(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Bilge Egemen" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Bilge Egemen" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Bilge Egemen

Bilge Egemen

Senin yerinde olmayı hiç istemezdim
21 Aralık 2016

Sağır sultan ve sen gibi.

Neler oldu yine bu 1 haftada? Ah sorma.
Canım sıkkınken ve gün ağırırken, Karşıyaka’dan vapura atladım. ‘Bu İzmir’in martıları ne kadar da minik, halbuki İstanbul’unkiler aksine Hollanda ineği misali besili’ diye şaşa şaşa Alsancak’a ulaştım.
Google’lamak yerine bu çok mühim soru işaretini, “Amaaan belki de metropoldeki acımasız rekabettir İstanbul martısını Muhammed Ali Clay kıvamında yapan” kararına varıp, Kordon’a ayak bastım.
Cihangir’de yaşarken bazen martıların gürültüsünden uyuyamazdım.
Bazen de Brahms’tan senfoniler söylerdi İstanbul’un martıları bana.
Hayat dengesiz.
Dengesiz olduğu kadar da çaresiz.
Bazen martılar, bazen hava durumu, bazen pişirdiğin yemeğin sosu oyalar da oyalar seni.
Hayat işte. Öyle ya da böyle. Aksın gitsin diye.
Bazen de bombalar patlar.
Patır patır ölür insanlar.
Kaçacak delik bulamazsın. Hiç bir şekilde oyalanamazsın. Ama oyalanmış gibi yapmakta da artık ustasındır.
Dedim ya. Hayat işte.
Tam da bu yüzden. Hayatı kaybetmek istemediğinden, Beşiktaş’ta yürüyen genç olmak istemezsin. Orada görev yapan polis de. Dolmuşla geçen de. Tam o anda, 10 dakika önce ya da 10 dakika sonra.
Halep’teki bebek de.
Kayseri’de az önce selfie çeken asker de. Onu memlekette bekleyen sevgilisi de. 1 telefon uzaklığındaki annesi de.
1 saniye önce 1 telefon uzaklığındayken ya da kucağındayken çocuğun, 1 saniye sonra, onu nasıl sonsuza uğurlarsın?
Al kalbini, at ızgaraya.
İster Ankara’da bir resim sergisinde, ister Muğla’nın bir köyündeki kahvede... Her nerede olursan ol. Senin yerinde olmak istemezdim.
Çünkü öyle ya da böyle ucu mutlaka sana değecek.
Patlayan bütün bombaların.
Atılan tüm kurşunların.
En ıssız sahil kasabasına kaçsan da çocuğunu emanet ettiğin okul servisini kalbin gümbür gümbür ata ata bekleyeceksin.
Uzaklardaki sevdiklerin için nefes almaksızın her saniye endişeleneceksin.
İşte böyle seninle konuşa konuşa, volta atmaya başladım Kordon’da.
Adım başı Roman bir falcı. İlki dedi ki; “Nasılsın kız Şanzalıza güzeli?”
İkincisi Türkan Şoray’a benzetti. Üçüncüsü beni resmen Avrupa Güzeli ilan etti. Bulsa hemen oracıkta pırıl pırıl pırlantalı taç takacak kafama.
Normalde özgüveninin en düşük, omuzlarının en çökük olduğu bir günde çıkıp da bir uçtan bir uca yürüdüğünde Kordon’u, ruh dünyanın karanlıktan aydınlığa doğru ışık hızındaki değişimine inanamazsın.
Liman tarafından bataklıkta bata çıka yürümeye çalışan Quasimodo olarak girip, Pasaport’tan podyumda salınan Angelina Jolie olarak çıkarsın.
Falcı kadınlar 3 dakikada neşelendirip, iyileştirip, paketler seni.
Ama bugün canım sıkkın.
Değil sen ya da ben.
İnan. Avrupa güzeli ya da dünyanın kralı bile olasım yok bugün.
Üzülmekten, endişe etmekten, ürke ürke yaşamaktan ve kim olursak olalım, biletini almadığımız, bir dahaki sefere hangimizi vuracağını bilmediğimiz o kara piyangoyu beklemekten yoruldum.

