SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SELÇUKLU ARAŞTIRMALARI MERKEZİ
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
SELÇUKLU ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
SELCUK UNIVERSITY
JOURNAL OF SELJUK STUDIES
E-ISSN 2548-0154
Yılda iki defa yayımlanan (Aralık-Haziran), hakemli, yaygın süreli bir dergidir.
SAYI / ISSUE: 10 - BAHAR / SPRING
KONYA 2019
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SELÇUKLU ARAŞTIRMALARI MERKEZİ
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SELÇUKLU ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
SELCUK UNIVERSITY JOURNAL OF SELJUK STUDIES
Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları Dergisi’nin dizinlendiği veri tabanları
Selcuk University Journal Of Seljuk Studies is listed in the index of
DERGİPARK/ MLA / İSAM /ACARİNDEX / ARASTIRMAX/ COSMOS/CİTE FACTOR/ASOS/SOBIAD
E-ISSN 2548-0154
SAYI/ISSUE: 10 - BAHAR/SPRING 2019
SÜ Selçuklu Araştırmaları Merkezi Adına Sahibi / Owner on behalf of the Seljuk Researches
Centre
Prof. Dr. Mustafa ŞAHİN - Selçuk Üniversitesi Rektörü
Yazı İşleri Müdürü- Editörler / Editor-in- Chiefs
Prof. Dr. Mehmet Ali HACIGÖKMEN - Selçuk Üniversitesi
Dr. Öğr. Üyesi Sefer SOLMAZ - Selçuk Üniversitesi
Dr. Öğr. Üyesi Zehra ODABAŞI - Selçuk Üniversitesi
Dr. Şükrü DURSUN - Selçuk Üniversitesi
İngilizce Editör / English Language Editor
Öğr. Gör. Derya Deniz GEZER- Selçuk Üniversitesi
Editör Yardımcıları/ Editorial Asistants
Selma DÜLGEROĞLU - Selçuk Üniversitesi
Arş. Gör. Hatice AKSOY - Selçuk Üniversitesi
Arş. Gör. Abdullah BURGU - Selçuk Üniversitesi
Arş. Gör. Abdul Metin ÇELİKBİLEK - Selçuk Üniversitesi
Sekretarya / Secretariat
Şevket ÖĞÜTCÜ
YAYIM KURULU/ EDITORIAL BOARD
Prof. Dr. Cihan PİYADEOĞLU- İstanbul Medeniyet Üniversitesi
Prof. Dr. Hsing Tung WU- National Chengchi University
Prof. Dr. Mehmet Ali HACIGÖKMEN- Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Mohamed Salem BAAMER- King Abdulaziz University
Prof. Dr. Muharrem KESİK- İstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Mustafa DEMİRCİ- Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Timothy MAY- University of North Georgia
Asist. Prof. Hadi JORATİ- Ohio State University
Dr. Öğr. Üyesi Sefer SOLMAZ- Selçuk Üniversitesi
Dr. Öğr. Üyesi Zehra ODABAŞI- Selçuk Üniversitesi
Dr. Alan V. MURRAY – University of Leeds
Dr. Şükrü DURSUN- Selçuk Üniversitesi
ii
İLETİŞİM / CONTACTS
Adres / Adress: Selçuklu Araştırmaları Merkezi Alaeddin Keykubad Kampüsü, Kültür - Sanat
Merkezi 42031 Konya
Telefon: +90 0332 223 0802
Web: http://usad.selcuk.edu.tr/usad/index / e-mail: usad.selcuk@gmail.com
TEKNİK HAZIRLIK / TECHNICAL PREPARATION
Grafik- Tasarım / Graphic- Design: Prof. Dr. A. Gani ARIKAN
Dizgi / Composition: Selma DÜLGEROĞLU
iii
iv
YAYIM İLKELERİ
1. Selçuklu Araştırmaları Dergisi, Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları
Merkezi tarafından Bahar (Haziran) ve Güz (Aralık) olmak üzere yılda iki sayı
çıkarılan hakemli ve süreli bir yayın organıdır.
2. Yayımlanacak yazılar "Selçuklu Tarihi, Medeniyeti ve Sanatı, Ortaçağ Türkİslâm Medeniyeti, İslâm Öncesi Türk Kültürü ve Tarihi" ile ilgili daha önce
herhangi bir yerde yayımlanmamış, araştırmaya dayalı özgün makaleler
olmalıdır.
3. Bilimsel toplantılarda sunulan bildiriler, daha önce başka bir dergide veya
bildiri kitapçığında yayımlanmamış olması şartıyla değerlendirmeye alınabilir.
Ayrıca derleme, çeviri, hatırat ve kitap tanıtımı yazılarına da yer verilebilir. Dergi
editör kurulu gönderilen yazıların daha önce başka bir yerde yayımlanıp
yayımlanmadığını araştırmakla mükellef değildir. Durumun hukuki ve etik
sorumluluğu yazara aittir.
4. Derginin yazım dili Türkiye Türkçesidir. Ancak her sayıda derginin üçte birini
geçmeyecek şekilde İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça, Farsça ve Rusça
yazılara da yer verilebilir.
5. Türkçe makalelere Türkçenin yanı sıra yabancı dilde (İngilizce - Almanca Fransızca - Arapça - Farsça- Rusça) / İngilizce - Almanca - Fransızca - Arapça Farsça - Rusça makalelere ise orijinal dilinin yanı sıra Türkçe özet yapılmalı ve
250 kelimeyi geçmemelidir. Özetin ile birlikte anahtar kelimeler verilmelidir.
6. "Selçuklu Araştırmaları Dergisi"ne gönderilen yazılar, önce yayım kurulunca
dergi ilkelerine uygunluk açısından incelenir ve uygun bulunanlar, o alandaki
çalışmalarıyla tanınmış iki hakeme gönderilir. Hakemlerin isimleri gizli tutulur
ve raporlar beş yıl süreyle saklanır. Hakem raporlarından biri olumsuz olduğu
takdirde, yazı üçüncü hakeme gönderilir; o rapor da olumsuz geldiği takdirde
yazı yayımlanmaz. Yazarlar, hakemlerin görüş ve önerileri doğrultusunda
düzeltmeleri yaparlar. Hakemler kendilerine gönderilen yazıyı 21 gün içinde
değerlendirir. Bu süre içerisinde raporunu göndermeyen hakeme ulaşılarak
değerlendirme için 7 gün ek süre verilir. Hakem bu sürede de raporunu
göndermezse hakemliği düşürülür. Editör ve Yayın Kurulu gerekli gördükleri
durumlarda yazıların yazım şekilleri üzerinde değişiklik yapabilir.
7. Makaleler (http://usad.selcuk.edu.tr/usad) linkinden "Selçuklu Araştırmaları
Dergisi" sistemine yüklenmelidir. İletişim için usad.selcuk@gmail.com adresine
mail atabilirsiniz.
v
8. Dergi basıldıktan sonra ilgili sayıda yazısı bulunan yazarlara, hakemlere, belli
başlı kurum ve kütüphanelere birer nüsha dergi teslim edilir.
MAKALE YAZIM KURALLARI
1. Başlık
Yazı Türkçe ise Türkçe başlığın yanında özetin yapıldığı dilde bir başlık daha
bulunmalıdır. Yazı İngilizce - Fransızca - Almanca - Farsça - Arapça - Rusça
dillerinden biri ile yazılmışsa orijinal dilindeki başlığın yanı sıra Türkçe başlık da
bulunmalıdır. Yazının içeriğini kısa, açık ve yeterli ölçüde yansıtacak nitelikte
olmalı, büyük harflerle ve koyu yazılmalıdır. Yabancı dilde yazılan başlıklarda
Türkçe karakter bulunmamalıdır.
2. Yazar Ad(lar)ı ve Adres(ler)i
Yazı başlığının sağ altında olmalı, soyadın tamamı büyük harflerle yazılmalı,
yazarın unvanı, kurumu ve elektronik posta adresi dipnotta belirtilmelidir.
3. Özet ve Anahtar Kelimeler
Türkçe özet çalışmanın amacını, kapsamını ve sonuçlarını yansıtmalıdır. Özet
en az yüz elli, en fazla iki yüz elli kelime olmalı, özetin bir satır altına en az üç, en
fazla sekiz kelimeden oluşan Türkçe anahtar kelimeler yazılmalıdır. Ayrıca özet
İngilizce - Fransızca - Almanca - Arapça - Farsça- Rusça dillerinden biri ile
yapılmalıdır. Yabancı dilde yazılan makalelerde de Türkçe ve yazılan dilde
başlık, özet ve anahtar kelimeler yer almalıdır. Yabancı dildeki özetlerde dil
yanlışları olmamasına özen gösterilmelidir. Yabancı dilde yazılan özetler editör
tarafından kontrol edilip tespit edilen hatalar yazara gönderilir. Düzeltilen özetler
tekrar kontrol edilerek gerekli durumlarda ikinci defa düzeltme istenebilir.
4. Ana Metin
Makaleler, IBM uyumlu bilgisayar ve Microsoft Word yazılım programı
kullanılarak yirmi beş sayfayı geçmeyecek şekilde yazılması tercih edilir. Sayfa
yapısı A4 ebadında, kenar boşlukları sağdan, soldan, üstten ve alttan 2.1 cm
olmak üzere, iki yandan hizalı ve paragraf arası boşluğu, öncesi ve sonrası 14 nk
olacak şekilde ayarlanmalıdır. Makalede Palatino veya Palatino Linotype yazı
karakterleri kullanılmalı, satır sonunda heceleme yapılmamalıdır. Paragraf
başlarında bir “TAB” tuşu kullanılmalıdır. Noktalama işaretleri kendilerinden
önceki kelimelere bitişik yazılmalıdır. Söz konusu işaretlerden sonra bir harflik
boşluk bırakılmalıdır. Metin içinde özel bir yazı karakteri kullanılmış ise belgeyle
birlikte söz konusu karakterler de gönderilmelidir.
Çalışma, dil bilgisi kurallarına uygun olmalıdır. Makalede noktalama
işaretlerinin kullanımında, kelime ve kısaltmaların yazımında en son çıkan
TDK Yazım Kılavuzu esas alınmalı, açık ve yalın bir anlatım yolu izlenmeli, amaç
ve kapsam dışına taşan gereksiz bilgilere yer verilmemelidir. Makalenin
vi
hazırlanmasında geçerli bilimsel yöntemlere uyulmalı, çalışmanın konusu, amacı,
kapsamı, hazırlanma gerekçesi vb. bilgiler yeterli ölçüde ve belirli bir düzen
içinde verilmelidir.
Bir makalede sıra ile özet, ana metnin bölümleri, kaynakça ve (varsa) ekler
bulunmalıdır. “Giriş”, “Sonuç” gibi başlıklar kullanıp kullanmama, çalışmanın
türüne ve konunun gereğine bağlıdır. Fakat makalenin bir sonuç paragrafı
bulunmalıdır. “Sonuç” araştırmanın amaç ve kapsamına uygun olmalı, ana
çizgileriyle ve öz olarak verilmelidir. Metinde sözü edilmeyen hususlara
“Sonuç”ta yer verilmemelidir. Belli bir düzen sağlamak amacıyla ana, ara ve alt
başlıklar kullanılabilir.
Ana Başlıklar: Tamamı büyük harflerle ve koyu yazılmalıdır.
Ara Başlıklar: Tamamı koyu olarak yazılacak; ancak her kelimenin ilk harfi
büyük olacak ve başlık sonunda satırbaşı yapılacaktır.
Alt Başlıklar: Tamamı koyu olarak yazılacak;
ancak
başlığın
ilk
kelimesindeki birinci harf büyük sonraki kelimelerin ilk harfleri küçük olacak ve
başlık sonunda satırbaşı yapılacaktır.
Şekil, Tablo ve Fotoğraflar: Şekil, tablo ve fotoğraflar yazım alanı dışına
taşmamalı, gerekiyorsa her biri ayrı bir sayfada yer almalıdır. Şekil ve tablolar
numaralandırılmalı ve içeriğine göre Türkçe ve İngilizce olarak adlandırılmalıdır.
Numara ve başlıklar, şekillerin altına, tabloların üstüne gelecek biçimde
kelimelerin yalnızca ilk harfleri büyük olarak yazılmalı, ayrıca küçültmede ve
basımda zorluk çıkarmaması için siyah mürekkeple, düzgün ve yeterli çizgi
kalınlığında aydınger veya beyaz kâğıda çizilmelidir. Tablolar, “WORD”
programındaki tablo komutuyla yapılmalıdır. Zorunlu durumlarda ise “EXCEL”
tabloları kullanılabilir. Gerektiğinde açıklayıcı dipnotlar veya kısaltmalar, şekil ve
tabloların hemen altında verilmelidir. Ayrıca şekiller için belirlenen kurallara
uyulmalıdır. Şekil, tablo ve resimlerin on sayfayı aşmaması tercih edilir. Şekil,
tablo ve resimler aynen basılabilecek nitelikte olmak şartıyla metin içindeki
yerlerine yerleştirilmelidir.
Dipnotlar: 8 punto tek aralık yazılmalıdır. Sayfa iki yana dayalı ve paragraf
girintisi 0.5 cm olmalıdır. Metin içindeki atıflar sayfa altına dipnot şeklinde 1’den
başlayarak
numaralandırılmalıdır.
Bunun
dışında
metin
içinde
atıf
yapılmamalıdır. Dipnotlarda kaynaklar verilirken, kitap ve dergi ismi italik
olmalı, makale isimleri tırnak içerisinde düz olarak verilmelidir. Dipnotlarda, ilk
geçtiği yerde kaynak künyesi tam olarak verilmeli,
daha sonra a.g.e.,
a.g.m., a.g.t. veya kullanılan kaynağın yazarın belirlediği tam veya kısaltılmış adı
yazılmalıdır. Bir yazarın birden fazla kitap ve makalesi kullanılıyorsa yazarın
soyadından sonra mutlaka kitap veya makalenin tam veya kısaltılmış adı
vii
verilmelidir. Çok yazarlı kaynakların ilk geçtiği yerde yazarların tümü yazılmalı,
daha sonrakiler de kısaltılarak verilmelidir.
Örnekler:
Kaynak:
el-Azîmî, Tarih, İstanbul Beyazıt Umumî Ktp., Kara Mustafa Paşa ks. nr. 398,
vr. [veya yp] 100a.
Sonraki atıflarda: el-Azîmî, Tarih, vr. 110b. [veya el-Azîmî, vr. 110b.]
Kitap:
Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi, c. I [veya I], İstanbul 1969, s.
56.
Sonraki atıflarda: Turan, a.g.e., s. 105.
Yazarın birden fazla eseri kullanılması halinde sonraki dipnotlarda: Turan,
Mefkûre, s. 111.
Makale:
Mehmet Altay Köymen, "Selçuklular ve Anadolu'nun Türkleşmesi Meselesi",
Selçuk Dergisi, S. 2 [veya 2], Konya Aralık 1986, s. 24.
Sonraki atıflarda: Köymen, a.g.m., s. 26.
Yazarın birden fazla makalesinin kullanılması halinde sonraki dipnotlarda:
Köymen, "Anadolu'nun Türkleşmesi", s. 26.
Kaynakça:
Makalelerde kullanılan kaynak ve araştırmalar makale sonunda bu başlık
altında gösterilmelidir. Kaynakça, bu başlık altında yeni bir sayfadan başlamalı
ve 9 punto yazılmalıdır. Sadece metin içinde atıfta bulunulan kaynaklar yer
almalı ve yazarların soyadına göre alfabetik olarak düzenlenmelidir. Yazarın ad
ve soyadında kısaltma kullanılmamalıdır:
Kaynakçada ansiklopedi cilt sayısı belirtilirken, orijinalinde Roma
rakamıyla cilt sayısı belirtmişse Roma rakamları, yaygın rakamlar kullanılmışsa
yaygın rakamlar kullanılır.
Kaynakçada yer alan eser ve makale künyelerinde yazarın önce soyadı
(küçük harflerle), sonra adı yazılmalıdır.
Kaynakçadaki kitap sayısı italik yazılmalıdır.
Kaynakçadaki makale isimleri tırnak içinde ve düz yazılmalıdır.
Kaynakçada kitaplarda sayfa aralığı verilmemelidir.
Kaynakçadaki makalelerin bütününe ait sayfa aralığı gösterilmelidir.
Kaynakçadaki künye bilgi sıralaması aşağıda belirtilen şekilde olmalıdır.
Kaynak:
el-Azîmî, Tarih, İstanbul Beyazıt Umumî Ktp., Kara Mustafa Paşa ks. nr. 398.
Aziz b. Esterâbâdî, Bezm u Rezm, nşr. Kilisli Rifat, İstanbul 1928.
viii
Kitap:
Turan, Osman, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi, c. 1[veya I], Turan Neşriyat
Yurdu, İstanbul 1969.
Merçil, Erdoğan, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, Türk Tarih Kurumu
Basımevi [TTK Basımevi], Ankara 1991.
Bir yazarın iki farklı eseri kullanıldığında:
Turan, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, T.K.A.E. Yayınları
[veya Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları], Ankara 1965.
-------------------- [veya Turan, Osman], Selçuklular Zamanında Türkiye, Turan
Neşriyat Yurdu, İstanbul 1971.
Makale:
Sümer, Faruk, "Anadolu'da Moğollar", Selçuklu Araştırmaları Dergisi (1969), S.
1 [veya 1], Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1970, s. 1-147.
Köymen, Mehmet Altay, "Selçuklular ve Anadolu'nun Türkleşmesi Meselesi",
Selçuk Dergisi, S. 2 [veya 2], Konya Aralık 1986, s. 21-35.
Demirkent, Işın, "Haçlı Seferleri ve Türkler", Türkler, c. 6[veya VI], Yeni
Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 651-668.
Ansiklopedi Maddesi:
Sümer, Faruk, "Selçuklular", DİA, c. XXXVI [veya XXXVI], Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, İstanbul 2009, s. 365-371.
Kafesoğlu, İbrahim, "Selçuklular", İA, c. 10 [veya X], Milli Eğitim Basımevi
[veya MEB], İstanbul, s. 353-416.
Ekler – Albüm – Osmanlıca Tıpkıbasımlarda vb.
Metne eklenmesi istenen resim, çizim, harita veya belgelerin bir kopyası
(USB, DVD, CD) içerisinde ve yüksek çözünürlükte (JPG, TIFF gibi bilgisayar
formatında) teslim edilmelidir.
Resim ve belge türünden tüm materyaller numaralandırılmalı ve altına
açıklamaları yazılmalıdır.
Metinde sayfa aralarına eklenecek olan şekiller için uygun büyüklükte
boşluklar bırakılmalı veya resimlerin nereye geleceği anlaşılır bir şekilde
belirtilmelidir.
Resim veya şekil altı yazıları 10 punto ve italik olmalıdır.
Eserde, Latin alfabesi dışında başka bir alfabeyle (Arap alfabesi, Çin
alfabesi vb.) yazılmış bölümler metinde olması gereken yere yazar tarafından
yerleştirilmeli, farklı olan yazı tipi Kuruma iletilmelidir.
Yazarlar indekse girecek kelimelerin listesini alfabetik sıralamayla
göndermelidir. Sayfa numaraları grafik tasarım esnasında sayfa düzenine göre
konulacaktır.
ix
x
DANIŞMA KURULU / ADVISORY BOARD
Prof. Dr. A. Yaşar OCAK
Prof. Dr. Abdullah GÜNDOĞDU
Prof. Dr. Abdülkerim ÖZAYDIN
Prof. Dr. Adnan ÇEVİK
Prof. Dr. Adnan KARAİSMAİLOĞLU
Prof. Dr. Ahmet AĞIRAKÇA
Prof. Dr. Ali BAŞ
Prof. Dr. Ahmet ÇAYCI
Prof. Dr. Ahmet OCAK
Prof. Dr. Ahmet TAŞĞIN
Prof. Alfred J. ANDREA
Prof. Dr. Ali BORAN
Prof. Dr. Ali TEMİZEL
Prof. Dr. Aydın USTA
Prof. Dr. Ayşe D. KUŞÇU
Prof. Dr. Bayram ÜREKLİ
Prof. Dr. Cengiz TOMAR
Prof. Dr. Cihan PİYADEOĞLU
Prof. Dr. Cüneyt KANAT
Prof. Dr. Derya ÖRS
Prof. Dr. Ebru ALTAN
Prof. Dr. Ergin AYAN
Prof. Dr. Gülay ÖĞÜN BEZER
Prof. Dr. Hacı Ahmet ÖZDEMİR
Prof. Dr. Hasan BAHAR
Prof. Dr. Hasan Hüseyin ADALIOĞLU
Prof. Dr. Haşim KARPUZ
Prof. Dr. Haşim ŞAHİN
Prof. Dr. Hicabi KIRLANGIÇ
Prof. Dr. Hsing Rung Wu
Prof. Dr. İlhan ERDEM
Prof. Dr. İlyas GÖKHAN
Prof. Dr. İsmail ÇİFTCİOĞLU
Prof. Jonathan HARRİS
Prof. Dr. Lütfi ŞEYBAN
Prof. Dr. M. Said POLAT
Prof. Dr. Mehmet ERSAN
Prof. Dr. Mikail BAYRAM
Prof. Dr. Mohamed Salem BAAMER
Prof. Dr. Muharrem KESİK
Prof. Dr. Mustafa DEMİRCİ
Prof. Dr. Mustafa Sabri KÜÇÜKAŞÇI
Prof. Dr. Mustafa TOKER
Prof. Dr. Nermin ŞAMAN DOĞAN
Prof. Dr. Necmi UYANIK
TOBB Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
İstanbul Üniversitesi
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Kırıkkale Üniversitesi
Mardin Artuklu Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Necmettin Erbakan Üniversitesi
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Necmettin Erbakan Üniversitesi
University of Vermont
Selçuk Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Mimar Sinan Üniversitesi
Necmettin Erbakan Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Marmara Üniversitesi
İstanbul Medeniyet Üniversitesi
Ege Üniversitesi
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı
İstanbul Üniversitesi
Ordu Üniversitesi
Marmara Üniversitesi
Emekli Öğretim Üyesi
Selçuk Üniversitesi
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
KTO Karatay Üniversitesi
Sakarya Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
National Chengchi University
Ankara Üniversitesi
Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi
Dumlupınar Üniversitesi
University of London
Sakarya Üniversitesi
Marmara Üniversitesi
Ege Üniversitesi
Emekli Öğretim Üyesi
King Abdulaziz University
İstanbul Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Marmara Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Hacettepe Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
xi
Prof. Dr. Osman G. ÖZGÜDENLİ
Prof. Dr. Osman KUNDURACI
Prof. Dr. Özdemir KOÇAK
Prof. Dr. Recep DİKİCİ
Prof. Dr. Refik TURAN
Prof. Dr. Remzi DURAN
Prof. Dr. Sabri Abdel - Latif SALIM
Prof. Dr. Salim KOCA
Prof. Dr. Sadettin Yağmur GÖMEÇ
Prof. Dr. Seyfullah KARA
Prof. Dr. Sinan GÖNEN
Prof. Dr. Timothy MAY
Prof. Dr. Tuncer BAYKARA
Prof. Dr. Ufuk Deniz AŞCI
Prof. Dr. Üçler BULDUK
Prof. Dr. Yusuf KÜÇÜKDAĞ
Prof. Dr. Yusuf ÖZ
Prof. Dr. Z. Kenan BİLİCİ
Doç. Dr. Abdullah KAYA
Doç. Dr. Adnan ESKİKURT
Doç. Dr. Ali ERTUĞRUL
Doç. Dr. Altay Tayfun ÖZCAN
Doç. Dr. Bekir BİÇER
Doç. Dr. Cihat AYDOĞMUŞOĞLU
Doç. Dr. Erkan GÖKSU
Doç. Dr. Halil İbrahim GÖKBÖRÜ
Doç. Dr. İbrahim KUNT
Doç. Dr. Mustafa ALİCAN
Doç. Dr. Mustafa ÇETİNASLAN
Doç. Dr. Mustafa UYAR
Doç. Dr. Nuri ŞİMŞEKLER
Doç. Dr. Recep DURGUN
Doç. Dr. Sadi S. KUCUR
Doç. Dr. Selim KAYA
Doç. Dr. Süleyman ÖZBEK
Doç. Dr. Tolga BOZKURT
Doç. Dr. Tülay METİN
Dr. Öğr. Üyesi Abdurrahim TUFANTOZ
Dr. Öğr. Üyesi Ahmet AKŞİT
Dr. Öğr. Üyesi Ayşe ATICI ARAYANCAN
Dr. Öğr. Üyesi Emine UYUMAZ
Dr. Öğr. Üyesi Hacı Ahmet ŞİMŞEK
Asist Prof. Hadi JORATI
Dr. Öğr. Üyesi Hakan KUYUMCU
Dr. Öğr. Üyesi İbrahim BALIK
Dr. Öğr. Üyesi İlker Mete MİMİROĞLU
Dr. Öğr. Üyesi Mustafa AKKUŞ
Dr. Öğr. Üyesi Necla DURSUN
Marmara Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Türk Tarih Kurumu Başkanı
Selçuk Üniversitesi
Fayoum University
Gazi Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Karabük Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
University of North Gerorgia
Emekli Öğretim Üyesi
Selçuk Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
KTO Karatay Üniversitesi
Kırıkkale Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Cumhuriyet Üniversitesi
İstanbul Medeniyet Üniversitesi
Düzce Üniversitesi
Dumlupınar Üniversitesi
Necmettin Erbakan Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Kırıkkale Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Muş Alparslan Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
TC. Kırgızistan Bişkek Kültür ve Tanıtım Müşavirliği
Selçuk Üniversitesi
Marmara Üniversitesi
Afyon Kocatepe Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi
Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi
Emekli Öğretim Üyesi
Selçuk Üniversitesi
Ohio State University
Selçuk Üniversitesi
Afyon Kocatepe Üniversitesi
Necmettin Erbakan Üniversitesi
Necmettin Erbakan Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
xii
Dr. Öğr. Üyesi Rüstem BOZER
Dr. Öğr. Üyesi Sinan TAŞDELEN
Dr. Öğr. Üyesi Şerafettin YILDIZ
Dr. Öğr. Üyesi Tahir AŞİROV
Dr. Öğr. Üyesi Yaşar ERDEMİR
Dr. Öğr. Üyesi Zekeriya ŞİMŞİR
Dr. Alan V. MURRAY
Dr. Jason T. ROCHE
Dr. Şükrü DURSUN
Ankara Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Bülent Ecevit Üniversitesi
Emekli Öğretim Üyesi
Necmettin Erbakan Üniversitesi
University of Leeds
Manchester Metropolitan University
Selçuk Üniversitesi
xiii
xiv
10. SAYININ HAKEMLERİ / REFEREES OF ISSUE 10
Prof. Dr. Adnan ÇEVİK
Prof. Dr. Haşim ŞAHİN
Prof. Dr. Kemal ÖZCAN
Prof. Dr. Musa Şamil YÜKSEL
Prof. Dr. Necmi UYANIK
Doç. Dr. Alptekin YAVAŞ
Doç. Dr. Çağatay BENHÜR
Doç. Dr. Erkan GÖKSU
Doç. Dr. Halil İbrahim GÖKBÖRÜ
Doç. Dr. Mehmet EKİZ
Doç. Dr. Muharrem ÇEKEN
Prof. Dr. Muharrem KESİK
Doç. Dr. Mustafa UYAR
Doç. Dr. Resul AY
Doç. Dr. Ömer SUBAŞI
Doç. Dr. Salih KIŞ
Doç. Dr. Salih TUNÇ
Doç. Dr. Süleyman ÖZBEK
Dr. Öğr. Necla DURSUN
Dr. Öğr. Üyesi İbrahim BALIK
Dr. Öğr. Üyesi Mesut DÜNDAR
Dr. Öğr. Üyesi Mevlüt GÜNLER
Dr. Öğr. Üyesi Mustafa AKKUŞ
Dr. Öğr. Üyesi Züriye ORUÇ
Dr. Murat ÖZKAN
Dr. Şükrü DURSUN
xv
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Sakarya Üniversitesi
Necmettin Erbakan Üniversitesi
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Kırıkkale Üniversitesi
Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
İstanbul Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Hacettepe Üniversitesi
Artvin Çoruh Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Akdeniz Üniversitesi
Hacı Bayram Veli Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Pamukkale Üniversitesi
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi
Necmettin Erbakan Üniversitesi
Necmettin Erbakan Üniversitesi
Ordu Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
xvi
USAD, Bahar 2019; 10
İÇİNDEKİLER / CONTENTS
s./p.
MAKALELER / ARTICLES
Türk Hâkimiyetine Geçiş Sürecinde Antakya ve Çevresinde Bulunan İslam
Harici Dinî Cemaatler
1-20
Non-Muslim Communities in Antioch and Its Periphery in the Process of Expanding
Turkish Dominance
Ahmet OCAK
***
Ortaçağ’da Hurda Demir Kullanımı
Useage of Scrap Iron in the Middle Ages
21-50
Alptekin YAVAŞ
***
Tarihi Kaynaklar ve Kazılar Işığında Bir Selçuklu Sarayı: Keykubadiye
A Seljuk Palace in the Light of Historical Resources and Excavations: Keykubadiye
51-78
Ali BAŞ
***
XX. Yüzyılın Başlarında Teke (Antalya) Sancağı’nda Dağılan Bir Pazar: Köprü
Pazarı
A Dissolved Market at Teke (Antalya) Sanjaq in the Early 20th Century: Bridge Bazaar
Muhammet GÜÇLÜ
***
xvii
79-106
Selçuklu Dönemi Konya Yapılarında Motifleşen Türk Damgaları
Turkish Tamgas that Turned into Motifs on Seljukian Period Structures of Konya
107-126
Remzi DURAN & Yunus ASLAN
***
Ahlatşah (Ermenşah) - Gürcü Münasebetleri
127-160
Relationships between Ermenshahs and Georgians
Erhan ATEŞ
***
Sultan Abdürreşîd Dönemi Gazneli Devleti’indeki Olayların Temel
Kaynaklara Yansıması
161-178
انعکاس حادثات دوره سلطان عبدالرشید غزنوی در منابع اصلی
İzzetullah ZEKİ
***
Sultan II. Abdülhamid’in Bir Yadigârı: Adana Hamidiye Sanayi Mektebi
Sultan II. Abdulhamid's One Memento: Adana Hamidiye Industry School
179-202
Ali Rıza GÖNÜLLÜ
***
Ârif Çelebi'nin Batı Anadolu Beylikleriyle Münasebetleri ve Mevlevihanelerin
Yaygınlaşması
The Relationships of Arif Chalabi with the Western Anatolian Principalities and the
Expansion of Mawlavi Lodges
Rauf Kahraman ÜRKMEZ
***
xviii
203-230
Çağdaş Tarih Yazıcılığında Selçuklular
Сельджукская Тематика В Современной Историографии
231-250
Dastanbek RAZAKOV & Gürkan AÇIKGÖZ
***
Batı Anadolu’da İlk Selçuklu Faaliyetleri
(1025-1081)
The First Activities of Seljuks in Western Anatolia
(1025-1081)
251-268
Adnan ESKİKURT
***
Orta Asya’da Cengizli Hanedanların Devletleşme Sürecinde Eski İnanç
Unsurlarının Rolü
The Role of Old Belief Elements in the State-Building Process of Chinggisid Dynasties
in Central Asia
269-286
Zahide AY
***
İdeal Bir Türkmen (Oğuz) Lideri: Melik İmâd Ed-Dîn Dînar
An Ideal Turkmen (Oghuz) Lider: Malik Emad Ad-Din Dînar
Behzad JAFARİ
287-310
***
KİTAP TANITIMI VE DEĞERLENDİRMESİ / BOOK REVIEW
s./p.
