dolayı “Sezaryen” teriminin doğmasına neden olacaktı. Biruni de bu doğuma “Sezaryen” adını vermişti! Sadece bu mu?
YARATILIŞ NE ZAMAN BAŞLADI
Âlim Biruni’nin en temel özelliği, evrimci olmasıydı. Kainatın oluşumunu evrimci bir yaklaşımla izah etti. Canlıların, suni seçim yoluyla evrimleştiğini ileri sürdü ve buna “tabiat ekonomisi” adını verdi.
Doğada her şeyin üremesi, çoğalması ve evrimi, belirli bir ölçüye, dengeye göre olmaktaydı. Doğada bir ekonomi vardı, başıboşluk ve israf yoktu. Yok olacak ağaçların yok olmasına doğa karar verir ve böylece yeni canlıya yer açar...
Biruni yaratılışın ne zaman ve nasıl başladığı konusunu, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinlerinin bilgileri ışığında irdeledi.
Yaratılışı, Allah’ın hür iradesinin bir eseri olarak gördü. Kainat yokken sonradan yaratıldığı; ancak yaratılışın ne zaman ve nasıl başladığı hakkında tam ve kesin bilgilere sahip olunamayacağı tezini ilerini sürdü. Biruni’ye göre elimizde bu konuda kesin ve aydınlatıcı bir bilgi yoktu. Özellikle Yahudi ve Hıristiyanların kitaplarındaki bilgiler tefsir edilmişti. Yaratılışı insan yaratılışıyla başlatmak hatalıydı.
Rabbin bir günü kulun günüydü.
Kuran’daki ayetler ise doğruydu.
NE YAZDI
“Allah Teâlâ insan türünü yaratmak isteyince, O; önce uygun biçimde yerin yaratılmasını belirledi ve ona doğal şeklini oluşturacak evrimleşmeyi temin edecek gücü verdi; doğal şeklinden kastım, yeryüzünün yuvarlaklığıdır.”
Yani, uygun şartlar oluştuğu zaman madenler ve canlı türleri birbi-rinden bağımsız olarak ortaya çıktı. İlk önce cansız varlık türleri ortaya çıkmıştı, su, hava, gaz, toprak...
Sonra evrimleşme kabiliyeti olan canlıyı yaratmıştı. Bütün canlı türleri birbirinden bağımsız olarak türemişti. Ama Biruni, “İnsan en yüce mertebeye kendinden aşağı hayvan-lardan çıkarak vardı” görüşüne karşı çıktı. Hayır, insan, köpekbalığından domuzluğa sonra maymunluğa yükselerek insanlığa yükselmemişti.
İlk ana canlı türleri, Allah’ın yaratma fiilinin bir gereği olarak uygun şartlar oluşunca evrimleşerek gelişmişlerdi. Ana türler kendi içinde zamanla çeşitli dallara ayrılarak gelişmekteydi.
BİRUNİ ŞAŞIRMADI
Darwin’i, bir dağın tepesinde bulduğu bir deniz canlısının fosili nasıl şaşırtmış ise, Biruni de Hindistan’la ilgili ilginç bir olay anlatır:
“Eğer Hindistan’da toprağı kazarken ne kadar derine inerseniz inin, çıkan taşların hep yuvarlaklaşmış olduğuna dikkat etmişseniz (...) Hindistan’ın bir zamanlar deniz olduğu ve yavaş yavaş ırmaklarının alüvyonlarla dolarak kara halini aldığı sonucuna varırsınız.”
Biruni’ye göre dünyadaki jeolojik değişme süreklidir. Suni seçim yoluyla evrimden bahseden de ilk Biruni’ydi. Bir bahçıvanın yetiştirdiği domateslerden iyi türleri ayıklayarak gelecek mevsimde onların tohumlarını ekmesi, bu domateslerin bir çeşit suni seçim yoluyla evrimleşmesiydi.
Suni seçim yoluyla evrimden Biruni’den sonra ilk bahseden bilim adamı Darwin idi.
Ne ilginç!
Bin yıl sonra evrim konusunu hâlâ rahatlıkla konuşup tartışamıyoruz. Oysa bakın Mevlânâ ne diyor:
Mineral öldüm ve bitki oldum.
Bitki öldüm ve hayvan oldum.
Hayvan öldüm ve insan oldum.
Korku niye? Ne zaman daha az ölümsüzüm?
Tekrar bir daha insan olarak öleceğim.
Kutlu meleklerle beraber uçmak için.
Hatta meleklikten daha ileri geçeceğim.
Allah hariç, her şey yok olucu.
Melekleşmiş ruhumu adadığımda.
Aklın idrak edemediği şeye dönüşeceğim.
Ah, benim var olmama müsaade et!
Çünkü var olmama, dillerde: O’na dönücüyüz.

Evrimci gizli örgüt: İHVAN-I SAFA

İHVAN-I Safa ile Darwin arasındaki paralellik Batı’da 1878’de kuruldu. İslam düşüncesindeki evrim teorisi üzerine çalışma yapan Dieterici, Darwin’in fikirleriyle İhvan-ı Safa arasındaki benzerliğe dikkat çekti.
Kimdi İhvan-ı Safa?
10’uncu yüzyılda ortaya çıkan İhvan-ı Safa topluluğu çeşitli bilimlerle ilgili 52 risale yazıp bıraktı.
Merkezi Basra olan bu topluluğun sadece beşinin adı bilindi. El Maksidi, ez Zencani, el Mihrecani, el Avli ve Zeyd b. Zufa.
Beyin, Maksidi idi. Diğer dördü Maksidi’nin yazdığı risaleleri çeşitli bölgelere dağıttı; bilgiler topladı, toplantıları organize etti.
Topluluğun kurucularının kimler olduğu, ne zaman ve nerede ortaya çıktıkları, faaliyetlerinin ne kadar sürdüğü tam olarak bilinmiyor. Nedense çalışmalarında hep gizliliği benimsediler. Kim bilir belki de savunduklarından dolayı illegaliteye geçmişlerdi.
İhvan-ı Safa genel olarak evrim konusunda şu görüşü ileri sürdü:
İnsan sosyal ve psikolojik olarak evrimleşir.
Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e gelinceye kadar Allah’ın, insanlığa çok sayıda peygamber ve din göndermesinin ana sebebi, insanlığın hem sosyal hem de psikolojik evrimini sağlamaktı.
Her gelen yeni din, bir önceki döneminin sosyal yaşantı ve düşünceleriyle ilgili olan sistemi ya tamamen ya da kısmen değiştirdi.
Peki ama soru şuydu:
İnsanlığın sosyal evrimleşmesi devam edecek, bununla birlikte, İslam’dan sonra ne yeni bir din, ne de yeni bir peygamber gelecektir. İslam, gelecekteki sosyal evrimlere yanıt verecek nitelikte olduğu gibi peygamberlerin görevini de Hz. Muhammed’in mirasçıları olarak hikmet sahibi imam, veli, âlimler devam ettirecekti. Çağdaş Müslüman düşünürlerden Muhammet Abduh, Ömer Nasuhi Bilmen de bu görüşteydi.

David Hume kimden etkilendi: İBN TUFEYL

İBN TUFEYL başta David Hume olmak üzere Batılı düşüncelere etki etmiş bir âlimdi. Roman tarzında yazdığı “Hayy b. Yakzan” adlı eserinin kahramanı Hz. Adem’i temsil etti. Yani İbn Tufeyl ilk insan oluşumunu kaleme aldı.
Peki, ilk insan nasıl oluşmuştu?
“Hindistan yakınlarındaki ekvatoral ıssız bir adanın cep gibi çukur bir yerinde, toprağın su ve havayla iyice karışımıyla meydana gelen çamur, uzun zaman içinde güneşin ısı ve ışığının tesiriyle mayalanır. Bu mayalanmış çamur halden hale geçerek nihayet bir şekil alınca Allah ‘hayat’ adını bu şekle tecelli eder ve ona ruh verir. Böylece ilk insan kendiliğinden oluşur.”
Yani hayat cansız maddelerden Allah’ın tecellisi olarak türemişti. Bu türeyişte döllenme ya da eşleşme yoktu.
Tufeyl’in yaşamın menşeiyle ilgili teorisi birçok modern biyolojik ve kozmolojik görüşlerin temelini oluşturmaktadır.
1950’lerde atılan, hayatın başlangıcı doğada çok bulunan bazı madde ve gazların kimyasal bileşiminin evrimleşmesiyle açıklamaya çalışan kimyasal evrim teorisiyle, Tufeyl’in görüşleri benzerdi!
Tufeyl özel olarak hangi kimyasal maddelerin hayatın başlangıcını teşkil ettiğini söylemese de, genel olarak su, toprak, güneş ve havanın (karbondioksit, amonyak, su vb. maddelerin) ilk canlıları meydana getirdiğini ilk tespit eden âlimdi.
Bugün İbn Tufeyl, Haldone, Frobisher, Keosion, Osborn, D.T. Chardin gibi bilim adamlarının öncüsü sayılmaktadır.

Mutasyona inanan bir İslam aydını: CAHIZ

ADI: Ebu Osman b. Bahr el Cahız (776-869).
Basra’da doğdu, Basra’da öldü. 84 yıl yaşadı. İslam aydınlanmacısı Mutezile ekolünün önde gelen âlimlerindendi. Cahıziye adlı ekolün kurucusuydu.
Tüm kâinatın bir bütün olarak nasıl oluştuğunu izahtan ziyade, canlıların oluşumu ve onların aktüel evrimleri üzerine çalıştı.
Ünlü bir zoolog ve antropolog idi. “Kitabu’l hayavan” adlı kitabında modern hayvan bilimine birçok teori kazandırdı. İlk defa hayvan psikolojisi ve sosyolojisinden bahsetti.
Doğa olaylarını incelemeye karşı büyük bir merakı olan Cahız, hayvanlar âlemi üzerine çok çalıştı. Özellikle köpekler, tilkiler, kurtlar ve güvercinlerin yaşayışını bizzat gözlemleyip notlar aldı. Cahız’ın bu hayvanları gözlemlerken dikkatini şu çekti: Bu hayvanlar coğrafi bölgelere göre birbirinden farklılıklar gösteriyordu. Bunların sebeplerini açıklayan Cahız, ilk defa genel biyolojik evrim teorisini de temellendirdi.
Neler yazmadı ki...
Örneğin:
Karıncaların toplumsal örgütlenmeleriyle ilgili olarak kendi gözlemlerini de kapsayan detaylı bir bilgi verdi. Karıncaların yuvalarında nasıl tahıl depoladıklarına ve bu sayede yağmurlu mevsimlerde tahılın bozulmasını önlediklerine ait açıklamalar getirdi.
Keza...
Bazı böceklerin ışığa duyarlılıkları hakkında da bilgiler kaleme aldı. Cahız çoğunlukla Darwin’e dayandırılan doğal seçilim görüşünü de açıkladı.
Türler arasında doğal olarak yaratılıştan gelen yaşamak için mücadelenin var olduğunu, bu mücadele esnasında ancak kuvvetli ve yetkin türlerin hayatlarını sürdürebildiklerini ve neticede de tabiatta doğal bir seçimin yapıldığını ortaya koydu. Türlerin evrimleşmesinde fiziksel çevrenin ve iklim şartlarının türler üzerindeki etkisine ağırlık verdi. Bu faktörleri oluşturan unsurlar ise, yiyecekler, su ve havanın kirliliği, ısısı ve yerleşim yerlerinin özellikleriydi.
Yani...
Lamarck ve Darwin’den yüzyıllar önce Cahız genel biyolojik evrim teorisinin temellerini attı.
Yani Cahız, Darwin’in öncüsüydü.

