(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Kanat Atkaya" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Kanat Atkaya" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Kanat Atkaya
Aşka, ayrılığa, ölüme ve şarkılara dair
21 Aralık 2016

Hikâyenin kahramanlarını tanımıyor olabilirsiniz; müzikseverler kahramanlardan birini biliyor olabilir...

 

Ama hikâye aşkla, ayrılıkla, ölümle, şarkılarla, hayatla ilgili neticede; hepimiz onları tanıyoruz...

 

Dünyanın sayılı rock yıldızlarından Thom Yorke (ki Radiohead grubunun solistidir), 2015’in ağustos ayında 23 yıllık ilişkisinin sona erdiğini duyurdu.

 

Kısa açıklamada “Mutlu 23 yılın ardından çeşitli nedenlerden dolayı dostça kendi yollarına gitme kararı aldıklarını” söylüyorlardı.

 

PAPARAZZİ GELEN EVRAK

 

Daha uzununu da kimse beklemiyordu zaten. Hatta bu açıklama 23 yıllık ilişki için yapılmış ilk ve tek açıklamaydı; uzun bile sayılabilir, bilemedim...

 

Dışına da içine de kapalı bir karakter olarak bilinen Thom Yorke’un Exeter’de öğrenciyken tanıştığı sanatçı ve akademisyen Rachel Owen ile ilişkisi de kapalı kutuydu. İki çocukları vardı, birlikteydiler, o kadar...

 

Halen “müzik dünyasının dâhileri” arasında zirvede görülen Thom Yorke’un 23 yıllık “öyle veya böyle rock’n roll hayatı” skandallarla dolu değildi; paparazzi gelen evrak bölümünde adı yazmazdı...

 

Bu sebepten ayrılık haberini en “şok, şok, şok” tavrıyla duyuran İngiliz ‘tabloid’i Daily Mail bile “22 milyon pound’luk serveti de bölüşürler artık, o 3 milyon pound’luk ev de kadına kalır” şeklindeki yorumdan, mahalle dedikodusundan öte bir şey yazamadı.

 

Bu ayrılık haberinin Radiohead hayranları üzerindeki etkisini izninizle kendimden bir örnek vererek anlatayım.

 

Şanslı veya şansın kapısını fazla zorlayan bir hayran olarak 3 kez canlı izleme şansım oldu Radiohead’i.

 

TERS MANYEL DEPRESYON

 

29 Eylül 2000’de Glasgow’da izlediğim konserleri müthişti. Daha sonra 2012’de Berlin’de, son olarak da bu yıl Barcelona’da, Primavera Festival’deki şanslı on binler arasındaydım.

 

Bu yıl, tam olarak 3 Haziran 2016’da Primavera’da izlediğim Thom Yorke’ta önemli bir değişiklik vardı.

 

Seyirciyle iletişim kurdu, şarkılar dışında konuştu, espri yaptı ki normalde bir “Teşekkür ederim” güç çıkar ağzından.

 

Konseri beraber izlediğim arkadaşım “Manitadan ayrıldı Thom Abi, biliyorsun?” şeklinde konuştu.

 

“Biliyorum ama ondan neşeli olduğuna ihtimal veremiyorum. İlişkisi mutlu mesut giderken depresyonun şahını yaşadı, yaşattı bize. Şimdi neşeli gibi duruyor, feci ağır bunalımda olabilir” cevabını verdim.

 

Sonra zaten asırlardır söylemedikleri “Creep”i söylediler, konu dağıldı.

 

Bu kadar...

 

Ölüm, aşk, ayrılık, şarkılar, hayat demiştik...

 

Rachel Owen, Pembroke College’da özellikle de Dante’nin “İlahi Komedya”sı üzerine çalışmalarıyla tanınan bir öğretim üyesi ve sanatçıydı.

 

18 Aralık’ta hayatını kaybetti Rachel Owen. 48 yaşındaydı.

 

Thom Yorke hakkında biraz fikir sahibi olan biri, 23 yıllık büyük aşkını ölüme yaklaşırken terk edeceğine zerre ihtimal vermez.

 

ÖMRÜMÜN YARISI

 

Son albümü Rachel Owen’a seslenişlerle, işaretlerle doluydu; “Ömrümün yarısı...” diyordu defalarca “Daydreaming”de...