Yazının devamı...
Abim ve dillere destan bir gezi rotası
14 Aralık 2016

Hayattan illallah ettiği ya da ben Hint kumaşından yapılmış, kenarlarına sırmalar işlenmiş bir kardeş olduğum için değil. Bütün ailemiz, yedi sülalemiz, kedimiz, hatta senin için bile ölebilir. Yeter ki sevsin seni. Kalbi Külkedisi kadar temiz, ruhu Rahibe Teresa gibi merhametlidir.

Bir de zehir gibidir. İzmir Kız Lisesi’ndeki matematik öğretmenimiz dönem ödevi niyetine, şubat tatilinde tek bir kazık soru verirdi. Sonucunu da söylerdi: “EKSİ 2!” Üst sınıfların en çalışkanlarına giderdik. Çözerdik de çözerdik. Sonra bir bakardık yine çözememişiz. O eksi 2’ye bir türlü erişememişiz.
Sonra ben alır o tek soruyu evdeki yemek masasının üzerine sere serpe atardım. Sanki oraya yanlışlıkla düşürmüş gibi. Geçerken gözü takılır, eline kalem alır, kargacık burgacık yazısıyla 10 saniyede çözer, yoluna devam ederdi. Buyur karşında topaç gibi yeni doğmuş, güneş gibi parlayan “-2”.
Bir de delidir. Ortaokula giderken Soma’da oturduğumuz o 1 yılda, terasta paçalı, paçasız, desen desen güvercin besledi. Bir keresinde yavru bir güvercinin peşinden 3’üncü katın terasından gerilip gerilip yan apartmanın terasına atladı. Hiç şaşırmadık. Çünkü ilkokulda Bornova’da oturduğumuz 8’inci katın balkon demirlerinde yürüyüp (çamaşır ipine tutunurdu en azından) bizimle muhabbet etmesine alışıktık. Annem içeride ütü yaparken, aşağıdaki caddede sular seller gibi arabalar akarken, karşı apartmanlarda insanlar çıldırırken, o bir sirk insanı misali demirlerde volta atar da atardı.


Fatih ayrıca gözü kara bir aşıktır. Bir gün İstanbul’da tişört, şort ve terlikleriyle minik mobiletine atladı, ekmek almak üzere evden çıktı. Ekmek aldıktan sonra aklına aşık olduğu ama bir türlü açılamadığı kız takıldı. Kız Bulgaristan Sofya’da bir otelde çalışmaktaydı. Elinde ekmekle, altında mobiletle saatlerce gitti. Çiçek yerine ekmeği mi verdi bilemem ama kızın karşısına çıkıp aşkını ilan etti. Kız sonra karısı (Aylin) oldu.
Amma da geveze bir insanım sevgili okur. Asıl niyetim sana Fatih’in nasıl bir gezgin olduğunu anlatmaktı. Konuyu bak yine nasıl dallanıp budaklandırdım. Sayfalardan taşırdım. Bizim bu Fatih ODTÜ’lerde mühendislik okudu. Ama daha öğrenciyken yurtdışı rehberi olarak çalışmaya başladı. Dünya kazan bizimki kepçe. Bir gün ararsın Yeni Zelanda’da çıkar, ertesi gün Kenya’da.
E ben de gezi programları, belgeseller vesilesiyle az gezmedim. Ama Fatih’in hızına asla yetişemedim. Dünyanın dört bir yanındaki çok özel adresleri hep ondan öğrendim.