İnsan maymundan mı geldi

NAZZAM, İbn-i Miskeveyh, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Mevlânâ...
Bu Türk ve İslam düşünürlerinin her biri değişik görüşlere sahip olsa da, büyük canlı grupları arasındaki evrimsel geçiş konusuna kafa yordular, kalem oynattılar.
Evrim tartışmaları olduğunda, söz hep bir noktaya gelir durur: “Ne yani, insan maymundan mı geldi?” kuşkusuz gelmedi ama bu benzetme-tartışma günümüzde bile hâlâ sürüyor.
İslamcı düşünürlerin bazıları (ki bunlar evrimci görüşü savunuyorlardı) insanın maymundan dönüştüğünü belirttiler.
M. Bayraktar’ın yazdığına göre Mevlânâ bu görüştedir. (İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi.)
Madenler âleminden bitkiler âlemine geçişte mercanlar, bitkiler âleminden hayvanlar âlemine geçişte hurma ağacı, hayvanlar âleminden insanlar âlemine geçişte maymun ara tür olarak kabul ediliyordu!
İhvan-ı Safa da risalelerinde hayvanlardan insanlara geçişi açıklamaya çalıştı. İnsandan sonra melekler âlemine, oradan da ilahi âleme ve mutlak varlığa doğru yükseliyordu. Kuşkusuz bunun modern evrim teorisiyle ilgisi yoktu.
İnsanın maymundan geldiği tezine Cahız da katılıyordu. Bu düşüncesini şöyle dile getirdi:
“Şüphesiz bazı coğrafi bölgelerde, bazı Nabatlı gemicilerin maymuna benzediklerini gördük. Aynı şekilde bazı Faslı insanlarda gördük ve onları mesh’e (insana yakın maymun türüne) benzer bulduk; aralarında çok az fark vardı. Bu Faslılar üzerindeki değişikliği, tozun toprağın, kirli su ve havanın yapması mümkündür. Eğer onlar üzerindeki bu tesir daha fazla artarsa, onların derileri, kulakları, renkleri ve şekillerindeki bu değişiklikler de daha fazla artar.” (Kitabu’l hayavan)
İnsanın maymundan evrildiği bugün çocukça bir değerlendirme olarak görülse de, türlerin evrimleşmesinde fiziksel çevrenin etkili olduğu bilinen bir gerçektir.
Yazının devamı...
Hangi yazarın ne rüyası vardı
26 Şubat 2011

ÜTOPYA, insanın yeryüzünde bir cennet hayatı oluşturma çabasıdır. Düşseldir. Daha iyiye, güzele ulaşma isteğidir. Platon’un “Devlet”i belki Batı edebiyatında ütopya türüne ilk örnek sayılabilir. Ancak Yeniçağ Avrupa’sında ütopyalara daha çok tanık oluruz.
Türkiye’nin “ütopya” kavramıyla tanışması 19’uncu yüzyılın ortalarına denk geldi. 150 yıllık bir geçmişe sahip Türk ütopyası genel anlamda “siyasi rüya”yla başlar. Bu süreç aynı zamanda Türkiye toplumunun çağdaşlaşma ve modernleşmesinin başlangıcıdır.
Kavramın felsefi, siyasi ve edebi
açıdan incelenmesi 50 yıl önceye, yoğun olarak işlenmesi ise 1980 darbesinden sonrasına aitti.
HEP KORKUTTU
 İnsanın insan üzerindeki baskısı arttıkça hep yeni/alternatif bir toplum projesi/ütopya anlayışı doğdu.
Ütopyalar, aslında toplumsal çelişkilere dikkat çeken ilk eleştirel metinlerdi. Manifestolardı.
Ütopyanın (Utopia) yazarı Thomas More bir politikacıydı. Başbakanlık yaptı. İngiltere Başbakanı olmasına rağmen, bu eseriyle ezilenlerin ve özellikle de köylülerin içinde bulunduğu yoksulluğa dikkat çekti.
Ancak “Utopia” zengin çevrelerin tepkisini çekti. More gözden düşürüldü. Ve idam edildi!/images/100/0x0/55eae3d4f018fbb8f89d3f8b
Ütopyalar yerleşik iktidarları hep korkuttu.
Ütopyaların Batı’dan kopya edildiği, Batı merkezli olduğu iddiası aslıda kendimize yönelik bir haksızlıktı. Çünkü, Doğu edebiyatında “Binbir Gece Masalları”, “Şehname” gibi eserler ütopik unsurlar içermekteydi.
Bizim aydınlarımızın bazı ütopyalarından örnekler vereyim...
HALİDE EDİB ADIVAR’IN ÜTOPYASI
19’uncu yüzyılın sonundan itibaren Osmanlı münevverleri arasında en gözde yazı konusu “turan” hayaliydi.
Örneğin Halide Edib Adıvar’ın 1912’de yazdığı “Yeni Turan” adlı eserin başkahramanı Oğuz’du.
Oğuz Osmanlı halkını uyandırıp etrafında toplayarak, onları İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde örgütler. İttihatçıların iktidar olmasını sağlayarak halkın aydınlanmasına yardımcı olur.
Anadolu baştan başa okullarla donatılır.
Bu sayede tüm Osmanlı tebaasını kardeşlik temelinde birleştirir.
Bütün ülke bayındır edilir; kentler demiryollarıyla birbirine bağlanır. Her köşe başında sıra sıra fabrikalar dizilir. Artık yoksulluk kalmamıştır. Halk çok mutludur.
ZİYA GÖKALP’İN ÜTOPYASI
“Turan” ütopyası şiirde de kendisini gösterdi. Ziya Gökalp, “Kızıl Elma” (1915) şiirinde Türklük aşkıyla dolup taşan Azerbaycanlı bir kızın Turan arayışını tasvir etti.
O, “Turan ülkesinde” her fennin bir medresesi, ziraat, ticaret, sanat evleri vardır. Her yer gelişmiş, yoksulluk yok edilmiştir. “Turan” ülkesi yepyeni bir insan yaratmıştır. Âşıklar bile birbirine kavuşur.
Ahmet Haşim, dönemin aşk anlayışını temelden değiştiren bir anakara hayal eder. “O Belde”nin (1921) kadınları ince, temiz, güzeldir.
Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tevfik Fikret, Mehmet
Rauf, Hüseyin Kazım Kadri ile Yeni Zelanda’ya
giderek komün hayatı kurma girişimini bu sayfada yazmıştım. Yalçın “Hayat-ı Muhayyel” adlı eserinde
bu ütopyayı kaleme aldı.
TKP kurucusu Ethem Nejat’ın “Mesut Köy” (1918) adlı eseri, tarımsal ağırlıklı eğilimi yani Köy Enstitüleri modelini savunur. Köy ağırlıklı, eşitlikçi, özgür, yeşil bir ülke tasarlar. Ethem Nejat tarihimizde okullar kanalıyla ilk Ağaç Bayramı etkinliklerini başlatan eğitimcidir.
Müfide Ferit Tek Hanım “Aydemir” (1918) adlı eserinde halkçı-sosyalist bir toplum düşler. Roman herhangi bir ülkeyi tasvir etmez, ancak Türkistan’ın şahsında geleceğin Türkiye’sini öngörür. Bu ülkede tarım gelişmiştir, işçiler sendikalıdır, yobazlık yok edilmiştir, halk aydındır.
Bu kitabın kahramanı “Aydemir”den çok etkilenen Şevket Süreyya, 1934’te soyadı olarak kendine “Aydemir”i aldı.
İSLAMİ TOPLUM ÜTOPYASI
 Kılıçzade İbrahim Hakkı’nın “Pek Uyanık Bir Uyku” (1915) başlıklı eseri de Cumhuriyet dönemi uygulamalarının bir önyazısıdır. Aklın topluma hâkim olacağını belirtir. İnsanlar, toplumu tembelliğe iten softaların-şeyhlerin yerine Kuran-ı Kerim’e inanacaktır. Üfürükçülük yasaklanacak, tekke, zaviye ve medreseler kapatılacaktır. Bırakın her erkeği, kızların bile spor yapacağını öngörür. Kadınlar istediği gibi giyinecektir. Yerli mallar üretecek fabrikalar kurulacaktır.
Molla Davudzade Mustafa Nâzım da “Rüyada Terakki ve Medeniyet-i İslamiyeyi Rü’yet” (1913) adlı eserinde, kalkınmış, modernleşmiş bir İslam uygarlığı düşü kurar.
İnsanoğlunun politik düşleri hiç bitmeyecek.
O düşler ki, bugün Tunus’u, Mısır’ı, Libya’yı yerle
bir ediyor...

ZİYA PAŞA’NIN ÜTOPYASI

YIL: 1869

Ziya Paşa bir yıldır Londra’da sürgündü. Namık Kemal ile birlikte “Hürriyet” gazetesini çıkardı. Osmanlı’nın içinde bulunduğu çöküşü durdurmak için projeler geliştirdiler:
Parlamenter sistem,
Batı sömürgesinden ve siyasi baskısından kurtulmak, halkın refahını sağlamak vs.
Ziya Paşa o atmosfer içinde “Rüya” eserini yazdı. “Rüya”sında roman kahramanı bakın ne yapıyor: Sabah gazeteleri, mektupları okuyunca, Osmanlı’daki haberleri öğrenince canı sıkılıyor. Efkârını dağıtmak için “Hamiş Fort” bahçesine gidiyor, havuzun kenarındaki bankta oturunca düşüncelere dalıyor. Birden kendini İstanbul Boğaziçi’nde buluyor. Padişahın huzuruna çıkıyor. Padişaha memleketin içinde bulunduğu acıklı durumu, sadrazamın yabancı elçilerin elinde nasıl oyuncak olduğunu anlatıyor. Padişah şaşırıyor
çünkü bunu bilmiyor!
Kahraman, sefil durumdan kurtulmak için padişaha önerisini de yapıyor: Millet meclisi açılmalı, Kanuni Esasi hazırlanmalıdır.
Ziya Paşa’nın ütopyası budur. Padişah bunu uygulamaya koyunca ülke kurtulacaktır!