 

Bahsettiğim şarkının bir video analizi dönmeye başladı Rachel Owen’ın ölüm haberinin ardından.

 

Çoğu zırva çıkarımlar ama şarkının video klibinde Thom Yorke’un 23 yılı işaret eden 23 kapıdan geçmesi gibi ilginç detaylar da vardı açıkçası...

 

Bu analiz ölüm haberinden önce yapılmıştı, belirtmekte fayda var.

 

Zaten sonrasında yapılsa da benim sorumu cevaplamaya yetmiyor.

 

“Hassas bir sanatçı, 23 yıllık ilişkisini, sevdiği kadın ölmek üzereyken noktalayabilir mi?”

 

İçinden çıkamadığım bu soruyu “bir bilen kadına” sordum...

 

Hikâyeyi dinledi ve “Kadın terk etmiştir adamı; öyle büyük bir aşkmış” dedi...

 

Cevap ikna ediciydi; aşka, ayrılığa, ölüme ve şarkılara inancımı koruma kararı aldım...

Yazının devamı...
Bir borç olarak 15 Temmuz gerçeği
19 Aralık 2016


Darbeye canları pahasına göğüs gerenlere borçlu olduğumuzu siyasetçiler dile getirdi.

 

Darbe girişiminin arkasındaki FETÖ’ye yönelik geniş operasyonlar başladı, gözaltılar, tutuklamalar gerçekleştirildi, Fetullah Gülen başta olmak üzere sorumlu kaçakların iadesi için yoğun girişimler başlatıldı.

 

Bu arada anahtar isim Adil Öksüz’ün önce yakalanması, sonra bırakılması gibi “izaha muhtaç” olaylar da yaşandı tabii.

 

15 Temmuz kahramanlarına suçluları yakalamak, adalet önüne çıkarmak konusunda verilen söz için çaba gösterildi yine de “istisnalar” dışında...

 

Başka ne borçluyuz 15 Temmuz’da kaybedilen, yaralanan, sakat kalan canlara?

 

Gerçeği borçluyuz. Yani gerçeği borçlu olmamız gerekir, öyle değil mi?

 

Gerçeği hem o şehitlere, gazilere, onların yakınlarına borçlu devlet; hem de sana, bana, ona, bize borçlu.

 

Darbe travmasının ardından ortaya çıkan manzara karşısında nutku tutulan millete borçlu.

 

Devlet mekanizması, yıllar içinde korunarak ve kollanarak kılcal damarlarına kadar sızan bu kirli “yapı”yı ve darbe girişimiyle neticelenen çılgın cesaretinin kaynağını kendine de bize de açıklamalı.

 

Yasal süreç ayrı, devam ediyor.

 

15 Temmuz gecesi 11 kez bombalanan TBMM de gerçeğin peşine düştü.

 

Bir komisyon kuruldu.

 

Kısa adıyla (kısa adı bu, uzununa hiç girmeyelim) TBMM FETÖ ve 15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu” çalışmaya başladı...

 

Peki ne yaptı bu komisyon bugüne kadar?

 

Istıraplı hobilere meftun olduğumdan ve tbmm.gov.tr adresinden ulaşılabilen tüm toplantı tutanaklarını okuduğumdan, benim bir fikrim var ne yaptıklarıyla ilgili...

 

Davet ettiği “eski” siyasetçilerle, bürokrat takımıyla, asker, emniyetçi, akademisyen, din adamı gibi figürlerle görüştü, yurt gezilerine çıktı vesaire...

 

Her komisyonun yaptığı işler...

 

Bazı isimlerin komisyon tutanaklarından medyaya yansıyan ifadeleri dikkat çekti ama onların da hepsi değilse de çoğu “siyasi magazin” olarak kaldı.

 

ÇAĞIRILAMAYANLAR

 

Çağırılanlardan çok çağırılamayanlar” konuşuldu aslında.

 

Mesela darbe gecesinin iki önemli ismi Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan.

 

Bu iki ismin çağırılmaları konusunda komisyonda CHP’li üyelerin oylama yapılması isteğini bile “topu şişirerek” geçiştirdi komisyon başkanı Reşat Petek.