SOLMAZ, Sefer (2018), İbn Fazlan Seyahatnâmesi’ne Göre İtil Bulgarları,
İstanbul: Çizgi Kitapevi Yayınları, s. 152, ISBN-978605-196-201-6
Fadime KOÇAK
***
xix
311-316
HABER & ETKİNLİK / NEWS & ACTIVITIES
s./p.
Uluslararası Selçuklu Tarihi ve Tarihçiliğinin Temel Meseleleri
Sempozyumu
317-322
International Symposium on the Main Issues of Seljuk History and Historiography
Selma DÜLGEROĞLU
***
xx
USAD, Bahar 2019; (10): 1-20
E-ISSN: 2548-0154
TÜRK HÂKİMİYETİNE GEÇİŞ SÜRECİNDE ANTAKYA
VE ÇEVRESİNDE BULUNAN İSLAM HARİCİ DİNÎ
CEMAATLER
NON-MUSLIM COMMUNITIES IN ANTIOCH AND ITS
PERIPHERY IN THE PROCESS OF EXPANDING TURKISH
DOMINANCE
Ahmet OCAK*
Öz
Türkler Anadolu üzerine akınlar yapmaya başlayınca Antakya ve yöresi de hedef bölge haline
gelmişti. Alp Arslan’ın komutanlarından Afşin emrindeki Türkmenlerle birlikte Fırat nehrini geçip,
geniş bir fetih hareketine girişmişti. 1066 yılında Antakya arazisini yağmalamış, 1067-1068
tarihlerindeki ikinci bir saldırı ile Bizans’ın Antakya üssünü çökertmişti. Daha sonra Türkiye
Selçukluları’nın kurucusu Süleyman Şah, yerli ahalinin de davet etmesiyle Antakya üzerine
yürüyerek şehri fethetmiş ve Türk hâkimiyeti dönemi başlamıştır (1080).
Antakya kilisesi, Hz. İsa’nın havarileri tarafından kurulan dört önemli kiliseden birisi olması
bakımdan önemli bir merkezdi. Bu yüzden, Hristiyanlığın iki büyük mezhebi Katolik ve Ortodokslar
(Diofizit) tarafından tanınmayan ve aralarında teolojik yorum farkı bulunan mezheplerin merkezi
haline gelmişti. Hz. İsa’nın iki cevherden ibaret tek bir cevher olduğunu kabul eden ve Monofizit
inanç olarak kabul edilen Gregoryan, Süryanî, Yakubî, Nasturî ve Melkaniyye mezhepleri kendileri
açısından önemli gördükleri bu merkezde toplanmışlardı. İmparatorluk merkezinden uzak olması
hasebiyle Bizans’ın baskılarından da kısmen uzak kalabilmişlerdi.
Türkler bu şehri fethettikten sonra Hristiyan unsurlara ciddi anlamda din hürriyeti
sağlamanın yanında onların kendi kültürlerini yaşatmalarına da zemin hazırlamıştır. Bu
*
Prof. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Bolu/Türkiye,
ocak_a@ibu.edu.tr, https://orcid.org/0000-0002-0271-7895.
Gönderim Tarihi: 16.05.2019
Kabul Tarihi: 11.06.2019
2 | USAD Ahmet OCAK
hürriyetten istifade eden topluluklar kendi mezheplerinin gelişimiyle birlikte kısa sürede eski
ihtişamlarına kavuşmuşlar ve cemaatlerini çoğaltmışlardır. Antakya’da Hristiyanların yanında
Yahudîlik inancına sahip olanlarla birlikte Mecusîlerin de var olduğu dönemin seyyahları ve
coğrafyacıları tarafından nakledilmiştir. Şehir bu haliyle dinler arası bir hoşgörüye sahne olurken,
Müslüman idareciler ve halkın hayat tarzının bölge insanı üzerinde etkili olduğu dönemin
kaynaklarınca da nakledilmektedir. Bu durum Haçlı seferleri sırasında şehirdeki Ermeni unsurların
ihanetiyle birlikte şehrin tekrar Hristiyanların eline geçmesine kadar devam etmiştir (1098).
Bahsedilen dönemde bile Müslümanların etkileri dönemin kaynaklarına yansımış ve şehrin 1262
yılında Sultan Baybars tarafından fethine kadar sürmüştür.
•
Anahtar Kelimeler
Antakya, Selçuklular, Gregoryan, Süryani, Nasturi
•
Abstract
When Turks began to attack to Anatolia, Antioch and its periphery became a focus zone of
those attacks. Afsheen, who was one of the army commanders of Alparslan, crossed the Euphrates
river and embarked upon a wide range conquest movement. In 1066, he plundered Antioch. In 1067
and 1068, he collapsed the Byzantine base there with a second attack. Suleiman Shah, who would
later be the founder of Seljuks of Turkey, with the invitation of the locals raided and conquered
Antioch. The period of Turkish sovereignty began in 1080.
The church of Antioch was important because it was one of the four churches, which the
apostles founded. Thus, it became a center for the sects that were differed by religious interpretation,
and that were not recognized by the two big sects of the Christianity; Catholicism and Orthodoxy
(Diophisite). Monophisite sects, who believed that Jesus inherit in the two ores, such as Gregorian,
Syriacs, Jacobis, Nestorians and Melkits gathered in Antioch because they perceived there important
for themselves. They could stay away from the repression of the empire thanks to the distance from
the Byzantine capital.
After Turks conquered the city, beside providing freedom of religion for the Christian
communities, they prepared an environment that Christian culture could live. The communities
that benefited from this environment with, the progress of their sect, restored their magnificence
soon and increased the number of their followers. Contemporary travellers and geographers reported
that there were also Jewish and Zarathustrian communities in Antioch. The city was a scene for
inter-religious tolerance. Contemporary sources stated that the life style of the Muslim governors
and Muslim people affected the local population. This situation had lasted until Christians took the
control of the city with the treason of the Armenians and with the help of crusaders in1098. Even in
this period the positive effects of the Muslims was reported in the contemporary sources. The
positive effects lasted until the conquest of the city by Baybars.
•
Türk Hâkimiyetine Geçiş Sürecinde Antakya ve Çevresinde Bulunan İslam Harici Dinî
Cemaatler | 3
Keywords
Antioch, Seljukc, Gregorian, Syriac, Nestorian
4 | USAD Ahmet OCAK
GİRİŞ
Türkler, İslam’ı kabul ettikten sonra dâhil oldukları medeniyetin değerlerini
en seri şekilde benimsemenin yanında, bu medeniyetin önemli bir temsilcisi
haline de geldiler. Özellikle onuncu asır başlarından itibaren yönlerini batıya
doğru çevirerek Orta Doğu’ya ve Anadolu’ya akmaya başlayan Türk gücü, kısa
sayılabilecek bir zamanda önemli başarılar elde etti.
Selçukluların Mâverâünnehr’de gittikçe güçlenmeleri sebebiyle endişeye
kapılan Karahanlı ve Gazneliler bu Türkmen gücünden rahatsız olup, baskı
uygulamaya başlayınca Selçuklular’ın durumu tehlikeye girdi. Bu durumdan
kurtulmak ve yeni vatan toprakları aramak maksadıyla Çağrı Bey’in Anadolu’ya
gerçekleştirdiği (1018-1021) keşif seferiyle beraber müstakbel vatanlarının yönü
de belirmiş oldu.1 Mâverâünnehr ve Horasandaki gelişmeler sebebiyle batı
istikametine akmak mecburiyetinde olan Türkmen kitleleri Azerbaycan
üzerinden Aras nehrini geçerek Ermeni ve Gürcülerle meskûn bölgelere akınlar
düzenlemiş, bu çerçevede 1028 ve 1038 yıllarında gerçekleştirilen akınlarla
Türkmenler esir ve ganimet elde etmişlerdi.2 Sadece akın, ganimet ve Anadolu’yu
keşif niteliği taşıyan bu seferler Selçuklu Devleti’nin kuruluşuna kadar düzensiz
şekilde devam etmiştir. 1040’da kazanılan Dandânakân savaşından sonra
toplanan büyük kurultayda Türk fetih ananesine göre fethedilecek bölgeler
Selçuk başbuğları arasında taksim edilmiş,3 bu taksim planında Tuğrul Bey’e de
batı bölgelerinin fethi görevi verilmişti.4 Tuğrul Bey, bu ananenin gereği olarak
devletin kuruluşundan sonra batı bölgelerinin fethiyle bizzat ilgilenerek
kuvvetlerini bu yöne tevcih etmiştir.
Henüz Tuğrul Bey’in başkanlığında düzenli akınlar başlamadan önce,
Azerbaycan’da bulunan bazı Türkmen kitleleri buradan hareketle Anadolu’ya
geçerek Erzen, Batman, Cizre, Nusaybin, Sincar ve Habur yörelerinde akın ve
yağmalarda bulunduktan sonra Musul’u ele geçirerek (1043) Abbâsî Halîfesi
adına hutbe okuttular. Türkmenlerin hâkimiyetlerini genişletmelerinden rahatsız
olan Musul emîri Karvaş, diğer Arap emîrlerinden de yardım alarak 1044’de
Gregori, Abû’l-Farac Tarihi, I, (trc. Ö.R.Doğrul), Ankara 1987, 293; Ahmet Ocak,
Selçukluların Dinî Siyaseti, İstanbul 2002, s. 36.
2 Mükrimin H.Yinanç, Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri, I, İstanbul 1944, s. 37 vd.
3 İbrahim Kafesoğlu, “Türkler Fütühat Felsefesi ve Malazgirt Muharebesi”, T.E.D. S. 2, (Ekim 1971), s.
14.
4 M.Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, I, Ankara 1989., s. 363 vd.
1Abû’l-Farac,
Türk Hâkimiyetine Geçiş Sürecinde Antakya ve Çevresinde Bulunan İslam Harici Dinî
Cemaatler | 5
Türkmenleri ağır bir yenilgiye uğrattı.5 Musul’dan çekilmek mecburiyetinde
kalan Türkmenler soydaşlarının bulunduğu Diyarbekir yöresine gittiler.6
A- ANADOLU’YA YAPILAN AKINLAR
Batı istikametinde akınlarda bulunan Türkmen kitleleri akınları esnasında
bazen Müslüman topraklarına da girebiliyorlardı. Bu duruma rızası olmayan ve o
sıralarda Rey’de bulunan Tuğrul Bey, Türkmenlere haber göndererek İslâm
memleketlerine akınlar yapmamalarını, Azerbaycan’a dönerek burada
kışladıktan sonra Bizans’a karşı gaza yapmalarını istedi. Tuğrul Bey’in isteği
üzerine Diyarbekir yöresine kadar gelmiş Türkmenler buradan ayrılarak,
Bizans’a ait bölgeleri yağmaladıktan sonra Azerbaycan’a geçebilmek için Van
Gölü bölgesi Bizans valisi Stephenos’tan izin istediler. İzin verilmeyince çıkan
savaşta Bizans valisi esir edildi ve Azerbaycan’a götürülerek öldürüldü (1045). 7
Rahatlıkla Azerbaycan’a dönen Türkmenler’in bu akınları, Selçuklu Devleti’nin
fetih planına uygun olarak değil, kendi düşüncelerine göre gerçekleşmekteydi.
Nitekim bu akınlar düzenli seferler döneminin başlamasına da zemin
hazırlamıştır. 8
Tamamen cihat düşüncesiyle hareket eden Selçuklular, bu düşüncelerini
tahakkuk ettirecek en uygun yer olarak Hristiyan Bizans topraklarını
görmekteydiler. Türklerin kitleler halinde Anadolu’ya aktığı bu dönemde,
bağımsız göçebe Türkmenlerin değişik bölgelerde kendilerine hayat hakkı
ararken yağmalarda bulundukları da bir vâkıaydı. Bunların bir kısmının da
Müslümanlara ait yerleri yağmalaması üzerine Halîfe Kâim Biemrillah, Tuğrul
Bey’e elçi göndererek bu duruma engel olmasını istemişti. O ise verdiği cevapta;
halkının çok olduğunu belirterek memleketinin onlara kâfi gelmediğini
söyleyecektir.9 Ayrıca bu Oğuz akınlarından rahatsız olanlardan birisi de
Diyarbekir Mervânî emîri Nasruddevle b. Mervân’dır. Türkmenlerin Musul ve
Diyarbekir yörelerinde yağmalar yapması üzerine, Nasruddevle Tuğrul Bey’e bir
mektup yazarak bu durumdan şikâyetçi olmuştu. Tuğrul Bey, gönderdiği cevabi
mektubunda: “Kullarımın senin memleketine geldiğini haber aldım. Sen, bir
ez-Zehebî, Şemseddîn Ebû Abdullah, el-İber fî Haberi men Ğaber, II, tah. M.S. Zağlûn, Dâru’l-Kutubi’lİlmiyye, Beyrut 1405/1985, s. 270.
6 Osman A-Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, Ankara 1965, s. 74.
7 Urfalı Mateos, Vekayi-Nâme(925-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1131-1162), trc. H. D. Andreasyan,
Ankara 1987, s. 83.
8 O.Turan, Selçuklular Tarihi..., s. 74; Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, Ankara 1993, s.
47 vd.
9 Abû’l-Farac I, s. 302; O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 16 vd.
5
6 | USAD Ahmet OCAK
suğûr emîrisin10 ve sana gereken şey onlara mal vererek kâfirlere karşı onlardan
faydalanmandır” şeklinde tavsiyede bulunmuştu. 11 Bizans sınırına sevk edilen
Türkmenlerin cihatla uğraşarak, yağmada bulunmayacakları düşüncesinden
hareketle, Tuğrul Bey’in Hristiyan dünya hakkındaki düşüncelerinin özünü
anlamak mümkündür. Selçuklular’ın bu bölgede gerçekleştirdikleri savaşların
ana gayesi tahrip ve yıkımdan uzaktı. Onlar, Arapların yaptığı gibi,
Hristiyanlarla yapılan savaşlardan sonra tekrar suğûr hattına çekilmek gayesi de
gütmemekteydiler. Selçuklular’ın hedefi, yöneldikleri bu topraklarda fetih
yapmak ve vatan edinerek bir daha geri dönmemek şeklinde tahakkuk
edecektir.12
Alparslan döneminde de bölgeye olan ilgi devam etmiş ve Anadolu’daki
fetih hareketi bölgedeki Selçuklu komutanları tarafından devam ettirilmiştir.
Sâlâr-ı Horasan Urfa bölgesine yönelerek (1066) buralarda fetihlerde bulundu. 13
Ertesi sene (1067) Hâcib Gümüştekin, emrinde Afşin ve Ahmed Şah gibi Selçuklu
komutanları Murat ve Dicle havzalarını izleyerek el-Cezire bölgesine indiler.
Nusaybin’e karşı başarısız bir kuşatmadan sonra Fırat’ı geçerek Adıyaman
bölgesinde akınlarda bulunduktan sonra Anadolu’daki akınların merkez üssü
haline gelen Ahlat’a döndüler.14
Selçuklular’ın güçlü emîrlerinden Afşin, Hâcib Gümüştekin’le bozuşup,
yaptıkları kavgada onu öldürünce, Alparslan’ın gazabından korkarak, ondan
uzaklaşmak maksadıyla Anadolu’ya girip, emrindeki Türkmenlerle akınlar
yapmaya başladı. Karadağ’da karargâh kuran Afşin, kuvvetlerini Antakya,
Gâziantep, Malatya, Kayseri ve Karaman yörelerinde fetihle görevlendirdi. Bu
akınlar neticesinde topladığı ganimetleri ve külliyatlı miktardaki esiri Halep
pazarında sattı. 1068’de Antakya yörelerine akınlarda bulunarak, Antakya’nın
Bizans valisinden 100 000 altın ve savaş aletleri aldı. Afşin’in başarılı akınlarını
Suğûr ve Avâsım hakkında geniş bilgi için bkz. E.Honigmann, “Suğûr”, İA, XI, s. 2; Streck,
“Avâsım”, İA, II, s. 19 vd; Hakkı Dursun Yıldız. “Avâsım”, DİA, IV, s. 111 vd.
11 İbnü’l-Esîr, İmâduddîn Ebu’l-Hasan Ali b. Ebî Bekr eş-Şeybânî, el-Kâmil fi’t-Tarih, IX, Beyrut
1399/1979, s. 389.
12 H. Ahmed Mahmud- A. İbrahim eş-Şerif, Alemu’l-İslâm fi’l-Asri’l-Abbâsî, Kâhire tsz., s. 556; İbrahim
Kafesoğlu, “Alp Arslan”, DİA, II, s. 527.
13 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 125; Abû’l-Farac, I, s. 318; M.A.Köymen, Selçuklu..., s. 259 vd.; Claude Cahen,
Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi, trc. Y.Yücel-B.Yediyıldız, Ankara 1992, s. 18.
14 Bizanslılar 10 000 kişilik bir kuvvetle Selçuklulara karşı saldırıya geçtiyse de hezimete uğrayıp,
komutanlarını da esir bıraktılar. Daha sonra 40 000 kuruş fidye alınarak bu şahıs serbest bırakıldı.
Bkz. Urfalı Mateos, a.g.e., s. 135; M.A.Köymen, Selçuklu..., s. 257 vd; A.Sevim, Anadolu’nun..., s.
63 vd; M.H. Yinanç, a.g.e., s. 59.
10
Türk Hâkimiyetine Geçiş Sürecinde Antakya ve Çevresinde Bulunan İslam Harici Dinî
Cemaatler | 7
gören Alparslan, ona bir mektup göndererek affettiğini bildirip, Nisan 1068’de
tekrar huzuruna çağırdı.15
Türkmen akınlarından bunalan Bizans İmparatoru, Anadolu’dan topladığı
askerlere ilaveten Rumeli’deki Uz, Peçenek 16 ve çeşitli Hristiyan kavimlerinden
asker alarak 1068’de Anadolu’ya girip, Selçuklu kuvvetleriyle bazı
çarpışmalardan sonra Halep bölgesine kadar inerek burasını yağma ve talan etti.
Bölgedeki Menbic’i alarak (1069) buraya kuvvet bıraktı. Bu kısmî başarı ile
Antakya korumaya alındığı gibi, Antakya-Urfa arasındaki ulaşımın emniyeti de
sağlanmış oldu.17 Bahsi geçen bölgedeki Arap ve Türk birliklerinin ortak hareketi
sonucunda Bizans kuvvetleri hezimete uğrayınca, İmparator tekrar bölgeye
dönerek Selçuklu kuvvetleriyle çatışmalara girdi.18 Bu arada emîr Afşin, Sakarya
havzasına kadar ilerlemiş, İstanbul yolu üzerinde önemli bir yer olan
Amuriyye’yi zapt ve tahrip etmişti. Bu hâdiseyi duyan imparator Afşin’in yolunu
kesmek için geri dönmüşse de buna muvaffak olamamış ve kışın gelmesi üzerine
İstanbul’a geri dönmüştür. 19
Anadolu içlerine akmakta olan Türkmen kuvvetleri Karaman ve Konya başta
olmak üzere Orta Anadolu’nun önemli şehirlerini ele geçirmişlerdi. Selçuklular’ın
dönüş yolunu kesmek isteyen İmparator Kayseri’ye gelerek hazırlıklara
başlamışsa da O’nun bu planını anlayan Selçuklular, Toroslardan güneye inerek,
bölgedeki hareket üsleri Halep’e ulaşmaya muvaffak olmuşlardı. 20
Alparslan’ın doğu orduları başkumandanlığına tayin ettiği eniştesi Erbasgan
(Kurtçuk) 1070’de Sultan’a isyan ederek, kendisine bağlı Türkmenleriyle birlikte
Bizans topraklarına girip, Kızılırmak kıyılarına kadar ilerledi. O’nu yakalamak
maksadıyla takibini sürdüren Afşin, Denizli bölgesini yağma ve talandan sonra
İbnü’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali b. Muhammed, el-Muntazam fî Tarihi’l-Umemi ve’lMülûk, XVI, tah. Muhammed A. el-Atâ- Mustafa A. Atâ, Beyrut 1412/ 1992, s. 114; Abû’l-Farac, I, s.
318; M.A.Köymen, Selçuklu..., s. 259 vd; A.Sevim, Anadolu’nun..., s. 64; M.H. Yinanç, a.g.e., s. 60
vd.
16 Hamit Z. Koşay, “Malazgird’de Buluşanlar”, T.M. XVII, (1972), s.70.
17 Claude Cahen, Türkler’in Anadolu’ya İlk Girişi, trc. Y.Yücel- B.Yediyıldız, Ankara 1992, s. 20.
18 İbnü’l-Esîr, X, s. 65; Abû’l-Farac, I, s. 319.
19 Özellikle Amuriyye’nin fethedilmesinde, Bizans imparatorunun zulmüne uğramış bir patriğin
kardeşinin, İmparator’dan intikam almak için Türklere yardım etmesi sonucunda şehir kolaylıkla
ele geçirilmiştir (1068). Bkz. İbnü’l-Esîr, X, s. 65; İbnü’l-Cevzî, XVI, s. 114; Abû’l-Farac, I, s.319; A.
Sevim, Anadolu’nun..., s. 68.
20 Umduğuna kavuşamayan İmparator ise İstanbul’a dönmeye mecbur kaldı. 1070 yılında Anadolu’ya
yeni bir sefer daha düzenlemek istediyse de yakın çevresi buna mani oldu. Bunun üzerine Manuel
Komenos’u kalabalık bir orduyla Anadolu’ya gönderdi. Bkz. M.A. Köymen, Selçuklu..., s. 261 vd.
15
8 | USAD Ahmet OCAK
Marmara kıyılarına kadar ulaşarak, Erbasgan’ın teslimini İmparator’dan talep
ettiyse de İmparator bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Afşin, Bizanslılarla
yapılan anlaşmanın artık hükümsüz kabul edileceğini ve onların memleketlerini
istediği gibi yağmalayabileceğini söyleyerek döndü.21 Erbasgan’ı yakalayamamış
olmakla beraber aldığı esir ve ganimetlerle geri dönen Afşin, Sultan’a ulaşarak
durumu arz etti. Bu seferle birlikte Türkler denize kadar ulaşmış, Bizans’ın her
karış toprağını kat ederek onun hakkında öğrenilmesi gereken her şeyi
öğrenmişlerdi. Ayrıca bu fetihlerle beraber Tuğrul Bey döneminden farklı olarak
daha geniş araziler ele geçirilip yağmalanarak, Bizans’ın direnci kırılmıştır. 22
B-ANTAKYA’NIN YERİ VE ÖNEMİ
Türkler ve Bizans arasında yaşanan bütün bu gelişmeler esnasında Antakya
dinî ve jeopolitik bakımından konumunu korumuştur. Antakya, tarih boyunca
coğrafi konumu itibari ile değişik toplulukların ilgisini çekmiş, zaman zaman
çeşitli milletler tarafından bölgede hâkimiyet tesis edilerek elde tutulmaya
çalışılmıştır. Bizans’ın bu önemli şehri 636 senesinde Ebû Ubeyde tarafından
fethedilerek İslâm topraklarına katılmıştı.23 Üç yüz sene kadar süren İslâm
hâkimiyetinden sonra 969 senesinde şehir tekrar Bizanslıların eline geçmişti.24
Türkler, Bizans topraklarını fetih hareketine girişince, Antakya ve yöresi de
hedef bölge haline gelmişti. Alparslan’ın komutanlarından Afşin ve Gümüştekin
arasında çıkan anlaşmazlıkta Afşin Gümüştekin’i öldürünce, Sultan’ın
gazabından kaçarak emrindeki Türkmenlerle birlikte Fırat nehrini geçip, geniş bir
fetih hareketine girişmişti. Afşin’in 1066 yılında Anadolu’da yağma ettiği
yerlerden biri de Antakya bölgesi olmuştu. 1067 tarihindeki ikinci bir saldırı ile
Bizans’ın Antakya üssünü çökertmiş, bu zaferin sonucunda Alparslan tarafından
affedilmişti.25 Antakya üzerine seferlere daha sonraki dönemlerde de devam
etmiş, 1078’de Ahmed Şah, Haleb ordusu ile tekrar Antakya’yı kuşatmışsa da
ahalinin 5000 dinar haraç ödemesi üzerine kuşatmayı kaldırarak geri çekilmişti.26
C.Cahen, “İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, trc. Zeynep Kerman, T.M. XVII, (1972), s. 87.
Sıbt İbnü’l-Cevzî, Şemsuddîn Ebu’l-Müzaffer Yusuf b. Kızoğlu, Miratu’z-Zemân fî Tarihi’l-Âyan, nşr.
A. Sevim, Ankara 1968, s. 144; Urfalı Mateos, a.g.e., s. 137 vd; M.H. Yinanç, a.g.e., s. 68; M.H.
Yinanç, “Alp Arslan”, İA, I, s. 385; M.A. Köymen, Selçuklu..., s. 262 vd; O. Turan, Selçuklular..., s.
123; Selahattin Tansel, “Malazgirt Savaşı Hakkında”, Malazgirt Zaferi ve Alp Arslan, İstanbul 1971,
s.19.
23 İbnü'l-Esîr, II, s. 495.
24 İbnü'l-Esîr, VIII, s. 603.
25 Osman Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ankara 1965, s. 110 vd; Ernst. Honigmann,
Bizans Devletinin Doğu Siniri, (trc. F. Işiltan), İstanbul 1970, s. 117.
26 E. Honigmann, a.g.e., s. 121.
21
22
Türk Hâkimiyetine Geçiş Sürecinde Antakya ve Çevresinde Bulunan İslam Harici Dinî
Cemaatler | 9
Antakya’ya yönelik bu faaliyetlerin neticesini elde etmek ancak Türkiye
Selçuklu Sultanı Süleyman Şah’a nasip olmuştur. Malazgirt zaferini müteakip
Bizans’ın çöküşünden ve Türklerin onlara karşı seferlerinden istifade eden
Ermeniler, Fırat havzasında kesafet kazanmışlar, ayrıca Ermeni Filaret, Türklere
karşı Malatya-Antakya hattının müdafaasını da üstlenmişti. Diğer muhaliflerini
de bertaraf eden Filaret, Harput’dan Kilikya’ya kadar uzanan, Urfa ve Antakya’yı
da içine alan bir beylik (prenslik) kurmuştu.27 Süleyman Şah’ın hâkimiyetini bu
bölgelere yaymasından çekindiğinden dolayı, Melikşah’a yaklaşmaya çalışan ve
çeşitli hediyeler göndererek Sultan’ın da desteğini alan bu prenslik, Süleyman
Şah açısından endişeli bir durum yaratıyordu. Büyük Selçuklular’la olan ailevî
rekabetin de araya girmesiyle Süleyman Şah Antakya’yı fethe niyetlendi.
Fileret’in ele geçirdiği yerlerdeki Hristiyan halkı kıtale uğratması ve Antakya’yı
aldıktan sonra buradaki Rumları katletmesi sebebiyle, 28 kendisinden nefret eden
şehir halkının daveti, özellikle de Filaret’in oğlu Barsan’ın bizzat İznik’e gelerek
Süleyman Şah’ı teşvik etmesi ile Süleyman Şah Antakya üzerine yürüdü. Şehir
kuşatıldıktan sonra kale burçlarından içeri giren askerler kapıları Süleyman Şah’a
açarak fethi gerçekleştirdiler. Fetihle birlikte halka eman verilmiş, Hristiyanlar
açısından önemli olan Kusyan kilisesi, İslâmî geleneğe uygun olarak câmiye
çevrilerek 120 müezzinin okuduğu ezandan sonra Cuma namazı kılınmıştır
(1080).29 Böylece Haçlı seferlerine kadar sürecek olan Türk hâkimiyet dönemi
başlamıştır.
Bütün bunlar yaşanırken Bizans’ın baskıcı idaresinden bıkmış olan yerli
halkla beraber bölgedeki Monofizit inanca sahip Hristiyanlar Türklerin gelişini
büyük bir memnuniyetle karşılamışlardır.30 Zaten bölge halkı inanç farklılığından
dolayı Bizans açısından tehlike olarak görülüyorlardı. Nitekim daha önceki
Müslüman fâtihler bu bölgeye ulaştıklarında Monofizitler tarafından sevinçle
karşılandıkları gibi,31 şimdi de Türkler karşısında Bizans’ın yenilgisine sevinmiş
ve Türk hâkimiyetini tercih etmişlerdir.32
Urfalı Mateos, a.g.e., s. 153; Osman Turan, Selçuklular ..., s. 68 vd.
Urfalı Mateos, a.g.e., s. 153.
29 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 161; Ebu’l-Fidâ, el-Muhtasar fî Ahbari’l-Beşer, II, Kahire 1907, s. 195;
M.H.Yinanç, a.g.e., s. 122 vd; O.Turan, Selçuklular..., s. 69 vd.
30 C.Cahen, Türkler…, s. 25;
31 W. Barthold-M.Fuad Köprülü, İslâm Medeniyeti Tarihi, Diyânet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara
1977, s. 103; Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, I-III, (trc. F.Işıltan), Ankara 1989, s. 58; Aydın
Usta, Aydın, Çıkarların Gölgesinde Haçlı Seferleri, İstanbul 2008, s. 27.
32 Claude Cahen, İslâmiyet Doğuşundan Osmanlı Devletinin Kuruluşuna Kadar, trc. E.Nermi Erendor,
İstanbul 1990, s. 247; V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, trc. Azer Yaran, Ankara 1988, s. 43.
27
28
10 | USAD Ahmet OCAK
Süleyman Şah’ın Antakya’yı fethettiği bu karışık devre ve çevrede değişik
dinleri, mezhepleri ve bunlara ait cemaatleri görmek mümkündür. Antakya’dan
bahseden değişik kaynaklara bakıldığında bu inanç gruplarından bahsedildiği
görülür.