NAMIK KEMAL’İN ÜTOPYASI

NAMIK Kemal “Görülmüş Bir Rüyadır” eserini 1877’de yazdı. Namık Kemal diyordu ki; bu kitabı İstanbul’da kimse basamaz. Dediği oldu, Avrupa’da basıldı. Çünkü üslubu radikaldi.
Namık Kemal’in ütopyası şöyleydi:
Roman kahramanı bir akşamüstü Boğaziçi’nde denize nazır bir bağevinde pencerenin köşesine oturur, düşünür ve uyuyakalır. Rüyasında Fransız devriminin hürriyet abidesi, bir bulut içinden peri gibi görünür; Osmanlı topraklarında uğradığı tüm yerleri canlandırır, şenlendirir.
Bütün çiçekler, ağaçlar açar. Her yere nur yağar, ülke cennete döner. Ülkede herkes ahlaklı olur, her birey kafaca gelişir. Mahkemelerde adalet hüküm sürer. Hükümet halkındır. Toplumsal ilişkilere akıl hâkimdir. Ülkenin en zengini de, en yoksulu da padişah kadar mutludur. En az zekâya sahip insanın beyni bile, bir kütüphane kadar bilgi doludur. Halk gaflet uykusundan uyanmıştır. İnsanca yaşamak için savaşması gerektiğini bilir.
Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi Yeni Osmanlıların düşleri ne yazık ki Sultan II. Abdülhamid’le karadüşe dönüştü.

CUMHURİYET DÖNEMİ ÜTOPYALARI

CUMHURİYET döneminde yazılan ütopyaların en gelişmişi Türk devrimini anlatan “Ankara” (1934). Yazarı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu.
Karaosmanoğlu üç bölümden oluşan eserinde özlem duyulan yeni toplumsal düzeni yazdı. Romanın kahramanı Selma Hanım’ın gelişim hikâyesiyle aslında Türkiye anlatıldı.
İsmail Hakkı Baltacıoğlu ise “Rüyamdaki Okullar” (1936) adlı eserinde geleceğin köy enstitülerini işaret etti.
Bu öyle bir eğitim sistemiydi ki, herkes ihtiyaca göre eğitim görecek, eğitim ezbere dayanmayacaktı.
Memduh Şevket Esendal “Yurda Dönüş” (1940) ütopyasında doğayla barışık yaşayan köylülerden bahsediyor.
İsteği halkçı-sosyalist bir toplumdur. Roman kahramanı yıllar sonra
ülkesine gelmiştir ve ilk gördüğüyle
şoke olur.
Gümrükte güzel, eğitimli, kişilikli Türk kadını çalışmaktadır.
Eskinin miskin, dalkavuk memurları kovulmuştur.
Ülkenin her yanı yeşilliktir. Köyler, ilçeler, şehirler gelişmiştir.
Peyami Safa da “Yalnızız” (1951) adlı romanında yeni bir ülke, Simeranya’da bir model düşlemektedir.
O ülkede, akla önem verilir, aklın rehberliği benimsenir. Ülkede komünizm yoktur ama mülkiyet eşitsizliği yine de kaldırılmıştır!
Cumhuriyet ilk kuşağının son ütopya yazarı Şevket Süreyya Aydemir’dir. “Toprak Uyanırsa” (1963) romanında bir köy öğretmeninin yoksullukla mücadelesini anlatır. Öğretmen devrimcidir ve köylülere özgür, başı dik birey olmayı hayatın pratiğiyle gösterir, öğretir.
Ütopya hiç bitmez...
Bitmeyecektir...

Yazının devamı...
Mısır ordusunun içini oyup kim ‘kâğıttan kaplan’ yaptı
12 Şubat 2011

MODERN Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!
Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.
Bunlardan biri de Mehmed Ali adında bir askerdi./images/100/0x0/55eaff24f018fbb8f8a43cb0
Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.
Zekâsı ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.
Bu aslında “ulus-devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro) milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.
Fransa nasıl krallığa son verip ulus-devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus-devlet kuracaktı.
Mısır ordusunda Türk subaylar
Modern ordunun oluşumu Mısır’da eğitim-öğrenimi de geliştirdi; askeri tıp ve mühendislik okulları açıldı; Fransa’dan öğretmenler getirildi; Fransa’ya öğrenciler gönderildi.
Askerin üniforması için tekstil atölyeleri kuruldu; zamanla bunlar büyütülerek sanayinin ilk adımları atıldı. Asker iaşesi için tarım ve bayındırlık alanlarında iyileştirmeler yapıldı.
Uzatmayayım.
Peki.
Modernleşmenin itici motoru olan Mısır ordusunun bileşimi neydi?
Ordu salt Mısır’da yaşayanlardan oluşturulmadı. Osmanlı topraklarından gelen Türkler, Arnavutlar, Kürtler, Çerkezler de vardı. Keza Kavalalı asker eksikliğini gidermek için Sudan’ı işgal etti.
Mısır ordusunda “her milletten adam” bulunuyordu ama Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kesin bir talimatı vardı:/images/100/0x0/55eaff24f018fbb8f8a43cb2
Subaylar Türk olacaktı!
Mısır ordusunda üst makamlara gelebilmek için Türkçe konuşmak, Anadolu, İstanbul, Arnavutluk doğumlu olmak şarttı.
Osmanlı’dan alınan savaş esirleri de istedikleri takdirde Mısır ordusuna girebilecekti.
Orduda emirler, talimatnameler Türkçeydi. Kahire Harp Okulu’nda dersler Türkçe veriliyordu.
Mısırlı Araplar orduda ancak yüzbaşı rütbesine kadar yükselebiliyordu. Mülazım ve mülazım evvel (teğmen ve asteğmen) rütbelerinin yarısı Türk, yarısı Arap olacaktı.
Bir taburda dörtten fazla Arap teğmenin bulunması yasaktı. Vs.
Bu durumu Kavalalı şöyle açıklıyordu: “Ben, İngilizlerin Hindistan’da yaptığından farklı bir şey yapmıyorum; onların Hintlilerden oluşan ve İngilizlerin komuta ettiği bir orduları var; benim Araplardan oluşan ve Türklerin komuta ettiği bir ordum.”
‘Tanzimat Ekolü’
Mısır’la aynı dönemde aynı Batılılaşma adımlarını Sultan II. Mahmud’la (1784-1839) başlayan süreçte Osmanlı da attı. Yeniçeriler yok edildi; Osmanlı ordusu yeniden kuruldu; Avrupa’dan askeri uzmanlar getirildi; askeri tıp-mühendislik okulları açıldı vs.
II. Mahmud, Abdulmecit, Abdulaziz döneminde Sadrazam Büyük Reşid Paşa’nın yetiştirdiği Tanzimat Ekolü’nü benimsemiş Ali ve Fuat paşalar Batılılaşmanın sürdürücüsü oldu. Sultan II. Abdülhamid devrinde “Tanzimatçı paşalar” geleneği rafa kalksa da II. Abdülhamid reformlara devam etti.
Mısır’da Kavalalı’dan sonra göreve gelen Abbas, kişisel olarak içekapanık, şüpheci ve Batı’ya mesafeliydi. Bu bakımdan dedesinden devraldığı modernleşme mirasını sürdürmedi.
Abbas’ın ardından göreve gelen Said Batı taraftarıydı; Fransızlara çok yakındı; kesintiye uğrayan babası Kavalalı’nın başlattığı çağdaşlık atılımlarına hız verdi. Örneğin Süveyş Kanalı projesi Said’in himayesinde yapıldı.
Said sonrasında göreve gelen İsmail’in bir temel amacı vardı: Mısır’ı Avrupa’nın bir parçası yapmak! Bunu İngiltere’nin yardımıyla yapacağına inandı/inandırıldı. Ülkeyi yabancı sermayeye açtı; bu parayla önemli projelere kalkıştı. Sonuçta Mısır kademeli olarak borçlandırıldı ve kısa bir zamanda ülkenin mali iflası gerçekleşti. Bunun ardından 1882’de İngiliz işgali geldi. 1922’de Osmanlı’dan bağımsızlık kazanılsa da, Kral Fuat ve Kral Faruk dönemlerinde Mısır’da İngiliz kontrolü hep devam etti.
Bu süreçte İngilizler, Mısır’daki Türk varlığını kendilerine rakip gördüğü için, sarayda Türkçe konuşulmasına, orduda Türk subayı uygulamasına, eğitimin Türkçe verilmesine ince politik ayak oyunlarıyla son verdirdi. Öyle ki...
Büyükbabası Kavalalı Türkçe dışında bir dil bilmezken hanedanın son üyesi Kral Faruk İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Arapça bilmesine rağmen Türkçe konuşamıyordu. İngilizler başarmıştı. Bugün Mısır’da ikinci resmi dil İngilizce!
İngilizler ve daha sonra Amerikalılar Mısır ordusunu siyasetin-ticaretin içine sokarak, generalliği “sınıf atlamanın” aracı haline getirdiler. Bu süreç sonunda Mısır ordusu “kâğıttan kaplan” olacaktı...

ÜNİFORMALI MÜTEAHHİTLER/images/100/0x0/55eaff24f018fbb8f8a43cb4

MISIR Arap Cumhuriyeti 1952’den günümüze kadar, üç üst rütbeli asker başkan tarafından yönetildi: Nasır-Sedat-Mübarek.
Üç başkanın da sınıfsal kökeni benzerdi: İskenderiye’nin yoksul mahallelerinden birinde bir postacının oğlu olarak dünyaya gelen Nasır; Manufiye’nin bir köyünde doğan Sedat ve aynı ilin bir başka köyünde doğan Mübarek bu dileklerle orduya girmişlerdi.
Aslında bu şaşırtıcı değildi:
Mısır halkı öteden beri yoksuldu. Fakir halklarının “potansiyel aç” çocukları hayatta başarılı olmanın yolu olarak orduya girmeyi düşlediler hep.
Orduya girince açlıklarını unutup bu kez “sınıf atlama” peşine düştüler.
Nasıl mı?
Soğuk Savaş’ın başlangıç döneminde Nasır ile Sovyet ilişkileri gayet iyiydi. Arap Sosyalist Birliği kurma, sosyalizm soslu Arap milliyetçiliği ideolojisini Arap halklarına yayma girişimleri gibi, Nasır’la özdeşleşen tüm politik atılımlar hep bu gelişen Mısır-Sovyetler ilişkilerinin sonucu olarak doğdu. Subaylar idealistti.
İsrail ile 1948, 67 ve 73 savaşlarında yaşanan mağlubiyetler Mısır-Sovyet ilişkisini bitirdi.
Sedat, ABD’ye yakınlaştı. İsrail’le masaya oturdu ve barış anlaşması imzalayan ilk Arap lider olarak tarihe geçti.
Sedat’a büyük tepkiler oldu ve nihayetinde bir askeri tören sırasında İslamcı militanlar tarafından öldürüldü.
Sedat gitti Mübarek geldi ama ABD-İsrail ile ilişkiler daha da artarak sürdü.
ABD ile yakınlaşmak; demokrasi, asker-sivil ilişkileri bağlamında Mısır’a bir kazanç getirmedi. ABD, Mısır’da tıpkı Ortadoğu’nun tamamına yakınında olduğu /images/100/0x0/55eaff24f018fbb8f8a43cb6gibi hep otoriter ve antidemokratik siyasi yapıyı destekledi. Bölgedeki hâkimiyetini bu otoriter rejimlerin başındaki isimlerle irtibata geçmek yoluyla kurdu. ABD bu kişilere askeri-mali anlamda her türlü desteği verirken, bunun karşılığında kendilerinden hizmet bekledi. Bu kişiler de üstlendikleri görevleri şimdiye dek başarıyla yerine getirdi. Bu bağlamda, Mısır ordusunda yer alan üst rütbeli subayların bu ilişkiler sonucu nüfuzlarını siyasete yansıtması daha sık görülür oldu.
Ve...
1980’lerde devletçi ekonomik yapının kırılıp neoliberal politikaların hâkim hale getirilmesi Mısır ordusundaki üst düzey komutanları parasal açıdan çok etkiledi. Ülke güvenliği dışında ekonomik alanlara da “el atarak” zenginleşen bir üniformalılar grubu ortaya çıktı.
Komutanlar öncelikle ülkenin en kazançlı kapılarından biri olan turizmle uğraşmaya, şirketler kurmaya başladı. Ardından inşaat sektörüne girdiler. Üniformalı müteahhitler türedi. Daha sonra da bankacılık sektöründe ve zirai faaliyetlerde ordu mensubu subaylar sıkça görüldü.
Mısır rejiminin sağladığı bu avantajdan sonuna dek yararlananlar ordu içindeki üst rütbeli subaylar idi. Bunun dışında alt rütbeliler ve erat/askerlerin bundan fayda sağlamalarına izin yoktu!
Ülkenin askeriyesine egemen, siyasetine vasi durumda bulunan Mısırlı üst düzey komutanların muhtelif sektörlerde zenginleşmeleri, refah sahibi olmaları nedeniyle bir anlamda Mısır devleti içinde ayrı bir devlet ortaya çıktı. Askeri/siyasi güce eklemlenen ekonomik gücün de etkisiyle Mısır ordusu adeta devlet içinde devlet halini aldı.
Yaklaşık yarım milyonluk askeri ile Afrika’nın en büyük, dünyanın ise on birinci büyük ordusu olan Mısır ordusunun, kimler tarafından içi oyularak etkisiz hale getirildiği ortada değil mi?
Peki aynı tarihsel süreçten geçen, modernitenin öncüsü Türk ve Mısır ordusunu zamanla birbirinden ayıran parametreler nelerdir?