 

NE YAPACAK BU KOMİSYON?

 

Ah Reşat Bey, ah...

 

Tutanakları açıp okuyun isterim, benim yüzümün kızardığı çok yer oldu açıkçası...

 

Komisyonun ömrü kısaldı iyice...

 

15 Aralık tarihli toplantı tutanaklarında MHP’li üye Mehmet Erdoğan şunları diyordu:

 

Önümüzdeki yirmi günde ne yapacağız, kimleri dinleyeceğiz? Şimdiye kadar bu darbenin ortaya çıkarılması konusunda muhakkak dinlenmesi gereken kişilerle ilgili yapılan nedir? MİT Müsteşarı, Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları, cezaevindeki özellikle o yurtta sulh konseyi adına imza atan Mehmet Partigöç ve Genelkurmay Başkanı’nı hem derdest edip Akıncı’ya götüren hem de oradan tekrar Çankaya Köşkü’ne getiren Mehmet Dişli’yi dinleyecek miyiz, dinlemeyecek miyiz? Bu önümüzdeki yirmi günde ne yapacağız?”

 

Hakikaten ne yapacağız?

 

Gerçeği, herkesten önce 15 Temmuz kahramanlarına borçlu olunan gerçeği bulabilecek miyiz?

 

SAYIN GÜL’E TÜYO

 

Bu arada komisyonun AKP’li üyelerinin (CHP yazılı sor yöntemini protesto ediyor) eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e yönelttikleri soruları görmüşsünüzdür belki haberlerde.

 

“2004’te Faruk Loğoğlu eliyle Amerikalı yetkililere bir mektup gönderdiğiniz ve mektupta Gülen’i eğitimci sıfatıyla methettiğiniz iddialarına açıklık getirir misiniz?” gibi sorular.

 

Komisyonu yakından takip ettiğim için tüyo verebilirim Sayın Gül’e...

 

Darbe girişimi tarihinde İçişler Bakanı olan Efkan Ala’nın komisyona verdiği bir cevap çalışıyor, onu denesin:

 

Arkadaşlar, ben bütün bildiklerimi burada söyleyemem...

 

BİR SON SÖZ

 

Reşat Bey...

 

Kıymetli komisyon üyeleri...

 

O masaya büyük bir borcu kapatmak için oturdunuz, hesabı ödemeden kalkmayın.

 

Ayıp olur...

Yazının devamı...
İşte buna mucize derler
18 Aralık 2016

 Sarı kırmızılı ekip Sneijder’ın tetiklediği, Bruma’nın hazırladığı pozisyonda Yasin’le öne geçtiğinde henüz 3’üncü dakikanın içindeydik. Hem ligde hem de Avrupa’da etkileyici bir performans sergileyen, derli toplu bir takım olan Osmanlı, yediği golden “zerre kadar” etkilenmediğini kurduğu baskı ve üst üste yakaladığı pozisyonlarla gösterdi. Topun ve oyunun hâkimiyetini Osmanlıspor’a devreden G.Saray ise enerjisini büyük ölçüde zemin ve hava şartlarıyla mücadeleye harcadı bu süreçte.

 

Kalesinde gol “görmemesi” neredeyse imkânsızdı. Nitekim beklenen gol o dakikaya kadar doğru vuruşları yapamayan Webo’dan geldi.

 

ÖZGÜVEN ANTRENMANI

 

- İLK yarıda, 1-1’den önce Galatasaray da skoru geliştirebileceği netlikte pozisyonlar yakaladı ancak Eren Derdiyok’un pek gol atası yoktu. Eren’in belli ki öz güvene ihtiyacı var.

 

Bu işin uzmanı değilim, bir özgüven geliştirici antrenman yöntemi var mıdır bilemem ama Eren’in kendisini bir an önce toplaması gerekiyor. G.Saray’ın transfer planında bu pozisyonu öncelikle ele almasının şart olduğu zaten aşikâr ya, her neyse...

 

- İkinci devre yine yapmak istediğini sahaya yansıtamayandan çok, ne yapmak istediği belli olmayan takım görüntüsünü korudu sarı kırmızılı takım.