Neyse geleyim artık sadede. Biliyorsun çok çok eski yıllarda sevgili genç okur öyle yurt dışlarına zırt pırt gidilmezdi. Yurtdışı dediğin Almanya’ydı. Orası da dünyanın öbür ucuydu. Orada dayın belki de amcan yaşardı. Onlar izne geldiğinde dünya turu yapmış kadar olurdun. Bu da sana yeterdi.
Sonra bu son yıllarda turlar, taksitler derken seyahatler kolaylaştı. Bir sürü insan Paris, Londra, Barcelona gibi şehirleri komşu kapısı yaptı.
Fakat artık o da yetmez olmuş insanlara. Fatih’le telefonda son konuşmamda “Topla çoluğu çocuğu gelin Foça’ya. Kestane patlatalım yılbaşında” dedim. “Olamaz” dedi.


Çünkü rüyalarıma dar gelecek şöyle bir yılbaşı turu varmış. Önce Güney Kore’yle Kuzey Kore arasındaki tarafsız bölgeye gideceklermiş. Oradan taaa Okyanusya’daki Fiji, oradan da Samao Adaları’ndan Apia’ya. Burası dünyada yılbaşını ilk kutlayan ülkeymiş. Sonra ertesi gün 25 dakikalık uçuşla Pago Pago adasına geçeceklermiş. Uluslararası Gün Çizgisi doğuya doğru geçildiği için bu sayede 1 gün kazanacaklarmış. Ve o gece de dünyada yılbaşını son kutlayanlarla ikinci kez kutlama yapacaklarmış.
Çifte yılbaşı. Pes. Böylesini de hiç duymamıştım. Kıskanmadım desem, yalan.

Yazının devamı...
Kadınlar ne ister?
7 Aralık 2016

Dünyada bu hakkı kadınlara ilk Avustralya 1902’de vermiş.

Kadınların oy hakkını Fransa’da 1944, İtalya’da 1945’te aldığını ilk duyduğumda inanamamıştım. İçten içe böbürlenip, havalara girmiştim.
Bu tarihin İsviçre’de 1971 olduğunu öğrendiğimdeyse küçük dilimi gururla yutmuş, içimde matruşkalar gibi kat kat tavus kuşlarının açılmasını engelleyememiştim.
Sonra balonumu Zimbabwe ve Kenya patlattı. Fısss diye saniyede yerle yeksan oldum. Baktım onlar seni, beni çoktan sollamış. Kadınlara oy hakkı verme tarihleri 1919.
Başlangıç çok önemli. Ama ya şimdi?
“Al eline kağıt kalem. Çiz dünya kadın hak ve özgürlükler haritasını. Yerleştir içine Türkiyeli kadını!”deseler sen ne yapardın ey sevgili okur? Annen, kardeşin, kızın, sevgilin, karın ve arkadaşından oluşan Türkiyeli kadına nereyi uygun görürdün? Dünyanın en alçak noktası Lut gölüyle, en yüksek zirvesi Everest arasında nereye oturturdun? Al beni koy merkeze. İsviçreli nereme, Bahreynli ne tarafıma denk düşecek?
Mesleğim dolayısıyla ah bu güzel memleketimizde ne kadınlar tanıdım canımın içi. Aynı mesleği yapmamıza gerek yok. Sen de Jüpiter’de yaşamıyorsun. Hepsini sen de gayet iyi tanıyorsun. Hatta sen belki bizzat O’sun.
Üniversite mezunu kocasından dayak yiyen kadını mı sayayım yoksa sandalyede otururken ayakları havada asılı kalan çocuk gelini mi? 2015’te öldürülen 414 kadının en küçüğünün anne karnındaki 6 aylık bir cenin, en büyüğünün de 85 yaşında olduğunu mu?
Bir de bu kadınları çoğunlukla, aslında en yakınları olması gerekenler vurdu, kırdı, harcadı. Bir bakışına yüreği titremesi gerekenler.
Babaları, ağabeyleri, sevgilileri, kocaları.
Psikolojik şiddete girmiyorum bile. İçini zaten bildiklerinle daha da sıkmak istemiyorum.
Oy hakkı yıldönümünde Twitter’da “Kadınlar ne ister?” diye başlık açılmış. Geyiğin bini bir para. “Bir buket çiçek içine özenle saklanmış son model otomobil” anahtarı diyenden tut da neler neler. Patlarsın gülmekten.
Halbuki yanıt basit. Biz kadınlar da erkekler gibi doğar, büyür ve ölürüz. O arada, kaç yıl süreceği belli olmayan tek bir tanecik hayat süreriz. Ve bize de denk gelmiş hayat denen bu mucizeyi kendi kararlarımızla, özgürce deneyimlemek isteriz.
Yani, biz kadınlar da “insan”ız. iNsAn. İnSan. insAn. İNSAN.
Ve asıl bunun bilinmesini isteriz.