CHP’NİN ZAFERİDİR BU

TÜRK ordusu ile Mısır ordusu arasındaki temel fark, Mısır’ın 20’nci yüzyılda bir Mustafa Kemal çıkaramamış olması. Mustafa Kemal siyasi projesi olan bir liderdi. Sadece bağımsızlık kazanmakla sınırlı bir vizyon değildi bu. İlk baştan beri cumhuriyet ve demokrasi için adım attı. Örneğin, “Ya siyaset ya askerlik” /images/100/0x0/55eaff24f018fbb8f8a43cb8diyerek askeri kışlasına döndürdü.
Oysaki Mısır’da İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesi veren tüm milliyetçilerin (Urabi Paşa, Mustafa Kamil, Muhammed Ferid gibi) tek bir hedefi vardı; Mısır’dan İngilizleri kovmak. Bunun dışında bir projeleri yoktu.
Örneğin Mustafa Kemal gibi tam bağımsızlık, modern bir demokrasi, herkesin eşit yurttaş olduğu bir cumhuriyet fikri Mısırlı milliyetçilerde yoktu. Yani İngilizlerin kovulması halinde evet ülke bağımsız olacaktı, işbirlikçi hanedan ailesi tasfiye edilecek ve cumhuriyet ilan edilecekti. Ama nasıl bir cumhuriyet kurulacaktı? Ne yazık ki bu; içi demokratik meclis gibi kurumlarla, yasama-yürütme-yargı gibi güçler ayrılığı temelindeki bir demokratik işleyişle doldurulmuş, bilinçli olarak planlanmış bir cumhuriyet projesi değildi. Tek bir ideolojisi vardı bu cumhuriyetin: Arap milliyetçiliği.
Mustafa Kemal ve Türkiye örneğinin en büyük farkı burası. Mısır’daki “cumhuriyetçilerin” demokrasi kaygısı hiç olmadı. Mübarek daha düne kadar oğlunu yerine geçirmeye çalışıyordu.
Örneğin, 2. Dünya Savaşı sonunda Türkiye ve Mısır iki siyasi akımın mücadelesine tanık oldu.
Mısır’da temel siyasi rekabet Nasır ve rejimi ile bunun muhalifi Müslüman Kardeşler arasında yaşandı. Neydi bu rekabetin konusu: Ülke idaresini ele geçirmek! Peki hangi yolla? İktidardakini devirme yoluyla! Her türlü demokratik aracın ve yöntemin tamamen dışta tutulduğu bir dönemdi bu. Kazanan Nasır ve rejimi oldu; demokrasi yoluyla mı ya da halkın iradesini yansıtan sandık sonuçlarıyla mı? Nasır elindeki devlet gücüyle Müslüman Kardeşler’i sindirdi.
Aynı dönemlerde Türkiye’de çok partili hayata geçildi ve iktidar sandık sonucu el değiştirdi. Bunu gerçekleştiren kişi ise bugün sıkça eleştirilen İsmet İnönü’ydü.
Soğuk Savaş döneminin küresel planları nedenleriyle Türkiye’de askeri darbeler yaşandı.
Ama Mısır’dan tek farkı asker ne zaman geldiyse olabilecek en kısa zamanda yerini tekrar sivillere bıraktı. Demokrasi rafa ilelebet kaldırılmadı Türkiye’de. Generaller darbeyi zenginleşme aracı olarak kullanmadı.
Bugün tek adamlığa karşı çıkan Mısır Tahrir Meydanı’ndakiler, aslında bizlere Mustafa Kemal’in, İsmet İnönü’nün ne derece büyük siyaset ve devlet adamı olduğunu gösteriyor.
Ve ne yazık ki, Türkiye bugünlerde hızla tek adamlığa gidiyor.

Yazının devamı...
Türkiye’de bir Emile Zola yok
5 Şubat 2011
Hem de neredeyse tüm Fransa’yı karşısına alma ve vatanından kopmak pahasına. Teğmen Mehmet Ali Çelebi ve diğer subayların mezhepsel kimliklerini sürekli ön plana çıkaran çevrelere karşı, Türkiye’de neden kimse sesini çıkarmıyor? Ne pahasına olursa olsun, gerçeği tüm çıplaklığıyla yüzümüze vuracak, adaleti savunacak bir Emile Zola’mız niye yok?..

TEĞMEN Mehmet Ali Çelebi...
18 Eylül 2008’de gözaltına alındı.
İki gün sonra tutuklandı.
2 yıl sonra, 27 Eylül 2010 tarihinde hâkim karşısına çıkarıldı.
2.5 yıldır cezaevinde.
Cezaevinde unutulmuştu, ta ki bilirkişi raporuna kadar.
TİB raporuna göre, Hizbut Tahrir örgütü ile ilişkilendirilen Teğmen Çelebi’nin cep telefonuna örgütle bağlantısı olan 139 kişinin numarası sadece 1 dakika 1 saniyede polis tarafından yüklenmişti!
Basın bu konu üzerine haberler yaptı.
Polis hata yaptığını açıkladı.
Sonra konu kapandı. Ve Teğmen Çelebi hâlâ karanlık zindanda tutuluyor.
İşte...
Bu nedenle birkaç gündür sürekli şunu düşünüyorum:
Öyle kolay Emile Zola olunmuyor!
Neden mi?
Deliller inandırıcı değil
Yüzbaşı Alfred Dreyfus (1859-1935) adını duydunuz mu?
Tarih 15 Ekim 1894...
Fransa’nın Genelkurmay Karargâhı’nda görevli 25 yaşındaki Topçu Yüzbaşı Dreyfus tutuklandı. Suçu, Alman Askeri Ataşesi Schwartkoppen’e bazı gizli resmi bilgileri vermekti.
Yahudi kökenli Yüzbaşı Dreyfus, Fransız kamuoyunun antisemitik duygularının had safhada olmasının yol açtığı basın baskısı sonucu peşin olarak suçlu ilan edildi. (Basında “TSK Aleviler’in kontrolüne girdi” benzeri yazılarının çokça yer aldığı bir dönemde Alevi subayların ardı ardına tutuklanması tesadüf müydü? Sadece isimlerine bakılarak (örneğin Çetin Doğan -ki doğru değildi-) bazı askerlerin Alevi olduğunun yazılması; bazı gazetelerin açık açık cadı avı yapması antisemitik değil miydi? Tüm bu kirli oyunların amacı neydi?
Yahudi Yüzbaşı Dreyfus 1894 yılı aralık ayı başında yargılanmaya başladı.
Savcının, mahkemeye sunabileceği kesin bir delil yoktu. Tek delil, Alman Askeri Ataşesi Schwartkoppen’in evindeki çöp kutusunda bulunan not ile imzasız bir ihbar mektubuydu. Nottaki yazının Dreyfus’un yazısı olduğu iddia edildi. Dreyfus, yazının kendisine ait olmadığını söyledi, ama kimseyi inandıramadı. Yargıçlar, Dreyfus’un savunmasını neredeyse hiç dinlemeden hükmü verdi.
22 Aralık 1894’te, yargıçların oybirliğiyle vatana ihanet suçundan Dreyfus müebbet hapse mahkûm edildi.
Bir süre sonra askeri ordu istihbaratının başına getirilen Binbaşı Georges Picquart, Dreyfus dosyasını yeniden inceledi. Çöp kutusunda bulunan notun Walsin Esterhazy adında bir subaya ait olduğunu ortaya çıkardı.
Mahkeme bu itirazı dikkate almadı. Üstelik, istihbaratçı Binbaşı Picquart’ı görevden aldı. (İstihbaratçı Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın başına gelenlere benzemiyor mu?)
Ve işte tam o sırada ünlü yazar Emile Zola baskılara aldırmadan dönemin Cumhurbaşkanı Felix Faure’a “İtham ediyorum” başlıklı bir mektup yazdı.
İtham ediyorum
13 Ocak 1898’de L’Aurore Gazetesi’nde yayınlanan bu mektup bir çığlıktı aslında:
“Bu iddianame hiçbir hukuksal değer taşımamaktadır. Bir insanın böylesine bir suçlama yazısı üzerine hüküm giymesi adaletsizliğin mucizesidir. Hiçbir namuslu insanın bu suçlamayı yüreği isyan etmeden okuyabileceğine inanmıyorum. Şeytan Adası’nda çekilen ölçüsüz kefareti düşünüp de çileden çıkmamak elden gelmez. Dreyfus’un birçok dil bilmesi suçtur. Evinde hiçbir tehlikeli belgenin bulunmamış olması suçtur. Ara sıra doğduğu ülkeye gitmesi suçtur. Çalışkan olması, öğrenme kaygısı içinde olması da suçtur. Coşkulanması da suçtur. Coşkulanmaması da suçtur. Ya iddianamenin kaleme alınışındaki aptalca, boşlukta kalan biçimsel iddialar! Bize suçlamanın 14 esas maddeden oluştuğu söylenmişti. Oysaki tek bir maddeden; çizelge maddesinden başka bir şey bulamıyoruz. Ve hatta öğreniyoruz ki bilirkişiler de anlaşamıyorlarmış...”
Yoğun baskıya rağmen, ülkesinden gitmek zorunda kalma pahasına Emile Zola adaleti-hukuku savundu. Yahudi düşmanı antisemitik hareketlere karşı bayrak açtı.
Biz gerçekle yüzleşmeyi beceremeyen bir toplumuz.
Siyasi rant için açık açık Alevi düşmanlığı yapılıyor. Saklamadan gizlemeden TSK’da HSYK’da, Anayasa Mahkemesi’nde, Yargıtay’da, Danıştay’da cadı avları yapılıyor. Bunu herkes biliyor. Fakat kimse bunu telaffuz etmiyor.
Bizi gerçekle yüzleştirecek bir Emile Zola’ya ihtiyacımız var.
Böyle bir mektubu Yaşar Kemal yazamaz mı?
Ya da...