Esasında Antakya, İslâmî dönemden önce Hristiyanlığın önemli bir merkezi
olmuş, bu dinin önemli şahsiyetleri de bu şehirle ilgilenmişlerdir. Tarihî
kaynakların naklettiği bilgilere göre Hz. İsa, havarilerinden Saduk ve Yuhanna’yı
(Yunus) Antakya’nın putperest meliki Antaykos’a göndererek onu ve halkını
tevhid inancına davet etmelerini ister. Melik, bu elçilerin sözüne itibar etmediği
gibi, onları zindan attırır. Bunun üzerine Hz. İsa üçüncü havarisini gönderir ki,
bu şahıs Rumcada “Petrus”, Arapçada “Seman” ve Süryânicede “Şemun” olarak
telaffuz edilen kişidir.33
Bu havariler körlerin gözünü açmak, hastaları iyileştirmek gibi çeşitli
kerametler göstermelerine rağmen şehir halkı tarafından yalanlanıp, eziyet
edildiler. Bu sırada şehre gelen birisi bu şahısları eziyetten kurtarmak istediği
gibi, onlara iman ettiğini de açıkladı. Bunun üzerine şehir halkı bu şahsı linç
ederek öldürdü. Bahsedilen bu şahıs İslâmî kaynaklarda Habîbu’n-Neccâr olarak
zikredilen kişidir.34 Bu kıssada ismi geçen Petrus, Kudüs ve Antakya yörelerinde
Hristiyanlığı yayan,35 aynı zamanda Roma ve Antakya kiliselerini kuran şahıstır. 36
Antakya bu yönüyle Hz. İsa’nın havarisi tarafından kurulan kilisenin mekânı
olması sebebiyle Hristiyanlar açısından büyük bir değere sahip olmuştur.
Nitekim sonradan teşekkül eden Roma, İskenderiye, İstanbul ve Kudüs
patriklikleri yanında beşinci büyük Patriklik merkezi de yine Antakya olmuştur. 37
Antakya, bu hali ile Hristiyanlığın önemli bir merkezi ve bu dine ait değişik
mezheplerin çıkış yeri olma hüviyetindedir. Hristiyanlık içindeki ayrışmaların
sonucunda ortaya çıkan küçük mezhepler, özellikle de doğu kiliselerine ait çeşitli
cemaatler varlıklarını burada devam ettirebilmişlerdir.
el-Mesûdî, Ebu’l-Hasan Ali, Murûcu’z-Zeheb ve Meâdinu’l-Cevher, I, tah. Muhammed Muhyiddîn
Abdulhamîd, Riyâd 1393 /1973, s. 66 vd; İbnü’l-Cevzî III, s. 31 vd.
34 el-Makdisî, Mutahhar b. Tâhir, Kitâbu’l-Bedi ve’t-Tarih, III, Beyrut tsz, s. 130 vd; Habîbu’n-Neccâr
hakkinda daha fazla bilgi almak için bkz. Ebû Abdullah el-Kurtubî, el-Câmiu’l-Beyân li Ahkâmi’lKur’an, XV, Beyrut tsz, s. 14 vd.
35 el-Kalkaşandî, Şihâbuddîn Ahmed b. Ali, Subhu’l-A‘şâ fî Sinâati’l-İnşâ, II, tah. M.Hüseyn Şemsüddîn,
Beyrut 1407/1987, s. 90.
36 el-Kalkaşandî, XIII, s. 276 vd; Mesûdî, II, s. 199; Mehmet Çelik, Süryani Kilisesi Tarihi, I, İstanbul
1987, s. 192.
37 Kalkaşandî, V, s. 295; Mesûdî, II, s. 199.
33
Türk Hâkimiyetine Geçiş Sürecinde Antakya ve Çevresinde Bulunan İslam Harici Dinî
Cemaatler | 11
Hz. İsa’daki insanî ve ilahî özellik meselesi Hristiyanlar arasında birtakım
teolojik tartışmaların ve mezhebî ayrışmaların ortaya çıkmasına sebep olmuştu.
Hz. İsa’da ilahî ve insanî tabiatın birleşerek tek tabiat olduğunu kabul edenlere
“Monofizit”, Hz. İsa’yı gerçek bir tanrı, ilahî-beşerî iki tabiata sahip bir insan ve
Baba ile aynı cevherden kabul edenlere “Diofizit” denmiştir.
Bu teolojik tartışmaları başlatanların başında İskenderiye kilisesinden keşiş
Arius gelir. O’na göre Hz. İsa yaratılmış bir kul ve kelimetullahdır. 38 Onun ortaya
attığı Hz. İsa’daki ilah özelliğini reddeden “Arianizm” görüşü diğer
Hristiyanlarca kabul edilmemiş ve 325’deki İznik konsilinde mahkûm edilmişti.
431’deki Efes konsilinde Hz. İsa’da iki cevherin (Diofizit) varlığı ve Hz.
Meryem’in “Theotoks” (Tanrıyı doğuran) unvanı kabul edilince, bu defada
İstanbul patriği Nestorius bu görüşü kabül etmemiştir.39 Patrik Nestorius, Hz.
Meryem ilah değil insan doğurmuştur. Hz. İsa ise hakikatte ilah değil, bilakis
kendisine keramet verilmiş kişidir. Hz. İsa’nın insan tabiatı ilahî tabiatından daha
fazladır görüşünü ileri sürünce Katolik kilisesi tarafından aforoz edilmişti.
451’deki Kadıköy konsili dördüncü ekümeniklik toplantısında ise “Monofizitlik”
toptan aforoz edilmişti.40
Kadıköy konsilinde alınan karara göre kilise hiyerarşisi içinde Roma’nın
önceliği kabul ediliyor, ikinci sıraya İskenderiye değil, imparatorluğun merkezi
olan İstanbul yerleşiyordu. Böylece İstanbul, hukukî bir ağırlığı olmaksızın,
sadece şeref üstünlüğüne sahip oluyordu. Bu uygulamayla İskenderiye kilisesi ve
orada oluşan Aryanizmle mücadele hedeflenmişti.41 “Monofizit” inançlı
mezhepler, Hristiyanlığın iki büyük kolu Katolik ve Ortodoks mezheplerince
hayat hakkı tanınmadığı için imparatorluk merkezinden uzak olması yanında,
kilisesine kutsal bir hüviyet addettikleri Antakya’da toplanmayı tercih
etmişlerdir.
C-ANTAKYA’DA BULUNA HRİSTİYAN MEZHEPERİ
Kutalmış oğlu Süleyman Şah’ın Antakya’yı fethi zamanında bu grupların
bazılarının Antakya’da mevcut olduğuna dair tarihî kaynaklarda bilgilere
rastlanmaktadır. Bahsedilen mezhepler şunlardır:
İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Hazm el-Endelüsî, Kitâbu’l-Fasli fi’l-Mileli ve’l-Ehvâi ve’n-Nihal, I,
Beyrut tsz., (Mısır 1317/1899 baskısından ofset), s.48.
39 Hikmet Tanyu, Dinler Tarihi Araştırmaları, Ankara 1973, s. 129; F. Dvornik, a.g.e., s. 6.
40 F. Dvornik, a.g.e., s. 14
41 Francis Dvornik, Konsiller Tarihi İznik’ten II. Vatikan’a, trc. Mehmet Aydın, Ankara 1990, s.
11.
38
12 | USAD Ahmet OCAK
1-Süryaniler: Antakya’da mevcut dinî grupların başında Süryanîler gelir.
Süryanîler inanç olarak üçlemeyi (teslisi) üç sıfat olarak kabul ederler. Onlara
göre bu üç sıfat bir cevherde toplanır ve bir vahdaniyet oluşturur. 42 Dolayısıyla
Hz. İsa’da ilahî ve insanî tabiat birleşerek tek tabiat meydana gelmiş olarak kabul
edilir. Hz. İsa’dan kısa süre sonra Antakya’da kurulan kürsü Roma’nın diğer
bölgelerdeki Hristiyanlara baskısı yüzünden kısa sürede bir misyon merkezi
haline gelerek güçlendi.43 Zaman içinde meydana gelen karışıklıklar ve Kadıköy
konsilinin kararlarından sonra Antakya bağımsız kilisesi haline geldi. Bizans’ın
çöküntü içine girmesi ve İslâm ordularının Suriye’yi fethetmeleri, Süryanîlere
rahat bir nefes aldırmış ve Antakya merkezini kuvvetlendirmelerini sağlamıştır. 44
Antakya’da sayıları çoğalan, zenginleşen ve iyice güçlenen Süryanîler, mezhebî
farklılıktan dolayı Romalılar (Bizanslılar) tarafından kıskanılmış ve kendilerine
karşı kin duyulur hale gelmiştir. Nitekim 1053 senesinde Antakya’daki
Süryanîlere karşı büyük eziyetler yapılmıştır.45
Monofizit inanca sahip olan Süryanîler, Türklerin bölgeye gelişiyle birlikte
Bizans baskısından kurtulunca, dinî özgürlükleri yanında diğer alanlarda da
serbestiyet kazanmışlardır. Bunun neticesi olarak bilim ve sanatta yıldızları
parlamaya başlamıştır.46 Bu hususlardaki kazanımlarını Türkler’e borçludurlar.
Nitekim Türkler’e olan sempatilerini 1098’de Haçlıların Antakya’yı
kuşatmalarında, Haçlılar hakkında Yağı Sıyan’a bilgi vererek de göstermişlerdir.
Zira onlar, Türk hâkimiyetinin Haçlı hâkimiyetinden daha iyi olacağından şüphe
etmemekteydiler.47
2- Gregoryan Ermenileri: Antakya’nın fethi esnasında rastlanan diğer bir
dinî grup da Ermenilerdir. Hz. İsa’nın insanî tabiatının ilâhî tabiatı içinde
eriyerek tek bir tabiat oluşturduğuna inanan Ermeniler, bu haliyle Monofizit
inancı benimsemişlerdir. Kadıköy konsiline katılmayan Ermeniler, Hristiyanlığın
Ortodoks ve Katolik mezhepleri olarak ikiye bölünmesinden sonra ayrı bir
Hristiyan mezhebi olarak Gregoryan Ermeni Kilisesi şeklinde biline
gelmişlerdir.48 O dönemde Bizans’ın Malatya-Antakya hattını korumaya memur
A. Küçük- G. Tümer, Dinler Tarihi, Ankara 1998, s. 164.
M.Çelik, a.g.e., s. 34 vd.
44 M.Çelik, a.g.e., s. 208 vd.; Yavuz Ercan, “Kurumsal Açısdan Gayri Müslimler (Azınlıklar)”, Türklerde
İnsani Değerler ve İnsan Haklari, II, İstanbul 1992, s. 326.
45 Kaynağın ifadesiyle, “Romalılar o kadar hayâsızlaştılar ki ne yapacaklarını bilemeyip patriklerinin
emriyle Süryanîlerin İncillerini yaktılar.” denmektedir. Bkz. Urfalı Mateos, a.g.e., s. 98.
46 A. Küçük-G. Tümer, a.g.e., s. 164.
47 S. Runciman, I, s. 167.
48 A.Küçük- G. Tümer, a.g.e. , s. 166.
42
43
Türk Hâkimiyetine Geçiş Sürecinde Antakya ve Çevresinde Bulunan İslam Harici Dinî
Cemaatler | 13
edilen Ermeniler bölgede büyük bir varlık oluşturmaktaydılar. Bizans’ın da
desteğiyle bölgede Ermeni prensliği kuran Flaret, yönetimdeki adaletsiz
uygulamaları ve zulme varan tavırlarıyla bölge halkının nefretini kazanmıştı.
Flaret, haksız uygulamalarıyla Rumlar ve Ermenilerin yanında Süryanîleri de
ezmekteydi. Bu yüzden şehir halkı ve Filaret’in oğlu Barsan, bahsedilen
zulümden kurtulmak maksadıyla Türklerle iş birliğine giderek Süleyman Şah’ın
şehri fethetmesine yardımcı olmuşlardır.49
Bölgenin daha önceki hâkim gücü olan Bizans’ın Ermenilere karşı olan
tutumu dönemin kaynaklarında çok açık bir şekilde belirtilmekte ve nefret aleni
olarak ortaya konmaktadır. Nitekim Urfalı Mateos Antakya’nın Türkler
tarafından fethinden bahsederken “Antakya şehri, Beledig tesmiye edilen korkak
ve mel’un milletin elinden bu suretle alındı. Bunlar, kendilerini Roma
mezhebinden sayıyorlar ise de iş ve sözleriyle müslümanlardan farklı değildirler.
Onlar, doğru inanca karşı küfrediyorlar, azizlik hayatından nefret ediyorlardı.
Oruç ve perhize düşman ve fenalık işleyen adamlar olup Ermeni inancına karşı
daima zulüm yapıyorlardı.” demek sureti ile Bizans’ın Ermenilere bakışını
göstermektedir.50
Antakya Türk Hâkimiyetine geçtikten sonra Ermeniler Türklerden hayli ilgi
ve müsamaha görmüşlerdir. Süleyman Şah’ın yaptığı uygulamalar Antakya
halkını memnun etmiş ve Türkler’in gelişinden hoşnut olmuşlardır. 51 Türkler,
Ermenileri önemli görevlere getirmekten de kaçınmamışlardır. Nitekim Antakya
emîri Yağı Sıyan tarafından önemli bir mevkiye getirilen Firuz aslında bir Ermeni
dönmesidir. Bu konudaki şükran borcunu da daha sonra maalesef Haçlılar lehine
Yağı Sıyan’a ihanet ederek ödeyecektir.52
3- Yakûbîler: Kaynaklarda ismi açık olarak geçmemekle beraber Antakya’nın
fethi sırasında bu bölgede bulunması muhtemel bir grup da Süryanîlerden
ayrılarak yeni bir mezhep olarak şekillenen Yakûbîlerdir. Kadıköy konsilinden
sonra Anadolu, Suriye ve Filistin bölgelerinde Süryanîler kıyıma uğramışlardı.
Yakûb Burd’ono adlı bir din adamı Kraliçe Thedora’nın da müsamahasından
faydalanarak Antakya Süryani Kilisesi’ne yeniden hayatiyet kazandırarak
bölgede kendi görüşlerini yaymıştı. Bu mezhebe kurucusundan dolayı Yakûbîler
Abû’l-Farac, a.g.e., s. 330 vd.; O. Turan, Selçuklular..., s. 68.
Urfalı Mateos, a.g.e., s. 162.
51 Abû’l-Farac, I, s. 331.
52 S. Runciman, I, s. 177.
49
50
14 | USAD Ahmet OCAK
denmiştir.53 Başka bir söyleyişle Yakûbî-Süryanî veya Süryanî Kadin Kilisesi de
denir. Yakûbîlere göre Hz. İsa iki cevherden ibaret bir cevherdir. O, iki tabiatın
kendisinde toplandığı tek bir tabiattır. Ondaki ilahî cevher kadim, beşerî cevher
ise muhtestir ve her ikisi bir bedende birleşerek tek cevher haline gelmişlerdir. O,
herşeyi ile ilah, herşeyi ile insandır. Hz. İsa etten ve kemikten müteşekkil olup,
Tanrı’nın insana dönüşmüş şeklidir.54 Bizans’ın hayat hakkı tanımadığı bir
mezhep olması, çıkış yerlerinin Antakya olması ve “Monofizit” inanca sahip
mezheplerin yaşadığı bölge olması bakımından bunların Antakya’da olmaları
kuvvetle muhtemeldir.
4- Nastûrîler: Antakya ve çevresinde Türk fethi esnasında bulunması
muhtemel dinî bir gruplardan biri de Nastûrîlerdir. Bu mezhebin kurucusu Patrik
Nestorius’dur. 431’deki Efes konsilinde Hz. İsa’da iki cevherin (Diofizit) varlığı
kabul edilince Nestorius bu görüşe karşı çıkmış ve Katolik kilisesi tarafından
aforoz edilmişti.55 Onlara göre Hz. Meryem ilah değil insan doğurmuştur. Hz. İsa
ise hakikatte ilah değil, bilakis kendisine keramet verilmiş kişidir. Tanrıya çocuk
isnat etmek de küfürdür.56
Bizans tarafından görüşleri kabul edilmeyen bu mezhep, bütün baskılara
rağmen Urfa’da açmış oldukları akademide ciddi bir Yunan-Süryani “Daru’lfünûn”u mahiyetinde eğitim vererek Eflatun ve Aristo’nun eserlerini okutmakla
kalmamış, doğu taraflarına yönelik olarak mezhep görüşlerini de yaymışlardır.
Fakat Bizans İmparatoru Zenon (474-491) tarafından 489’da akademileri
kapatılarak Bizans topraklarından sürülmüşlerdir. Bunun üzerine Bizans’ın siyasi
rakibi olan Sâsânîler’in topraklarına iltica eden Nastûrîler, Nizip ve Silifke’de
açtıkları okullar sayesinde pek çok âlim yetiştirerek doğu bölgelerinde kendi
görüşleri doğrultusunda Hristiyanlığı yaymışlardır. Siyasî rakiplerine karşı bunu
bir kazanç olarak gören Sâsânîler mevcut gelişmeleri desteklemek sureti ile
Bizans’a muhalif bir cemaatin oluşmasına destek vermişlerdir. Bu şekilde doğu
topraklarında yayılmaya başlayan Nastûrîlik Asya içlerine, hatta Hind ve Çin’e
kadar yayılma imkânı bulmuştu.57
M.Çelik, a.g.e. , s. 247 vd. ; Y.Ercan, a.g.m., s. 326.
eş-Şehristânî, Ebu’l-Feth Tacuddîn Muhemmed b. Abdulkerîm, Kitâbu’l-Mileli ve’n-Nihal, II, Beyrut
tsz., s.66; (İbn Hazm, Kitâbu’l-Fasli fi’l-Mileli ve’l-Ehvâi ve’n-Nihal’ın kenarında.); Y. Ercan, a.g.m., s.
326.
55 Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, trc. F. Işıltan, TTK Yayınları, Ankara 1995, s. 54.
56 İbn Hazm, I, s. 49; Kalkaşandî XIII, s. 279 vd.
57 Fuat Köprülü, Türkiye Tarihi, İstanbul 1923, s. 134 vd; Philip Hitti, Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, II,
trc. Salih Tuğ, İstanbul 1980, s. 545. G.Osrtogorsky, a.g.e., s. 54; F. Dvornik, a.g.e., s. 14
53
54
Türk Hâkimiyetine Geçiş Sürecinde Antakya ve Çevresinde Bulunan İslam Harici Dinî
Cemaatler | 15
Anadolu’ya yönelik Türk akınları başladığında 1046 senesinde Semerkand
Nastûrî metropolitinin Katolikus’a yazdığı ve Türklerden bahsederken “Ok
kullanmakta son derece hünerlidirler, yedikleri şeyler en sefil şeylerdir. Fakat
merhametli ve adaletli kimselerdir. Bunların atları da et yemektedir.” şeklinde
tavsif ettiği, aynı zamanda halîfenin sarayında da okunan mektubuna bakılırsa
bahsedilen bölgelere kadar yayılmış Nastûrîlerin olduğu rahatça görülebilir. 58
Doğudaki Süryanî, Kildani ve Sâsânîler arasında yayılan Nastûrîlik, daha
sonraları Antakya kilisesinden bağlarını kopararak müstakil Nastûrî Kilisesi
haline gelmiştir.59 Doğudaki Hristiyanlar arasında yaygın bir mezhep olması ve
Asya içlerine kadar yayılma imkânına sahip olması sebebiyle Antakya ve
civarında bu mezhebin mensuplarının bulunduğunu söylemek yanlış bir iddia
olmaz.
5- Melkâniyye Mezhebi: Antakya’da bukunan bir başka mezhep de
Melkâniyye mezhebidir. Onlara göre cevher, sıfat ve mavsûf gibi hakiki
şahsiyetten ayrı bir şeydir. Bunlar baba, oğul ve Kutsal Ruh olarak teslisi kabul
ederler. Hz. İsa’nın tam bir ilah ve tam bir insan olduğuna, bu iki vasfın dışında
bir şey olmadığına inanırlar.60 521’de Roma’dan ayrılan ve XII. yüzyıla kadar
Antakya’da oturan patrik, daha sonra Şam’a yerleşmişse de patrikhanesinin adı
“Antakya Melkit Patrikhanesi” olarak kalmıştır. Önceki merkezlerinin Antakya
olması ve Antakya’nın da doğu kiliseleri için ana üs olması hasebiyle bu
mezhebin mensuplarının da Türk fethi sırasında Antakya ve civarında bulunması
kuvvetle muhtemeldir.
Antakya’daki bu dini yapı Türk fethinden sonra Hristiyanlara karşı
gösterilen müsamaha sayesinde bozulmadan, barış içinde devam etmiştir.
Türkler Antakya’yı fethedince Bizans’ın kendi dindaşlarını dahi yok etmesi gibi
bir faaliyete asla girişmemişlerdir.61 Üstelik Süleyman Şah şehri fethettikten
sonra, şehirde sulh ilan ederek halka eman vermiştir. Türkler’e Hristiyan halkın
evlerine girmeyi yasak etmiş, Hristiyan kızlarını nikâhla dahi olsa almayı
yasaklamıştır. Ayrıca Antakya’da ele geçen ganimet eşyanın başka bir tarafa
götürülmeyerek ucuz fiyatla da olsa şehirde satılmasını emretmiştir. Umumî af
Abûl- Farac, I, s. 303
Kalkaşandî, XIII, s. 283.
60 İbn Hazm, I, s. 49; Y. Ercan, a.g.m., s. 327 vd.
61 Bizans’ın baskıcı uygulamaları sebebiyle Doğu Hıristiyanları Avrupalılardan o kadar nefret eder
hâle gelmişlerdi ki, “rûhanîler ve halk, Müslüman zulmünün dönmesini, Latinler’in hâkimiyeti
altında yaşamaktan daha iyi buluyorlardı.” Bkz. W. Barthold - M.Fuad Köprülü, İslâm Medeniyeti
Tarihi, Ankara 1977, s. 18.
58
59
16 | USAD Ahmet OCAK
ilan ederek, askerlerin almış oldukları esirlerin hürriyetini iade edip evlerine
göndermiştir. Şehirdeki en büyük kilisenin camiye çevrilmesi dışında
Hristiyanların kutsal mahallerine dokunmamıştır. 62
Türklerin Hristiyanlara müsamahası o kadar fazla olmuştur ki, 1098’de
Antakya’nın tekrar Haçlıların eline geçmesinden sonra Hristiyanlar kısa sürede
eski güçlerine yeniden kavuşmuşlardır. Bu durum İslâm coğrafyacısı Yâkût elHemevî’nin yanı sıra seyyahlardan İbn Cübeyr ve el-Kazvînî tarafından da
gözlemlenerek eserlerinde yansıtılmıştır.
Yâkût el-Hamevî (ö.1228), havarilerin reisi Petrus’un oğlu tarafından
yaptırılan ve fetihle birlikte câmiye çevrilen Kısyan Kilisesi’nin Haçlılarla birlikte
tekrar görkemli bir kilise haline getirilmesinden bahsederken, kapısındaki
gündüz ve gecenin saatlerini gösteren fincanın acayipliğinden bahsetmektedir. 63
Aynı şekilde, eserini 1182-1185 yılları arasında kaleme alan ünlü Arap seyyahı
İbn Cübeyr de (ö.1217) Antakya’nın kiliselerinin acayipliğinden bahsederek,
“Allah onları kısa sürede ezanla şereflendirsin” diyerek özlemini dile
getirmektedir.64 Daha sonra bölgeyi ziyaret eden Zekeriya el-Kazvînî (ö.1283)
benzer şekilde Kısyan Kilisesi’nden bahsettikten sonra, şehrin ortasından
Habîbu’n-Neccâr Mescidi hakkında da bilgi vermektedir.65
D- ANTAKYA’DA BULUNAN DİĞER DİN MENSUPLARI
Yukarıda verilen bilgilerin hepsi tabiî olarak Hristiyanlardan fethedilmiş bir
şehir olması sebebiyle, fetih zamanında Antakya’daki Hristiyan mezhep ve
cemaatleri hakkında oldu. Oysa Orta Doğu bölgesi değişik din ve mezheplerin bir
arada yaşadığı bir bölgedir. Dolayısıyla Hristiyanlık ve ona bağlı cemaatlerin
dışındaki din mensuplarının da burada bulunması muhtemeldir. Nitekim tarihî
kaynaklar bize bu konuda da ipuçları vermektedirler.
X. yy. yazarlarından İbn Hurdazbih (ö. 300/912) bir tür tarihî coğrafya
niteliğindeki66 “el-Mesâlik ve’l-Memâlik” adlı eserinde Yahudî tüccarların
ticaretinden bahseder. Onların doğudan batıya, batıdan doğuya kara ve deniz
yollarını kullanmak suretiyle ticaret yaptıklarını, Endülüs’den Çin’e, Slav
ülkelerinden Frank diyarına kadar gittiklerini ve bu ülkelerin dillerini
Abu’l-Farac, I, s. 331; M. H.Yinanç, a.g.e. , 123; Kerimuddin Aksarayî, Müsameretu’l-Ahyar (Selçukî
Devletler Tarihi), ter. F.N.Uzluk, N.Gençosman, Ankara 1943, s. 114.
63 Yâkût el-Hamevî, Mucemu’l-Buldân, I, tah. Frîd Abdulazîz el-Cundî, Beyrut1410/1990, s. 273 vd.
64 İbn Cübeyr, Ebu’l-Hasan Muhammed b. Ahmed, Rıhletü İbn Cübeyr,Dâru’l-Mektebeti’l-Hilâl, Beyrut
1986, s. 273 vd.
65 el-Kazvînî, Zekeriyya b. Muhammed, Asâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbâd, Beyrut tsz., s. 150 vd.
66 M.Şemseddin Günaltay, İslâm Tarihinin Kaynakları-Tarih ve Müverrihler, haz. Yüksel Kanar,
Endülüs yayınları, İstanbul 1991, s. 425.
62
Türk Hâkimiyetine Geçiş Sürecinde Antakya ve Çevresinde Bulunan İslam Harici Dinî
Cemaatler | 17
konuştuklarını, bu arada bunların ticaret güzergâhındaki önemli yerlerden
birinin de Antakya olduğunu nakleder.67 Geniş bir coğrafyada ticaret yapan ve bu
bölgelerdeki yönetimlerle iyi ilişkiler kurmak durumunda olan Yahudî
tüccarların dayanacakları bir nüfusa olan ihtiyaçları da gereklidir. Bu sebeple
Antakya ve civarında Yahudîlerin olması tabiîdir.
İbn Hurdazbih’in eserlerinden istifade ettiğini ve onun eserini mükemmel bir
tarih kaynağı olarak gördüğünü nakleden68 X. yy. tarihçilerinden Mesûdî’nin (ö.
957) eserinde de bu husussa açıklık getirilir. Mesûdî’nin verdiği bilgilere göre,
Antakya surlarının dış kısmına Yahudîler iskân edilmişti. Antakya meliki,
Yahudîlere yerleşecek yer vermenin yanında önceden melik evi olan bir yeri de
onlara ibadet mahalli olarak tahsis etmişti. Bu bina sonradan Yahudîlerin elinden
alınınca karışıklıklar çıkmış ve olaylar neticesinde pek çok insan öldürülmüştü. 69
Antakya’da Mecûsilikle alakalı bilgilere de rastlanmaktadır. Bölgede
hâkimiyet kurmak isteyen Bizans ve Sâsânîler arasında yaşanan savaşlar uzun
yıllar boyunca devam etmişti. Bu Bizans-Sâsânî mücadelesi sonucunda Bizans
ordusu 613 yılında Antakya yakınlarında yenilmiş ve bölge Sâsânîler’ce tamamen
tahrip edilmişti. İlerleyişini sürdüren Sâsânîler 626’da Boğaziçi’ne kadar
gelmişlerdi.70 Bu istilanın ve ilerleyişin sonuçlarından olsa gerek ki, Mesûdî
Antakya’da Mecûsî inancının bakiyelerinden bahsetmektedir. Verilen bilgilere
göre Sâsânîler Antakya’yı ele geçirince burada taş ve tuğladan bir heykel inşa
ederek bu mahalli ateş evi olarak kullanmışlardı.71 Aynı şekilde, Antakya’da
içinde altın ve gümüş heykellerin bulunduğu bir binanın mevcudiyetinden de
bahseden Mesûdî, Sâbiîlerin bu binayı Saflaynus’un yaptırdığına inandıklarını
nakleder.72 Mesûdî’nin nakillerinden hareketle, Türklerin Antakya’yı fethettikleri
tarihlere yakın zamanlara kadar Hristiyanlardan başka bu bölgede Yahudî,
Mecûsî ve Sâbiî inancının da yaşadığını söylemek mümkündür. Zira bir inancın
mensuplarının birden yok olup, ortadan kalması söz konusu olamaz. Belki
mensupları azalır, fakat inanç yaşamaya devam eder.
Aynı husus Müslümanlar için de geçerlidir. Türk fethinden önce şehir üç yüz
sene kadar Müslümanların elinde kalmış, İslâm toprağı olarak imar ve iskân
İbn Hurdazbih, Ebu’l-Kâsım Ubeydullah b. Abdullah, el-Mesâlik ve’l-Memâlik, Leyden 1889
baskısından ofset.
68 M.Ş.Günaltay, a.g.e., s. 423.
69 Mesûdî, II, s. 199.
70 G. Ostrogorsky, a.g.e., s. 88 vd.
71 Mesûdî, II, s. 260.
72 Mesûdî, II, s. 243.
67
18 | USAD Ahmet OCAK
edilmişti. Müslümanlardan sonra el değiştiren şehrin bir asır kadar Hristiyanların
elinde kalması İslâm’ın izlerini silemediği gibi, bu husus Haçlıların eline
geçtikten sonra da devam etmiştir. Antakya fethedilirken, Filaret’in Antakya
şahneliğine İsmail adında bir İranlı Müslüman’ı getirmesi de bu düşünceyi teyit
etmektedir.73 Üstelik İsmail ve askerleri Türklere karşı koymayarak Antakya’nın
fethini kolaylaştırmışlardı.