Yazının devamı...
Helga teyzenin dairesi
30 Kasım 2016


Ve arada sırada İstanbul’dan fırtına hızıyla gelip giden oğulları Aycan abi.Tam da vatkalı kazaklar giyip, saçımızı Sue Allen gibi kat kat kestiğimiz, Pink Floyd’un The Wall albüm/filmini tekrar tekrar izlediğimiz, Fil Pizza’dan aldığımız sosisliyi yiye yiye şapşal şapşal gezdiğimiz, Fuar’da Çin pavyonunu ziyaret ettiğimizde Çin’e gitmiş kadar heyecanlandığımız, gözlerimin tam da denizin (Kordon’daki) renginde (kahverengi) olduğu, maç çıkışlarında bir abimin Karşıyakalı diğerinin Göztepeli taraftarlara yumurta fırlattığı 80’li yılların ikinci yarısı ve 90’ların başları...

İşte tam da o yıllarda, görünmez köprüyle birbirine bağlı, o iki dairede ne günler yaşadık. Sofralar kurup, sofralar kaldırdık. Bayramları çoğunlukla bizde, Noel ve yılbaşılarını Helga teyzede koca çam ağacının altında karşıladık. Biz çocuklar için Filistinli babam Ortadoğu, Alman Helga teyze de mahallemizin Avrupa temsilcisiydi. İki daireden de hiç eksik olmayan ve dünyanın dört bir yanından gelen misafirler hepimizi eğlendirip, renklendirirdi.2 annem 2 babam var gibiydi. Hayatımın dönüm noktalarında hep Ülgür amca ve Helga teyzeye de danıştım. İngiltere’ye giderken, dönme kararı alırken, üniversite ve meslek seçerken... Helga teyzeye az mı içimi ters yüz ettim.Mesela, o sıralar 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Ülgür amca bir gün beni karşısına alıp uzun uzun konuşmasaydı, sonrasında ne gazeteci ne de televizyoncu olacaktım. Bambaşka bir mesleğe atılıp, bambaşka bir hayata akacaktım.Toplaştığımızda ve tencereler fokurdarken mutfaklarımızda, “Haydi” derdi babam, hepsi de gitar çalan kardeşlerim Adil, Fatih ya da Cem’e “Gelin buraya ve derhal çalın bize bir, Telli Turna!”Şarkılar sızdı o 2 dairenin pencerelerinden. Kahkahalar bulut oldu. Bazen de gözyaşlarımız, duvarlara nem.O evde ilk önce bir trafik kazası sonucunda Ülgür amcayı kaybettik.Sonra babam gitti.Büyüdük. Dört bir yana saçıldık.Aradan 20 yıl geçti. Ve bu hafta kuzenim Mesut, bir sürpriz olacağını çaktırmadan tutturdu da tutturdu:- Alsancak’ta bir sanat galerisinde muhteşem bir sergi var. Mutlaka gelmelisin?- Adres?- Boşver adresi. Konum atıyorum.Konumu izledim. Ve işte hayat. Buyurun buradan yakın. Karşımda Helga teyzenin dairesi!