OKUNMA REKORU KIRAN SAVUNMA/images/100/0x0/55eb5ff5f018fbb8f8bd0513

TARİH: 30 Ağustos 2010.
Teğmen Mehmet Ali Çelebi ön savunması yaptı.
Bakın okunma rekoru kıran savunmasının giriş bölümünde ne söyledi:
“Dz. Yb. Ali TATAR, Dz. Alb. Berk ERDEN, J. Alb. Abdülkerim KIRCA...
Ben buraya bu şehitlerimizin yüreklerindeki duygularla,
Halkın ordusu olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin milletimize olan sarsılmaz inancıyla,
Bu topraklarda hiç kaybetmeyen Mustafa Kemal devrimlerinin gücüyle geldim.
Burası bizim için Silivri zindanı değil; Albay Reşat’ın, Mehmetçiğin ve şimdi de bizlerin milletimizin namusu, onuru ve bağımsızlığı için savunduğu ÇİĞİLTEPE’dir.
Buradan beni yetiştiren ve bu üniformayı bana lütfeden yüce Türk Milletine, tüm silah arkadaşlarıma ve komutanlarıma sesleniyorum: Çiğiltepe kaybedilmeyecek!
Gözünüz arkada kalmasın, burada biz varız. Burada Mustafa Kemal’in subayları, Türk Milletinin askerleri var. Bundan sonra şehitler versek bile kaybedilmeyecek Çiğiltepe.
Ben Harbiye mezunuyum ama bugün Bahriye armasıyla buradayım. Evladı Gökçen’e çok çalışmasını salık veren bir ses duymuştuk, bu çığlık yüreklerimizi dağlamıştı:
‘Ben bu hukuksuzlukla yaşayamam. Belki benim ölümüm benim durumumda olanların aydınlığa çıkmasına vesile olur. Şunu bilin ki, en küçük suçu ve günahı olmayan ben, bu yapılan hukuksuzluğa isyan ve bu karanlığa bir nebze ışık olabilmek için hayatıma son veriyorum’ diyerek bize korku salmaya çalışanları böyle küçümseyen, Türkiye Cumhuriyeti’nin var oluşu için kendi yok oluşunun karşısına çıkabilen, Hasdal Askeri Ceza ve Tutukevi’nde bir süre kendisine zincir arkadaşlığı yaptığım komutanım Dz. Yb. Ali TATAR ve onun şahsında tüm şehitlerimizin hakikatte milletimizin kahraman ve vefalı göğsünde yattığını göstermek için bu armayı yüreğime iliştirdim.
Onunla birlikte Cumhuriyet’i yaşatma savaşında şehit düşen Dz. Alb. Berk ERDEN, J. Alb. Abdülkerim KIRCA, Kuddusi OKKIR ve tüm Cumhuriyet şehitlerinin ruhlarına Fatihalar takdim ediyor, milletimize başsağlığı diliyorum. (...)
24 aylık bir dönem sonunda kürsüye ulaşabilmenin buruk mutluluğunu yaşıyorum. Bu gencecik yaşımda, dünya üzerinde geçirdiğim sayılı yılların iki tanesini, sözde örgütün sözde yöneticiliği iddialarını çürütmek adına yüce Türk adaletinin karşısına çıkmak için bekleyerek geçirdim.
Her zaman bildiğim, her zaman bilinen suçsuzluğumu; bu en yüce ve doğru gerçeği dile getirebilmek için neden iki yıl beklemek zorunda kaldım, hiç bilemiyorum. Neden sorusu karşısında geceleri duyduğumuz o anlamsız sessizliği ve boşluğu hissediyorum. Üzülüyorum ama bu üzüntünün benliğimi teslim almasına asla izin vermiyorum.
Sadece soruyorum! İki yıl boyunca neden bu savunmasızlık, neden bu korunmasızlık içerisinde bırakıldık! Bu soru burada, bu adalete geç kalmış mahkeme salonunun her köşesinde yankılanıyor. Biz yokken bile bu soru burada bir hayalet gibi geziniyor.
(...)
Bir akşam kendisine nazı geçenlerden biri Mustafa Kemal’e şöyle söyler:
- Düşünmelisiniz ki eğer ölürseniz; heykelinizi paramparça ederler. Yaptıklarınızın hiçbiri ayakta kalmaz. Çok yaşamaya bakmalısınız.
Atatürk güler ve şu cevabı verir:
- Unutmayınız ki Mustafa Kemal’ler yirmi yaşındadır.
Ben Mustafa Kemal yetiştiren Harbiye mezunuyum.
Biz Harbiyeliler her 13 Mart Ata’nın Harbiye’ye giriş törenlerinde apoleti 1283 okunduğunda İÇİMİZDE diye haykırırız. Bu kürsüden ettiğim askerlik yeminine, milletimin üzerimdeki emeğine, sevdiklerimin güvenine muhalif hareket etmemiş olmanın verdiği vicdan rahatlığı ile size şunu hatırlatmak istiyorum. Mustafa Kemal’in ruhu içimde. Ben bir Mustafa Kemal neferi olarak buradayım.
Atatürk yaptıklarıyla biten bir insan değildir. O her kuşakta yeniden başlar. Mustafa Kemal mirası bizim için kocaman bir ikmal deposu, cephe yığınağıdır. Mustafa Kemal Türk milletinin karşısında ne yapmışsa benden de onu göreceksiniz.
O benim yerimde olsaydı nasıl davranacaksa ben de öyle davranacağım.
Onun üniformasını taşıyorum. (...)”

PORTRE: TEĞMEN MEHMET ALİ ÇELEBİ/images/100/0x0/55eb5ff5f018fbb8f8bd0515

FACEBOOK, Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinde ya da internet haber sitelerinde Mehmet Ali Çelebi’nin ön savunması okunma rekorları kırıyor.
Merak ettim araştırdım; ancak Teğmen Çelebi’nin hayat hikâyesini hiçbir yerde göremedim.
Kimse merak etmiyor mu?
Ben ettim...
Bakın neler buldum...
Temmuz (1908) Devrimi yıldönümünde, 23 Temmuz 1984’te doğdu.
Baba Muharrem Çelebi banka veznedarı.
Anne Rukiye Çelebi gardiyan.
Annesi Amasya Cezaevi’nde görevliydi ve oğlunu bırakacak kimsesi olmadığı için onu her gün hapishaneye götürdü. Mehmet Ali Çelebi cezaevinin maskotu oldu; gardiyanlar ve mahkûmlar tarafından büyütüldü. Cezaevi ile, koğuşlar ile tanışması yeni değildi yani.
1990 yılında Amasya Atatürk İlkokulu’nda öğrenime başladı. Okulu birincilikle bitirdi.
1995-1999 yıllarında sınavla kazandığı Amasya Anadolu Lisesi ortaokul bölümünü de birincilikle bitirdi.
Tüm diğer sınavları da kazanmasına rağmen, ağabeyi Volkan’ın Askeri Lise’de okumasının etkisiyle 1999 yılında kendi isteğiyle Maltepe Askeri Lisesi’ni seçti. (Ağabeyi 2001 yılında felsefeye yönelik aşırı ilgisi nedeniyle Hava Harp Okulu’ndan kendi isteğiyle ayrıldı.)
Mehmet Ali Çelebi 2000 yılında Askeri Liseyi de birincilikle bitirdi ve dönemin Ege Ordu Komutanı Orgeneral (ve bugünün Ergenekon sanığı) Hurşit Tolon’dan diplomasını aldı.
Kura ile karacı olduğu belirlendikten sonra 2003 yılında Kara Harp Okulu’nda eğitim ve öğretim hayatına başladı.
2007 yılında okulu dördüncülükle bitirdiği için diplomasını Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’tan aldı ve o fotoğraf karesi sonradan çok kullanılacak tarihi bir kare oldu. Öğrenim boyunca bütün notları 10 üzerinden 10 ya da 10 üzerinden 9.5’in altına hiç düşmedi.
2007 yılında helikopter pilotu olmayı tercih etti; bunun için çeşitli ve ayrıntılı sağlık taramalarından geçtikten sonra, kendi dalında dünyanın en zor kursu tabir edilen helikopter pilotluğu sertifikasını bir yıllık yoğun eğitim sonunda üstün başarıyla elde etti.
Peki, bu çok başarılı Teğmen Çelebi okul dışında nasıl biriydi?
Tatlı-sert bir mizacı vardı.
Sakin ve gururluydu. Doğruluğu ve onuru her şeyin üstünde tutuyordu.
Mücadeleciydi.
Harp Okulu öğrenciliği döneminde arkadaşlarına, final sınavları öncesi bir hoca gibi 50-60 kişilik gruplar halinde ders anlatımları ve onların bu anlatımlar sonucunda sınavlarını geçmesi kulaktan kulağa efsane şeklinde anlatıldı.
Tarihe meraklıydı. Başucunda her zaman Nutuk vardı. (Nutuk’u arkadaşlarına ve onların akrabalarına okumalarını salık vermesi iddianamede altı çizili ve büyük harflerle yazılarak suç unsuru sayıldı! Savcı ile Teğmen Çelebi arasında savunması sırasında bu konuda tartışma yaşandı.)
Kitap kurduydu. Öyle ki, 2.5 yıllık cezaevi hayatında 500 kitap okudu.
Felsefeye düşkündü. Bunun bir nedeni de ağabeyi Volkan’ın felsefe öğrenimi görmesiydi. Herakleitos’un Fragmanlar’ını; Apuleius’un Başkalaşımları’nı; Platon’un Devlet’ini ve Diyaloglar’ını; Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik’ini ve Retorik’ini; Epiktetos’un Söylevleri’ni; Boethius’un Felsefenin Tesellisi’ni; Seneca’nın Tanrısal Öngörüsü’nü; Descartes’ın Meditasyonlar’ını; Spinoza’nın Etika’sını; Erasmus’un Deliliğe Övgü’sünü; Thomas Hobbes’un Leviathan’ını; Francis Bacon’un Denemeleri’ni; Mevlânâ’nın Mesnevi’sini çok sevdi.
Şiir seviyordu. Şair olarak Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı, Nâzım Hikmet’i, Yunus Emre’yi, Orhan Veli’yi beğeniyordu.
Futbol lisansı da olan Teğmen Çelebi okul takımının başarılı futbolcularından biriydi. Küçüklüğünden itibaren koyu bir Beşiktaşlı ve Amasyasporluydu.
Sualtı dalgıçlık kursiyerliğini de tutuklanmadan kısa bir süre önce başarıyla bitirdi.
Yazının devamı...
Şair Nilgün Marmara’yı Ergenekon mu öldürdü
29 Ocak 2011