Antakya’daki İslâm inancının ve tesirinin Antakya’nın Haçlıların eline
geçmesinden sonra da devam ettiği anlaşılmaktadır. Bölgeyi Haçlıların elinde
iken gezen ünlü seyyah İbn Cübeyr (ö.1217), Antakya halkının temiz, lisanlarının
fasîh ve kadınlarının giysilerinin Müslüman kadınlarının kıyafetine benzediğini
zikretmektedir. Bu da Hristiyanlar üzerindeki İslâm kültürünün tesiri ile birlikte
Müslüman cemaatinin varlığına delâlet eder. Aynı seyyah Antakya’da yedi gün
kaldığını ve bu süre zarfında Müslümanların kaldığı bir handa (otel)
konakladığını nakleder.74 Hristiyanların elinde iken bile Müslümanların
konakladığı bir otelin olması ve Hristiyan kadınların Müslümanlar gibi giyinmesi
burada Müslüman varlığına işaret etmektedir. Bu durum bölgenin özelliği
yanında, ticarî faaliyetler sonucunda da oluşmuş olabilir.
SONUÇ
Netice itibariyle Antakya, Türkler tarafından fethedilirken bölgenin
Hrıstiyanlığın yayıldığı ilk yerlerden biri olması yanında Monofizit mezheplerin
toplandığı şehir olması bakımından önemli bir merkez konumundaydı. Bölge
bahsedilen Hrıstiyan cemaatlerin dışındaki Yahudî, Mecûsî, Sâbiî ve İslâm dini
olmak üzere diğer din mensuplarının da bulunduğu önemli bir merkezdi. Türk
fethi ile birlikte İslâm yeniden Antakya’ya hâkim olmuş mevcut dinler ve
mezhepler üzerindeki eski dönemlerde uygulanan baskılar kaldırılarak onlara
din ve inanç hürrriyeti sağlanmıştır. Türklerle birlikte oluşan bu hürriyet şehrin
1098 yılında Haçlıların eline geçmesine kadar devam etmiştir. Bir asırlık Hristiyan
hâkimiyeti 1262 yılında Antakya’nın Sultan Baybars tarafından yeniden fethine
kadar sürmüştür. O tarihten beri de Türk ve İslâm şehri olarak devam etmektedir.
73
74
Abu’l-Farac, I, s. 331; M.H.Yinanç, a.g.e., s. 123.
İbn Cübeyr, a.g.e., s. 273 vd.
Türk Hâkimiyetine Geçiş Sürecinde Antakya ve Çevresinde Bulunan İslam Harici Dinî
Cemaatler | 19
KAYNAKÇA
Abû’l-Farac, Gregori, Abû’l-Farac Tarihi, I, trc. Ö.R.Doğrul, Ankara 1987.
Aksarayî, Kerimuddin, Müsameretu’l-Ahyar (Selçukî Devletler Tarihi), trc. F.N.Uzluk,
N.Gençosman, ankara 1943.
Barthold, W. - M.Fuad Köprülü, İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara 1977.
Cahen, Claude, İslâmiyet Doğuşundan Osmanlı Devletinin Kuruluşuna Kadar, trc. E.Nermi
Erendor, İstanbul 1990.
----------, Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi, trc. Y.Yücel-B.Yediyıldız, Ankara 1992.
---------- “İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, trc. Zeynep Kerman, T.M. XVII,
(1972), s. 77-100.
Çelik, Mehmet, Süryani Kilisesi Tarihi, I, İstanbul 1987.
Dvornik, Francis, Konsiller Tarihi İznik’ten II. Vatikan’a, trc. Mehmet Aydın, Ankara 1990.
Ebu’l-Fidâ, el-Muhtasar fî Ahbari’l-Beşer, II, Kahire 1907.
Ercan, Yavuz, “Kurumsal Açıdan Gayri Müslimler (Azınlıklar)”, Türklerde İnsani Değerler
ve İnsan Hakları, II, İstanbul 1992.
Gordlevski, V., Anadolu Selçuklu Devleti, trc. Azer Yaran, Ankara 1988.
Günaltay, M.Şemseddin, İslâm Tarihinin Kaynakları-Tarih ve Müverrihler, haz. Yüksel
Kanar, Endülüs yayınları, İstanbul 1991.
el-Hamevî, Yâkût el-Hamevî, Mucemu’l-Buldân, I, tah. Frîd Abdulazîz el-Cundî,
Beyrut1410/1990.
Hitti, Philip, Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, II, trc. Salih Tuğ, İstanbul 1980.
Honigmann, Ernst, Honigmann, Bizans Devletinin Doğu Siniri, trc. F. Işiltan, İstanbul 1970.
----------, “Suğûr”, İ.A. XI, s.2.
İbn Cübeyr, Ebu’l-Hasan Muhammed b. Cübeyr, Rihletü İbn Cübeyr, Dâru’l-Mektebeti’lHilâl, Beyrut 1986.
İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Hazm el-Endelüsî, Kitâbu’l-Fasli fi’l-Mileli ve’l-Ehvâi ve’nNihal, I, Beytut tsz., (Mısır 1317/1899 baskısından ofset).
İbn Hurdazbih, Ebu’l-Kâsım Ubeydullah b. Abdullah, el-Mesâlik ve’l-Memâlik, Leyden 1889.
İbnü’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali b. Muhammed, el-Muntazam fî Tarihi’lUmemi ve’l-Mülûk, XVI, tah. Muhammed A. el-Atâ- Mustafa A. Atâ, Beyrut 1412/
1992.
İbnü’l-Esîr, İmâduddîn Ebu’l-Hasan Ali b. Ebî Bekr eş-Şeybânî, el-Kâmil fi’t-Tarih, IX,
Beyrut 1399/1989.
Kafesoğlu, İbrahim, “Alp Arslan”, DİA, II, s. 526-530.
----------, “Türkler Fütühat Felsefesi ve Malazgirt Muharebesi”, T.E.D. S. 2, (Ekim 1971), s.
1-16.
el-Kalkaşandî, Şihâbuddîn Ahmed b. Ali el-Kalkaşandî, Subhu’l-A‘şâ fî Sinâati’l-İnşâ, II, tah.
M.Hüseyn Şemsüddîn, Beyrut 1407/1987, s. 90.
el-Kazvînî, Zekeriyya b. Muhammed el-Kazvînî, Asâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbâd, Beyrut tsz.
Koşay, Hamit Z., “Malazgird’de Buluşanlar”, T.M. XVII, (1972), s. 69-76.
Köprülü, Fuat, Türkiye Tarihi, İstanbul 1923.
Köymen, M.Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, I, Ankara 1989.
20 | USAD Ahmet OCAK
el-Kurtubî, Ebû Abdullah el-Kurtubî, el-Câmiu’l-Beyân li Ahkâmi’l-Kur’an, XV, Beyrut tsz.
Küçük, A. Küçük- G. Tümer, Dinler Tarihi, Ankara 1998.
Mahmud, H. Ahmed Mahmud- A. İbrahim eş-ŞERİF, Alemu’l-İslâm fi’l-Asri’l-Abbâsî, Kâhire
tsz.
el-Makdisî, Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî, Kitâbu’l-Bedi ve’t-Tarih, III, Beyrut tsz.
el-Mesudî, Ebu’l-Hasan Ali el-Mesûdî, Murûcu’z-Zeheb ve Meâdinu’l-Cevher, I tah.
Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd, Riyâd 1393 /1973.
Ocak, Ahmet, Selçukluların Dinî Siyaseti, İstanbul 2002.
Ostogorsky, Georg, Bizans Devleti Tarihi, trc. F.Işıltan, Ankara 1995.
Runciman, Steven, Haçlı Seferleri Tarihi, I-III, trc. F.Işıltan, Ankara 1989.
Sevim, Ali, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, Ankara 1993.
Sıbt İbnu’l-Cevzî, Şemsuddîn Ebu’l-Müzaffer Yusuf b. Kızoğlu, Miratu’z-Zemân fî Tarihi’lÂyan, nşr. A.Sevim, Ankara 1968.
Streck, “Avâsım”, İA, II, s. 19-20.
eş-Şehristânî, Ebu’l-Feth Tacuddîn Muhemmed b. Abdulkerîm, Kitâbu’l-Mileli ve’n-Nihal, II,
Beyrut tsz., (İbn Hazm, Kitâbu’l-Fasli fi’l-Mileli ve’l-Ehvâi ve’n-Nihal’ın kenarında.)
Tansel, Selahattin, “Malazgirt Savaşı Hakkında”, Malazgirt Zaferi ve Alp Arslan, İstanbul
1971, s.13-26.
Tanyu, Hikmet, Dinler Tarihi Araştırmaları, Ankara 1973.
Turan, Osman, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ankara 1965.
----------, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971.
Urfalı Mareos, Vekayi-Nâme(925-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1131-1162), trc. H. D.
Andreasyan, Ankara 1987.
Usta, Aydın, Aydın, Çıkarların Gölgesinde Haçlı Seferleri, İstanbul 2008.
Yıldız, Hakkı Dursun, “Avâsım”, DİA, IV, s.11.
Yinanç, Mükrimin H., Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri, I, İstanbul 1944.
----------, “Alp Arslan”, İA, I, s. 384-386.
ez-Zehebî, Şemseddîn Ebû Abdullah, el-İber fî Haberi men Ğaber, II, tah. M.S. Zağlûn,
Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 1405/1985.
USAD, Bahar 2019; (10): 21-50
E-ISSN: 2548-0154
ORTAÇAĞ’DA HURDA DEMİR KULLANIMI1
USEAGE OF SCRAP IRON IN THE MIDDLE AGES
Alptekin YAVAŞ*
Öz
Türkler tarafından spor ve savaşa hazırlık maksadıyla yapılan av, hükümdarlar için dinen
helâl sayılmıştır. Bu sebeplerden dolayı da Selçuklular dönemindeki önemli faaliyetlerden biri
olmuştur. İlk Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in avlandığına dair bilgiler bulunduğu gibi Sultan
Melikşah (1073-1092)’ın av merakının en üst seviyede olduğu bilinmektedir. Öyle ki o, avlamış
olduğu ahu ve yaban eşeklerinin tırnaklarından minareler yaptırmıştır. Diğer taraftan Melikşah’ın
oğlu Sultan Muhammed Tapar (1105-1118) da av için kullanılan köpek ve parsları seçmek
hususunda çok itina göstermiş, Sultan Sencer de avlanan hükümdarlardan biri olmuştur. Selçuklu
hanedan mensuplarındaki av merakı, Irak Selçuklu Sultanı Mahmud b. Muhammed Tapar
döneminde de devam ettirilmiştir. Rivayete göre onun altın tasmalı 400 (dörtyüz) köpeği vardı.
Ayrıca İran coğrafyasından uzakta kurulmuş olan Türkiye Selçuklu sultanları da av faaliyetlerini
devam ettirmişlerdir.
Bu çalışma “Samsat Temrenleri: Kronoloji, Tipoloji, Terminoloji ve Metalürjik Bir Değerlendirme”
isimli ve 114K791 numaralı TÜBİTAK 1001 projesinin sonuçlarının bir bölümünden teşkil
edilmiştir.
- Bu çalışmanın bir bölümü daha önce 22. Uluslararası Ortaçağ ve Türk Dönemi Kazıları ve Sanat
Tarihi Araştırmaları Sempozyumunda (24-26 Ekim 2018 İstanbul) tebliğ olarak sunulmuş ama
bildiri kitabında yer almamıştır.
* Doç. Dr., Onsekiz Mart Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü, Çanakkale/Türkiye,
1
alptekinyavas@hotmail.com, https://orcid.org/0000-0003-3081-4462.
Gönderim Tarihi: 23.05.2019
Kabul Tarihi: 18.06.2019
22 | USAD Alptekin YAVAŞ
•
Anahtar Kelimeler
Selçuklular, Melikşah, Av, Şikâr, Eğlence
•
Abstract
Hunting that was performed as a kind of sports and in order to get ready for a battle by Turks,
was considered as halal for the rulers. For that reason, it was one of the important activities during
the period of Seljuks. Not only do we have information on that Tughril Beg, the first Sultan of
Seljuks, went hunting but also we know that Sultan Malik-shah (1073-1092) had the strongest
interest in hunting. He also had minarets built up with the nails of gazelles and wild asses that he
hunted. On the other hand, Malik-shah’s son Sultan Muhammad Tapar (1105-1118) was attentive
to choose hounds and leopards that were used for hunting, and Sultan Sanjar was one of the rulers
going hunting. Hunting interests of the members of the Seljuk Dynasty also went on during the
period of the Sultans of the Iraq Seljuks. The rumour has it that he had 400 (four hundred) golden
collared dogs. The Sultans of the Sultanate of Rum established away from the Iranian geography
also went on hunting practises.
•
Keywords
Seljuks, Malik-shah, Hunting, Ravin, Entertainment
Ortaçağ’da Hurda Demir Kullanımı | 23
Adıyaman-Samsat Höyük kazılarında Ortaçağ’a ait bir kulenin güney
duvarında teşkil edilmiş iki bölmede dönemin bugüne kadar bulunmuş en büyük
savaş aletleri koleksiyonu; yanı sıra, Selçuklu seramikçiliğinin en seçkin
örneklerinin yer aldığı bir grupla karşılaşıldı2. 12-13.yy.a ait silah aletleri arasında
en büyük grubu teşkil eden 12.200 adet temrenlerin (okucu) büyük bölümü
üretim hatası veya kullanılamaz durumdaki örneklerden oluşmaktaydı 3 (Foto 1-4,
Şekil 1). Objelerin tamamı demirdendi ve aralarında içyapısında %97 oranında
karbon bulunan demir külçeler bulunuyordu. Buluntuların arasında şaşırtıcı bir
şekilde cüruf az; buna karşın kilolarla ifade edilebilecek miktarda her türlü demir
objenin üretimine mahsus ingotlar (luppe) elde edildi. Az miktardaki
kullanılmaya hazır örneğin yanı sıra esas yekûnu teşkil eden binlerce üretim
hatası temren, burcun güney duvarının içinde, bu iş için teşkil edildiği anlaşılan
özel bir niş içinde saklanmıştı. Yapılan analizlerde objelerin hiçbirinde kullanım
izine rastlanmaması4 dikkati çekmektedir.
Bugünkü Suriye’nin Baniyas kentinin Akdeniz kıyılarında yer alan 12.yy.a ait
Haçlı Kalesi El Markab’da buna benzer bir durum görüldü. Buradaki kazılar
sırasında, kalenin Memlukluların ele geçirmesi (1285) sonrası şapelin apsis nişinin
ön yüzünün örülerek kapatıldığı, bu şekilde teşkil edilmiş arkasındaki dar
merdiven boşluğuna üç yüzü temren olmak üzere kırık zırh parçaları, çiviler ve
tanımlanamayan demir parçalardan oluşan büyük bir metal grubunun
saklandığı/depolandığı görülmüştür 5. Burada ele geçirilen metal objelerin tıpkı
Samsat’takiler gibi çoğunluğu hurda veya kullanılamaz türdendi (Foto 5-6; Şekil
2).
Konya-Beyşehir Gölü’nün güneydoğu kıyısında yer alan 1220’li yılların
sonuna doğru inşa edilmiş Selçuklu Saray Külliyesi Kubad Abad’ın 2005 yılı kazı
çalışmaları sırasında bu çapta büyük bir metal hurda yığınıyla karşılaşıldı (Foto
7-8; Şekil 3). “Köşklü Hamam” olarak adlandırılan Selçuklu köşkünün
2N.Özgüç,
Samsat, Ankara: T.T.K Yayınları. Ankara 2009.
A.Yavaş, “Samsat Höyük Ortaçağ Temrenleri Konusunda İlk Tespitler”, Masrop Mimarlar Arkeologlar
Sanat Tarihçileri Restoratörler Ortak Platformu E-Dergisi, (10/15), s.35-53.
4 Bu konudaki ayrıntılı bilgi A.Yavaş tarafından hazırlanan ve basım aşamasındaki “Ortaçağ
Temrenleri: ‘Anadolu Ortaçağı’nın 9-13. Yüzyıl Temren Teknolojisi Üzerine Kronolojik,
Morfolojik, Terminolojik, Tipolojik ve Metalürjik Bir Değerlendirme” isimli kitapta yer
almaktadır.
5 B.Török, - P.Barkóczy, - Á.Kovács, - B.Major, - Z.Vágner, “Arrowheads and Chainmail Fragments
from the Crusader Al-Marqab Citadel (Syria): First Archeometallurgical Approach”, Materials and
Manufacturing Processes, 2017, (32/7-8), s.1-10, (1-3).
3
24 | USAD Alptekin YAVAŞ
kuzeyindeki özel hamamına geçit veren kapısının eşiğinde kilolarca ifade
edilebilecek –çoğunluğu çivi, ama kullanılamaz/hurda durumda- farklı türde
metal objeler ve cüruflardan oluşan büyük bir buluntu grubuyla karşılaşıldı 6.
İlginç olan durum, buluntuların ele geçirildiği kapıdan geçerek girilen sultânî
halvetin kuzeydoğu köşesindeki kapının El Markab’daki gibi sonradan
kapatılmış olmasıydı7.
Ortaçağ Selanik’i Thessaloniki’nin Erken Hıristiyan döneminden beri var
olan silah Fabricae’sı Orta Bizans döneminde “Zavareion”a (cephanelik)
dönüşmüştür. Eustathios, 11.yy.da aktif olan bu üretim merkezinden“…doğu
tepemizin üstündeki Zavareion’umuz…” şeklinde bahseder8. Kolias, IV. Leon’dan
alıntı yaparak Himerios seferi sırasında (911-912) Selanik’in Fabricae Sagittariae
Concordiensis’inden Nikopolis ve Peloponesos’a 200.000 ok temin edildiğini
aktarır9. Yine VI. Leon’un Strategios’unda Selanik’le ilgili 6000 ok ve 3000
mızraklık başka bir siparişten bahsedilir. Bizans’ın çeşitli bölgelerine sipariş
temin ettiği anlaşılan Thessaloniki’deki kazılar, kentin Akropolis’inde bir burcun
içinde depolanmış vaziyette farklı türde silah teçhizatı bulunmuştur 10 (Foto 9-11).
Bu tip bir üretim merkezi İngiltere Gloucestershire’deki 1256 tarihli St.
Briavel Kalesi’dir (Foto 12). Ayrıca buradan İngiltere’nin diğer merkezlerine
önemli sayıda temrenin üretilip gönderildiğine, hatta bunlar için ne ödendiğine
dair günümüze ulaşabilmiş birinci el kayıtlar mevcuttur. Örneğin 13 Mart 1261’de
III. Henry St. Briavel Kalesi’nden Marlebrough Kalesine çok sayıda silah ve
onlara ait teçhizatın gönderilmesini emreder11. Kuşkusuz bu, büyük bir üretimdağıtım dolaşımını anlatıyor. Nitekim bunun maddi kanıtları da ele geçmiştir: St.
Briavel Kalesi’nde gerçekleştirilen kazılarda 25.000 ‘quarrel’ tipi demir çarh ucu
bulunmuştur12.
R.Arık, “Kubad Abad 2005 Yılı Çalışmaları”, 28. Kazı Sonuçları Toplantısı 2, (Bildiriler 29 Mayıs- 2
Haziran 2006 Çanakkale), 2017, Ankara, s.295-304, (296.)
7 A.O.Uysal, “Kubad Abad Saray Külliyesinin Mimarisi”, Beyşehir Gölü Kıyısında Bir Selçuklu Sitesi,
Konya, s.111-156 (120), Şek.5, Res.10.
8 A.Antonaras,, Arts, Crafts and Trades in Ancient and Byzantine Thessaloniki, Archaeological,
Literary
and
Epigraphic
Evidence,
Mainz, 2016, Byzanz Wischen Orient und Okzident, Band 2. s.49.
9 T.G.Kolias, Byzantinische Waffen: ein Beitrag zur Byzantinischen Waffenkunde von den Anfängen bis zur
Lateinischen Eroberung, (Byzantina Vindobonensia 17), Vienna, 1988, Verlag der Österreichischen
Akademie der Wissenschaften, s.226.
10 Antonaras, a.g.e., s.49-50, Fig.28.
11 D.S.Bachrach, "Crossbows For The King: The Crossbow During The Reigns Of John And Henry III
Of England" Technology and Culture, 2004, (45/1), s.102-119(117).
12 N. J. G. Pounds, The Medieval Castle in England and Wales: A Social And Political History, 1990,
Cambridge University Pres, s.109.
6
Ortaçağ’da Hurda Demir Kullanımı | 25
Peki, bu objeler neden saklanıyordu?
*
*
*
*
*
MÖ 3.bin yılla birlikte Anadolu’da görülmeye başlanan demir içerikli
buluntuların esas attığı dönem Geç Tunç Çağı’dır (MÖ 1600-1200)13. Özellikle MÖ
1200 ile MÖ 1000 yıllarında Anadolu ve Orta Doğu’da, demir metalürjisindeki
gelişmelere paralel olarak araç-gereç ve silah yapımında bronzdan demire hızlı
bir geçiş yaşanır14. Hititler, göktaşındaki demire “cennetten gelen kara demir”
diyerek diğer demirinden ayrı tutardı. Hitit demiri, altından daha değerliydi.
Hititler, Suriye’ye demir satarken 1 kilo demir için, 40 kilo gümüş veya 400 kilo
kalay alırdı. Hitit kralı III. Hattuşili MÖ 1250’de kendisinden demir talebinde
bulunan Asur kralına “…kaliteli demir Kizzuvatna’daki atölyede kalmadı... hazır
olunca gönderirim”15 derken gelişmiş ve yaygınlaşmış bir demir üretimini ve
satışını ifade etmektedir. Bunun dışında daha erken tarihlerde Kalybes isimli
kavmin bol demir içeren sert toprağı kazıp elde ettikleri demiri yiyecek maddeleri
karşılığında takas ettiklerini biliyoruz16. Yakın Doğu’dan Mısır’a ve Balkanlara
doğru hızla yayılan demir, MÖ 900 yıllarına doğru Avrupa’da, Hindistan’da ise
MÖ 250’de görülmeye başlanır. Dünyanın değişik yörelerinde değişik
zamanlarda yaşanan bu geçiş süreci “Demir Çağı” başlangıcının işareti olmuştur.
Çin’de ise Zhou hanedanının sonunda (MÖ 550), gelişmiş ocak teknolojisiyle yeni
demir üretim yöntemleri bulunmuş, dökme demir (veya pik demir)
üretilebilmiştir17. Demirin tüm Asya’da bronzun yerini almaya başladığı andan
itibaren bu çok değerli madenin ikinci kullanımına ilişkin uygulamaların da hızla
yaygınlaştığını görüyoruz.
D.Sinor18 Hunlarda demirin stratejik bir malzeme olması sebebiyle düşman
görülenlere satışının yasak olduğunu, bunun dışında gerektiğinde para yerine
ödeme yapılabilen bir emtia aracı gibi kullanıldığını ifade eder. On yüzyıllık bir
sıçramayla bu sefer 14.yy.da İtalya’da, papalığın 1363, 1381 tarihlerinde Rodos
şövalyelerinin düşman Türklere demir satmalarını yasakladığını biliyoruz 19.
Ü.Yalçın, “Early Iron Metallurgy in Anatolia”, Anatolian Studies, 1999, (49), s.177-187(180).
Yalçın, a.g.m., s. 177.
15 A.Goetze,, Kızzuvatna And The Problem Of Hıttite Geography, New Haven, 1940, s.26.
16 A.Ünal – S.Girginer, Kilikya-Çukurova. İstanbul, 2007, s.59.
17 S.Tunçel, – N.Arı,– B.Yoleri,– M.Şahiner, Dünya’da ve Türkiye’de Demir, Ankara, 2017, MTA Gn. Md,
Fizibilite Etütleri Dai. Bşk., s.1-2.
18 D.Sinor, “The Inner Asian Warriors”, Journal of the American Oriental Society, (101), 1981, s.133-144,
(140).
19 S.Çavuşdere, “Selçuklular Döneminde Akdeniz Ticareti, Türkler ve İtalyanlar”, Tarih Okulu, (IV),
2009, s.53-75, (127).
13
14
26 | USAD Alptekin YAVAŞ
J.Allan, Ortaçağ İran’ı diye adlandırdığı Büyük Selçuklu coğrafyasında eski
mutfak aletlerinin eritilmek veya hurda amaçlı bakırcılara gönderildiğini ifade
eder20. Raşiüddün Tarihi’nde, Moğolların bir ambargo sebebiyle demir kıtlığı
yaşandığı durumlarda, ticari mallar içinde gelmiş metal atıklarından temren
üretilebildiğini, demir hammaddenin hiç bulunamadığı durumlarda ise atıl
durumdaki kap-kaçakların kesildiği ve temrenlerin bunlardan üretildiğini
öğreniyoruz21. Robin Fleming, Erken Ortaçağ İngiltere’sinde yeni kurulan
Londra’nın ihtiyaçlarını karşılamak için Roma çağına ait atık kurşun borularının,
mutfak eşyalarının hatta mezarların bile soyulduğunu, bunun kraliyet eliyle
organize edildiğini, hatta bu soygun esnasında elde edilen materyallerin
kayıtlarının bile mevcut olduğunu belirtir22. Örneğin 1283’de I.Edward’ın,
Londra’ya bağlı bir köy Englefield’de eski ahşap ve metallerin aranarak
bulunmasına ilişkin verdiği izne ilişkin bir kayıt günümüze ulaşmıştır23.
İngiltere’de 1550-1590 arasına ait demirci atölyelerine ait hammadde döküm
kaydında demir malzemelerin önemli kısmının hurda demirler olduğunu tespit
edebiliyoruz. Aynı şekilde 17.yy. sonu 18.yy. başına ait Cranbroke’lı John
Coleman isimli bir demircinin dükkânında kullanılmamış demir hammadde
kadar hurda malzemenin de önemli miktarlarda olduğu bugüne ulaşabilmiş
listelerden
anlaşılabilmektedir24.
Yine
İngiltere’de
4-5.yy.
ait
Woodeaton/Colchester’daki bir mezarda depolanmış vaziyette 179 metal örnek
bulunmuş Roma dönemine ait metal bileziklerin Geç Roma dönemi boyunca
daha küçük halkalara/yüzüklere dönüştürüldüğü ve bu şekilde yeniden
kullanıldığı tespit edilmiştir25.
Ortaçağ’da Katedrallerinde kullanılan demir malzemeler ve bunlara ödenen
ücretlerin yer aldığı listelerin bazıları günümüze ulaşabilmiştir26 (Foto 13). Fransa
J.W.Allan, Islamic Metalwork: The Nuhad Es-Said Collection, London, 1982, Sotheby Parke Bernet
Publications s.144.
21 J.M.Smith, "The Nomads Armament: Home-Made Weaponry", Religion, Customary Law, and Nomadic
Technology: Papers Presented at The Central and Inner Asian Seminar, (4), 2000, s.51-61.(54).
22 R.Fleming, “Recycling In Britain After The Fall Of Rome’s Metal Economy”, Past and Present (17),
2012, s. 3-45.
23 E.A.Lewis, “The Development Of Industry And Commerce In Wales During The Middle Ages”,
Transactions of the Royal Historical Society, (17), 1903, s.121-173,( 145).
24 D.Woodward, "Swords into Ploughshares: Recycling in Pre-Industrial England”, The Economic
History Review, (38/2), 1985, s.175-191, (185).
25 E.Swift, “Re-use and Recycling İn The Late to Post-Roman Transition Period And Beyond: Rings
Made From Romano-British Bracelets”, Britannia,(43), 2012, s.167-215,(202-203).
26 M.Héritier,– P.Dillmann,-P.Benoit, “Iron in the Building of Gothic Churches: Its Role, Origins and
Production Using Evidence From Rouen and Troyes”, Historical Metallurgy (44/1), 2010, s.21-35,
Fig.1.
20
Ortaçağ’da Hurda Demir Kullanımı | 27
Troyes’deki St Jean–au-Marché kilisesinin 26 Mayıs 1549 tarihli hesap defterinde
toplanan iki tondan fazla hurda demir kilisedeki toplam ihtiyacın 1/3’ünü
karşılamıştır. Bunlar arasında kilisenin pencere çerçeveleri için farklı ölçülerde
demirler alındığını; örneğin 1. 2. 3. parva forma tipte olanlar için 479.75 Ib’lik yeni
demir (Ferro Novo) için yaklaşık 27£; 504 Ib’lik (yaklaşık 228,6 kg) hurda demir
(Ferro Antico) için 17 pound ödendiğini belgelerden öğrenebiliyoruz 27 (Foto 14).
Osmanlı döneminde günümüze ulaşabilmiş bazı inşaat kayıtlarında da hurda
demir kullanımına ilişkin kayıtlara rastlıyoruz. Bunlar tıpkı Ortaçağ
katedrallerindeki gibi hurda ve yeni demir şeklinde ayrı ayrı kayıt altına
alınmıştır. Örneğin Süleymaniye Cami inşa defterlerinde (1550-1557) caminin
avlusu ve medresesinde kullanılacak hurda çiviler mismâr-ı şumâr-ı hurde ve
onların miktarı mismâr-ı şağış-ı hurde ile yeniden hurda demirden tamir edilmiş
çiviler ve mertekler anlamında meremet-i mismarhâ-i köhne, mismar-mertek-i hurde
ve tamir edilmiş mertek çivisi veya ham bıçkı anlamında meremet-i bıçkı-i âhen
tabirleriyle
karşılaşmaktayız.
Bunların
karşısında
miktarlarını
da
28
bulabilmekteyiz. Örneğin âhen-i ham (ham demir) 99 kantar kullanılırken,
mismâr-ı şumar-ı hurde (hurde çivi sayısı) olarak 56.000 kaydı 29 yer almaktadır.
Aynı defterlerinde 302 nolu kaydında mismar-ı mertek büzürg (büyük mertek
çivisi) ifadesinin karşısında 87 kantar yazılı iken, mismar-ı mertek-i hurde (hurda
mertek çivisi) 43 kantar30, meremmet-i mismarhâ-i köhne (tamir edilmiş hurda çivi)
ibaresinin karşısında ise 228 adet31 miktarları yazılıdır. Kayıtlardan, bu hurda
veya hurdaların düzeltilip tekrar kullanılması işleminin sadece çivilere özgü
olmadığı bıçkı, mertek gibi diğer metal inşaat objelerinin de hurda kullanımının
var olduğunu anlıyoruz. Bir başka Osmanlı dönemi kaydı hurda demirin ne denli
önemsenen bir ekonomik emtia olduğunu ortaya koymaktadır. 5 no.lu Mühime
defterindeki 26 Ocak 1566 tarihli Ege Denizindeki adalardan Ağrıboz’un kadısına
yazılan 666 nolu fermanda Kızılcahisar yakınlarında karaya oturan bir kadırganın
“işe yarayacak demir vs. eşyasının” acilen muhafaza altına alınıp defterlere
kaydedilmesi ve çalınmasına izin verilmeden Kaptan-ı Derya’ya teslimi
emredilmektedir32. Hiç kuşkusuz buradaki “işe yarama” tabiri doğrudan ikinci
kullanımları kastetmektedir.