Yerce KardeşlerBiri usta bir fotoğraf sanatçısı, diğeri de harika bir mimar. Emin Emrah ve Nail Egemen Yerce kardeşler. Helga teyzenin dairesini satın almışlar. Ve aylarca uğraşıp burayı şahane bir çalışma, yaşama ve sergileme alanına dönüştürmüşler.Şu anda hala gezilebilir ilk enstelasyonlarının adı Yer/Fold. Ve enstelasyonun konusu da sıradan bu dairenin değişimi. Son olarak aldığı hal. Değişimi fotoğraflamışlar, filmini yapmışlar. Bana göre binalar canlıdırlar. Üstelik biz uyurken de uyumazlar. Sesler çıkarırlar. Kaslarını gevşetirler. Ruhları vardır. Dolayısıyla ben sergiyi gezerken Helga teyzenin dairesi beni tabii ki tanıdı. Bütün görmüş geçirmişliği ile çaktırmadan beni selamladı. Burada geçen binlerce anı zihnimde canlandı. Burada söylediğimiz şarkılar kulağımda çınladı.Hiç bir enstelasyon benim için bu kadar duygusal olamazdı. Demem o ki bu sergiyi de bundan sonra gelecekleri de kaçırmayın. Yerce kardeşlere burayı harika bir sanat merkezine dönüştürdükleri için teşekkür ederim.Helga teyze ve Ülgür amcanın dairesine de zaten bu yakışırdı.

Yazının devamı...
Özür dileriz çocuk
23 Kasım 2016

“Kapa çeneni, bi sus” de. Bakmaya tenezzül etmeden gözümüzün içine. Kız bize. Şaplak indir sokağın ortasında ensemize. Terlik fırlat kafamıza kafamıza. Tam 12’den vur. Beynimizin lobunun ortasından tuttur. Ya da çıkar kemerini. Morart, çürüt etlerimizi. Allah rızası için dilendirmeye, trafik ışıklarına yolla bizi. En parlak yazda. En solgun kışta. Ayakkabılarımız olmadan. Çırılçıplak ayaklarımızla. Bombalar patlat, yık evimizi başımıza. Yollara düşür, kaçak teknelere bindir bizi. Batalım. Sonra ölü balinalar gibi sahillere vuralım. 

Dur. Sanma ki bu son. Bunun bile ötesi, yaşarken ölmek diye bir şey var. Ama oralara girmek istemiyoruz çocuk. “Tec.... Tac.. Cin... İst...” gibi kelimeler kullanırsak, ağzımıza acı biber sürmeye kalkarsın diye korkuyoruz. Bizden nasıl böyle cümleler, fikirler, evlendirme projeleri, tasarılar çıktı diye... Belki de bizim adımıza utanç içinde kıvranırsın diye çekiniyoruz.
Sen iyisi mi ninniler söyle bize. Kulaklarımıza pamuklar tıkayıp, uyut hepimizi.
Ya da dur. İstersen lafı hiç boşuna dolandırmayalım. Buyur. Bu kez deneme tahtası biz olalım. Direk, bir seferde, kalbimizden kalbimizden vur.
Sana çocuk gibi bakamadık çocuk. Sana çocuk muamelesi yapamadık. Sana nasıl davranmak gerekiyordu? Psikologlar neredesiniz? Unuttuk. Titrek bedenine kinimizi nefretimizi kustuk. Mal gibi sattık. Bozuk para gibi harcadık. Saçından tutup, seni sürükleye sürükleye top sahasından, oyun odasından çıkardık.
Belki de tek istediğin ödevden kaytarıp, topa şöyle daha artistik bir şut atmak, oyuncak bebeğinin sarı saçlarını 2 dakika fazladan okşamaktı.
Ama bak işte orada değil, buradasın çocuk.
Gider ayak, bir de şu var. Öğütlerimizi hep dinle, kulağına küpe yap: Sen bizim geleceğimizsin! Bunu hiç unutma çocuk!
Biz hep küçüklerimizi sevdik, ana babamıza saygıda kusur etmedik, büyüklerimizi rol model belledik!
Eyvahlar olsun.
Sen inşallah bize benzeme, bizi rol model belleme çocuk.

Yazının devamı...
İstanbul'dan kaçmamın 12 nedeni
15 Kasım 2016

 

Hem de çoğu kariyerlerinin zirvesinde. Bastılar istifayı. Arkalarına bakmadan terk ettiler İstanbul'u.