ŞAİR Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazdı:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi...”
Nilgün Marmara; 13 Ekim 1987 tarihinde, beşinci kattaki evinin, yatak odası penceresinden atlayarak intihar etti.
29 yaşındaydı.
Manik-depresif idi.
Tıpkı 31 yaşında intihar eden manik-depresif şair Sylvia Plath gibi.
Nilgün Marmara’nın yaşamöyküsünü ve intiharını anlayabilmek için Sylvia Plath’ın yaşamını bilmek gerekir...
Sırça Fanus
Tarih 11 Şubat 1963.../images/100/0x0/55ea5c09f018fbb8f87ad114
Sylvia Plath, otobiyografik romanı “Sırça Fanus”u (The Bell Jar) bitirdikten bir ay sonra intihar etti.
Annesi kızının kitabını ABD’de yasaklattırmak için çok çaba harcadı ama başarılı olamadı.
Amerikalı anne ve Alman bir babanın kızıydı. Profesör babasını sekiz yaşında 1940’ta kaybetti. Bu ölümle sonsuz bir depresyon sürecine girdi. Kendini yalnız bıraktığı için babasından nefret etti.
Asosyaldi. İntihara meyilliydi. Manik-depresif idi.
Başarısızlık karşısında hep intihara teşebbüs etti. Akıl hastanesinde yattı.
Sıkıntılarını yazıyla, şiirle gidermeye çalıştı.
Fullbright bursuyla gittiği Cambridge Üniversitesi hayatını biraz olsun değiştirdi. Şiirlerine âşık olduğu İngilizlerin önemli şairlerinden Ted Hughes ile tanışıp evlendi. Londra’ya taşındı.
Bu evlilikten iki çocukları oldu. Ama çocuklar Sylvia Plath’ın ruhsal sorunlarını gideremedi.
Kocasını sürekli yazan deyim yerindeyse “dizeler fabrikatörü” ve kendisini yazamayan/başarısız şair olarak görmesi hastalığını tetikledi. Dengesiz ruh hali yakasını hiç bırakmadı. Baba nefreti yerini koca kıskançlığına bıraktı. Son olarak eşinin şair Assia Wevill ile ilişkisini öğrenince yıkıldı. Çocuklarını alıp eşinden ayrıldı; Londra’da hayatına intiharla son vermiş şair William Butfer Yeats’ın evini kiraladı. Sylvia Plath, intihara tanık olan bu evin bir “işaret” olduğuna inanmaya başladı.
Ve bir gece...
Uyuyan çocuklarını seyretti. Başuçlarına kurabiyelerle dolu bir tabak ve süt koydu. Odalarının kapısını kapattı. İçeriye zehirli hava girmemesi için kapının kenarlarını bantladı. Mutfağa gitti, havagazı fırınının içine kafasını soktu...
Tarihler 11 Şubat 1963’ü gösteriyordu...
(6 yıl sonra şair Assia Wevill da tıpkı Sylvia Plath gibi mutfak gazını açarak intihar etti. Tek farkı, Ted Hughes’dan olan dört yaşındaki kızı Shura’yı da yanında ölüme götürmesiydi!)
Tez konusuydu
Nilgün Marmara’nın Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyat Bölümü’ndeki tezi şuydu: “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi”...
Sylvia Plath’ın yalnızlığa ve hayata bakışı Nilgün Marmara’yı çok etkiledi. Yazgısının aynı olduğunu düşündü. “Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım...”
Balkan göçmeni bir ailenin çocuğuydu. İstanbul Modalıydı.
Fikri ve Perihan çiftinin iki çocuğu vardı: Aylin ve Nilgün.
Schubert ninnileriyle, büyük kütüphanesi olan bir evde büyüdü.
Kadıköy Maarif Koleji’nin ele avuca sığmaz, özgür ve özgün kızıydı. Solcuydu.
12 Eylül 1980 darbesi olduğunda Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciydi. Üniversitenin “kırmızı salonu”ndaki dil, şiir, edebiyat tartışmaları bitmiş; artık gizli ev toplantıları dönemi başlamıştı. Bohem bir hayat yaşıyorlardı.
Şiir yazmaya başladı: ama dizelerini kimseye göstermedi.
Bu dönemde, II. Dünya Savaşı’nda Fransa’da Direniş Hareketi’nde görev alarak Provence bölgesinde ‘Yüzbaşı Alexander’ takma adıyla mücadele veren şair Rene Char’ın çevirisini yaptı.
1982’de endüstri mühendisi Kağan Önal ile evlendi.
Artık şairlerin yeni uğrak yeri Kızıltoprak’taki evleriydi. Ece Ayhan, Cemal Süreya, Edip Cansever, Tomris Uyar, İlhan Berk, Cezmi Ersöz, Orhan Alkaya, Küçük İskender gibi edebiyatçılar ev toplantılarında bir araya geldi.
Pazar günleri “but partisi” yaptılar; fırında tavuk budu yapmalarından dolayı partilerine bu ismi verdiler.
Nilgün Marmara bugünlerde şarkı söyledi, caz gırtlağı sesiyle. Cemal Süreya, Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald’ın “ele avuca sığmayan” karısı Zelda’ya benzetti onu. Adı “Çılgın Zelda” olarak kaldı.
Eşinin işi nedeniyle bir ara Libya’da yaşadı. Baskıcı bu ülke onu boğdu. Türkiye’ye döndüler.
Fakat psikolojisi giderek kötüleşti. Başvurduğu psikiyatrlar okuma-yazmaya ara vermesini istediler. Bir de ilaçlarını aksatmamasını söylediler.
Hiç dinlemedi. Yalnızlığa ve içkiye gömüldü.
Ve bir gün...
Eşi Kağan eve geldiğinde masanın üstünde ecza dolabından alınmış ilaçları gördü. Lavaboda da ilaçlar vardı. Yatak odasına girdiğinde hiç kullanmadıkları pencerenin arasına perdenin sıkışmış olduğunu fark etti.
Açtı.
Aşağıya baktı...
Ergenekon parmağı!
Aradan yıllar geçti.
Ve “perdeye” yine bir manik-depresif kadın şair çıktı: Lale Müldür.
“Nilgün Marmara’nın intihar ettiğini düşünmüyorum. Nilgün’ün camdan atıldığına inanıyorum. Kağan’ın general olan babasından şüpheleniyorum. Nilgün’ü pencereden atmak üzere bir askerin tutulduğunu düşünüyorum. Savcı yeniden olayı açmak istemiş ancak annesi korktuğu için olayın üstü o şekilde kapanmış.”
Lale Müldür, Türkiye’nin gündeminden ve her taşın altında “Ergenekon” arayan yakın arkadaş çevresinden çok etkilenmişe benziyor. Nilgün Marmara olayında “Ergenekon parmağı” arıyor!
Kağan Önal tepkili: “Bu yazıyla ilgili dava açma hakkımız var ve o ihtimali de düşündük. Ama ben Lale Müldür’ün akli ve cezai ehliyeti olmadığını, bu yazının da ciddiye alınacak yanı olmadığını düşünüyorum. Lale, Nilgün’ün son birkaç ayında onunla hiç görüşmemişti bile.”
Nilgün Marmara, hayata kürdan kılıçla karşı durmaya çalışan bir şairdi; tıpkı Sylvia Plath gibi...
Onlar, “İntihar Kulübü”nün üyesiydiler...

DENEYSEL ÖLÜMÜN MİMARI: BEŞİR FUAD

Beşir Fuad denince aklıma nedense hep yalnızlık gelir. Onun sona gidişi de, çok kişi gibi beni çok etkiledi.
Osmanlı’nın ilklerindi:
Türk edebiyatının ilk denemecisi./images/100/0x0/55ea5c09f018fbb8f87ad116
Gerçekçiliği ve doğalcılığı sistemli şekilde ele alan ilk edebiyatçı.
Kara çalmadan, küçük düşürmeden, özel hayata girmeden; yalanın ve adam kayırmanın karşısına dikilen, nesnel düşünceye, bilgiye dayanan ilk eleştirmeni.
İlk biyografi yazarı.
Materyalizme inanan ilk felsefeci.
Tüm bunlara rağmen hiçbir unvanı kabul etmedi: “Bana mutlak unvan vermek istiyorsanız, ‘Bilim Dostu’ deyiniz.”
Fransızca, İngilizce, Almanca bilen entelektüel.
Girit ayaklanmasını bastırmak için orduya gönüllü yazılan bir idealist.
Yaşamı kadar ölümü de sıra dışı; deneysel ölümün ilk mimarı...
35 yaşında...
5 Şubat 1887’de bilek damarlarını kesip yaşadıklarını kaleme dökerek hayata veda etti.
“Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. ‘Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım’ diyerek geri savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı...”
Ne güzel yazdı Enis Batur:
“Bir zaman da böyle geçsin, pusula/durmadan dönüp dursun: şimdi/
neredeyim? Yüksek düş’ün içinde/sarsıntı, soğuk ter gırtlağımda/
bir güz mührü, neredeyim ki azalıyorum/gecede yükseliyor simsiyah kanım.///
bir zaman da böyle geçti, pusula/durmadan döndü ve durmadan durdu:/
şimdi buradayım: kâğıtla kalem/arasında titrek, kararsız, bir sınır/
varsa beni benden ayıracak, tam da/kanın mürekkebe dönüp kuruduğu yerdeyim./
-Beşir Fuat, yanlış kardeşim benim.”
Vasiyeti vardı Beşir Fuad’ın:
“Cesedim, anatomi dersinde incelemeleri için Mekteb-i Tıbbiye öğrencilerine verilmelidir.”
Böylesine bir yazar, edebiyat tarihinde hep birkaç satırla geçiştirildi.
Bunun nedeni dinsizliği ve intihar etmesiydi.
Zaten muhafazakâr edebiyat çevresi intihar etmesine dinsizliğinin sebep olduğunu düşündü! Örneğin bu nedenle Ahmet Mithad, Beşir Fuad’ı Müslümanlar için kullanılan “merhum” sözcüğüyle değil “müteveffa” diyerek andı sürekli.
O, resmi ideoloji için “materyalizm denilen felaket hastalığına yakalanmış zavallı çocuk”tu!
Aslında Beşir Fuad’a düşmanlık etmelerinin nedeni, tercümeci Tanzimat aydınına savaş açmasıydı. Bunun rahatsızlığını duyanlar, hayatta iken seslerini bile çıkaramayanlar, ölümü ardından onu yok etme çabasına girdi.
Neyse, Beşir Fuad hâlâ yok sayılıyor.
Buraya ekleme yapmalıyım:
İran edebiyatının tanınmış yazarlarından Sadık Hidayet’in intiharı da biraz Beşir Fuad’a benzer.
O da, İran monarşisine karşı çıkıp, yobaz dincilikle mücadele etti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İran’ın karanlığa gömülmesi karamsarlığını artırdı. Kendini yalnız ve değersiz hissetti.
Hayatına son vermeye karar verdi.
Önce günlerce Paris’te havagazı olan bir daire aradı; bulup hemen yerleşti.
Ve 9 Nisan 1951 günü...
Her zaman ki gibi tertemiz giyindi. Saçlarını taradı. Kokusunu sürdü. Salondaki masasına geçip yazdıklarını kontrol etti. Sonra...
Son bir hikâye yazmaya başladı; yavrusuna ‘Salgı salamayasın’ bedduası eden anne örümcekle ile, ağ yapamayıp ölen yavru örümceğin hikâyesini.
Beğenmedi yazdıklarını, yarım bıraktı hikâyesini.
Masadan kalktı, evin her tarafını kapattı.
Havagazı musluklarını açtı...
Sadık Hidayet son hikâyesinde annesiyle ilişkisini mi yazıyordu acaba? İntiharında annesinin nasıl bir rolü vardı?
Beşir Fuad, yaşlandığında annesi gibi delirmekten mi korkup intihar etmişti?
İntihar edenin ardından binlerce soru çıkar ortaya.
Oysa:
Hiç kimse intihar etmek için iyi bir nedenden yoksun değildir.