Héritier vd., a.g.m., s.28, Table 7.
Ö.L.Barkan, Süleymaniye Cami ve İmareti İnşaatı (1550–1557), 2, Ankara, 1979, Türk Tarih Kurumu,
s.128.
29 Barkan, a.g.e., s.129.
30 Barkan, a.g.e., s.139.
31 Barkan, a.g.e., s.146.
32 B.D.A.G.M, 1994, 145.
27
28
28 | USAD Alptekin YAVAŞ
Ortaçağ’da çok yoğun olarak kullanıldığı anlaşılan hurdanın resmi
kayıtlarının da çok özenli tutulduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu arkeolojik niteliğe
dönüşmüş demir objelerin bir takım metalürjik analizler aracılığıyla içyapı
özelliklerine bakarak daha önce kullanılmış bir “hurda”dan üretildiğine ilişkin
çalışmalar çok daha yenidir. Bu konuda iki öncü çalışma Dillmann-L’Héritier’a
aittir. Onların 1430-1433 tarihli Ortaçağ Katedrali Rouen’da (Foto 15) yer alan 74
demir obje üzerinde gerçekleştirdikleri metalürjik analizler bu objelerin 1/3’ünün
hurda demirden üretildiğini ortaya koymuştur 33. Arkeolojik verilerin içyapı
özelliklerine bakarak ikincil kullanıma ait olup olmadığına ilişkin çalışmalar ise
çok daha yenidir. Norveç’in Ortaçağ kasabalarından 12.yy. tarihli Bergen’deki bir
binanın kazısı sırasında yangın katı tespit edilmiş; bu kattan ele geçirilen metal
objeler (Foto 18) üzerinde yapılan metalürjik analizler, söz konusu demir
objelerin % 53’ünün aynı yerdeki bir başka inşaatta daha önce kullanılmış
metallerden üretildiğini, yani aynı yerdeki hurda demirlerden faydalanıldığını
ortaya koymuştur34. Suriye-Baniyas şehri yakınlarındaki Ortaçağ kalesi ElMarkab’da bulunmuş temrenler üzerine yapılan metalürjik analizler (Foto 5-6)
kullanılan hammaddenin yumuşak demirden olduğunu; bazılarının düşük
bazılarının yüksek karbon içerikli olduğu ve karbürleme denilen teknikle
sertleştirildiğini ortaya koymuştur. Bazılarının üretiminin yarım ve fragman
halinde olduğu görülen bu örneklerin iç yapısına ait veriler bazılarının yeniden
işlenmiş malzemelerden üretildiğini göstermiştir35. 12-14.yy. arasında Haçlı
hâkimiyetini yaşayan Hatay-Dörtyol’daki Kinet Höyük’ün Ortaçağ tabakalarında
bulunmuş bir bıçak üzerinde yapılmış SEM analizleri (Foto 16) objenin
içyapısında eklenen kısmın ortaya gelecek şekilde ayarlanmasıyla teşkil edilmiş
biçimde iki farklı demirden oluştuğu anlaşılmıştır36.
Selçuklu Anadolu’suna ilişkin bu türlü bir çalışma daha önce
gerçekleştirilmemiştir. Yukarıda depolanmış vaziyette bulunduğundan
bahsettiğimiz Adıyaman-Samsat Höyük’teki silah aletleri üzerine uyguladığımız
analizler bu konuda ilk verileri teşkil etmektedir. Yaklaşık 50 ok ucu (temren)
Heritier, a.g.m., s.28.
G.Hansen, “After the Town Burned! Use and Reuse of Iron and Building Timber in a Medieval
Town”, Nordic Middle Ages-Artefacts, Landscapes and Society, Essays in Honour of Ongvild Øye on her
70th Birthday (Ed.: I.Baug-J.Larsen-S.S.Mygland), Bergen:UBAS – University of Bergen
Archaeological Series 8, 2015, s.169.
35 Török vd., a.g.m., s.2-4, Fig.4-9.
36 Ü.Güder, Anadolu’da Ortaçağ Demir Metalürjisi: Kubad Abad, Samsat, Kinet Höyük, Hisn Al-Tinat ve
Yumuktepe Kazı Buluntuları, ÇOMÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Tarihi Anabilim Dalı, Doktora
Tezi, Çanakkale. 2015, s.134.
33
34
Ortaçağ’da Hurda Demir Kullanımı | 29
üzerinde yaptığımız analizler arasında bazı örneklerde katışkı oranı düşük, cüruf
kalıntıları açısından zengin, heterojen özellikli, zaman zaman hurda içerikli
malzemelerin kullanıldığı bir iç yapı görülmüştür. Bunlardan SA127 kodlu
murabba (dörtgen) (Foto 17) tipteki örneğin karbonsuz ferrit ağırlıklı karbon
oranı 0,1 civarında iğnemsi ferrit ve perlitik alanlar bulunan bir iğne kısmıyla
tamamen ferritik yapıda çeşitli birleştirme bölgeleri olan ve oldukça kirli
(korozyon ve cüruf kalıntısından kaynaklanmış olması yüksek ihtimal) bir
içyapıya sahip ağız kısmından oluştuğu görülmüştür. Özellikle esas delici kısım
olan ağız kısmında görülen değişik malzemelerin dövülerek kaynatılması sonucu
oluşan kıvrılma ve birleşme SEM görüntülerinden rahatlıkla görülebilmektedir.
Burada incelenen örneklerin büyük kısmının heterojen içyapılarına sahip olması
kullanılan demir külçelerin kalitesiz olduğu bu durumun da kabuk sertleştirme
(karbürleme) yöntemiyle giderilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Samsat’taki
temrenlerin tamamına yakını aynı tiptedir. Analizler sonucunda objelerin
hiçbirinde kullanım izine rastlanmaması temrenlerin üretim hatası örnekler
olduğunu göstermektedir. Bu objelerin çok özenle saklanması hurda olarak
değerlendirilme isteğini açıkça ortaya koymaktadır.
Ancak çok çeşitli tipin bulunduğu Kubad Abad Sarayı’ndaki temrenlerin
içyapı hususiyetlerinin farklı olduğu görülür. Konya-Beyşehir gölü kıyısında yer
alan günümüze en sağlam durumda ulaşabilmiş saray olan Kubad Abad’da ele
geçmiş metal objelerden otuz ikisi üzerinde gerçekleştirdiğimiz metalürjik
analizler objelerin yerel bir üretimin ürünü olduğunu, Samsat’taki örneklere
benzeyen murabba temrenlerinde kirli dolayısıyla kaliteli olmayan demirden
üretildiği anlaşılmıştır. Burada da kabuk sertleştirme yönteminin kullanıldığı
görülmüştür. Bunun dışındaki yasıç (yassı kesitli) temrenlerin ise katmanlı çelik
olarak bilinen karbonlu ve karbonsuz demir çubukların dövülerek kaynatılması
ve katlanması tekniği kullanılmıştır. Çoğunlukla bıçak ya da kılıçlarda kullanılan
katmanlı çelik uygulaması, zahmetli ve ustalık gerektiren bir tekniktir. Böylelikle
yassı kesitli temrenlerin ortalama sertliğini arttıran bir etki oluşturulmuştur.
Dolayısıyla bu tip aletlerin üretiminde kullanılan demirin nispeten daha kaliteli
olduğu anlaşılmaktadır. Kubad Abad gibi yassı temrenlerde daha temiz
hammaddenin kullanıldığı görülen Isparta-Eğirdir’deki 1238 tarihli Sultan II.
Keyhüsrev Kervansarayı’nda, sayıca az ama daha kaliteli bir üretim olduğu
anlaşılmıştır37. Mersin-Yumuktepe Höyük’te 13.yy. tabakasında elde edilmiş
37
Samsat Höyük, Kubad Abad Sarayı, Eğirdir Kervansarayı’na ait objelerin analizleri A.Yavaş
tarafından hazırlanan ve basım aşamasındaki “Ortaçağ Temrenleri: ‘Anadolu Ortaçağı’nın 9-13.
30 | USAD Alptekin YAVAŞ
dörtgen kesitli bir temrende görülen çok iri ferrit tanelerinin fosfor içerikli olduğu
tespit edilmiştir38.
İçeriği daha saf veya daha katışıklı külçelerden üretilmiş demir objeler
arasında çok da net olmayan ama göz ardı edilemeyecek biçimde bir tür
farklılığından da bahsetmek gerekir. Kazı malzemeleri üzerine yapılan metalürjik
analizler kılıç, bıçak gibi objelerde daha homojen, safa yakın bir hammadde
kullanıldığı halde temren çivi gibi deyim yerindeyse ‘hercai’ kullanımlara
mahsus objelerde daha heterojen ve katışıklı malzemenin tercih edildiği tespit
edilmektedir. Bunun en net örneğini Kubad Abad Sarayı’nda görüyoruz. Burada
bıçaklarda daha saf malzemenin temren ve çivilerde ise heterojen ve katışıklı
malzemenin üretimde tercih edildiği görülmüştür.
Ortaçağ’da demir üretimi için en az birincil kadar -bazen onu da aşan
ölçülerde- bir hurda kullanımının varlığını ortaya koymaktadır. Ortaçağ’ın erken
evrelerinden başlamak üzere en değerli maden hüviyetini kazanan demir, sadece
savaş aletleri değil gündelik kullanıma mahsus birçok objenin üretiminde de
birinci öncelik kazanmıştır. Hammaddenin bu önemi arttıkça eksikliği
durumunda soruna farklı çözüm yollarının arandığı, bunun için de hurda
demirlerin yeniden kullanımının sık başvurulan bir işlem olduğu
anlaşılmaktadır. Erken tarihlerden itibaren önce Asya’dan başlayarak hurda
demirin üretimlerde sıklıkla kullanılması onu diğerlerinden daha değerli bir
metal olmasını sağlamış, nihayet Ortaçağ’da değiş-tokuş için veya ödeme için
kullanılabilen bir emtiaya dönüştürmüştür. Burada konu ettiğimiz Samsat, ElMarkab ve Kubad Abad gibi ören yerlerine ait objelerin son derece özenle
saklanmasını veya depolanması işi demirin kazandığı bu öneme paralel
gerçekleştirilmiş bir uygulamadır. Bu atık demirler, ya yeniden üretim yapmak
veya gerektiğinde para karşılığında kullanabilmek maksadıyla saklanıyor veya
depolanıyordu. Samsat ve Kubad Abad buluntuları arasında ele geçirilen çok
sayıda ara ürün demir külçeler, sadece hurda demirin değil bu külçelerin de
üretim yapmak veya emtia aracı olarak kullanmak maksadıyla
saklandığını/depolandığını ortaya koymaktadır.
Anadolu Selçuklu tarihçisi İbn Bibi’de geçen bir hikâye tam da bu
saklama/depolama eylemine denk düşmektedir. Kardeşiyle taht mücadelesi
sırasında Antalya’ya kaçan II. İzzeddin Keykavus burada parasal sıkıntıya
düşmüş, sarayın etrafında dolaşırken kare şeklinde bir yarığın gözüne çarpması
Yüzyıl Temren Teknolojisi Üzerine Kronolojik, Morfolojik, Terminolojik, Tipolojik ve Metalürjik Bir
Değerlendirme” isimli yayından elde edilmiştir.
38 Güder, a.g.t., s. 124.
Ortaçağ’da Hurda Demir Kullanımı | 31
üzerine “…bana öyle geliyor ki eğer bu yarık açılırsa orada atalarımın evlatlarının zor
durumda kaldıkları zaman kullanmaları için koyduğu bol miktarda mal var.” diyerek
burayı açtırır. Burada dirhemler, dinarlar, tomarlar halinde kâğıtlar, değerli
ahşaplar bulurlar39. Bu hikâye Samsat, El Markab kazılarında karşılaşılan duvar
içinde değerli objeleri saklama faaliyetine çok yakın bir anlatımdır. İbn Bibi’nin
değerli olarak zikrettiği malzemeler arasında, darlığa düşmüş II. İzzeddin
Keykavus’un
para
yerine
kullanabileceği
hurda
malzemelerin
de
bulunabileceğini tahmin etmek çok da zor olmayacaktır.
39
İbn, Bibi, El-Evâmirü’l-‘Alâ’iye fi’l-Umûri’l-‘Alâ’iye, I-II, (Mürsel Öztürk Çev.), Ankara, Kültür
Bakanlığı Yayınları, 1996, C.II, s. 149.
32 | USAD Alptekin YAVAŞ
KAYNAKÇA
Allan, J. W., Islamic Metalwork: The Nuhad Es-Said Collection, London, Sotheby Parke Bernet
Publications, 1982.
Antonaras A., Arts, Crafts and Trades in Ancient and Byzantine Thessaloniki, Archaeological,
Literary
and
Epigraphic
Evidence,
Mainz, Byzanz Wischen Orient und Okzident, Band 2, 2016.
Arık, R., “Kubad Abad 2005 Yılı Çalışmaları”, 28. Kazı Sonuçları Toplantısı 2, (Bildiriler 29
Mayıs- 2 Haziran 2006) Çanakkale 2007, s.295-304.
Bachrach, D. S., "Crossbows For The King: The Crossbow During The Reigns Of John And
Henry III Of England" Technology and Culture, (45/1), 2004, s.102-119.
Barkan, Ö.L., Süleymaniye Cami ve İmareti İnşaatı (1550–1557), 2, Ankara, Türk Tarih
Kurumu, 1979.
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayın
(1994), Dîvân-ı Hümâyûn Sicilleri Dizisi: II. 21/5 Numaralı Mühime Defteri
(973/1565-1566) Özet ve İndeks, Ankara.
Çavuşdere, S. (2009). “Selçuklular Döneminde Akdeniz Ticareti, Türkler ve İtalyanlar”,
Tarih Okulu, (IV), s.53-75
Fleming, R., “Recycling In Britain After The Fall Of Rome’s Metal Economy”, Past and
Present (17), 2012, s.3-45.
Goetze, A., Kızzuvatna And The Problem Of Hıttite Geography, New Haven, 1940.
Güder, Ü., Anadolu’da Ortaçağ Demir Metalürjisi: Kubad Abad, Samsat, Kinet Höyük, Hisn AlTinat ve Yumuktepe Kazı Buluntuları, ÇOMÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Tarihi
Anabilim Dalı, Doktora Tezi, Çanakkale 2015.
Hansen, G., “After the Town Burned! Use and Reuse of Iron and Building Timber in a
Medieval Town”, Nordic Middle Ages-Artefacts, Landscapes and Society, Essays in
Honour of Ongvild Øye on her 70th Birthday (Ed.: I.Baug-J.Larsen-S.S.Mygland),
Bergen:UBAS – University of Bergen Archaeological Series 8, 2015.
Héritier, M.–Dillmann, P.-Benoit, P., “Iron in the Building of Gothic Churches: Its Role,
Origins and Production Using Evidence From Rouen and Troyes”, Historical
Metallurgy (44/1), 2010, s.21-35.
İbn Bîbî., El-Evâmirü’l-‘Alâ’iye fi’l-Umûri’l-‘Alâ’iye, I-II, (Mürsel Öztürk Çev.), Ankara,
Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996.
Kolias, T. G., Byzantinische Waffen: ein Beitrag zur Byzantinischen Waffenkunde von den
Anfängen bis zur Lateinischen Eroberung, (Byzantina Vindobonensia 17), Vienna,
Verlag der Österreichischen Akademie der Wissenschaften, 1988.
Héritier M. - Dillmann P. - Benoit P., “Utilisation Des Alliages Ferreux Dans La
Construction Monumentale Du Moyen Age. État Des Lieux De L'avancée Des
Études Métallographiques Et Archéométriques”, La Revue d'Archéométrie (29), 2005a
s.117- 127.
Héritier M. - Dillmann P. - Benoit P., “Premiers Résultats Métallographiques Sur Les Fers
De Construction De La Cathédrale Notre-Dame De Rouen”, (in Hervieu J-P, Désiré
dit Gosset G and Barré E. Eds) , Les Arts Du Feu En Normandie , Actes Du 3ge Congrès
Ortaçağ’da Hurda Demir Kullanımı | 33
Organisé Par La Fédération Des Sociétés Historiques Et Archéologiques De Normandie
(Eu, 21-24 Octobre 2004), Caen, 2005b, s.287- 314.
Lewis, E.A.,“The Development Of Industry And Commerce In Wales During The Middle
Ages”, Transactions of the Royal Historical Society, (17), 1903, s.121-173.
Özgüç, N., Samsat, Ankara, T.T.K Yayınları, 2009.
Pounds, N. J. G., The Medieval Castle in England and Wales: A Social And Political
History, Cambridge University Pres, 1990.
Sinor, D., “The Inner Asian Warriors”, Journal of the American Oriental Society, (101), 1981,
s.133-144.
Smith, J. M., "The Nomads Armament: Home-Made Weaponry", Religion, Customary Law,
and Nomadic Technology: Papers Presented at The Central and Inner Asian Seminar, (4),
2000, s.51-61.
Swift, E., “Re-use and Recycling İn The Late to Post-Roman Transition Period And Beyond:
Rings Made From Romano-British Bracelets”, Britannia,(43), 2012, s.167-215.
Török, B.- Barkóczy, P.- Kovács, Á.- Major, B.- Vágner, Z., “Arrowheads and Chainmail
Fragments from the Crusader Al-Marqab Citadel (Syria): First Archeometallurgical
Approach”, Materials and Manufacturing Processes, (32/7-8), 2017, s.1-10.
Tunçel, S. – Arı, N. – Yoleri, B. – Şahiner, M., Dünya’da ve Türkiye’de Demir, Ankara: MTA
Gn. Md, Fizibilite Etütleri Dai. Bşk, 2017.
Uysal, A.O., “Kubad Abad Saray Külliyesinin Mimarisi”, Beyşehir Gölü Kıyısında Bir
Selçuklu Sitesi, Konya Büyükşehir Bel.Yay., 2019, s.111-156.
Ünal, A ve Girginer, S., Kilikya-Çukurova. İstanbul, 2007.
Woodward, D., "Swords into Ploughshares: Recycling in Pre-Industrial England”, The
Economic History Review, (38/2), 1985, s.175-191.
Yalçın, Ü., “Early Iron Metallurgy in Anatolia”, Anatolian Studies, (49), 1999, s.177-187.
Yavaş, A., “Samsat Höyük Ortaçağ Temrenleri Konusunda İlk Tespitler”, Masrop Mimarlar
Arkeologlar Sanat Tarihçileri Restoratörler Ortak Platformu E-Dergisi, (10/15), 2017, s.3553.
34 | USAD Alptekin YAVAŞ
FOTOĞRAF VE ŞEKİLLER
Foto
1
Samsat
Höyük
(http://www.gezi-yorum.net/wpcontent/uploads/2012/09/samsat.kale_.+1.jpg: (Erişim Tarihi 30.4.2019)
Foto 2- Samsat-Kule (Özgüç, Foto 62 )
Ortaçağ’da Hurda Demir Kullanımı | 35
Foto 3- Kule içindeki bölmeler (Özgüç, Foto 65)
36 | USAD Alptekin YAVAŞ
Foto 4- Samsat Höyükte Bulunmuş Demir Luppeleri.
Foto 5- El Markab Kalesinde Bulunan metal objeler (Török vd., Fig.3)
Ortaçağ’da Hurda Demir Kullanımı | 37
Foto 6- El Markab Kalesinde bir temrenin SEM görüntüsü (Török vd.,
Fig.6)
38 | USAD Alptekin YAVAŞ
Foto 7- Kubad-Abad Sarayı (Kubad Abad Kazı Arşivi)
Ortaçağ’da Hurda Demir Kullanımı | 39
Foto 7- Kubad-Abad Sarayı (Kubad Abad Kazı Arşivi)
Foto 8- Kubad-Abad Sarayı Köşklü Hamam (Kubad Abad Kazı Arşivi)
Foto 9- Selanik Nauarinou Meydanı, Galerius' Sarayı, İşlikler (Antonoras, Fig.202)
40 | USAD Alptekin YAVAŞ
Foto 10- Selanik Nauarinou meydanı, Galerius' Sarayı, işlikler
(Antonoras, Fig.207-208)
Ortaçağ’da Hurda Demir Kullanımı | 41
Foto 11- Selanik kazılarında bulunmuş temrenler (Antonoras, Fig.28)
Foto 12- St. Briavel Kalesi (https://www.hihostels.com/hostels/yha-st-briavels:
Erişim Tarihi 30.4.2019)
42 | USAD Alptekin YAVAŞ
Foto 13- Fransa StJean-au-Marché kilisesine ait demir malzeme kayıtları
(Héritier, s.22, Fig.1)
Foto 14- Fransa Rouen Katedrali ait demir malzeme kayıtları (Héritier, s.28,
Table.7)
Ortaçağ’da Hurda Demir Kullanımı | 43
Foto 15- Rouen Katedrali
(https://en.wikipedia.org/wiki/Rouen_Cathedral#/media/File:Rouen_Cathedral_a
s_seen_from_Gros_Horloge_140215_4.jpg: Erişim Tarihi: 30.4.2019)
44 | USAD Alptekin YAVAŞ
Foto 16- Kinet Höyükte bulunmuş KH-06 numaralı temren ve dağlanma
öncesi-sonrası içyapı görüntüsü (Güder, s.134.)
Ortaçağ’da Hurda Demir Kullanımı | 45
Foto 17- Samsat Höyükte bulunmuş SA127 nolu temren ve iki farklı demir
katmanının varlığına işaret eden kıvrılma ve birleşme hatlarını gösteren
görüntüsü
46 | USAD Alptekin YAVAŞ
Foto 18- Ortaçağ kasabası Bergen (Norveç)’de bulunan mezar ve burada
yeniden kullanılmış demirlerden imal edildiği anlaşılan objeler (Hansen, Fig.6, 8)
Ortaçağ’da Hurda Demir Kullanımı | 47
Şekil 1- Samsat Höyük’teki kule yapısının planı (Özgüç, Plan 5’den
işlenerek)
48 | USAD Alptekin YAVAŞ
Şekil 2- Suriye El Marqab Kalesi demir objelerin bulunduğu yer (Török,
Fig.1-2)
Ortaçağ’da Hurda Demir Kullanımı | 49
Şekil 3- Kubad Abad Sarayı Köşklü Hamamın planı ve metal
buluntuların bulunduğu yer (Arık, s.300, Çizim 1’den işlenerek)
50 | USAD Alptekin YAVAŞ
USAD, Bahar 2019; (10): 51-78
E-ISSN: 2548-0154
TARİHİ KAYNAKLAR VE KAZILAR IŞIĞINDA BİR SELÇUKLU
SARAYI: KEYKUBADİYE
A SELJUK PALACE IN THE LIGHT OF HISTORICAL RESOURCES
AND EXCAVATIONS: KEYKUBADIYE
Ali BAŞ
Öz
Anadolu Selçuklu döneminin en önemli saraylarından birisi olan Keykubadiye Sarayı,
Kayseri’de Keykubad (Şeker) Gölünün doğusunda, Kayseri Şeker Fabrikası arazisi içerisindedir.
İnşa tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte dönemin kaynaklarından anlaşıldığı kadarıyla 1220’li
yılların ortalarında I. Alaeddin Keykubad tarafından yaptırılmıştır. Kubadiye olarak da anılan
saray, İbn Bibi’nin metinlerinde “…Tanrı cenneti dünyada göstermek için yaratmıştı” şeklinde
geçen cümlenin devamında övgü dolu sözlerle ele alınmıştır. Bahsi geçen övgü dolu sözlere rağmen
ne yazık ki sarayın ömrü çok uzun olmamıştır. Keykubad sonrasında, oğlu II. Gıyaseddin
Keyhüsrev zamanında da bir süre kullanılan saray, 1243 Kösedağ Savaşından sonra Moğolların
Kayseri’yi istilası sırasında yakılıp, yıkılmıştır. Aksaraylı Kerimüddin Mahmud 1265 yılında
Keykubadiye’nin artık kullanılmayacak durumda olduğunu belirtmiştir. Bu süreçten sonra tarihi
kaynaklarda bir daha sarayın adına rastlanılmamaktadır.
Saraydan günümüze, büyük ölçüde tahribata uğramış olan iki yapı kalıntısı ulaşabilmiştir.
Bunlardan birisi Dört Kemerli Yapı (Küçük Köşk), diğeri de Tonozlu Yapı’dır (Büyük Köşk).
Keykubadiye Sarayı Zeki Oral tarafından 1953 yılında keşfedilerek ilim alemine tanıtılmıştır.
1964 yılında Prof. Dr. Oktay Aslanapa kısa süreli kazı çalışmasında, günümüzde mevcut olan
Bu çalışma, 4-6 Nisan 2019 tarihleri arasında Konya’da düzenlenen Uluslararası Selçuklu Tarihçiliğinin
Temel Meseleleri Sempozyumu’nda sözlü olarak sunulmuş, ancak tam metni yayımlanmamıştır.
Prof. Dr., Selçuk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü, Konya/Türkiye, abas@selcuk.edu.tr,
https://orcid.org/0000-0002-4314-0498.
Gönderim Tarihi: 02.05.2019
Kabul Tarihi: 27.05.2019
52 | USAD Ali BAŞ
kalıntıların etrafını açmaya çalışmış, ayrıca kuzey yönde gölün kenarında, üç tonozlu yapı diye
isimlendirdiği ve günümüzde mevcut olmayan yapıda da çalışmalar yürütmüştür. Burada ortaya
çıkan veriler çerçevesinde yapıyı küçük bir köşk şeklinde adlandırmış, onun önünde bulunan yedi
dilimli bir taşın balkon veya iskele ile ilişkili olabileceğini belirtmiştir. 1980 yılında ise
Prof.Dr.Oluş Arık ve Prof.Dr.Rüçhan Arık tarafından yine kısa süreli çalışma yapılmış, o çalışma
da bazı sebeplerle devam ettirilememiştir.
2014 yılında Prof. Dr. Ali Baş’ın bilimsel danışmanlığında Dört Kemerli Yapı ve Tonozlu
Yapı olarak isimlendirilen kalıntılarda 07.04.2014 -17.04.2014 tarihleri arasında sondaj ve temizlik
çalışması gerçekleştirilmiştir. Bu çalışma sırasında, önemli kültür varlıkları ortaya çıkarılmıştır.
Bundan hareketle, 2014 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığına müracaatta bulunulmuş, 2015
yılında Bakanlar Kurulu onayı ile Prof. Dr. Ali Baş başkanlığında kazı çalışmalarına başlanmış
olup, 2018 yılında kazının dördüncü sezonu gerçekleştirilmiştir.
Bu çalışmada Keykubadiye Sarayı, Selçuklu dönemi kaynaklarından başlanarak, sonrasında
sarayın bulunuşu ve özellikle yapılan kazı çalışmaları ışığında değerlendirilecektir.
•
Anahtar Kelimeler
Keykubadiye, Saray, Anadolu Selçuklu, Kayseri, Alaeddin Keykubad
•
Abstract
Keykubadiye Palace, one of the most important palaces of the Anatolian Seljuk period, is
located in the east side of Keykubad (Şeker) Lake in Kayseri, in the territory of Kayseri Sugar
Factory. Although the exact date of its construction is not known, it is understood from the sources
of that period that it was built in the mid-1220s by Alaeddin Keykubad the first. The palace which is
also stated as ''Keykubadiye'' was dealt with the continuation of the sentence, taking place in the
text of İbn Bibi, ''... God created heaven to show it in the world'' full of praises. Unfortunately,
despite these praises, the life of the palace wasn't too long. After Keykubad, in the period of his son
Gıyaseddin Keyhüsrev the second, the palace was used for a while, after the battle of Kösedağ in
1243, during the invasion of Kayseri by the Mongols, it was burned and broken down. Kerimüddin
Mahmud from Aksaray stated that Keykubadiye was no longer in use in 1265. After this process,
the name of the palace is no longer encountered in historical sources.
From the palace, the ruins of two greatly damaged buildings have reached to the present. One
of them is the Four Arched Building (the Little Pavilion) and the other is the Vaulted Structure (the
Big Pavilion).
Keykubadiye Palace was discovered by Zeki Oral in 1953 and introduced to the realm of
science. Prof. Dr. Oktay Aslanapa, in his short-term excavation in 1964, tried to uncover the
surrounding area of the ruins existing today and he also carried out studies in the construction
which he named as three vaulted structure and isn't available today at the edge of the lake in the
Tarihi Kaynaklar ve Kazılar Işığında Bir Selçuklu Sarayı: Keykubadiye | 53
north. In the framework of the data emerged here, he named the structure as the Little Pavilion and
he stated that the seven sliced stone in front of it could be associated with a balcony or pier. In 1980,
also a short- term excavation was realized by Prof. Dr. Oluş Arık and Prof. Dr. Rüçhan Arık, this
study also could not be continued for some reasons.
In 2014, drilling and cleaning works were carried out between 07.04.2014 and 17.04.2014 in
the ruins called Four Arched Building and Vaulted Structure under the scientific consultancy of
Prof. Dr. Ali Baş. During this study, important cultural assets were unearthed. Therefore, an
application was made to the Ministry of Culture and Tourism in 2014, with the approval of the
Council of Ministers, excavations were started under the presidency of Prof. Dr. Ali Baş in 2015
and the fourth season of the excavation was realized in 2018.
In this article, the Keykubadiye Palace is evaluated especially in the light of the excavations
with the help of the references of Seljuk period and the discovery of the palace.
•
Keywords
Keykubadiye, The Palace, Anatolian Seljuk, Kayseri, Alaeddin Keykubad
54 | USAD Ali BAŞ
Kayseri Anadolu Selçuklu döneminde Konya ile birlikte yönetim merkezi
olarak görev üstlenmiştir. Yine sultanların, özellikle de Alaeddin Keykubad’ın
yaz aylarında zamanını geçirdiği, aynı zamanda yine Konya gibi önemli ticaret
yollarının kesiştiği bir merkez olması sebebiyle de dönemin önemli yapılarının
inşa edildiği bir şehir olarak daima en önde yer almıştır. Bu yapılar arasında
Anadolu Selçuklu döneminin en önemli saraylarından birisi olan Keykubadiye
Sarayı da bulunur.
Saray şehir merkezinden yaklaşık 10 km uzakta, Keykubad Dağı eteklerinde,
Keykubad (Şeker) Gölünün doğusunda, Kayseri Şeker Fabrikası arazisi
içerisindedir (Fotoğraf 1). Kaynaklarda sarayın ismi çoğunlukla Keykubadiye
veya Kubadiye olarak geçmektedir. Nadir olarak da Kubadı Abad,
Keyhüsreviye1, Keykubad veya Keyhüsrev2 şeklinde yazanlar da olmuştur.