Belki de bir tek Hale, Lale ve Jale kaldı geride. İstanbul'un içinde bir yerlerde.

Tamam istisnalar da oldu. Ebru Fransa'ya, Seda Avustralya'ya ışınlandı.

İstanbul kalabalıktı, ah seni yutan koskoca bir metropoldü, içinde birbirinden sürprizli tehlikeler barındırmaktaydı...

Sanma ki sana gerçekten sayacağım tek tek başlıktaki 12 nedeni. Senin zaten doğuştan bildiklerini.

Ama metrosunu günde 6 milyon insan kullandığı halde ve binme sırası tam da sana geldiğinde düdükler, sirenler eşliğinde "Dikkat dikkat metromuz dolmuştur! İçinde zırnık yer kalmamıştır!" çağrısı yapıldıysa ve kapılar kapandıysa ve dışarıda 1 tek sen kaldıysan eğer; kaç kaçabildiğin ilk dönemeçten.

Demek ki artık sen, İstanbul'a sığamıyorsun. Ya da o otobanları ve binaları, kalabalıkları ve dinmeyen uğultularıyla İstanbul'u, sen içinden köpük köpük taşırıyorsun.

Benim için hava hoş. İşim nerede çekileceği belli olmayan belgesellerle. Bu yüzden evimi kurabilirim dilediğim her yere. Ama gittiğim yere de temelli yerleştim demem. Seneye nerede olacağımı asla bilemem.

Bu kez ani bir kararla Foça çıktı tombalamdan. 24 saat içinde dayadım kamyonu. Taşıdım eşyaları.

Gelelim bu yazıdan çıkan ilk sonuca: İstanbullular akın akın Ege'ye geliyor mu? Geliyor.

Gelmeyenler hayalini kuruyor mu? Kuruyor.

Beni 2 günde bir, ya bir arkadaşım, ya bir tanıdığım arayıp, "Ne olur bize de oradan bir ev bak" diyor mu? Diyor.

İstanbul'un sesi İzmir'den hoş

Peki İzmir'den İstanbul'a gitmek isteyenler yok mu? Çoğunlukla kariyer basamaklarının başındaki gençler olmak üzere tabii ki var.

Yazı İşleri Müdürü Nejat Bekmen geçenlerde İzmir'de arkadaşıyla şöyle bir dolaşmaya çıkmış. Başını nereye çevirdiyse hep İstanbul'a atıfta bulunan dükkan isimleri görmüş. Atıyorum; Galata çayhanesi, Kızkulesi berberi gibi.

Bu İstanbullularla İzmirliler arasındaki ilişki, biri kıvırcık biri düz saçlı iki kadın gibi. Düz kıvırcık olmak ister, kıvırcık da düz misali.

Venedikliler İsyanda Foçalılar da Etmesin!

Venedikliler geçenlerde "Yeter artık turistten bıktık!" diye sokaklara fırlamış. Çünkü 55 bin insanın yaşadığı şehirde, günübirlik turist sayısı 24 bine ulaşıyormuş. Bu yüzden de her şey fahiş fiyatlara satılıyormuş. Yerli halk yaşayamaz olmuş.

Şimdi gider ayak ben de size Foça'yla ilgili olur da haftasonu gelirseniz diye tavsiyelerde bulunacağım. Ama korka korka. Çünkü benden önce Foça'ya yerleşen Banu ve Müjde "Aman ha sakın Foça'yı öven yazılar yazma. Venedik'e dönmesin sessiz sakin Foçamız. Yoksa seni ısırırız" diye çok uyardılar beni.

İkisinin de sıkılıp bu yazıyı sonuna kadar okumadığını umarak, risk alıyorum. Ayrıca milyonları peşimden sürükleyeceğimi de sanmıyorum.

Sani de ayrıca tebrik etmek isterim sevgili okur. Hızla akan bu hayatta, Rapunzel'in saçı kadar uzun bu yazının sonuna gelmeyi başardığın için.