EŞLERİYLE İNTİHAR EDENLER

Beni en çok etkileyen Stefan Zweig’ın intiharı.
Ancak, son yolculuğa gidiş şeklinden çok, tarihsel karakterler üzerine yazdığı biyografi ve denemelerdeki psikolojik çözümlemelerine hayran oluşumdan belki. Viyana’da varlıklı bir ailenin oğlu olarak 1881’de doğdu./images/100/0x0/55ea5c09f018fbb8f87ad118
Hümanist bir savaş karşıtı olması nedeniyle Nazilerin baskısı sonucu 1938’de İngiltere’ye gitti. Bir yıl sonra ABD ve ardından Güney Afrika ve sonunda Brezilya’ya yerleşti.
Almanca konuşulan tüm ülkelerde eserleri toplanıp yakıldı; okunması yasaklandı.
Avrupa’nın içine düştüğü durum büyük düş kırıklığına neden olmuştu.
Bir gün...
Yerleştiği Brezilya Petropolis kentinde, Hitler’in Süveyş Kanalı’na saldırdığı haberini gazeteden okuyunca apar topar evine döndü. Hitler’in artık dünyayı ele geçireceği karamsarlığına kapıldı.
Zaten birkaç gün önce bitirdiği “Satranç” adlı kitabında da Avrupa kültürünün faşizm altında nasıl yok olduğunu yazmıştı.
23 Şubat 1942’de...
Eve gidenler yatak odalarında karısı Lotte ile Stefan Zweig’ı yerde buldular. Üzerinde çiçekli bir kombinezon bulunan Lotte, kahverengi gömlek ve pantolon giyip, kravat takmış kocasına sarılı haldeydi.
Uyku hapı alarak intihar etmişlerdi.
Masanın üzerinde yazdıkları son mektup vardı. “Artık güneşin doğmasını bekleyecek gücüm kalmadı ama siz yeni doğacak güneşi mutlaka bekleyiniz.”
Yaşamı kadar ölümüyle de bir misyon üstlenmişti.
Zweig 60, Lotte ise 33 yaşındaydı...
Karı-koca intihar edenler sadece onlar değildi.
Edebiyatçı-filozof Andre Gorz, amansız bir hastalığa yakalanan eşi Dorine’yi yalnız bırakmamak için onunla birlikte ölüme gitti.
24 Eylül 2007 günü kapılarında bir not asılıydı: Jandarmaya haber verin!
Günlüğüne ise şöyle yazmıştı:
“Geceleri bazen, boş bir yolda ve ıssız bir manzarada bir cenaze arabasının ardından yürüyen bir adamın karaltısını görüyorum. O adam benim. Cenaze arabasının taşıdığı ise sen. Senin yakılma törenine katılmak istemiyorum. Elime içinde küllerin bulunduğu bir kavanoz vermelerini istemiyorum...”

Yazının devamı...
Hangi tarikat sosyalizmden yanaydı
22 Ocak 2011

Bu tartışma yeni değil; on yıllardır yanıtını arayan bir soru. Bırakın bağdaşıp bağdaşmadığını bundan 100 yıl önce Melamiler, “Balkan Sosyalist Melami Federasyonu” kurmak için çok çaba harcadı. Melamiler’in sosyalizmle ilişkileri konusunda ne yazık ki hiç araştırma yapılmadı. Bu da Sol’un bu topraklara ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor aslında...


Önce bir tespit:

Bir aydın düşünün ki; 50 yıllık yazı yaşamı boyunca hep müstear ad kullanmak zorunda kalsın. Marksizmle ilgili onca kitaba ve çeviriye imza atmış bir
entelektüelin hayatı aslında bu topraklarda solun ne derece baskı altında olduğunun bir delilidir.

“Kerim Sadi” ve “A.Cerrahoğlu” (1900-1977) adını sol literatürü birazcık bilenler hemen tanır. Asıl adı neydi: “Nevzat Cerrahlar” mı yoksa “Ahmet Nevzat Cerrahoğlu” mu? Bir önemi var mı; bu benzersiz, sessiz, ünsüz, “İnsaniyet kütüphanesi”nin kurucusu, adam gibi adamın yazdıklarını anlamak için. Hayır!
Ama bu hafta, hayatı sürgünlerde, polis takiplerinde, yoksulluklar içinde geçmiş bu Marksist’in hikayesini yazmayacağım. Bir Melami Şeyhi’nden bahsedeceğim!
Ne alakası var demeyin; son günlerde "İslâmiyet solculukla bağdaşabilir mi?" gibi sorulara yanıt arayanlar ya da “bu izdivaç olmaz”; “Sol İslam’la bağdaşmaz” diyenler, bu toprakların büyük insanlarını tanımak/bilmek zorundadır.


Nasıl Melami oldu

Adı: Abdülaziz Mecdi Tolun.

1865’de Balıkesir’de doğdu.

Babası hafızdı; Hasan Efendi’nin iki eşinden on yedi çocuğu vardı.

İlk dini bilgileri babası ve dayısı –belediyede başkatip- Yahya Nef’i Efendi’den aldıktan sonra rüştiyeye gitti.

Yirmi yaşında öğretmen oldu. Balıkesir’de, Girit’te görev yaptı.

37 yaşında İstanbul’da ticarete atıldı.

Tarikatlara, tekkelere yani tasavvufa pek iyi gözle bakmıyordu. Şeyhlere uzaktı. Bir arkadaşının ısrarıyla gittiği Fatih Türbedarı Ahmet Amiş Efendi’nin sohbetinden etkilendi. Vahdet-i Vücut felsefesiyle tanışması hayatının yönünü değiştirdi.

Yaptığı iyilikleri -gösteriş olur endişesiyle- göstermeyen, yaptığı kötülükleri ise -nefsiyle mücadele etmek amacıyla- açığa vuran “Horasan Erenleri” Melamiler’den etkilendi. Dinciliğe karşı çıktıkları için ağır bedeller ödeyen Ömer Sikkini, Bünyamin Ayaşi, İsmail Maşuki, Hamza Bali, Nur’ul Arabi gibi “kutub”ların yoluna girdi.

Derisi yüzülerek öldürülen büyük Melami Ozan Nesimi ne diyordu:

“Ben Melamet hırkasını/ Kendim giydim eğnime
/ Ar ü namus şişesini / Taşa çaldım kime ne/ Haydar Haydar taşa çaldım kime ne
Sofular haram demişler/ Aşkımın şarabına/ Ben doldurur ben içerim /
Günah benim kime ne/ Haydar Haydar günah benim kime ne...”

Abdulaziz Mecdi (Tolun) kendini tanımak için, Balıkesir’e dönüp, evinden hiç çıkmayarak sekiz ayını cezbe halinde geçirdi. Yakınları aklını kaybettiğinden korktu. O ise düştüğü ilahi aşk ateşi içinden acısını gizleyerek çırpına çırpına çıktı. Kitaplar yazdı; kitaplar çevirdi.

Konya’ya taşındı; zahireci oldu. Zahire Borsası komiserliği yaptı. Sultan Selim ve Şerefüddin camilerinde dini-edebi dersler verdi; Hafız divanı okuttu.

Bir parantez açmalıyım: Konya’da Melamiler’in sohbet toplantılarına katılanlardan biri de, rüştiyede din bilgisi ile Arapça ve Farsça dillerini okutan; Hukuk Mektebi’nde Osmanlı medeni kanunu sayılan Mecelle-i Ahkam-ı Adliye dersi veren Ali Kemali Efendi’ydi. İttihatçı’ydı. Mebusluk yaptı. Kurtuluş Savaşı döneminde Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Konya başkanıydı. Ve Ankara’daki ulusal güçlere karşı ayaklanan dinci Delibaş Mehmet tarafından Konya’da şehit edildi. Yani, Ali Kemali Efendileri bilmeden-tanımadan “Sol ile İslam bağdaşmaz” denilebilir mi?


Parantezi kapatıp devam edelim.

Abdülaziz Mecdi (Tolun), sadece ticaretle ve tasavvufla ilgili değildi. Politikti. İttihatçı’ydı. 1908’de Balıkesir’den İttihat ve Terakki Fırkası listesinden mebus seçildi. Şimdi buraya bir virgül koyalım...


İştirak’ta İslam-sosyalizm tartışması

1908 (II. Meşrutiyet) Temmuz Devrimi Osmanlı topraklarında köklü bir değişime neden oldu. Osmanlı sosyalistleri bu hürriyet havasından yararlanıp ardı ardına dergiler çıkardı.

Bunlardan biri de, Hüseyin Hilmi’nin çıkardığı “İştirak” adlı haftalık dergiydi. İlk sayısı, 16 sayfa olarak 26 Şubat 1910’da Cumartesi günü yayınlandı. Dergi adının alında şu atasözü yazılıydı: Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar!

Derginin ağırlık konusu, sosyalizm ile İslamiyet’in benzerliğiydi. Tefeciliği karşı çıkmak; yoksula zekat vermek; din-ırk ayırımı yapmadan herkesi kardeş saymak gibi benzer-ortak noktalar vurgulandı; Kur’an ayetleri ve Hz. Muhammed hadislerine dayanılarak sosyalizm anlatılmaya çalışıldı.

Kuşkusuz bu makaleler karşıt yayın organlarında sert yazılara neden oldu. Örneğin Şurayı Ümmet’te Alaeddin Cemil, sosyalistlerin servetin eşit olarak bölünmesini talep ederek, aslında yağmacılık yapmak isteyen zehirli bir mikrop olduklarını yazdı.

Osmanlı’nın ilk sosyalist yayın organı İştirak sert makalelerle yaylım ateşine tutulurken yardımına kim koştu dersiniz:

İttihat ve Terakki içindeki Melamiler’in lideri Abdulaziz Mecdi (Tolun)!