Sarayın yapım tarihi kesin olarak bilinemezse de 1220’li yılların ortalarında
(1224-1226) I.Alaeddin Keykubad tarafından yaptırıldığı kabul gören düşünce
olmuştur. Keykubad’ın 1237 yılında zehirlenerek öldürülmesi sonrasında, saray
yerine geçen oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında da bir süre daha
kullanılmış ve 1243 Kösedağ Savaşından sonra Moğolların Kayseri’yi istilası
sırasında yakılıp, yıkılmıştır. Özellikle 13.yy. kaynaklarında Keykubadiye
Sarayına dair bazı bilgiler yer almakla birlikte, daha sonraki süreçte sarayın yeri
dahi unutulmuş, bu durum 1950’li yılların başlarına kadar devam etmiştir. 1953
yılında rahmetli Zeki Oral’ın Kayseri’de oluşturduğu bir ekiple sarayın yerinin
tespiti amacıyla yaptığı çalışmalar olumlu sonlanmış ve aynı yıl makalesini
yayınlayarak, sarayı ilim alemine tanıtmıştır.
Selçuklu dönemi kaynaklarında saraya dair bazı bilgiler ile karşılaşılırsa da,
bu bilgiler sarayın mimari özelliklerine dair veri sunmamaktadır. Daha çok
sarayın yeri ve güzelliği ile ilgili bilgilerin öne çıktığı tanımlamalar arasında
sultana ilişkin övücü sözler ile de karşılaşılır.
Anadolu Selçuklu dönemine ait en önemli kaynak olan ve dönemin siyasi,
sosyal ve kültürel konuları hakkında bilgi edindiğimiz İbn Bibi’nin “El Evamirü’lAla’iye Fil Umuri’l-Ala’iye” adlı eserinde Keykubadiye Sarayına dair de övgü
dolu sözler yer almaktadır. İbn Bibi şöyle der: "Ordu sefere çıktıktan sonra, Sultan
kullarından bir grupla atının dizginini bir yere gitmek için gevşetti. Gideceği yer öyle bir
yerdi ki, orayı sanki Tanrı cenneti dünyada göstermek için yaratmıştı. Havasının ılık
olması yanında saba rüzgârı her zaman eliyle oraya misk dökerdi. Nehrin kıyısındaki
1 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1993, s.547.
2 Faruk Sümer, Yabanlu Pazarı, İstanbul 1985, s.82
Tarihi Kaynaklar ve Kazılar Işığında Bir Selçuklu Sarayı: Keykubadiye | 55
yeşillikler, güzel sevgilinin yüzünde çıkmış olan yeni bir beni andırıyordu. Orada
yasemin kâfur kutusunu açmış, menekşe gülsuyunu kendinde toplamıştı. Saba, çemenin
zülfüne amber dökmüş, gülü Hoten miskiyle doldurmuştu. Böyle güzel bir yerde hâkim
olan koku laleden çıkan kokuydu. Padişah orada öyle bir yere indi ki, güzellikte baharın da
baharına benziyordu. Orada öyle bir saray vardı ki, alanında güneş ve ay yüz taraftan
görünüyordu. Keyvan’ın hayran kaldığı o yerde hayat suyu akıtan bir çeşme vardı. O
çeşmeyle dünyanın gözü aydınlanmıştı. Çevresi baştan başa gül bahçesi idi. Onun
önünde güzel bir yeşil deniz vardı. Üzerinde göğün yüzü her zaman bulutluydu. Orada
balıklar ay gibi gezinirlerdi. Devlet şahın sarayına sığınmıştı. Balıkların kulaklarındaki
bütün halkalar altından, sırtlarındaki zırhlar gümüştendi. Oradaki güller öyle bir ışık
saçıyordu ki, sanki dünyanın gözü onlarla aydınlanıyordu. Oradaki ağaçların meyvesi
ikbal meyvesi idi. Oradaki bülbüller zafer nağmeleri söylerdi. Oranın bütün meyveleri
dünyanın iksiri, ağaçların gölgesi, sevgilinin dinlendiği yer idi. Dünya oraya cihan
padişahı Keykubad adına ikbal mührünü vurmuştu. Alemin Sultanı Keykubad bir süre
cennet bahçesini andıran, irfan ve tasavvuf ehlinin canı ve ruhu gibi pak olan, ılık havası,
Hita miskini kıskançlığa düşüren, saba rüzgârını utandıran o nezih yerde aklın ruhta,
güneşin gökte, meleğin semada oturduğu gibi oturup, daha sonra yapacağı fetihleri
düşünürken, bir yandan da geçmiş padişahları anlatan, nasihatleriyle padişahlara
imamlık yapan, Tanrının dinini güçlendiren, yönetim işlerinde yol gösteren, saadet ve
mutluluk konusunda rehberlik eden manzum bir kitap okuyordu. …. Bir süre o cenneti
andıran ovada sevinçli ve mutlu olarak dolaşırken, her ülkeden adamlar gelir,
konuşulanları ve duyduklarını ona anlatırlardı. Oradan mutlu bir şekilde eyvana döner,
insanlar yüzlerini oraya çevirirlerdi. Sultan daha sonra eliyle bârgâhın kapısını açar,
büyük küçük herkes oraya yol bulurdu. … Herkes o sofradan nasibini alır, hiçbir zaman
kimse ondan mahrum kalmazdı. Sonra cihan fatihi oradan kalkar, saadetle başka bir
eyvana giderdi3.
Keykubadiye Sarayı hakkında bilgi veren diğer bir dönem kaynağı ise, 1245
yılında Papa tarafından Moğol Hakanına Papalık mektubunu ulaştırmak için
görevlendirilen ve bir kesiş olan Simon de Saint Quentin’dir. Anadolu’da uzun
süre kalan ve döneme ilişkin bilgiler veren Quentin, Gıyaseddin Keyhüsrev’in
tahta çıkışını anlattığı bölümde “O zamanlar sultanın Keykubadiye’de
(Conquebac) bulunan bir evi Kayseri’ye (Gazariye) I leuca uzaklıktaydı” 4
sözleriyle Keykubadiye Sarayının konumuna değinmiştir.
3 İbn Bibi, El Evamirü’l-Ala’iye Fi’l-Umuri’l-Ala’iye (Selçuknâme), Çev. M.Öztürk, C.I, Ankara 1996,
s.321-324.
4 Simon de Saint Quentin, Bir Keşişin Anılarında Tatarlar ve Anadolu 1245-1248, Antalya 2006.
56 | USAD Ali BAŞ
Anadolu Selçuklu döneminin bir başka önemli kaynağı olan Aksaraylı
Kerimüddin Mahmud, “Feleği gör ki; çehreleri sultanları imrendiren o mutlu zümreyi,
o temiz imanlı ve dürüst gidişli insanları cefasıyla ne hale getirdi. Onların faziletlerinden
şimdi memlekette bir hatıra kalmamış gibidir. Kayseri’nin saraylarına bak ki ne kapıları
ne de duvarları yerindedir” ifadesi ile 1265 yılında Keykubadiye Sarayının artık
kullanılmayacak durumda olduğunu belirtmiştir5.
Baybars’ın Anadolu seferine katılmış olan Kadı Muhyiddin İbn Abdü’zZahir, Risalesinde, Kayseri kenti ile ilgili olarak verdiği detaylı bilgilerin yanı sıra
Keykubadiye Sarayına da değinmiştir: “Kayserililer uluları, alimleri, zahidleri,
tacirleri, halkı ve kadınları ile Sultanı karşıladılar. Sultan halkın bu hareketinden pek
memnun kaldı ve onlara bundan dolayı teşekkür etti. Kadılarına ve alimlerine yanımızda
yer verdi. (…) Sultan Gıyaseddin’in dehlizi (giriş yeri olan saltanat otağı) çadırları,
sultanlık alametleri, bir saraya ve bahçeye yakın Keyhüsrev denilen özde bulunuyordu.
Halk, melik, cariye, amir ve memur olmak üzere tabakalarına göre tehlil ve tekbir sesleri
ile Sultanın şerefli rikabında yürüdüler”6. Yine benzer şekilde “Gerçekten Kayseri’de
halk Bey Bars’ı sevinçle ve görülmemiş bir şekilde istikbal etti. Kendisi sultanların
oturdukları Keykubadiye’de misafir edildi ve Selçuklu tahtına oturtuldu; adına hutbe
okundu, para kestirildi; askerleri halka şefkatle muamele ettiler; atları için gereken samanı
bile altın para ile satın aldılar” 7 diyerek nasıl bir kullanıma sahip olduğu
bilinmemekle birlikte Keykubadiye’nin 1277 yılında hala önemli bir yer olduğu
belirtilmektedir. Abû’l-Farac Tarihinde de “Mısır hükümdarı Bundukdar da
çadırlarını Kayseri’nin civarında Kaykubad adını taşıyan yerde kurdu ve burada
15 gün kaldı”8 denilmektedir. Bu bilgilerde geçen “çadırlarını kurmak”
ifadesinden saraya ait binaların o tarihteki durumu ile ilgili bir fikir öne sürmek
zordur.
Osmanlı döneminde doğrudan sarayla ilgili bir veriye rastlanmasa da bazı
Şer’iyye Sicil kayıtlarında Keykubad veya Keykubadiye Karyesi şeklinde
bilgilerin yer alması, bu köyün sarayın bulunduğu bölgede olduğunu
düşündürmektedir. Günümüzde de hemen yakında Keykubat (Köyü) Mahallesi
bulunmaktadır. 1742 tarihli Şer’iyye Sicil kaydında Kaykubadiye Karyesi ile ilgili
308 numaralı belgede burada yer alan bir arazi ile ilgili “buranın halen harap
olduğundan, arazide eser-i bina kalmadığından ve mülkiyetinin devlete ait
olduğundan" söz edilmiştir. Bahsi geçen arazinin Keykubadiye Sarayı arazisi
5 Kerîmüddin Mahmud-i Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, Çev. Mürsel Öztürk, Ankara 2000, s.70.
6 Faruk Sümer, age., s.82
7 Faruk Sümer, age., s.59
8 Gregory Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, Çev. Ömer Rıza Doğrul, C.II, Ankara 1950, 599.
Tarihi Kaynaklar ve Kazılar Işığında Bir Selçuklu Sarayı: Keykubadiye | 57
olması muhtemeldir9. Bunların dışında Osmanlı kaynaklarında Keykubadiye
Sarayı ile ilgili bazı bilgiler verilmekle birlikte, söz konusu bu bilgiler daha çok
sarayın yeri ile ilgili olup, bu bilgilerde sarayın yeri de farklı şehirlerde
gösterilmiş, bazen de Kubad Abad Sarayı ile karıştırılmıştır.
Yukarıda da belirtildiği üzere sarayın yeri konusunda özellikle Osmanlı
kaynaklarında farklı yerler önerilmiş, bu belirsizlik 1953 yılına kadar devam
etmiştir. 1953 yılında yaptığı yüzey araştırmaları ve sondajlarla Keykubadiye
Sarayının yerini belirleyen ve bu süreci anlatan makalesiyle sarayı ilk kez bilim
dünyasına tanıtan Zeki Oral olmuştur 10. Oral, Keykubadiye Sarayının yerini
tespit amaçlı olarak oluşturduğu ekiple birlikte Kayseri’de belli yerleri
dolaştıktan sonra Kiybad (Keykubad) dağına çıkarak etrafı incelediğini ve dağın
batı yönünde “… 30 kadar gözden çıkan ve kocaman bir çay olup akan büyük bir menba
vardır. Menbaın başında ve suya muvazi olarak 510 m uzunluğunda 200 m genişliğinde
bir ören sahası dikkati çeker. Hükümdara, vezirlere mahsus saraylar, mescitler, hamam ve
hasahurlar buradadır. Hakiki vaziyet burada yapılacak kazılar neticesinde meydana
çıkacaktır. Menbaın etrafı hakikaten çayırlık, çimenlik cennet gibi bir yerdir” diyerek
bahsettiği alanın Keykubadiye Sarayı olduğunu belirtir11. Makalede yine Dört
Kemerli Yapıyı tanımlayarak (Fotoğraf 2), yüzey araştırmasında çok sayıda çini
parçaları ile içi dışı mavi sırlı çanak çömlek, kandil kırıkları bulunduğunu
belirtir12.
Sözü edilen bu süreç sonrasında saray üzerinde ilgi uyanmış ve bazı yayınlar
yapılmış13, sonrasında 1964 yılında Oktay Aslanapa başkanlığında bilimsel
anlamda ilk kazı çalışması gerçekleşmiştir. Çalışmalar günümüzde de mevcut
olan iki yapı kalıntısı ile birlikte dört alanda yürütülmüştür. Dört Kemerli Yapı
çevresinde yapılan çalışmalarda yaklaşık bir metre derinliğe kadar inilmiş, su
çıkması sebebiyle bu alanda kazıya devam edilememiştir 14(Fotoğraf 3).
“Dört Kemerli Yapının yaklaşık 50 m kuzeyinde, yarımada şeklinde göle
uzanan bataklık ve sazlarla çevrili bir tepe üzerinde” şeklinde bahsedilen alanda
9 Yurdagül Özdemir, “Tarihi Veriler ve Arkeolojik Bulgularla Keykubadiye Sarayı”, TÜBA-AR,
Ankara 2012, s.176-177.
10 M.Zeki Oral, “Kayseri’de Kubadiye Sarayları”, Belleten 17 (1953), s. 501-517.
11 M.Zeki Oral, agm., s.513.
12 M.Zeki Oral, agm., s.514.
13 Kurd Erdmann, “Keykubadiye’deki Dört Kemerli Bina Hakkında”, Yıllık Araştırmalar Dergisi,
Ankara 1957, s. 93-106; Kurd Erdmann, “Seraybauten des Dreizehnten und vierzehnten
Jahrhunderts in Anatolien”, Ars Orientalis, Vol. 3, 1959, s. 77-94.
14 Oktay Aslanapa, “Kayseri’de Keykubadiye Köşkleri Kazısı, 1964”, Türk Arkeoloji Dergisi, Sayı XIII-1,
s.19.
58 | USAD Ali BAŞ
yürütülen çalışmada kesme taşlar ve moloz yıkıntıları ile duvarlar üzerinde
birbirine paralel üç tonozlu küçük bir köşk yapısı açığa çıkarılmıştır. Küçük Köşk
olarak adlandırılan bu yapının önünde göle bakan bir sahil terası ortaya çıkmıştır.
Burada 2.40 m uzunluğunda 1.60 m genişliğinde dikdörtgen kısımla birleşik yedi
dilimli yekpare bir blok bulunmuştur. Aslanapa, buranın bir balkon ya da
kayıkların rahatça yanaşabileceği bir iskele olabileceğini belirtmiştir 15.
Diğer bir çalışma, günümüzde de kısmen mevcut olan Tonozlu Yapı ve
çevresinde gerçekleştirilmiştir. Yapının batı yönünde gerçekleştirilen çalışmalar
sırasında bazı duvarlar açığa çıkmış, alanın kuzey tarafında çok kalın duvarlarla
çevrili küçük kare bir mekan ortaya çıkarılmıştır. Bu mekanın içinde 20x20 cm
boyutlu tuğlalardan yapılan bir ocak tespit edilmiş ve bu bölüm mutfak olarak
adlandırılmıştır. Doğu yönde yapılan çalışmalarda ise duvarları yıkılmış olan
dikdörtgen şeklinde büyük bir mekan bulunmuştur 16 (Fotoğraf 4). Kazı sırasında
en yoğun buluntu Tonozlu Yapı ve çevresinde ele geçirilmiş, bunlar arasında
özellikle çiniler önemli bir yer tutmuş, bunların bir kısmının fotoğrafları ile
çizimleri makalede yer almıştır17 (Çizim 1).
Keykubadiye Sarayı’nda, 1980 yılında Prof. Dr. Oluş Arık başkanlığında kazı
çalışmaları yeniden başlamıştır. Fakat hem fabrika arazisinde daha kapsamlı bir
kazı için anlaşma sağlanamaması hem de 12 Eylül ihtilalinin olması sebebiyle
çalışmaya son verilmiştir. Bu dönemde günümüzde de mevcut olan iki yapı
dışında Aslanapa’nın söz ettiği, göl kıyısındaki Üç Tonozlu Köşk kalıntısı, rıhtım
ve diğer yapı kalıntıları görülememiştir. Bu kısa süreli çalışma esnasında
Aslanapa’nın bulduğu çini örneklerinin benzeri çini parçaları ele geçmiştir 18.
Bundan sonraki süreçte, 2014 yılına kadar saray kaderine terkedilmiş, aynı
zamanda Şeker fabrikasının inşasından itibaren fabrikaya ait atıklar saray
kompleksinin doğu yönüne dökülmüş ve bu alan günümüzde adeta suni bir
tepeye dönüşmüştür. Osman Eravşar 1992 yılında Şeker Gölünün suyunun
boşaltılması üzerine göl alanından bol miktarda çininin çıktığını, çinilerin
geometrik, bitkisel ve rumi süslemeli olduğunu, aralarında figürlü örneklerin de
15 Oktay Aslanapa, agm., s.19.
16 Oktay Aslanapa, agm., s.19-20.
17 Oktay Aslanapa başkanlığında yürütülen kazıda çıkan malzemelerin nerede olduğu konusunda
herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Günümüzde Kayseri Müzesinde bulunan bazı çini
parçalarının Keykubadiye Sarayına ait olduğu belirtilmekle birlikte, bu malzemelerin müzeye
nasıl geldiği belli değildir Bkz. Yurdagül Özdemir, Kayseri Keykubadiye Sarayı Arkeolojisi,
S.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya 2014.
18 Rüçhan Arık-Oluş Arık, Anadolu Toprağının Hazinesi Çini Selçuklu ve Beylikler Çağı Çinileri, İstanbul
2007, s.250; Rüçhan Arık, Selçuklu Saray ve Köşkleri, Ankara 2017, s. 127.
Tarihi Kaynaklar ve Kazılar Işığında Bir Selçuklu Sarayı: Keykubadiye | 59
bulunduğunu belirtmektedir19. Yine bu süre içerisinde saraya ilişkin bir yüksek
lisans tezi hazırlanmış ve bu tez ile ilişkili bir de makale yayınlanmıştır 20. Ayrıca
saray ve çini konulu bazı çalışmalarda da saraydan kısaca söz edilmiştir.
Saray yerleşkesinde, büyük ölçüde tahribata uğramış şekilde günümüze
kadar ulaşabilen, Dört Kemerli Yapı (Küçük Köşk) ve Tonozlu Yapı (Büyük Köşk)
şeklinde isimlendirilen iki yapının korunmasına yönelik olarak Kayseri Şeker
Şirketi yönetimi tarafından bir girişimde bulunulmuş, bu doğrultuda her iki
yapının projelerinin hazırlanması konusunda bir firma ile anlaşma sağlanmıştır.
Projelerin sağlıklı şekilde yapılabilmesi için yapıların etrafında sondaj çalışması
istenmiştir. Kayseri Şeker Şirketi yönetiminin parasal desteği ile Kayseri Müzesi
denetiminde ve Prof. Dr. Ali Baş’ın bilimsel danışmanlığında, Arş. Gör. Şükrü
Dursun’un ise arazi sorumluluğunda 07.04.2014-17.04.2014 tarihleri arasında her
iki yapının çevresinde sondaj çalışması gerçekleştirilmiştir (Fotoğraf 5). Öncelikle
Dört Kemerli Yapının dört yönünde 1,00 m genişliğindeki alan kazılarak yapı
tamamıyla açığa çıkarılmış, doğu yönde, yapıya bitişik olarak kuzey-güney
doğrultuda uzanan kireç harçlı bir duvar tespit edilmiştir. Yapının kuzey ve batı
cephelerinde, günümüzdeki mevcut üst seviyeden zemine kadar, benzer özellikte
geometrik motiflerle süslenen bir silme görülür. Özellikle batı yöndeki ayaklarda
olmak üzere statik açıdan sorunların olması sebebiyle, restorasyon
gerçekleşinceye kadar yapı metal taşıyıcılı ahşap malzemelerle askıya alınarak,
geçici koruma altına alınmıştır (Fotoğraf 6). Yapılan çalışmalar sırasında çini ve
seramik malzemeler ele geçmiştir.
Sondaj çalışması benzer şekilde Tonozlu Yapının içinde ve çevresinde de
gerçekleştirilmiştir. Yapının içerisindeki dolgu temizlenmiş ve moloz taş
malzemeli döşemeye rastlanılmıştır. Doğu ve güneydoğu yönde yapılan
çalışmalarda ise daha düzgün döşenmiş zemin ile karşılaşılmış ve güneydoğu
köşede, güneye açılan bir kapı tespit edilmiştir (Fotoğraf 7). Batı yönde küçük bir
alanda gerçekleşen sondaj sırasında bol miktarda çini ve seramik malzemeler
ortaya çıkmış, ayrıca küçük bir parça alçı malzeme de ele geçmiştir.
Sondaj sırasında hem Dört Kemerli Yapı hem de Tonozlu Yapıda ele geçen
çini malzemeler arasında, bitkisel ve geometrik motifli örneklerin yanı sıra, farklı
teknik ve özellikte figürlü örneklerin de bulunması, sarayın yoğun süsleme
19 Osman Eravşar, “Kayseri’de Selçuklu Köşk ve Sarayları”, Sanatsal Mozaik, S.20, İstanbul 2000, s.93.
20 Yurdagül Özdemir, agt.; Yurdagül Özdemir, agm.
60 | USAD Ali BAŞ
programına sahip olduğunu gösteren malzemeler olarak dikkat çekmektedir 21
(Fotoğraf 8-9).
2014 yılında ortaya çıkan bu önemli kültür varlıkları, alanda bilimsel amaçlı
kazı yapmayı gündeme getirmiş, Kayseri Şeker Şirketinden alınan muvafakatle
bakanlığımıza kazı başvurusu yapılmıştır. Olumlu sonuçlanan başvurumuz
sonucunda 2015 yılından itibaren Bakanlar Kurulu Kararı ile Kültür ve Turizm
Bakanlığı ile Selçuk Üniversitesi adına başkanlığımdaki bir ekiple sarayda kazı
çalışması yürütmekteyiz. Dört sezon süresince yaptığımız çalışmalarda saraya
ilişkin önemli verilere ulaştık22. Öncelikle şunu belirtmekte fayda görüyorum:
Kerimüddin Mahmud’un “Kayseri’nin saraylarına bak ki, ne kapıları ne de duvarları
yerindedir” ifadesi ile 1265 yılında Keykubadiye’nin artık kullanılmayacak
durumda olduğunu belirtmesinden yola çıkılarak, yayınlarda bu tarihlerde
sarayda yaşamın sonlandığı yönünde bilgiler yer almıştır. Aslında sarayın yeri
konusunda Osmanlı döneminde farklı şehirlerin zikredilmesi, sarayın tamamen
unutulduğunu göstermesi açısından da önemlidir.
Dört Kemerli Yapı çevresinde yürüttüğümüz kazılar sırasında, her sezonda
yeni veriler ortaya çıkmıştır. Özellikle bunlar arasında teknik anlamda farklılık
gösteren duvarların yanı sıra, farklı seviyelerde ve farklı malzemelerle yapılmış
zemin döşemelerine rastlanılması -ki aynı alanda (plan karesinde) üç farklı
döneme ait zemin uygulamasına gidilmiştir-ve yine farklı seviyelerde çok sayıda
tandırın bulunması23, şimdilik kaydıyla kesin tarih vermek zor olsa da, yukarıda
belirttiğimiz bilgilerin aksine, Keykubadiye’de yaşamın Selçuklu sonrasında da
devam ettiğini göstermektedir. Tabi bu yaşamın bir saray yaşantısı olup
olmadığını kesin olarak belirlemek zordur.
21 Ali Baş – Şükrü Dursun – Yurdagül Özdemir, “Keykubadiye Sarayı Sondaj Çalışması Çini
Buluntuları”, Uluslararası XVIII. Ortaçağ ve Türk Dönemi Kazıları ve Sanat Tarihi Araştırmaları
Sempozyumu (22-25 Ekim 2014), Aydın, 105-123; Ali Baş – Şükrü Dursun, “Keykubadiye Sarayı
2014 Yılı Sondaj Çalışması”, XX. Uluslararası Ortaçağ ve Türk Dönemi Kazıları ve Sanat Tarihi
Araştırmaları Sempozyumu (02-05 Kasım 2016), Sakarya, s.87-105.
22 Sarayda yürüttüğümüz kazı çalışmalarına ilişkin olarak sunduğumuz bildirilerin bazıları yayın
aşamasındadır. Bunlar: Ali Baş – Şükrü Dursun, “Keykubadiye Sarayı Kazısı 2015 Yılı Seramik
Buluntuları”, 21. Uluslararası Ortaçağ ve Türk Dönemi Kazıları ve Sanat Tarihi Araştırmaları
Sempozyumu (25-27 Ekim 2017), Antalya, (Yayın Aşamasında); Ali Baş – Remzi Duran – Şükrü
Dursun – Ayben Kayın, “2017 Yılı Keykubadiye Sarayı Kazısı”, 40. Kazı Sonuçları Toplantısı, (0711 Mayıs 2018), Çanakkale, (Yayın Aşamasında); Ali Baş – Remzi Duran – Şükrü Dursun, “2016
Yılı Keykubadiye Sarayı Kazısı”, 22. Uluslararası Orta Çağ ve Türk Dönemi Kazıları ve Sanat
Tarihi Araştırmaları Sempozyumu, (24-26 Ekim 2018-İstanbul), İstanbul, (Yayın Aşamasında).
23 Ezgi Temekoğlu – Yunus Aslan – Mevlüt Anıl Fidan, “Kayseri Keykubadiye Sarayı Kazısı Künk,
Tuğla ve Tandırları”, Kalemişi, C.6, S. 12, s.169-184.
Tarihi Kaynaklar ve Kazılar Işığında Bir Selçuklu Sarayı: Keykubadiye | 61
Sondaj çalışması sırasında Dört Kemerli Yapının doğusuna bitişik olan ve
kuzey-güney doğrultuda uzanan bir duvar tespit etmiştik. Söz konusu duvarın
dört sezondur sürdürdüğümüz kazı sırasında kuzeye, su kaynağına doğru
devam ettiği ve adeta sarayın bu bölümünün batısını sınırlayan bir duvar
niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır. Selçuklu dönemine ait olduğunu
düşündüğümüz bu duvar ile bağlantılı olarak aynı özellikteki duvarların doğuya
doğru yönelmesi ve sonrasında kuzey-güney doğrultuda devam ettirilerek kare
şeklinde mekana dönüşmesi, saraya ilişkin bölümlerin bu alanda dikkat çekici bir
şekilde yoğunlaşmış olduğunu göstermektedir (Fotoğraf 10).
2015 yılından itibaren sürdürdüğümüz çalışmalarda, küçük buluntular
açısından bir plan karesi hayli dikkat çekicidir. 2017 yılı çalışmalarında E3 plan
karesinde üstteki moloz dolguyu kaldırdıktan sonra düzgün tuğla döşeme ile
karşılaştık ve özgünlüğünden dolayı bu bölümü koruma altına aldık. Fakat
çevresinde yürüttüğümüz çalışmalarda aşağıya doğru inildikçe çini, seramik gibi
parçalara rastlanılmasına bağlı olarak tuğla döşemeli alandaki bir bölümü
kaldırdık. Bu bölümde de yine önemli verilerle karşılaşılması üzerine tuğla
döşemenin tamamını kaldırmak zorunda kaldık. Aslında burada kazımızın
bugüne kadar geçen süreçte, bizi oldukça heyecanlandıran en şaşırtıcı
görüntüsüyle karşılaştık. Tuğla döşemenin altına kum benzeri toprak serilmiş ve
sağlam olarak ele geçirdiğimiz figürlü yıldız çinilerden bazıları ters bazıları düz
olarak buraya konulmuş idi (Fotoğraf 11). Tabii bu uygulamanın ne zaman
yapıldığını bilemiyoruz ama adeta çiniler gelecek kuşaklar tarafından, en azından
bu şekilde bulunsun diye koruma altına alınmıştı sanki. Bu düşünceyle, böyle bir
uygulamayı yaparak çinilerin sağlam şekilde bizlere ulaşmasını sağlayanlara
sonsuz teşekkürler demek istiyorum.
Hem daha önceki kazılarda ve sondaj çalışmasında bulunan malzemeler,
hem de 2015 yılından itibaren sürdürdüğümüz çalışmalarda ortaya çıkan
buluntular, özellikle İbn Bibi’nin verdiği bilgileri doğrulayan önemli kültür
varlıkları olarak dikkati çekmektedir. Özellikle de ele geçen çinilerin motif ve
kompozisyon açısından çok farklı özellikler sergilemesi, Keykubadiye Sarayının
Selçuklu saray süslemeciliği alanında bizlere çok değerli veriler sunduğu ve
bundan sonraki süreçte de ele geçecek buluntularla birlikte bunların dönemin
sanat zevkini ortaya koyacak veriler olacağını, aynı zamanda başta Kubad Abad
olmak üzere farklı bölgelerdeki kazılardan edindiğimiz dönemin saray anlayışına
yönelik değerlendirmelere de önemli katkılar yapacağını düşünmekteyiz
(Fotoğraf 12-18). Benzer şekilde, çalışmalar sırasında ele geçen farklı teknik ve
süslemeye sahip kaliteli seramikler, sadece duvar süslemeciliği açısından değil,
62 | USAD Ali BAŞ
kullanım eşyaları yönünden de saraydaki zevkin boyutu ile ilgili bizlere önemli
bilgiler sunmaktadır (Fotoğraf 19-22).
Sondaj ile birlikte beş yıldır sürdürdüğümüz çalışmalar sırasında az sayıda
sikke ele geçmiştir. Bunların büyük bir bölümü çok fazla tahribata uğramış
olmakla birlikte bir kısmı biraz daha sağlamdır (Fotoğraf 23).
Çalışmalar sırasında saray yerleşkesinin Selçuklu sonrasında da
kullanıldığını gösteren önemli bulguların varlığı, gelecekte ortaya çıkacak
verilerle alan ile ilgili bazı sorulara cevap bulunabileceğine işarettir. Yalnız
Selçuklu sonrasına ait yerleşimin boyutu ve kullanım özelliği ile ilgili
değerlendirmenin yapılabilmesi için çok daha geniş bir alanın açılması
gerekmektedir (Fotoğraf 24).
Tarihi Kaynaklar ve Kazılar Işığında Bir Selçuklu Sarayı: Keykubadiye | 63
KAYNAKÇA
Arık, R. –Arık, O., Anadolu Toprağının Hâzinesi Çini: Selçuklu ve Beylikler Çağı Çinileri, Kale
Grubu Yayınları, İstanbul 2007.