 

1 Haftasonu Foça

Yap: 45 yıllık bisiklet tamircisi Göçmen'den iki kişilik bisiklet kirala

Ye: Merkezdeki esnaf lokantası Çarşı'da haşlama yemeği

İç: Dibek kahvesinde Türk kahvesi

Al: Dönüş yolunda Bağarası'ndaki Kardeşler Kasabı'ndan sucuk ya da köfte.

 

 

.

 

 

.

 

Yazının devamı...
İzmir’in kızı
8 Kasım 2016

 

Binlerce kilometreyi aşıp gitse de;

O rengarenk kelebekler iz bıraka bıraka hep peşinden koşuşturur.

Kızımız farketmez bile.

Ne ona hava katan kelebekleri ne de peşinden ısrarla geldiklerini. Doğayla uyumludur. Kendisiyle barışıktır.

Bir Ada olmadığı halde

4 yanı denizlerle çevrilidir.

Ya da bir ada olduğu halde

4 bir yanı kara.

Delinin tekidir. Ve tabii akıllının en önde gideni.

İzmir il sınırlarının dışına adımını attığı an, onun İzmirli olduğunu duyanların kaşı gözü oynar: Yanaşıp sorarlar. “Kııııız sen İzmirli miymişsin ay ay ay, oy oy oy?” diye.

Havasına, kızına güvenme derler bir de. Kendi iklimlerine güvenmediklerinde.

Artık kim İzmirli kızlara ne sıfatlar yüklediyse? Bu sıfatlar her kimde neye denk geldiyse?

Kızımız güler de geçer. Geçer de güler. Yanağının sol ya da sağ gamzesini yıldızlara sektire sektire.

Hiç olmadık hiç beklemediğin yerde aniden “seni seviyom” der. Der bak.

Ya da öyle bir an gelmiştir ki  susar. Seni ve 7 sülaleni sonsuza yollar.

İçinden geldiği gibidir, gördüğün gibi.

Issız bir kalabaktır. Kalabalık bir tenha.

Annesi balkanlardan ya da  Nazilli'den gelmiştir. Babası belki Urfa belki Trabzon'dan. Anneannesi musevi, dedesi levanten olabilir.

Ailesi ve saçının her teli rengarenktir, soyağacı bütün meyveleri içerir.

Dışı seni yakar. İçi dünyayı kucaklar.

Kafayı taktı mı yapar.

Çıkar şarkı söyler. Seni peşinden sürükler.

Romanlar yazar. Seni kalbinden mühürler.

Podyumlarda bir salınır, yeri göğü oynatır.

İlim irfan peşinde koşar. Ve emin ol, en lezzetli zeytinyağlı fasulyeyi de o yapar.

Dikkatlice bak sağına, soluna, önüne, arkana.

Mutlaka yanıbaşında bir tane çıkar.

Ya aynada.

Ya annen ya da kardeşin kılığında.

Sevgilin de olabilir. Karşı kapı komşun ya da sırdaşın da.

 

Ergun Abi

Daha ziyaret edip, çayını içecektim. Bak şu sıralar döndüm yine İzmir'e diyecektim. Tek tek hesap verecektim. Handan ne yaptı? Batuğ nereye taşındı? Oğlum kaç yaşına geldi? Hepsini bir bir söyleyecektim. Henüz öğrenciyken gazeteciliğe başladığımızda hepimize baba gibi davrandın. Titreye titreye gittiğim ilk haberlerimde kapı gibi yanımda durdun. Yaser Arafat röportajı için birlikte Tunus'a gittiğimizde bir kere bile "Hey çoluk çocuk, fos mu çıkacak bu röportaj? Yoksa yapamayacak mısın?" demedin.

Benimle Tunus'ta 9 gün sabırla bekledin. Senden gelen genç nesillere, ne saygı ne de sevgide zerre kusur etmedin. Kendini hepimize çok sevdirdin.