 

MANZARA ORTADA

 

- ZEMİNİN kısıtlayıcı, zorlayıcı olduğu söylenebilir, gerçeklik payı da var muhakkak ama “daha alışkın” Osmanlıspor da buz hokeyi takımı değil neticede; takır takır oynadılar işte...

 

- Yarışta büyük bir avantaj sağlayabilirdi Galatasaray ancak sahadaki manzara ortada; hücum da edemiyor savunma da yapamıyor. Bu zorlu virajdan, bu berbat oyunla bir puan çıkarabilmesi mucize olurdu misafirin.

 

Mucize de Semih şeklinde belirdi... Osmanlı çok hak ettiği galibiyet golünü bulduktan hemen sonra, oyuna yedek kulübesinden dahil olan stoper Semih şapkadan tavşan çıkardı ve skoru yeniden dengeledi. Alınan bir puan iyi oyunun değil mucizenin eseridir ve bu mucize daha ne kadar tekrarlanır bilinmez...

Yazının devamı...
İlanihaye bir acı
17 Aralık 2016


Yine yaralandık.

 

Acıyı tarif etmekte kullandığımız kelimeler eskidi, kuşaklardır siyasetçilerin bir çırpıda söyleyebildikleri klişeler eskidi ve bütün bunların eskidiğinden bahseden yazılar da eskidi...

 

Dolmabahçe’deki yaralar kabuk bile tutmamışken kahpe terör yine saklandığı fosseptik çukurundan çıkıp 14 kahraman evladımızın canına kıydı, 55 kişi yaralandı.

 

Toplum ardı ardına gelen travmaların sıklığı karşısında ne yapacağını şaşırmış vaziyette.

 

Terör saldırılarının ardından geniş kitlelerin “Akut Stres Bozukluğu” (ASB) yaşadığını söylüyor bilim dünyası.

 

AKUT STRES BOZUKLUĞU

 

Uykusuzluk, tedirginlik, fiziksel huzursuzluk, uyuşmuşluk, duygusal tepkisizlik, gerçekliği ayırt edememe gibi semptomları olan, 1-2 aydan fazla sürmesi durumunda uzman yardımı gerektiren psikolojik bir bozukluk ASB.

 

1-2 ay diyor uzmanlar, sadece son 1.5 yılda 32 bombalı terör saldırısı gerçekleşti...

 

Sanki ilanihaye bir ASB yapıştı yakamıza, ilanihaye bir acı...

 

Millet evladını, babasını, eşini, ağabeyini, kız kardeşini, kanını, canını veriyor, dualara, sabrına, derin acısına ve endişesine sarılıp hayata devam etmeye çalışıyor.

 

Siyasetçiler doğruyu söylüyor “Birlik olmalıyız, dik durmalıyız, yılmamalıyız, birbirimize düşman olmamalıyız...” Tamamen katılıyorum.

 

O MAŞAYI DÖVENİN

 

Ama bu çağrılar dışında kalan bütün alanlarda kutuplaşan, birbirini neredeyse düşman ilan eden, topluma yılgınlık verenlerin başında da onlar geliyor... Onu ne yapacağız?

 

Neyse... Acı büyük, bunların konuşulacağı vakit de bugün değil...

 

14 yiğit kardeşimizi kaybettik.

 

Terörün canı cehenneme...

 

O maşayı dövenin...

 

Tutanın...

 

Tutturanın...

 

Ucundaki korun...

 

O koru besleyen ateşi yakanın...

 

Üstüne benzin dökenin...

 

O ateşte ısınanın...

 

7, 77 ceddinin canı cehenneme.

 

Başımız sağ olsun.

 

Yazının devamı...
Dersimiz insan sevgisi, konumuz adam asmaca
14 Aralık 2016

Sınavın en çarpıcı, yürek dağlayıcı, ense karartıcı sonucu, katılan çocuklarımızın yüzde 50’sinin “okuduğunu anlamaması” idi...

T24’ten Fundanur Öztürk’ün eğitimcilerle görüşerek hazırladığı dosyada eğitimci-yazar Şahin Aybek bu “anlamama” meselesi için şunları söylüyordu:

“Türkiye’de bu sınava giren her iki öğrenciden birinin okuduğunu anlamadığı ortaya çıktı. Bunun günlük hayattaki somut yansımaları ise kişiler arasında iletişim çatışmaları, kavgalar, boşanmalar ve ekonominin kötüye gitmesi şeklinde olacak...”