Arık, R., Selçuklu Saray ve Köşkleri, DTCF Yayını, Ankara 2017.
Aslanapa, O., “Kayseri’de Keykubadiye Köşkleri Kazısı (1964)”, Türk Arkeoloji Dergisi, Sayı
XIII-1 (1965), s.19-40.
Baş, A., “2015 Yılı Keykubadiye Sarayı Kazısı”, 38. Kazı Sonuçları Toplantısı, (23-27 Mayıs
2016-Edirne), C. 2, Ankara 2017, s. 63-78.
Baş, A., “Keykubadiye Sarayı Kazısı”, Arkhe, S.3, İstanbul 2017, s. 34-37.
Baş, A., “Keykubadiye Sarayı Kazısında Bulunan Bahçıvan Figürlü Çininin Öyküsü”, Şehir
Kültür Sanat, S.1, Kayseri 2017, s. 8-15.
Baş, A. - Dursun, Ş., “Keykubadiye Sarayı 2014 Yılı Sondaj Çalışması”, XX. Uluslararası
Ortaçağ ve Türk Dönemi Kazıları ve Sanat Tarihi Araştırmaları Sempozyumu (02-05
Kasım 2016), Sakarya 2017, s.87-105.
Baş, A. - Dursun, Ş. - Özdemir, Y., “Keykubadiye Sarayı Sondaj Çalışması Çini
Buluntuları”, Uluslararası XVIII. Ortaçağ ve Türk Dönemi Kazıları ve Sanat Tarihi
Araştırmaları Sempozyumu (22-25 Ekim 2014), Aydın 2017, s.105-123.
Baş, A. - Duran, R. - Dursun, Ş., “2016 Yılı Keykubadiye Sarayı Kazısı”, 39. Kazı Sonuçları
Toplantısı, (22-26 Mayıs 2017-Bursa), C. 1, Bursa 2018, s. 395-410.
Eravşar, O., “Kayseri’de Selçuklu Köşk ve Sarayları”, Sanatsal Mozaik, İstanbul 2000, s.90-97
Erdmann, K., “Keykubadiye’deki Dört Kemerli Bina Hakkında”, Yıllık Araştırmalar Dergisi,
Ankara 1957, s. 93-106.
Erdmann, K., “Seraybauten des Dreizehnten und vierzehnten Jahrhunderts in Anatolien”,
Ars Orientalis, Vol. 3 (1959), s. 77-94.
Gregory Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, Çev. Ömer Rıza Doğrul, C.II, TTK Basımevi,
Ankara 1950.
İbn Bibi, El Evamirü’l-Ala’iye Fil Umuri’l-Ala’iye, Çev. M. Öztürk, Cilt I-II, TTK Basımevi,
Ankara 1997.
Kerîmüddin Mahmud-i Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, Çev. Mürsel Öztürk, TTK Basımevi,
Ankara 2000.
Oral, M. Z., “Kayseri’de Kubadiye Sarayları,” Belleten 17 (1953), s. 501-517.
Özdemir, Y., “Tarihi Veriler ve Arkeolojik Bulgularla Keykubadiye Sarayı”, TÜBA-AR,
Ankara 2012, s.175-198.
Özdemir, Y., Kayseri Keykubadiye Sarayı Arkeolojisi, S.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya 2014.
Simon de Saint Quentin, Bir Keşişin Anılarında Tatarlar ve Anadolu 1245-1248, Antalya 2006.
Sümer, F., Yabanlu Pazarı (Selçuklular Devri’nde Milletlerarası Büyük Bir Fuar), Türk Dünyası
Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1985.
Temekoğlu, E.- Aslan, Y.-Fidan, M. A., “Kayseri Keykubadiye Sarayı Kazısı Künk, Tuğla
ve Tandırları”, Kalemişi, C.6, S. 12, 2018, s.169-184.
Turan, O., Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1993.
64 | USAD Ali BAŞ
FOTOĞRAFLAR ve ÇİZİMLER
Fotoğraf 1. Keykubadiye Sarayının konumu
Fotoğraf 2. Dört Kemerli Yapı. Zeki Oral’dan.
Tarihi Kaynaklar ve Kazılar Işığında Bir Selçuklu Sarayı: Keykubadiye | 65
Fotoğraf 3. Dört Kemerli Yapı. Oktay Aslanapa’dan.
66 | USAD Ali BAŞ
Fotoğraf 4. Tonozlu Yapı. Oktay Aslanapa’dan.
Çizim 1. Çini restitüsyonu. Oktay Aslanapa’dan.
Tarihi Kaynaklar ve Kazılar Işığında Bir Selçuklu Sarayı: Keykubadiye | 67
Fotoğraf 5. 2014 yılı sondaj çalışması. Dört Kemerli Yapı
68 | USAD Ali BAŞ
Fotoğraf 6. 2014 yılı sondaj çalışması. Dört Kemerli Yapı
Fotoğraf 7. 2014 yılı sondaj çalışması. Tonozlu Yapı
Tarihi Kaynaklar ve Kazılar Işığında Bir Selçuklu Sarayı: Keykubadiye | 69
Fotoğraf 8. 2014 Yılı sondaj çalışması çini buluntuları.
Fotoğraf 9. 2014 yılı sondaj çalışması çini buluntuları.
70 | USAD Ali BAŞ
Fotoğraf 10. 2017 yılı kazı çalışması sonrası Dört Kemerli Yapı çevresi.
Fotoğraf 11. E3 açmasında yıldız çinilerin zemine yerleştiriliş şekli.
Tarihi Kaynaklar ve Kazılar Işığında Bir Selçuklu Sarayı: Keykubadiye | 71
Fotoğraf 12. 2015 yılı kazı çalışması çini buluntular.
Fotoğraf 13. 2015 yılı kazı çalışması çini buluntular.
72 | USAD Ali BAŞ
Fotoğraf 14. 2015 yılı kazı çalışması çini buluntular.
Fotoğraf 15. 2015 yılı kazı çalışması çini buluntular.
Tarihi Kaynaklar ve Kazılar Işığında Bir Selçuklu Sarayı: Keykubadiye | 73
Fotoğraf 16. 2017 yılı kazı çalışması figürlü çiniler.
74 | USAD Ali BAŞ
Fotoğraf 17. 2017 yılı kazı çalışması figürlü çiniler.
Fotoğraf 18. 2016 Yılı kazı çalışması figürlü çini
Tarihi Kaynaklar ve Kazılar Işığında Bir Selçuklu Sarayı: Keykubadiye | 75
Fotoğraf 19. 2015 yılı kazı çalışması figürlü seramik.
Fotoğraf 20. 2015 yılı kazı çalışması figürlü seramik
76 | USAD Ali BAŞ
Fotoğraf 21. 2016 yılı kazı çalışması figürlü seramik
Fotoğraf 22. 2017 yılı kazı çalışması figürlü seramik
Tarihi Kaynaklar ve Kazılar Işığında Bir Selçuklu Sarayı: Keykubadiye | 77
Fotoğraf 23. 2015 yılı kazı çalışması sikke
78 | USAD Ali BAŞ
Fotoğraf 24. 2018 yılı kazı çalışması sonrası Dört Kemerli Yapı çevresi ve sarayın genel
görünümü.
USAD, Bahar 2019; (10): 79-106
E-ISSN: 2548-0154
XX. YÜZYILIN BAŞLARINDA
TEKE (ANTALYA) SANCAĞI’NDA DAĞILAN BİR PAZAR:
KÖPRÜ PAZARI
A DISSOLVED MARKET AT TEKE (ANTALYA) SANJAQ IN THE
EARLY 20th CENTURY: BRIDGE BAZAAR
Muhammet GÜÇLÜ *
Öz
Köprü Pazarı, Antalya’nın yaklaşık 45 km. doğusunda Serik kazası sınırları içinde olan
Aspendos antik şehrinin güneyinde bulunan köprünün batı tarafında asırlardır kurulmuştur.
Köprü Pazarı’nın adına kaynak teşkil eden köprü, Antalya ile Alanya ve Konya arasında önemli bir
engel teşkil eden, kaynaklarda Nehr-i Ulusu olarak geçen Köprü Suyu’nun üzerinde inşa edilmiştir.
Köprü, Roma dönemi bakiyesi üzerine Sultan Alaeddin Keykubat tarafından yaptırıldığı için
Osmanlı Arşiv belgelerinde Sultan Alaeddin Köprüsü olarak adlandırılmaktadır. Köprü Pazarı’nın
da köprünün inşası ile kurulduğu düşünülmektedir. Ama belgelerde XV. Yüzyılın ilk yarısından
itibaren yerini alan Köprü Pazarı, haftalık bir pazar olarak köprünün Antalya tarafında Cumartesi
günü kurulmaktadır. Bu arada hem yolcuların hem de pazara gelenlerin barınma ihtiyacını
karşılamak için pazarın kurulduğu yere adına Köprü Han diyebileceğimiz bir de han inşa edilmiştir.
Söz konusu pazar Cumhuriyet devrine kadar Teke (Antalya), Karahisar-ı Teke (Serik), Alaiye ve
Hamid’den (Isparta) gelen insanların alış-veriş ettikleri bir pazar olarak varlığını sürdürmüştür.
Bu çalışmada Köprü Pazarı’nın kuruluşu, gelişmesi ve dağılışı üzerinde durulacaktır. Ayrıca
Köprü Pazarı’nda alınan-satılan malların cinsi yanında adı geçen pazarın dağılmasından sonra
yerini alan ve bir Cuma pazarı olan Kökez Pazarı’nın doğuşuna değinilecektir. Yanısıra bu çalışma
*
Dr. Öğr. Üyesi, Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
mguclu@akdeniz.edu.tr, , https://orcid.org/0000-0001-5590-8743.
Tarih
Gönderim Tarihi: 30.01.2019
Bölümü
Antalya/Türkiye,
Kabul Tarihi: 18.04.2019
80 |USAD Muhammet GÜÇLÜ
ile Antalya bölgesinde asırlardır kurulan Teke, Alaiye ve Hamit ahalisinin katıldığı, ihtiyaçlarını
gördüğü, kaybolmuş bir pazar olan Köprü Pazar’ı hakkında bilgi birikiminin oluşturulması
amaçlanmıştır.
•
Anahtar Kelimeler
Antalya, Serik, Köprü Pazarı, Selçuklu, Osmanlı
•
Abstract
Bridge Bazaar was set up for centuries in the West part of a bridge that was established in the
South of Aspendos ancient city. This market area was within the boundaries of Serik Township
which is 45 km. east of Antalya. The bridge which is the source of the name of Köprü Pazarı (Bridge
Market) was built on Köprü Suyu, given in the sources as Nehr-i Ulusu that is a significant
obstacle between Antalya and Alanya. As it was built by Sultan Alaeddin Keykubat on the remains
of Roman period, it is named as the Bridge of Sultan Alaeddin Keykubat in the Ottoman Archival
documents. It is thought that Köprü Pazarı was founded along with that bridge. However, it is
recorded in the documents only after the first half of the 15th century and it was set up weekly on
the Antalya side of the bridge on every Saturday. Besides, in order to meet the sheltering needs of
both passengers and those coming to the market, an inn that we can call as Bridge Han was built
where the market was set up. This aforementioned market existed until the Republic period and
people from Teke (Antalya), Karahisar-ı Teke (Serik), Alaiye and Hamid (Isparta) shopped there.
In this paper, Köprü Pazar’s foundation, development, dispersal is discussed. Also, along with
the goods sold and bought at Köprü Pazarı, the birth of Kökez Pazarı, a Friday market which
replaced the former, is mentioned as well. On the other hand, with this paper, it is aimed to
accumulate knowledge about the Köprü Pazarı, a vanished market which was set up in Antalya
region for centuries and the people of Teke, Alaiye and Hamit participated in and met their needs.
•
Keywords
Antalya, Serik, Bridge Bazaar, Seljuq, Ottoman
XX. Yüzyılın Başlarında Teke (Antalya)|Sancağı’nda Dağılan Bir Pazar:
Köprü Pazarı | 81
GİRİŞ
Türklerde Pazar Kavramı
Türkler, Göktürk devrinde dükkânı eşek ve katır sırtında olan bir takım
seyyar satıcılardan kullanım eşyası ihtiyaçlarını gideriyordu. XI. yüzyılda Kıpçak
bozkırında dükkân olarak arabasını kullanan satıcılar bulunuyordu. Danişmentname’de ise seyyar satıcılar bazar-gan/bezirgan olarak geçmektedir. Satu-bazar
veya yaygın kullanışıyla pazarlarda para daha çok şehirde kullanılırken, kırsal
kesimde değiş-tokuş usulü geçerliydi. Barthold’a göre pazar kelimesi “kapının
dışındaki işyeri” anlamına gelmektedir.1
Kaynaklar Türklerde Pazar denildiğinde iki tür pazardan bahsetmektedir.
Bunlardan birisi Yıl Pazarları olup taşrada yılda bir defa kurulan ve günlerce
devam eden panayır özelliğinde olan pazarlardır. Selçuklular devrinde
Anadolu’da Yıl Pazarlarının en çok bilineni Yabanlu Pazarı olup üzerine Faruk
Sümer tarafında bir çalışma yapılmıştır. Yıllık Pazar geleneği Anadolu’ya
Türkistan sahasından gelmiştir. Çünkü Türkler ihtiyaçlarını senede bir defa
uygun mevsimde aralarına gelen yürüyen Pazar konumunda olan kervanlardan
karşılamaktaydı. Ama Anadolu sahasında Hıristiyan ahalinin senenin belirli
zamanında azizlere adanmış panayırları olduğunu ilave edelim. İkinci pazar ise
Hafta Pazarı olup bu tür pazarları coğrafi sebeplerden kurulan pazarlar, büyük
köy ve kasabalar ile bu yerlerin yakınlarında kurulan pazarlar, büyük şehirlerin
farklı kapılarında ve farklı günlerde kurulan pazarlar olarak üçe ayırabiliriz.
Büyük köy ve kasabalar ile bu yerlerin yakınlarında kurulan hafta pazarlarına
Denizli’deki Karahöyük Pazarı örnek olarak gösterilebilir. Bu Pazar
Karahöyük’ün doğusundaki pazar alanında Çarşamba günü kurulmaktadır.
Büyük şehirlerin farklı kapılarında ve farklı günlerde pazar kurma geleneği
Selçuklu kalelerinde olmalıdır. Çalışmamıza mehaz teşkil edecek olan bir diğer
Hafta Pazarı ise coğrafi özelliği olan pazarlardır. Bu tür pazarlar insanların
kolayca toplanabileceği ıssız ve yaban bir yerde kurulabileceği gibi önemli yollar
üzerinde, geçit yerlerinde ve köprü başlarında kurulabilir. Coğrafi özellikli hafta
pazarlarının Beylikler devrinden itibaren olduğu bilinmekle beraber Selçuklular
devrinde kurulduğuna dair örneği bulunmamaktadır. Hafta pazarlarının ne gün
kurulacağına dair bir esas olmamakla beraber vilayet büyüklüğündeki yerlerde
kurulan pazarlar bir ahenge göre düzenlenmiş olmalıdır. Hıristiyan nüfusun
1
Tuncer Baykara, Türkiye’nin Sosyal ve İktisadi Tarihi (XI-XIV. Yüzyıllar), Ankara, 2000, s. 123.
82 |USAD Muhammet GÜÇLÜ
etkin olduğu yerlerde dini sebeplerden dolayı Pazar günü pazar kurulması
istenmiyordu. Hafta pazarlarının yaygın olarak Çarşamba günü kurulduğu
düşünülse de Pazar ifadesini göz ardı etmemek gerekir. Müslüman kesimin
yaşadığı yerlerde ise Cuma günü kurulan pazarlar yaygındır. Çünkü insanlar
hem Pazar alış-verişlerini yaparlar hem de Cuma nazmını eda ederler.
Anadolu’da Cuma adlı birçok yerleşim yerinin olması hep bu esastan
gelmektedir. İzmir Cuma-ovası, Antalya-Kemer Söğütcuması, Zonguldak
Çaycuma, Düzce Cumayeri bu duruma örnek olarak verilebilir. Hafta
pazarlarının kurulduğu alanlarda zaman içinde alıcı ve satıcıları korumak için
üzeri örtülü bazı tesisler yapıldığı görülmektedir. Bunlara lonca veya lamba
deniyordu.2 Osmanlı devrinde özellikle XIX. yüzyılda Anadolu’da Hafta Pazarı
ve Panayırların arttığı gözlenmektedir.3
Selçuklu ve Beylikler Devrinde Köprü Pazarı
Selçuklular Sultan Alpaslan döneminde Antalya’nın içinde olduğu Pamfilya
bölgesini fethetse de kalıcı olamamışlardır.4 Ama daha sonra II. Haçlı Seferi
sırasında Antalya kalesi dışındaki alanları kontrol ettikleri için Bizanslıların rahat
rahat kaleden dışarı çıkamadıklarını, topraklarını ekip biçemediklerini ve atlarını
otlatamadıklarını görüyoruz. 5 II. Kılıç Arslan’ın zamanında Antalya kalesi 1183
yılında kuşatılmış ise de alınamamıştır. Antalya kalesini 5 Mart 1207 tarihinde
Selçuklu topraklarına katmak II. Kılıç Arslan’ın en küçük oğlu Gıyaseddin
Keyhüsrev’e kısmet olmuştur.6 Onun şehit edilmesi üzerine Antalya bir ara
Selçukluların elinden çıktı ise de oğlu İzzeddin Keykavus tarafından 30 Ramazan
612/22 Ocak 1216 tarihinde yeniden alınmıştır.7 Gıyaseddin Keyhüsrev’in diğer
oğlu Alaeddin Keykubat ise ilk seferini Calanoros/Alaiye üzerine yapmış, orasını
Baykara, a.g.e. , s. 124-127.
M. Akif. Erdoğru, Ondokuzuncu Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Hafta Pazarları ve Panayırlar,
İzmir, 1999, s. 12-14.
4 Willermus Tyrensis’in Haçlı Kroniğı-Başlangıcından Kudüs’ün Zabtına Kadar (I-VIII. Kitaplar), Haz. Ergin
Ayan, İstanbul, 2016, s. 40-41.
5 Willermus Tyrensis’in Haçlı Kroniği (1143-1163), Haz. Ergin Ayan, Ankara, 2009, s. 48-49; Ebru Altan,
İkinci Haçlı Seferi (1147-1148), Ankara, 2003, s. 93-94.
6 Tuncer Baykara, I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1164-1211), Gazi-Şehit, Ankara, 1997, s. 36-38.
7 Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, Ankara, 1988, 2. bs., s. 103; Salim Koca,
Sultan I. İzzeddin Keykavus (1211-1220), Ankara, 1997, s. 37.
2
3
XX. Yüzyılın Başlarında Teke (Antalya)|Sancağı’nda Dağılan Bir Pazar:
Köprü Pazarı | 83
ve çevresini ülke topraklarına katmıştır.8 Böylece Pamfilya, Klikya’nın batısı ile
Likya bölgesi Selçukluların hâkimiyetine girmiş oldu.
İmarcı Sultan9 Alaeddin Keykubat, Antalya, Karahisar-ı Teke ile Alaiye
arasında yer alan ve Evliya Çelebi’nin deyimi ile bölgenin en büyük nehri (Nehr-i
Ulusu) olan Eurymedon üzerinde on bir gözlü büyük bir köprüyü (cisr-i azim)
inşa ettirmiş ve üzerine koyduğu kitabe ile de bu durumu ebedileştirmiştir. 10
Ancak köprüyü inşa ettiren Selçuklu sultanı konusunda farklı görüşlerin
olduğunu hemen ilave edelim. Çünkü M. S. IV. Yüzyılın başlarında inşa edildiği
sanılan Roma köprüsünün zaman içinde yıkıldığı ve XIII. yüzyıla bakiyesinin
ulaştığı bilinmektedir. Selçuklular ise eski kalıntılardan azami ölçüde
yararlanarak yeni bir köprü inşa etmişlerdir.11 Kenan Bilici’nin tezine göre ise bu
inşaatı bilinenin aksine I. Alaeddin Keykubat değil onun oğlu ve halefi olan II.
Gıyaseddin Keyhüsrev H. 637/M. 1239-1240 yılında yaptırmıştır.12 Ama 1530
yılına ait Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri’nden Aspendos Suyu üzerinde
Sultan Alaeddin Köprüsü olduğunu öğreniyoruz. 13 Bundan çeyrek yüzyıl
sonrasına ait bir kayıtta bu durumu daha da açık anlıyoruz. Çünkü 1555 yılına ait
Bali Bey vakfında geçen Köprü Pazarı’nda olan 30 adet dükkânın icar geliri olan
600 akçenin “Bera-yı meremmet-i cisr-i Sultan Alaeddin der ab-ı Aspendos” kaydı ise
bu tezin karşısında adeta zırh gibi durmaktadır. Aynı zamanda söz konusu
kayıttan en azından Osmanlı devrinde XVI. Yüzyılın ortalarında köprüye “Sultan
Alaeddin Köprüsü” adı verildiğini öğreniyoruz. Ayrıca Sultan Alaeddin
Köprüsü’nün onarımı için Aluradi (İvradı/İbradı) köyünden Hacı Seydi ve Yusuf
ve Halil ve Mustafa Vakfı’nın 10.000 akçe nakdinin muamelesinden senelik 2000
Mehmed Neşri, Neşri Tarihi I, Haz. Mehmet Altay Köymen, Ankara, 1983, s. 24; Emine Uyumaz,
Sultan I. Alâeddîn Keykubad Devri-Türkiye Selçuklu Devleti Siyasî Tarihi (1220-1237), Ankara, 2003, s.
23.
9 Tuncer Baykara, Anadolu’nun Selçuklular Devrindeki Sosyal ve İktisadi Tarihi Üzerinde Araştırmalar,
İzmir, 1990, s. 115.
10 Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmet Zılli, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Haz. Yücel Dağlı-Seyit Ali
Kahraman-Robert Dankoff, 9. Kitap, İstanbul, 2005, Yapı Kredi Yay. , s. 148; Süleyman Fikri,
Antalya Livası Tarihi, İstanbul, 1338-1340, 165, 168; Süleyman Fikri Erten, Antalya Vilayeti Tarihi,
İstanbul, 1940, s. 64.
11 Paul Kessener – Susanna Pıras, “The Aspendos Aqueduct and the Roman-Seljuk Bridge Across the
Eurymedon”, Adalya, No. III, 1998, s. 154-156.
12 Z. Kenan Bilici, “Köprüpazar (Belkıs) Köprüsü Kitabesi Üzerine”, Adalya, No. V, 2001-2002, s. 174180.
13 166 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri 937/1530, Dizin ve Tıpkıbasım, Ankara, 1995,
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayınları Nu. 27,
s. 156.
8
84 |USAD Muhammet GÜÇLÜ
akçesinin ayrıldığını görüyoruz. Atabey’de bulunan Bali v. Mehmedi Vakfı’nın
(1530, 1555) gelirinin ünlü Taşköprü’nün onarımı için harcanacağı
belirtilmektedir.14 Burada sözü edilen Taşköprü’nün neresi olduğu açık
olmamakla beraber ünlü sıfatından dolayı Sultan Alaeddin Köprüsü olduğunu
düşünüyoruz. Böylece pazarın orada kurulmasına sebep olan ve Osmanlı
belgelerinde geçtiği şekliyle Sultan Alaeddin Köprüsü’nün XIII. yüzyılın ilk
yarısında yeniden inşa edilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca II. Bayezid devri
müverrihlerinden Mehmet Neşri ise Sultan Alaeddin Keykubat’ın on dokuz pare
şehir yaptırdığını, nice camiler, medreseler, hankahlar, kervansaraylar inşa
ettirdiğini belirtir. Onun zamanında Rum memleketinde (Anadolu) alimler,
salihler, dindarlar ve velilerin çoğaldığını ilave eder. 15 Bu arada köprünün
Antalya tarafına bir de han inşa edilmiş olmalıdır. Kaynaklarda adına
rastlamasak da adının Köprü Han olduğunu tahmin ettiğimiz hanı Antalya
bölgesinde bulunan Kırkgöz Han, Sarafşa Han ve Kargı Han’ı inşa ettiren II.
Gıyaseddin Keyhüsrev yaptırmış olmalıdır.16 Amaç Antalya’dan Konya ve
Alaiye’ye giden yolcuların konaklama ihtiyacı ile kurulacak pazara gelen satıcı ve
alıcıların barınma ihtiyacını karşılamaktır.
Köprü Pazarı Aspendos antik şehrinin yakınlarındaki Selçuklu köprüsünün
batı tarafında kurulduğu için biraz Aspendos ve oradaki pazar hakkında bilgi
vermekte yarar vardır. Aspendos, Roma devrinde zengin bir şehir olup Strabon’a
göre “kalabalık bir kent” idi. Aynı yerde Kapria Gölü ile Eurymedon Irmağı
bulunmaktaydı.17 Örneğin M.S. I. yüzyılda Pamfilya’nın üçüncü büyük şehri idi.
Ayrıca önemli bir ticaret merkezi olup yakınındaki Kapria Gölü’nden elde edilen
tuz, bağdan üretilen üzüm ve şarap ile tahıl önemli ticari metalarıydı. 18 M.Ö. 9020 yılları arasında yaşayan Vitruvius’a göre Roma döneminde şehir deniz
kıyısında kurulacak ise forum/pazar hemen limanın yanına yerleştirilmeli, şehir
içerdeyse forum şehrin merkezinde yapılmalıdır.19 Roma döneminde Aspendos
iskelesinin varlığından haberdar olduğumuza göre Aspendos şehrinin pazarı bu
iskelenin yanında olmalıdır. Karl Graf von Lanckoronski ise Aspendos’un antik
Behset Karaca, XV. ve XVI. Yüzyıllarda Manavgat Kazası, Isparta, 2009, s. 64, 69, 71, 74.
Mehmed Neşri, a.g.e., s. 25.
16 Kurt Erdmann, “Alanya Yakınlarındaki Kargı Han”, Çev. Mehmet Uysal-Muhammet Güçlü, SDÜ.
Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, S. 18, Aralık 2008, s. 245.
17 Strabon, Geographika-Antik Anadolu Coğrafyası (Kitap XII-XIV), Çev. Adnan Pekman, İstanbul, 2000,
IV. bs. , s. 249.
18 George E. Bean, Eskiçağda Güney Kıyılar, Çev. İnci Delemen-Sedef Çokay, İstanbul, 1997, s. 52-53.
19 Vitruvius, Mimarlık Üzerine, Latinceden Çeviren: Çiğdem Dürüşken, İstanbul, 2017, 2. bs. , s. 55.
14
15
XX. Yüzyılın Başlarında Teke (Antalya)|Sancağı’nda Dağılan Bir Pazar:
Köprü Pazarı | 85
dönemde liman ve ticaret yeri olduğunu, dönemin kaynaklarının Eurymedon’da
gemilerin Aspendos’a kadar ulaştığını ifade eder. Aspendos’a ilişkin çizdiği
haritada Pazar Yeri ile Pazar Yeri Kapısı’nı yukarda şehrin içinde göstermektedir.
Şehrin güney kapısının aynı zamanda Liman Kapısı olduğunu belirtir. Ayrıca
şehrin pazar alanını uzunca anlatmaktadır.20 Roma devrinin ünlü mimarı
Vitruvius’un yerleşim planına Aspendos’ta uyulmadığı söylenebilir. Çünkü
limanın yanında ikinci bir Pazar alanı var mı onu tam olarak bilemiyoruz. Bizans
döneminde giderek sönen Aspendos şehrinde ihtiyaçları karşılayan pazarın
şehirle aynı kaderi paylaştığını düşünüyoruz.
Selçuklular devrinin sosyal ve ekonomik tarihi üzerine önemli çalışmalara
imza atan Prof. Dr. Tuncer Baykara, yukarda ifade ettiğimiz gibi coğrafi esaslı
hafta pazarlarının Selçuklular devrinde örneğine rastlanmadığını yazsa da
bölgede siyasi birliği sağlayan Selçukluların kısa sürede Antalya, Karahisar-ı
Teke (Serik) ve Alaiye ahalisinin alış-veriş yapabileceği Köprü Pazarı’nı ikame
ettiğini düşünüyoruz. Ama bu konuyu destekleyecek elimizde şimdilik bir
dayanak olmadığını hemen ilave etmek isteriz. Köprü Pazarı’nın Beylikler
döneminde kurulduğuna dair de elimizde bir kanıt bulunmamaktadır. İbni
Batuta’dan öğrendiğimize göre o dönemde Antalya bölgesi Hamit Oğulları ile
Karaman Oğulları arasında taksim edilmiş durumdaydı.21 Böyle siyasi bir tabloda
Antalya ile Alaiye arasında bulunan bir pazarın yaşamasının pek mümkün
gözükmediğini ifade etmek isteriz. Kaldı ki Karamanoğulları’nı anlatan
Karamannâme’de Serik bölgesinin ilk adı olan ve Osmanlı belgelerinde Kökez
Yeri, Surlu Kökez ve Kökez22 şeklinde geçen kaydı çağrıştıran Kökez, Kökez Han,
Kökez Bey, Kökezoğlu ifadesi çok geçmekle beraber yine bölgede önemli bir isim
olan Köprü Pazarı kaydına rastlayamadık.23 Ama XV. yüzyıldan beri Garbi
Karaağaç kaza merkezinde kurulan Karahüyük Pazarı 24 gibi Köprü Pazarı
kaydını da 1455 yılından itibaren Osmanlı arşiv belgelerinden takip edebiliyoruz.
Karl Graf von Lanckoronski, Pamphylia ve Pisidia Kentleri, C. I, Pamphylia, Çev. Selma Bulgurlu Gün,
İstanbul, 2005, s. 85-86, 89, 96.
21 İbn Batuta, İbn Batuta Seyahatnamesinden Seçmeler, Haz. İsmet Parmaksızoğlu, Ankara, 1981, s. 3-8.
22 Muhammet Güçlü, 1864-1950 Yılları Arasında Serik (İdari, Ekonomik, Sosyal), Antalya, 2000, s. 4-8.
23 Şikari, Karamanname (Zamanın Kahramanı Karamaniler’in Tarihi), Haz. Metin Sözen-Necdet Sakaoğlu,
İstanbu, 2005, s. 74, 109, 123, 177.
24 Tuncer Baykara, “Bir Osmanlı Çağı Pazarının Çöküşü: Karahüyük Pazarı”, XI. Türk Tarih Kongresi
(1990) Tebliğler, Ankara, 1994, C. III, s. 1099.