Işıklar içinde uyu. 

 

 

 

Yazının devamı...
Benim güzel kürkçü dükkanım
1 Kasım 2016

Çakmak çakmak yeşil gözlerini patlata- devire bavuluma ters ters baktı annem. Sanki bavulum bavul değil de az sonra beni, rızam olmadan zorla kaçıracak kötü bir adammış gibi.
“İstanbul’a gidiyorum” dedim. “Çalışmaya.” Kararlı. Onlara asla söz hakkı tanımayacak plastik-metalik bir tonla.
O sıralar başımda kavak yelleri esmekteydi. Havam iki bin beş yüz, kanım deliydi. Üniversiteden yeni mezun olmuş, öğrenciyken çalıştığım gazeteden o gün istifa etmiş, İstanbul’da bir gazetede iş bulmuştum.
Gidiş o gidiş.
O gece ben ve bavulum otobüsteyken, arkamdaki İzmir gittikçe küçülüp soluklaşırken, önümde bilinmezlerle dolu koca ve gri İstanbul büyüdükçe büyürken kalbimden 1 saniyede 4 mevsim geçti. Yol boyunca bir soldum, bir çiçek açtım.
İstanbul’a ayak basar basmaz hayatım hep sol şeritte, saatte beş yüz kilometre hızla akıp geçti. 12’inci kattan fırlatılmış bilye hızında. Maceralar maceraları kovaladı. Haberler, programlar, belgeseller, savaşlar, barışlar, vur patlasınlar ve hemen yanı başında sakın ha çalma oynamasınlar derken, o gece ben otobüste yol alırken doğan çocuklar bugün 23 yaşına geldi.
Yıllar domino taşı gibi küt küt devrildi.
İstanbul sözde evimdi. Ama işim gereği asıl vakit geçirdiğim bahçem, dünyanın ta kendisiydi.
İstanbul’u çok sevdim. Ama İzmir’i hep özledim. Gerçi İstanbul’da ara ara lastiğim de patladı, hatta birkaç kere de öldüm. Fakat gel gör ki koşuşturmacadan öldüğümü anlamadım. Kendisi senden de meşgul olan İstanbul öldüğünü anlayacak fırsatı bile vermez sana.
İstanbul’da her yorulduğumda, saçlarımı okşayıp tarasın diye İzmir’e sığındım.
İstanbul saati saatine benzemeyen uçarı bir arkadaşsa, İzmir hep anne kucağı olmuştur bana. Biri okyanusun devasa dalgaları, diğeri yağ gibi pürüzsüz, sırt üstü yatıp saatlerce uyuyabileceğim bir göl.
Mesela İstanbul’u öyle kolay kolay içemezsin. Ya boğazını yakacak kadar kaynar sıcaktır ya da buz soğuk. Halbuki İzmir hep ılıktır. Boğazını iyileştirip, yumuşatır.
Neyse fırsat verselerdi sakızların içinden çıkan kağıtlara maniler yazmama… İki şehri karşılaştırmaya yıllarca doyamazdım . Fakat demem o ki sevgili okur, şu sıralar döndüm yine dünyalar güzeli şehrime. Bıraktım kendimi İzmir’in şefkatli ellerine. Geçen defa Urla’yı seçmiştim. Bu kez nüfus memurumuza Eski Foça’yı adres gösterdim. Bilirsin, İzmirli olmayanların bile her daim dönesi vardır İzmir’e. Emeklilikte, şenlikte ya da sadece öylesine. Çünkü burası sadece senin benim değil, milyonların kürkçü dükkanıdır.
Bundan böyle arada sırada yazacağım buradan sana. Ege’den Egeli ’ye mektuplar, notlar, hikayeler, yollayacağım. Bakarsın bir gün gezi notlarımı paylaşırım, bir gün şehir kaçkını olmanın inceliklerini anlatırım. Artık klavyem beni nereye sürüklerse… Bu arada tekrar tanıştığımıza memnum oldum.

 

 

 

 

 

Yazının devamı...