“Mutedil sosyalizm gerçekleşebilir”

“A.Cerrahoğlu”, 1964’te “İslamiyet ve Osmanlı Sosyalistleri” adlı 30 sayfalık broşür kitabını çıkardı. Abdulaziz Mecdi (Tolun) Efendi’nin, sosyalizmi nasıl anladığı ve ne dereceye kadar kabul ettiğini; sosyalist “İştirak” dergisinin dördüncü ve beşinci sayılarındaki (6 ve 13 Mart 1910) “Düşün” başlığı altındaki iki makalesini analiz ederek yazdı.

Sözü A.Cerrahoğlu’na bırakalım:

“Mecdi Efendi, Batı dünyasındaki ekonomik, sosyal ve ahlaki çöküntüyü tenkit ediyor; kapitalist medeniyete çatıyor; ve hadislere dayanarak sosyalizm ile İslamiyet’i belli sınırlar içinde ve işçi sınıfının aktüel meseleleri bakımından uzlaştırmaya çalışıyordu.

Mecdi Efendi’ye göre işçinin haklarını korumak insanlık icabıdır. İşçi sınıfının haklarını korumağa ve kafalarını aydınlatmaya çalışan Osmanlı sosyalistleri, insanlığa karşı önemli bir görev yerine getirmiş oluyorlardı.(...)

Onun inancına göre, memleketimizde sosyalizm bundan ileriye adım atamazdı. Atarsa hem sosyalistler hem memleket bundan zarar görürdü.(...)

Görülüyor ki, Mecdi Efendi sosyalizmi mutedil ve aşırı olarak ikiye ayırıyor; ve İslam dininin mutedil sosyalizmle rahatça bağdaşabileceği tezini savunuyor.

İslam’da sosyalist esaslar bulan Mecdi Efendi’ye göre, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde, mutedil bir sosyalistlik gerçekleşebilir ve gerçekleşmelidir.”

Marksist A.Cerrahoğlu’nun hayatı, sosyalizmle ile İslam’ın bağdaşır olduğu tezini yazıp çizmekle geçti...

Abdulaziz Mecdi Tolun Melamiler içinde sosyalizme inan tek kişi miydi?

Hayır.


Sosyalist Melami Federasyonu

Kerim Sadi/A.Cerrahoğlu gibi kadri kıymeti bilinmeyen bir diğer Marksist Abidin Nesimi’dir. “Yılların İçinden” adlı anı kitabında Melamiler’le ilgili şunu yazdı:

“Balkanlar’da ya sosyalist bir federasyon ya da İslami bir sosyalist Melami federasyonunun kurulması gerekliydi. Sosyalist federasyonu (Alman sosyalist) Parvüs Efendi önermişti ve sosyalist Melami federasyonu da Romen, Makedon, Sırp, Ulah, Rum, Yahudi kısaca Rus Çarlığı’na karşı olan unsurlara dayandırmayı istiyordu. İslami sosyalist Melami federasyonunun temsilcisi Üsküp’te yerleşmiş olan Muhammed Nur’ul Arabi idi.

Miralay Sadık Bey, Yüzbaşı Şabanağa, Terlikçi Salih Efendi hareketi, 1912 Halaskar Zabitan Hareketi, Şeyhülislam Cemalettin Efendi’nin çabaları İslami Sosyalist Melami Federasyonu kurmak istediğinin sonuçlarıdır.”

TKP’nin kuruluş aşamasında Melami etkilerinin olması da şaşırtıcıydı.

Şöyle...

Abidin Nesimi’ye göre; Melamiler’in İstanbul’daki şeyhi Terlikçi Salih, Sadrazam Mehmet Şevket Paşa’ya yapılan suikast dolayısıyla tevkif edilip Sinop’a sürüldü. “Sinop’ta (geleceğin TKP lideri) Mustafa Suphi ile konuşmuş ve Mustafa Suphi’yi etkilemiştir. Mustafa Suphi’nin ‘İslamcı Masonluğu’ yani Melamiliği bu görüşmeler sonucudur.”


TCK 163’den yargılanan Marksist

Sonuç:

Melamiler’in sosyalizmle ilişkisi araştırılmaya muhtaçtır.

“Melamilik ve Melamiler” araştırmasını ilk yapan kişi, tasavvuf dünyasını en iyi bilen tarihçi Abdulbaki Gölpınarlı idi. Yıl: 1931!

Gölpınarlı, polis raporuna göre TKP’ye katılan ilk öğretim üyesiydi; dolayısıyla 1944 “Komünist Tevkifatı”nda cezaevine atıldı. Duruşmalarda “Müslüman Sosyalist” olduğunu hiç saklamadı.

Gölpınarlı’yı kim sosyalist yaptı; hocası Fuat Köprüyü değil herhalde! Melamiler mi?

Evet sol ve İslamiyet ilişkisinin tarihi araştırılmalıdır.

İlginç bilgiler bulunacağından eminim. Baksanıza; Hikmet Kıvılcımlı, dini politikaya alet etmekten (Eski TCK 163) yargılanan ilk Marksist’ti! Suçu; Eyüp Sultan’dan çıkan cami cemaatine sosyalizm ile İslam’ın ortak noktalarını anlatmasıydı.

Mihri Belli ve Doğan Avcıoğlu birlikte Roger Garaudy’nin “Sosyalizm ve İslamiyet” kitabını çevirmedi mi? Cemil Meriç’in yazdıklarını göz ardı etmemek gerekir.
Uzatmaya gerek yok.

Sol ile İslam’ın “nikah işlemi” konusunda toptancı makaleler yazmak yerine bu toprakların tarihini iyi bilmek gerekir.


BİR BAŞKA MALATYALI: HRANT YEGAVYAN

 

Bu toprakların insanlarını köksüzleştirmek istiyorlar.

“Hrant Dink’i unutturmayacağız” diyenler ısrarla bir gerçeğin üstünü örtüyor.

Hrant Dink’in siyasi duruşu hiç dile getirilmiyor.

Oysa...

Hrant Dink sosyalistti.

O büyük yürüyüşün; kardeşlik ülküsünün yoldaşlarından biriydi.

Ne yazık ki bugün; Hrant Dink neoliberal çevrelerin eline esir düşürülmüştür.

Evet, Hrant Dink unutturulmayarak iyi yapılıyor ama diğer yandan onun politik yönü hatırlanmıyor bile.

Sürekli etnik kimliği öne çıkarılıyor.

Hrant Dink sadece Ermeni kimliğiyle anılabilir mi; anlatılabilir mi? Bu aslında ona saygısızlık değil mi?

Bu anlatım aslında bu topraklardaki kardeşlik duygusunu yok etmek isteyenlerin elindeki en önemli silah değil mi?

Bakınız...

Size bir başka Hrant’tan bahsedeyim:

Hrant Yegavyan!

Hrant Dink gibi o da Malatyalı’ydı.

Arapgir doğumluydu. 19 yaşındaydı. Tıbbiye öğrencisiydi. Sosyalistti. “Ermeni komitacı” olduğu iddiasıyla İstanbul Beyazıt Meydanı’nda 1915’te idam edildi.
Bu “Ermeni Komitacı”nın son sözü ne oldu bilir misiniz:

“Yaşasın Sosyalizm!”

Kürt kardeşe mektup

Bakınız...

Türk’ü aşağılayıp Ermeni’yi, Kürt’ü yücelterek kardeşliği sağlayamazsınız.

Duygusal sözlerle; büyük güçlerin gölgelerine sığınarak kardeşlik inşa edilemez.

Hrant Dink bunu biliyordu. Bu oyuna gelmedi.

Bakın 1 Haziran 2004’te Agos’ta ne yazdı:

“Yüz yıl önce Ermeniler bekliyordu İngiliz-Fransız ittifakını.

Şimdi Kürtler bekliyor Amerikan-İngiliz ittifakını.

Osmanlı topraklarında yüzyıl önce oynanan oyun bu kez Irak topraklarında sahneleniyor.

Hiçbir emperyalist ülke, bir milletin kara kaşı, kara gözü için onu kurtarmaya gitmez. O önce kendi çıkarını düşünür. İşine geldiğinde de anında satar, arkasına bile bakmadan çeker gider.

Nitekim, yüz yıl önceki o beklentiler, o umutlar Ermeniler açısından tam bir hüsranla sonuçlandı işte. Beklentinin gerçekleşmemesi bir yana, varlığını o zamana dek belli bir millet sistematiği içerisinde sürdürebilen Ermeni halkının büyük bir bölümü yok edildi; bir milletin kökünün kazınmasına vesile oldu. Koca halkın Anadolu üzerindeki tüm izlerinin silinmesine kapı aralandı.

İyisi mi sen gel ey Kürt kardeşim.

Sen gel şu işi bir bilene sor. Şu Ermeni kardeşinin bilirkişiliğine güven. Böylesi savaş ortamlarına güvenme.

Bil ki bu savaş ortamları zalimlerin nezdinde bitirilmemiş hesapların da kökten çözüme kavuşturulduğu tuzak fırsatlardır.

Bu tuzağa düşme...”

Bunları yazan Hrant Dink neoliberallerle aynı safta olabilir mi?

Sosyalistler’in yoldaşıydı

Hrant Dink’in safı belliydi:

O, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda sosyalizmi savunduğu için dayak yiyen Erzurum mebusu Varteks Efendi’nin yoldaşıydı.

O, İstanbul’da idam edilen sosyalist Dr. Bene Torosyan’ın, yazar Keğam Topuzyan’ın, öğretmen Tovmas Tovmasyan’ın yoldaşıydı.

O, Beyrut’ta Spartakist hareketin kurucusu İstanbul doğumlu Artin Madeyan’ın yoldaşıydı.

O, Nazi infaz mangasının 1942’de Fransa’da kurşuna dizdiği Adıyaman doğumlu şair komünist Misak Manuşyan’ın yoldaşıydı.

O, 1944-47 tevkifatlarında yakalanıp ağır işkencelerden geçirilen TKP merkez komitesi üyesi Aram Pehlivanyan’ın yoldaşıydı.

O, Büyükadalı komünist bakkal Barkef Şemikyan’ın yoldaşıydı.

O, hayatları sürgünde geçmiş sosyalist Jak-Vartan İhmalyan kardeşlerin yoldaşıydı.

O, TKP’nin gizli çekmecelerini yapan marangoz Sarkis Usta’nın yoldaşıydı.

O, 1 Mayıs 1977’de Taksim’de ezilerek ölen Garabet Ahyan’ın yoldaşıydı.

O, 1951 Komünist Tevkifatı’nda Ermeni olduğu için en ağır işkencelere uğrayan Hrant oğlu kalorifer tesisatçısı Vahe Damgaciyan’ın yoldaşıydı.

O, yüz binlerce Türk, Kürt, Ermeni, Yahudi, Rum, Laz, Gürcü, Çerkez vs. sosyalistlerin yoldaşıydı...

Üç-beş neoliberal Hrant Dink’i bu yoldaşlarından koparamaz.

Yazının devamı...