Hal böyleyken...

Bütün derslerden çakmış bir eğitim sistemi gerçeğiyle yüzleşme cesareti gösteren her medeni memleket gibi kollar sıvandı, bilime kuvvet çözüm arayışına girişildi; deeermişim!..

Son olarak “Meslek liseleri yüzünden böyle oldu; fen liselilerimiz girseydi görürdü onlar” şeklinde özetlenebilecek bir tepki/açıklama geldi Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’dan.

Daha önce bu konuyla ilgili başka yazılarda da sormuştum benzeri soruları.

Bizim çocuklarımız “şapşik” mi?

Bizim çocuklarımız “My name is Mehmet”i bile aklında tutamayacak kadar kapasitesiz mi?

Fen, matematik gibi konularda doğuştan mı beceriksiz bu elemanlar?

Yoo, hepsi cin gibi...

“Doğru” bir öğretmene denk geleni, ailesinden ve çevresinden biraz destek göreni tutmak ne mümkün? Uçuyor hepsi başarıdan başarıya...

“Bu memleket niye böyle?” muhabbetinden kaçış yoksa “Son 40 yılın Milli Eğitim bakanlarına bir bak istersen” derim ve devam ederim: “Zihin iklimlerine, uygulamalarına, kadrolaşmalarına, müfredat değişikliklerine bir bak... Sistematik cehalet nasıl yerleşir bir gör...”

Eğitsin diye çocukları emanet ettiğimiz eğitmenlerin hali ortada...

Onlar da büyük ölçüde bu sistematik cehalete kaptırmışlar paçalarını.

Alın işte, tazesinden örnek...

İstanbul’da bir öğretmen, daha minnacık çocukların ellerine “idam ipi” tutuşturmuş, fotoğraf çektirmiş, “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe... Başkaaaan...! Adalet istiyoruz” notuyla sosyal medya hesabında paylaşmış.

Aynı öğretmenin otomobilinin dikiz aynasında idam ipi asılı olduğunu, çocuklara “sarkık bıyık” yaptırıp hatıra fotoğrafı çektirdiğini de gördük haberlerde.

“Milli eğitimin amaçları” dedi mi mangalda kül bırakmaz mevzuatlar vesaire:

“Çocukları bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan, yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek...”

İdam sehpalarını işaret ederek yetişir tabii böyle çocuklar!..

“Kindar sürpriz yumurta” yiyerek serpilirler!..

Çoktan seçmeli, hepten geçmeli, sınavdan sınava koşturmacalı, tabletli, seçmeli, seçmemeli derken yetişir zehir gibi evlatlar!..

Sabahın kör karanlığında okula giderek, ikinci dersten önce gün ışığı görmeden sınıfta uyuklayarak gelişir yaz saati kurbanı bebelerin zihinleri!..

Derste idam ipiyle fotoğraf çektiren öğretmenler aydınlatır çocukların yolunu, Türkiye’nin ufkunu.

Öyle mi?
Öyle mi?

Yazının devamı...
Yama tutmayan yaralarımız
12 Aralık 2016


Seçim öncesi nabız gezilerinden birindeyim; yılını karıştırabilirim bugün, hafızama güvenecek bir ruh halinde değilim...

 

Zaman içinde haber peşinde defalarca geçtiğim bir yol bu...

 

Zap Suyu yanımızda “tersin tersin” akarken gözüm az sonra üstünden geçeceğimiz “yama”ya takılıyor.

 

O “yama”nın büyük bir acıyı işaret ettiğini biliyorum; birinin oğlunun, kınalı kuzusunun, hayatının aşkının, biricik babasının, kardeşinin, can dostunun alçak terör saldırısına kurban gittiği yer burası...

 

Hıyanetle, kalleşlikle pusulanmış bir bombayı...

 

Kanla çalkaladığı leş ağzını bir patlama sonrası çukuruna dönüştürmüş bir rezil zihniyeti gösteriyor bu nokta...

 

O acıyla, ölümle, düşen şehidin canıyla ve kanıyla dolu çukurun üstüne yapılan yamanın...

 

O hazin tümseğin üzerinden geçerken otomobil...

 

Önce gözlerimizi gökyüzüne dikip kaybedilen canlara bir selam yolluyoruz, sonra başımız öne düşüyor.

 

Yoldaki yamaları o günden sonra bir daha asla “yol yapım çalışması” olarak göremiyorum.

 

Alçağın alçağı, aşağılığın aşağılığı bir terör saldırısı daha yaşadık cumartesi gecesi.

 

44 can verdik.

 

Acının keskin sessizliği bütün kelimeleri yutuyor.

 

Ne desem fazla, ne yazsam fazla geliyor; acının karadeliğini örtecek bir yama üretemiyor ruhum...

 

Kızılay’daki patlama noktasındaki yama...

 

İstiklal Caddesi’ndeki yama...

 

Merasim Sokak’taki, Gaziantep’teki, Mardin’deki, Diyarbakır’daki, Sultanahmet’teki, Bursa’daki yama...

 

Son saldırıların ardından, korkunç patlamanın oluşturduğu dev çukurun kapatıldığı, asfaltın “yamalandığını” duyuruyor haberler...

 

Çukuru örtüyor yamalar Hayat devam ediyor” klişesine omuz vererek.

 

Ve hayat hakikaten devam ediyor geride kalanlar için acıya acı ekleyerek.

 

Yamalıyoruz acıyla dolu çukurları ve tümseğin üstünden geçerken önce gökyüzüne bakıp kaybettiklerimizi selamlıyoruz, sonra başımız öne düşüyor, sessizleşiyoruz.

 

Rahmet diliyoruz, sabır diliyoruz, şifa diliyoruz...

 

Bitsin bu ölümler “Yeter!” diyoruz...

 

Artık daha başka ne yapabiliriz, bilmiyoruz...

Yama tutmuyor gönüllerdeki, hafızalardaki yaralar.

 

Bilmiyoruz, bilemiyoruz...

Yazının devamı...
Yas günlerinde futbol
11 Aralık 2016

Dün maç başlarken içimden “Benim aklım maçta değil, futbolcuların, hakemlerin de farklı olmadıklarını biliyorum. Kolay iş değil sahaya çıkacak gücü bulabilmek” diye geçirdim. Maç öncesi seremonide, polislere çiçek verirken yüzlere yansıyan ifadeler, düşüncemde pek de haksız olmadığımın kanıtıydı. Böyle ağır bir havada, duygusal açıdan zorlayıcı bir atmosferde başladı maç. İlk atak Galatasaray’dan geldi, Sneijder doğru kafa vuruşunu yapacak dengeyi sağlayamadı. Başlangıç düdüğüyle birlikte iki takım da hızlı çıkışlarla pozisyon üretmeyi amaçladı.

 

G.Saray, Podolski’nin şık ara pasıyla hazırladığı pozisyonu (Bruma üzerinden) Yasin’le gole çevirdi ve çabasının karşılığını almış oldu. Ancak bu süreçte Gaziantepspor da rakip yarı sahaya taşıdığı hemen her atağı bir şekilde noktalamayı başardı, net gol pozisyonları yakaladı veya yakalamasına ramak kaldı...

 

ALKIŞLAR GÖKHAN’A

 

İki tarafın da gol üretebileceği devre böylece sona erdi. İkinci yarıya kendisini rahatlatacak ikinci golün hayaliyle başladı Galatasaray. Eğer uzak mesafeli şutları çok iyi maç çıkartan kaleci Gökhan’a takılmasaydı, bu hayali daha erken de gerçekleştirebilirdi. Baskı giderek arttı ve 66’ıncı dakikada yine Podolski’nin hem tasarladığı hem de asistle taçlandırdığı pozisyonda yine Yasin’in ayağından geldi gol. Gaziantepspor’un farkı 1’e indirmesi umutlarını tazelese de çok geçmeden 10 kişi kalması mecburen hızını kesmesine yol açtı.

 

Gaziantepspor adına şüphesiz kaleci Gökhan, Galatasaray adına da özellikle De Jong, Bruma ve perde kapanırken hat trick’i tamamlayan Yasin’in performansları maça damga vurdu.

 

Neticede bu maçın futbol adına sevabı günahı olmaz. Kaybettiğimiz canlara rahmet, ailelerine, sevenlerine, milletimize sabır ve başsağlığı dilerim...

Yazının devamı...
Ajan Buğulama ve Mıhlama’yı ifşa ediyorum!
10 Aralık 2016


Hani “Anadolu’yu diyar diyar gezip data base (veri tabanı) topluyorlar. Ne anlamı var? İnsanımız bu kadar saf olmasın...” dedi ya...

 

Hani Türkiye’de 2 yabancı şefin AB destekli 20 projeye ev sahipliği yapan 20 şehirde 40 yemek yaptığı programı işaret etti ya...

 

Elime birkaç gün önce geçen ve söz konusu “domates soslu ajan dö la provokatörler” tarafından hazırlanan kitabın önemini o anda kavradım.

 

Ve “başdanışman”dan aldığım yetkiye şöyle sağ kolumun dirseğiyle hafiften dayanarak kitabı vatanım, milletim ve yavru vatan Kıbrıs’ım adına dikkatlice incelemeye karar verdim.

 

Vatan borcu olarak hazırladığım rapor ve bulduğum suç unsurları aşağıdaki gibidir şevketlüüü, kerâmetlüüü, kudretlüüü büyüklerim; arz ederim.

 

Bir kere bunlar kesici ve delici alet taşıyor, kullanıyor sayın yetkililerim. Bıçak, satır şiş... Her şey var bunlarda.

Yemek adlarıyla sübliminal mesajlar yollayabilir, telekinezi, psikokinezi ve bir grup kerkenezi kullanarak halkı galeyana getirebilirler. Tetkiklerim sırasında Edirne seyahatinde Ajan Buğulama’nın (kod adı vereyim, heyecan olsun amirim, hürmetler) yaptığı yemeğin adına dikkat ediniz: “Güreş Burger”. “Ne demek Güreş Burger? Halkı güreşe ve dolayısıyla gayet grekoromen bir şiddet dalgasına mı yönlendiriyorsun?” diye sorulabilir.

 

Öte yandan, Ajan Mıhlama (Buğulama değil de öbürü...) ise kesin kızıl komünist. Bakınız, yemeklerinin önemli bir bölümünde soğan kullanmıyor.

 

Ciğer tempura? Yok soğan!

 

Mısır unlu gnocchi? Yok soğan!

 

3’lü meze tabağı? Üçünde birden yok soğan!

 

“Soğanla ne zorun var?” demeyiniz, bağlantının kralına geliniz.

 

Bence Ajan Mıhlama, vatandaşta “soğan yoksunluğu” hissi yaratarak Âşık Mahzuni Şerif’in (saygıyla anıyorum K.A.) türküsüne yol yapmaya çalışmaktadır.

 

Ne diyor o solcuların bayıldığı türküde Âşık Mahzuni?

 

“Yoksulun sırtından doyan doyana/ Bunu gören yürek nasıl dayana?

Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana/ Bilmem söylesem mi söylemesem mi?

Mahzuni Şerif’im dindir acını/ Bazı acılardan al ilacını Pir Sultanlar gibi darağacını/ Bilmem boylasam mı boylamasam mı?”

 

Başka söze ihtiyaç var mı benim tontiş yüce makamlarım?

 

Resmen devrime, isyana çağrıdır bu, yetişin!

 

Yokmuş soğan... Al sana soğan!

 

Ayrıca bazı salatalarda sarı/kırmızı/yeşil renkteki sebzelerin yer yer birlikte görülme ihtimallerinden hareketle ve sahilden Bostancı yaparak vardığım kanaatle bölücü propaganda da yapıyor olabilir bunlar!

 

*

 

Sevgili büyüklerim, onlardan daha küçüklerim ve ortancalarım, saygılılarım, sevgililerim, canımın taa içi yetkililerim...

 

Vaziyet budur.

 

Yemeğe buyurabilirsiniz.

 

Afiyet olsun.

 

Allah akıl fikir versin cümlemize...

Yazının devamı...