20
86 |USAD Muhammet GÜÇLÜ
Osmanlı Devrinde Köprü Pazarı
Pazarın kurulmasının sebepleri
Antalya’da Osmanlı hâkimiyeti Tekeoğlu’nun I. Murad’a kalelerini verip
bağlılığını bildirmesi ile başlasa da Teke’nin fethinin Yıldırım Bayezid zamanında
gerçekleştiğini ilk Osmanlı tarihçilerinden öğreniyoruz. 25 Osmanlılar devrinde
Karahisar-ı Teke kazası XVI yüzyıldan itibaren Karahisar ve Serik nahiyesi olarak
ikiye ayrılmıştır.26 Karahisar-ı Teke kazasında Karahisar, Köprü ve Alahisar
adlarında pazarlar kurulduğunu biliyoruz.27 Ama bunlar içinde Karahisar ve
Köprü pazarları bölgenin ünlü pazarları olarak bilinmektedir. Esasen pazarlar
içinde Köprü pazarı ise bu çalışmanın konusunu teşkil etmektedir.
Köprü pazarının burada kurulmasının sebeplerinden birisi Antalya-Alaiye ile
Antalya-Konya arasında işleyen ulaşım ve ticaret yollarının buradan geçmesiydi.
Bir diğer sebep ise Antalya ile Alaiye arasındaki yol üzerinde bulunan önemli
engellerden birisi olan Aspendos Nehri/Köprü Suyu üzerine yukarda
belirttiğimiz gibi Sultan Alaeddin Keykubat’ın bir köprü yaptırmış olmasıdır.
Ama Antalya, Alaiye ve Konya arasındaki ulaşım için önemli olan köprünün
zaman içinde harap olduğunu, ağaçtan yapılanın da Şahkulu isyanı sırasında
tahrip edildiğini anlıyoruz. Bu durum Köprü Pazarı’nın canlı ve kalabalık bir
şekilde kurulmasını olumsuz yönde etkilemektedir. Murat Paşa Vakfiyesi’nden
anladığımıza göre köprünün tamiri veya yeniden yapılması XVI. Yüzyılın son
çeyreğine kadar sürmüştür. Çünkü 1555 yılına ait Tahrir Defteri’nde geçen
“Meremmetciyan-ı cisr-i ab-ı Aspendos der beyan-ı Manavgat ve Antalya cisr-i mezbur
gayet gereklü ve eğer zamanında tamirinden ihtiyaç üzre olup kemaken mukarrer” kaydı
önemlidir. Buradan Manavgat ile Antalya arasında bulunan Aspendos Suyu
köprüsünün onarılması, adı geçen köprünün gerekli ve eskiden olduğu gibi
zamanında tamirine ihtiyaç duyulduğu anlaşılmaktadır. Aspendos Suyu
üzerinde bulunan köprü yolcular için gerekli olduğu gibi köprünün Antalya
tarafında kurulan pazara gelenler için de önemlidir Bundan dolayı Sultan
Alaeddin Köprüsü/Aspendos Köprüsü’nün onarımı ile ilgili olarak on kişinin
görevlendirildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca Manavgat’ın köylerinde ise muaf
kaydedilen zümreler arasında yedi adet meremmetçi ve yedi adet köprücü
Mehmed Neşri, a.g.e., s. 114, 154; Tunca Kortantamer, “Yeni Bilgilerin Işığında Ahmedi’nin Hayatı”,
Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Dergisi, S. I, İzmir, 1980, s. 169.
26 Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyasına Giriş I-Anadolu’nun İdari Taksimatı, Ankara, 1988,
s.181.
27 166 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri 937/1530, s. 151, 153.
25
XX. Yüzyılın Başlarında Teke (Antalya)|Sancağı’nda Dağılan Bir Pazar:
Köprü Pazarı | 87
kaydedilmesi önemlidir.28 Bu kayıttan on iki yıl sonra düzenlenen bir vakıf
defterinde konuya biraz daha açıklık getirilmektedir. 1567 yılına ait vakıf
defterinde Aspendos Nehri üzerinde bulunan köprünün harap olduğu, ağaçtan
bina edildiği ama Şeytankulu/Şahkulu isyanı sırasında tahrip edildiği, hayır
sahibi bazı adamlar tarafından yeniden ağaçtan yapılmışsa da her sene insan ve
hayvanların ölmesinden dolayı Karaman Beylerbeyi Murat Paşa köprüyü
yeniden bina ettirdiği, Manavgat tarafında bulunan harap çeltik argını tamir
ettirerek söz konusu köprünün giderlerine vakfettiği kayıtlıdır. Evasıt-ı
Cemaziyelula 982/28 Ağustos-7 Eylül 1574 tarihinde yazılan Murat Paşa vakfında
da Aspendos Nehri üzerinde bulunan köprüden söz edilmekte ve vakfın bazı
gelirlerinin köprüye tahsis edildiği görülmektedir. Ama vakıfta geçen köprünün
Murat Paşa tarafından yapıldığı bilgisi doğru olmasa gerektir. Murat Paşa,
Aspendos Nehri üzerinde olan köprüyü tamir ettirmiş olmalıdır.29 Zaten yukarda
sözünü ettiğimiz belgede Aspendos Suyu köprüsünün onarımından
bahsedilmektedir.
Köprü pazarının burada kurulmasının sebeplerinden bir diğeri ise
ilkçağlardan beri Aspendos nehrinde30 kendi adıyla bir iskele bulunmasıdır. Bu
iskelenin Osmanlı devrinde varlığını koruduğu bilinmekte olup 1455 yılı
tahririnde Aspendos iskelesi ile Aspendos suyunda işleyen gemiden
bahsedilmektedir.31 1455 yılında Atabey pazarının kıstı (hisse, pay) 800 akçe,
Manavgat pazarının kıstı 4220 akçe, Manavgat iskelesinin kıstı 4500 akçe iken
Aspendos iskelesinin yarı hasılı 3000 akçe idi.32 Bu durumda tam hasılı 6000 akçe
oluyor ki bu miktar bölgedeki (Manavgat kazası) iskele ve pazar gelirlerinin en
yükseği idi. Böylece Köprü pazarına Alaiye ve Adalya tarafından gelen tüccarlar
ve mallar deniz yolu ile Aspendos iskelesine gelmekte ve kolayca pazar alanına
ulaşabilmekteydi.
XV. ve XVII. Yüzyıllarda Köprü Pazarı
Köprü Pazarı’na ilişkin XV. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı
belgelerinden sağlıklı bilgi alabiliyoruz. 1455 tahririne göre Köprü bazarı ve
Karahisar bazarı Nasuh uhdesinde olup yılda 6000 akçe geliri bulunmaktadır.
XVI. Yüzyılın başlarında düzenlenen Tahrir Defteri 107’ye göre Aksu bac-ı bazar
Karaca, Manavgat Kazası, s. 64, 218.
Behset Karaca, XV. ve XVI. Yüzyıllarda Teke Sancağı, Isparta, 2002, s. 402, 324-325.
30 İlkçağ’da Aspendos Nehri’nde deniz ulaşımı ve deniz savaşları hakkında bakınız: Francis Beaufort,
Karamanya, Çev. Ali Neyzi-Doğan Türker, Antalya, 2002, s. 141.
31 Karaca, Teke Sancağı, s. 139.
32 Karaca, Manavgat Kazası, s. 161.
28
29
88 |USAD Muhammet GÜÇLÜ
vergisi 1000 akçe iken “ihtisab-ı bazar-ı Karahisar ve bazar-ı Köprü ma’a ihzarı’nın
20.000 akça” olduğu görülmektedir. 1530 tahririne göre ise “ihtisab-ı bazar-ı
Karahisar ma’a Köprü ve ihzar-ı bazar-ı mezkurun 10.000 akça”, “mukata’a-i bac-ı
bazar-ı Köprü ve Karahisar 9000 akça” idi. XVI. Yüzyılın ikinci yarısında düzenlenen
1568 tahririnde ise Köprü, Karahisar ve Alahisar pazarlarının ihtisab-ı bazar
resmi 10.000 akçe iken bac-ı bazar vergisi ise 12000 akçe idi. Ayrıca Seydi Ahmet
Çelebi vakfında Isparta Pazarı’ndan bahsedilmesi diğer bölgelerle ticari ilişkiler
olduğuna işarettir.33 Biraz sonra Evliya Çelebi’den söz ederken bahsedileceği gibi
Köprü Pazarı’na Hamid’den satıcı ve alıcılar geldiği gibi Karahisar-ı Teke’den
(Serik) de Isparta Pazarı’na gidenler olduğu anlaşılmaktadır. Yukarda görüldüğü
gibi Osmanlı döneminde Karahisar-ı Teke kazasının önemli bir pazarı olan Köprü
Pazarı sadece bölge insanının ihtiyaçlarını karşılamakla kalmayıp, konumundan
dolayı diğer bölge insanlarının da alış veriş ettiği bir pazar konumundaydı.
XVI. Yüzyılın ikinci yarısında meydana gelen suhte ayaklanmaları ile Köprü
Pazarı’nın bu konumu biraz zedelenmiş gözüküyor. Çünkü 3 Safer 979/27
Haziran 1571 tarihinde Manavgat, Alaiye, Düşenbe, Karahisar-ı Teke kadılarına
yazılan bir hükümde Teke Sancağı suhtelerinin baş kaldırıp, Manavgat kazasında
üç oğlan kapmak alçaklığında bulundukları, sonra binden ziyade levent taifesiyle
toplanıp Köprü adlı pazarı basarak yağmalamak, adam öldürmek gibi olayların
ötesine geçtikleri bildirildiğinden vaki ise il eri ve seferden kalan sipahi ve gayr-i
muaveneti ile üzerlerine varılıp ve suçu sabit olanların küreğe konulmak üzere
hapsedilip bildirmeleri istenmektedir.34 Teke Sancağı suhtelerinin Köprü
Pazarı’nı basmaları ve işledikleri cürümlerle ile ilgili şikayetler devam etmiş
olmalı ki padişah tarafından konuya ilişkin yeni hükümler gönderildiği
görülmektedir. Çünkü 11 Safer 979/ 5 Temmuz 1571 tarihli hükme göre Teke
Sancağı suhteleri, Manavgat ve Alaiye suhteleri ile mücadeleleri sırasında yüzden
fazla levendat taifesi toplayıp “Köprü nam pazarı basıp malları garet ve iki oğlanı dahi
alıp, Veli, Ahmet ve diğer Veli nam kimesneleri kalt edip biz Celali olduk siz pazara
gelmeyün deyü nicesinin sakallarını kesip, siyaset edüp (asup) ve pazara kimesne
gelmesin deyü çağırdup nice teaddileri” ile halkı dehşete düşürmüştür. 35 Bir başka
kayıttan Köprü Pazarı’nı basıp yağmalayan suhtelerin hakaret olsun diye birkaç
pazar ehlinin sakallarını kestikleri bilinmektedir.36 Hemen burada şunu ilave
Karaca, Teke Sancağı, s. 139-140.
Karaca, Teke Sancağı, s. 59-60.
35 Nustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası-Celalî İsyanları, İstanbul, 1995, s. 201202.
36 Erdoğru, a.g.e., s. 16.
33
34
XX. Yüzyılın Başlarında Teke (Antalya)|Sancağı’nda Dağılan Bir Pazar:
Köprü Pazarı | 89
eldim ki Köprü Pazarı, Manvgat kazasında değil Karahisar-ı Teke kazası sınırları
içince Köprü Suyu’nun Serik tarafında kurulmaktadır.
Evliya Çelebi seyahatnamesinde geçen Köprü Pazarı’nda binden fazla sazdan
yapılmış kulübe şeklindeki dükkânların bir kısmının 1530 yılı kaydına göre Bali
Bey Vakfı’nın (Mir-liva-i Teke) malı olduğunu ve senelik 600 akçe icar geliri
sağladığını anlıyoruz. 1555 yılı kaydında ise Bali Bey Vakfı’na ait dükkânların
durumu açık olarak belirtilmiş ve Köprü Pazarı’ndaki 30 adet dükkanın icar geliri
olan 600 akçenin Aspendos Suyu üzerinde olan Sultan Alaeddin Köprüsü’nün
onarımı için harcanacağı belirtilmiştir.37 II. Selim’in saltanatının ilk yıllarında
muhtemelen Temmuz 1567 tarihinden biraz önce hazırlanan ve bir cülûs defteri
olan Defter-i Evkaf-ı Liva-i Teke’ye göre Antalya’da kale dışında olan Balı Bey
Cami-i Vafı’nın Köprü Bazar’ında bulunan dükkânların icar gelirinin 2000 akçe
olduğu görülmektedir. Ayrıca Köprü Bazarı’nda bulunan dükkânların icarından
gelen gelirin 450 akçesinin Karahisar nahiyesinde Aspendos Suyu köprüsünün
onarımına ayrıldığı anlaşılmaktadır.38 Burada dikkat çekmemiz gereken konu II.
Selim döneminde Balı Bey Vakfı’nın Köprü Bazarı’nda bulunan dükkânlarının
sayısı artmış olmalı ki on iki yıl içinde icar gelirinin 600 akçeden 2000 akçeye
çıktığı görülmektedir. Ama Balı Bey Vakfı’ndan Aspendos Suyu üzerinde
bulunan Sultan Alaeddin Köprüsü’nün onarımına ayrılan miktarın ise 600
akçeden 450 akçeye düştüğünü görüyoruz.
Piri Reis, XVI. Yüzyılın ilk yarısına ait Kitab-ı Bahriyesi’nde Manavgat
Suyu’nun batısında harap bir kale olan eski Andaliyye (Side) olduğunu, harap
olan bu kale ile Andaliyye arasında iki büyük su olduğunu, bunlardan birine
Köprü Suyu diğerine Aksu dendiğini belirtir. Ayrıca bölgeye ilişkin çizdiği
haritada Köprü Suyu’nu işaret eder. Ama Köprü Pazarı’na ilişkin bilgi vermez. 39
Katip Çelebi, 1648 yılında yazmaya başladığı ünlü coğrafya eserinde Teke
(Antalya) Livası faslı altında Düden ve Aksu nehirlerinden söz ederken Köprü
Suyu’nun adından bahsetmediği görülmektedir. Ama ismini açık olarak
zikretmediği Köprü Suyu için “Bu su bir nehr-i azimdir. Köprü Bazarı’nda deryaya
dökülür. Gemi ile geçülür. Köprü Bazar Antalya şarkisinde Manavgat kazasının
nahiyesidir .... Bu nahiyede susam ve çilek çok olur” demektedir.40 Katip Çelebi’nin
Karaca, Manavgat Kazası, s. 69, 71.
M. Akif Erdoğru, “Antalya ve Havalisi Tarihi İçin Bir Kaynak: Defter-i Evkaf-ı Liva-ı Teke”, Ege Üni.
Tarih İncelemeleri Dergisi, S. X, 1995, s. 103-104.
39 Piri Reis, Kitab-ı Bahriye, Ed. Ertuğrul Zekai Ökte, C. 4, Ankara, 1988, s. 382//b-383/a, 1607.
40 Katip Çelebi, Cihannüma, İstanbul, 1145/1732, s. 638-639; Katip Çelebi, Kitab-ı Cihannüma, C. I, Tıpkı
Basım, Ankara, 2009, s. 638-639.
37
38
90 |USAD Muhammet GÜÇLÜ
verdiği bu bilgilerden Köprü Pazar hakkında ayrıntılı bilgi edinemesek de nahiye
adı olduğunu, Köprü Pazar’ın adı belirtildiğine göre pazarın kurulduğunu,
Köprü Suyu’nun büyük olduğunu ve gemi ile geçildiğini öğreniyoruz. Köprü
Suyu’nun gemi ile geçildiği ifadesi göz önüne alınırsa Karaman Beylerbeyi Murat
Paşa’nın XVI. Yüzyılın ikinci yarısında inşa veya tamir ettirdiği köprünün tekrar
yıkıldığı sonucuna varabiliriz. İnsanlar ortada köprü varken ne diye nehri gemi
ile geçsinler diye düşünüyoruz. Ayrıca Köprü Pazar’ın Manavgat kazasına bağlı
bir nahiye olduğu bilgisinin de yanlış olduğunu düşünüyoruz. 41 Kaldı ki Köprü
Pazarı’n kurulduğu yer yukarda da söz ettiğimiz gibi Karahisar-ı Teke kazasının
Serik nahiyesine bağlıdır.
XVII. yüzyılın ikinci yarısında (1672-1673) Teke havalisine gelen ünlü seyyah
Evliya Çelebi, Teke Karahisarı ve ona bağlı Görüş/Kürüş köyünden sonra iki saat
düz ormanları geçerek Nehr-i Ulusu diye adlandırdığı Aspendos/Köprü Suyu’na
ulaşmıştır. Nehri Ulusu’nun üzerinde Sultan Alaeddin Keykubat tarafından
yapılan on bir gözlü büyük bir köprü bulunmaktadır. Köprü Pazarını, duruş
şeklini ve katılanları “Ve cisrin Adalya canibinde binden mütecaviz saz ü neyden
kulübe-i ahzan-misal dükkânlar vardır. Haftada bir cum’aertesi gün Serik nahiyesinden
ve Karahisar’dan (Karahisar-ı Teke) ve Ala’iyye ve Adalya’dan ve Teke ve Hamid’den kırk
elli bin adem bir gün bir gecede cem’ olup azim bazar durur” şeklinde tarif
etmektedir.42 Köprü Pazarı Serik Subaşı Nişancı Paşa hassıdır. Onun subaşısı,
kadısı ve Karahisar ve Manavgat kadısı o gün orada hazır olup büyük kavga ve
davalar sonuçlandırılır, kadılara sicil için üç akçe, hüccet için on akçe verilir. Kadı
bir akçe fazla istesin önündeki tahtayı (piş-tahtasın) başında pare pare ederler ve
giderler. Öyle lecüc Manavgat kavmidir. Manavgat nerededir diye sorarsan “Ya
gerü kaldı, ya ileridedir” diye cevap verirler. Bu vilayet halkı haftanın günlerini Salı,
Çarşamba, Perşembe, Cuma diye hesap etmezler. Her gün bir semtte pazar
kurulduğu için o pazar günlerine göre hesap ederler ve “Ulu Pazar, Kiçi Pazar,
Beri Pazar, Öte Pazar ve Serik Pazar ve Manavgat Pazar” derler. Evliya Çelebi’nin bu
ifadesinden Karahisar-ı Teke kazasında bildiğimiz Karahisar, Köprü ve Alahisar
41
42
Tuncer Baykara’ya göre XVI. Yüzyılda Alaiye Sancağına bağlı Manavgat kazasına Manavgat,
Akçahisar ve Atabey adlarında nahiyeler bağlıdır. Baykara, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyasına Giriş,
s. 189; Behset Karaca’ya göre 1530 ve 1555 yıllarında Manavgat kazasının Akçahisar, Atabey ve
Manavgat adlarında üç nahiyesi bulunmaktadır. Ama Karaca, 1642-1643 kaydına göre Alaiye
Sancağı’nın Manavgat, Alaiye ve Akseki adlarında üç kazası olduğunu, bunlara bağlı bir çok
nahiye kaydedildiğini belirtmektedir. Karaca, Manavgat Kazası, s. 44-45, 46.
Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmet Zılli, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Haz. Yücel Dağlı-Seyit Ali
Kahraman-Robert Dankoff, 9. Kitap, İstanbul, 2005, Yapı Kredi Yay. , s. 148-149.
XX. Yüzyılın Başlarında Teke (Antalya)|Sancağı’nda Dağılan Bir Pazar:
Köprü Pazarı | 91
pazarlarına ilave olarak Serik Pazarı’nın da olduğunu öğreniyoruz. Ama Serik
pazarı diye adlandırılan pazarın Alahisar pazarı ile aynı olması da muhtemeldir.
Seyyah Köprü Pazarı’nda bir gün vakit geçirdikten sonra Ulusu Köprüsü’nden
Manavgat tarafına geçmiştir.43 Köprü Pazarı’nda alınan ve satılanlar hakkında
XIX. yüzyılda seyyahlarda geçen bir iki küçük kaydın dışında bir fikrimiz yoktur.
Örneğin Rahip E. T. Daniell, biraz kahve ve pirinç almaları için adamlarını Köprü
Pazarı’na gönderdiğini ifade etmektedir. Ama bütün ihtiyaçların görüldüğü
büyük bir pazar olduğu neredeyse kesin bir durumdur. Çünkü daha sonra bizzat
şahit olduğumuz (1970’li yıllar) onun yerini alan Kökez Pazarı’nı göz önüne
alırsak Köprü Pazarı’nda hayvan/mal, at, eşek, deve, hububat, susam, her türlü
meyve sebze (çilek), tahin helvası, giyim eşyası, dokuma ürünleri, el aletleri, ev
gereçleri, hayvan çanları, yiyecek, içecek, tavuk, yumurta, süt ürünleri (peynir,
çökelek, tereyağı), hayvan derisi ve her türlü ihtiyaç malzemesinin alındığı ve
satıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bölgenin önemli pazarına Antalya, Karahisar,
Serik, Alaiye ile Hamid’den 40-50 bin kişinin alış veriş için katıldığı
bilinmektedir. Bu verilerden sonra Köprü Pazarı’nın sancaklar hatta bölgeler
arasında katılımın olduğu büyük bir coğrafi haftalık pazar olduğunu
söyleyebiliriz.
Son yüzyıllarda Köprü Pazarı (XIX-XX. Yüzyıllar)
XIX. yüzyıldan itibaren özellikle seyyahların pazara ilişkin bazı bilgiler
verdiği görülmektedir. Fred Burnaby’n belirttiği gibi Anadolu’nun (Mudurnu)
köy ve kasabalarda hiç bir dükkân bulunmamaktadır. Anadolu insanı alış-veriş
ihtiyacını pazarlardan karşılamaktadır. Seyyahlar haftalık pazarlara rastlamazsa
ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çekmektedir.44 F. Burnaby’n bu bilgisi her ne
kadar kuzey-batı Anadolu için söylenmişse de Akdeniz bölgesi için de geçerlidir.
Örneğin Alanya ve Manavgat yönünden gelen İngiliz Albay W. M. Leake, 16
Mart 1800 tarihinde Daşşehir’den (Taşağıl) Stavros’a (İstavros, Boztepe) giderken
iki üç saat sonra büyük bir nehre (Köprü Suyu) geldiğini, bu nehrin bir kemeri
hala ayakta olan muhteşem antik bir köprünün kalıntıları üzerine inşa edilen ve
bazı bölümlerinde modern çalışmaların görüldüğü bir köprü ile geçildiğini
belirtmektedir.45 Ancak sözünü ettiği köprünün Antalya tarafında bulunan
handan ve her Cumartesi kurulan Köprü Pazarı’ndan bir kelime olsun
bahsetmediği görülmektedir. Ama 1836 yılının Nisan ayında Perge, Sillyon (Asar)
Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmet Zılli, a.g.e. , s. 149.
Fred Burnaby, At Sırtında Anadolu, Çev. Fatma Taşkent, İstanbul, 2011, 5. bs. , s. 84.
45 William Martin Leake, Journal of A Tour in Asia Minor, London, 1824, s. 131-132.
43
44
92 |USAD Muhammet GÜÇLÜ
üzerinden Aspendos’a giden Fransız seyyah Charles Texier, Asar köyünden
sonra Pinalar (Pınarcık) ve Kuşlar köylerinden söz etmektedir. Ayrıca
Eurymedon Irmağı’nın aşağı kısmına Roma Köprüsü (Selçuklu Köprüsü kast
ediliyor) nedeniyle Köprü Su/Köprü Irmağı dendiğini, ırmağın ağzındaki küçük
köyün adının Köprü Pazar olduğunu belirtir. Komşu köylerin her hafta pazar
kurmak için burada toplandığını ifade eder. Köylülere çevrede Köprü veya Capri
adında bir yer olup olmadığı sorulduğunda olumlu cevap verirler. Seyyaha göre
Köprüçay üzerindeki köprü eski temeller üzerine yapılmış olup Side’ye gitmek
için bu köprüden geçilir.46 C. Texier’in Aspendos’taki köyün adı konusunda
yanıldığını hemen ifade edelim. Çünkü köyün adı onun ifade ettiği gibi Köprü
Pazar değil Balkıs köyüdür. Hatta Osmanlı kayıtlarında 11 erkek nüfusa sahip
olan köyün tam adı “Çiftlik-i cedid Derenez ve Balkıs” idi.47 Köprü Pazar ise Köprü
Irmağı üzerine inşa edilen köprünün Antalya tarafına kurulan pazarın adıdır.
Rahip E. T. Daniell 1842 yılı Mart ayında başladığı Likya ve Pamfilya gezisi
kapsamında geldiği Zerk’ten Eurymedon Vadisi yoluyla Aspendos’a ulaştığını
belirtir. Bu sırada Türklerin Aspendos şehri önünden akan nehre Köprü Irmağı
adını verdiğini öğrenmiştir. Daniell, 28 Temmuz 1842 tarihinde Eski Antalya’ya
(Side) gitmeye karar verdi ve ateşlenmesine rağmen ertesi gün kavurucu bir sıcak
altında zorlu bir yolculuk yaparak Side’ye ulaştı. Bir gün sonra yani 30
Temmuz’da (Cumartesi) adamlarını Aspendos köprüsünde saat on ikide açılan
(sabah güneşin doğuş zamanı kastediliyor) bir pazardan biraz pirinç ile kahve
deneyip almaları için gönderdi. Kendisi de adamlarını yollayabildiği kadar
erkenden yola koyulduğunu, Pazar gecesi İstavros (Boztepe) köyünde açıkta bir
iki saat konakladıktan sonra Adalya’ya ulaştığını belirtir. 48 Rahip Daniell’den
sonra Antalyalı D. E. Danieloğlu ve arkadaşları 1850 yılının Nisan ayı başında bir
Pamfilya seyahati yapmışladır. Bu seyahat sırasında Perge, Sillyon’a (Karahisar-ı
Teke) uğradılar ve Karahisar-ı Teke’nin yönetim merkezi olan Yanköy’de
konakladılar. Birkaç adamını şarap ve tavuk almak üzere Karahisar pazarına
gönderdiler. Bu sırada adamları nahiye binasına gittiler. 16 Nisan sabahı
Karahisar’dan ayrılan Danieloğlu ve arkadaşları iki saat ilerledikten sonra açıklık
bir yerde kurulan panayır ya da bir köy pazarına rastlamışlardı. Panayırda
46
47
48
Charles Texier, Küçük Asya Coğrafyası, Tarihi ve Arkeolojisi, Çev. Ali Suat, Latin Harflerine Aktaran:
Kazım Yaşar Kopraman, Sadeleştiren: Musa Yıldız, C. 3, Ankara, 2002, s. 458, 473.
Mehmet Ak, “Teke Sancağında 1831 Sayımına Göre Nüfus ve Yerleşme” , History Studies
International Journal of History, Volume 6, Issue 3, April 2014, s. 32-33.
T. A. B. Spratt-Edward Forbes, Müteveffa Rahip E. T. Daniell’in Eşliğinde Milyas, Kibratis ve Likya’da
Yolculuklar, C. II, Çev. Doğan Türker, Antalya, 2008, s. 32-35
XX. Yüzyılın Başlarında Teke (Antalya)|Sancağı’nda Dağılan Bir Pazar:
Köprü Pazarı | 93
rastladıkları tanıdıkları onlara kahve ikram ettiler.49 Danieloğlu’nun söz ettiği
panayır veya Pazar, Alacami’nin altında Pınarcık köyünün yanındaki Kepez’de
kurulan Cidal Pazarı olmalıdır. Cidal pazarında at koşusu da düzenlenmektedir.
Macit Selekler, Evliya Çelebi’nin Serik Pazarı diye adlandırdığı pazarın Cidal
Pazarı olduğunu düşünmektedir.50 Bu Pazar dolayısıyla Alahisar, Serik Pazarı ve
Cidal Pazarı şeklinde bir değişim göstermiştir. Danieloğlu ve arkadaşları Cidal
Pazarı’ndan sonra tahminimize göre Kuşlar-Ayanoz-Üründü-Belpınar üzerinden
altı saatlik yolculuktan sonra Aspendos/Balkız köyüne ulaştılar. Aspendos şehrini
ve tiyatrosunu inceledikten sonra doğuya yöneldiler. Seyyah Danieloğlu, Köprü
Çayı üzerinde bulunan 350 ayak uzunluğunda 25 ayak genişliğinde muazzam bir
köprüye geldiklerini, bir Ortaçağ yapısı olan köprünün iki büyük kemer üzerinde
durduğunu, köprünün daha eski bir kısmının bir kıyıdan ötekine uzandığını,
kıyıda her iki ayağı tutan kemerler köprünün özgün halinde ne kadar büyük
olduğunun kanıtı olduğunu ve eski köprünün yerinde küçüklü büyüklü birtakım
adacıklar görüldüğünü ifade ediyordu.51 Seyyah Danieloğlu’nun tarif ettiği iki
kemerli köprü Karaman Beylerbeyi Murat Paşa’nın yaptırdığı köprü olmalıdır.
Çünkü Evliya Çelebi Sultan Alaeddin Keykubat’ın yaptırdığı on bir gözlü büyük
bir köprüden söz etmektedir. Danieloğlu’na göre bu köprü XIX. yüzyılın
ortalarında harap olup yerinde adacıklar bulunuyordu. Bütün bu bilgilerin
üzerine günümüze ulaşan Selçuklu köprüsünün yedi gözü olduğunu belirtmek
isteriz. Burada konumuz açısından asıl üzerinde durulması gereken konu
Danieloğlu’nun Köprü Çayı üzerinde yapılan köprüler hakkında uzun
değerlendirmeler yaparken hemen yanı başında olan Köprü Han ile Köprü Pazarı
hakkında bir kelime olsun bilgi vermemesiydi. Serik bölgesinin belki de en büyük
pazarı hakkında neden böyle yaptığını bilemiyoruz. Bu durumu pazarın artık
kurulmadığına mı yoksa geldikleri günün pazarın kurulduğu Cumartesi
gününden başka bir güne mi rastladığına yormak gerekir bilemiyoruz. Ama
yukarda ifade ettiğimiz gibi Köprü Pazarı’ndan önceki günlerde kurulan pazarlar
hakkında bilgi vermiş olması bölgedeki pazarları tanıma açısından önemli bir
kayıt olduğunu vurgulamalıyız.
D. E. Danieloğlu, 1850 yılında Yapılan Bir Pamphylia Seyahati, Çev. Ayşe Özil, Antalya, 2010, s. 6566,81.
50 Macit Selekler, Yarımasrın Arkasından-Antalya’da Kemer-Melli-İbradı-Serik, İstanbul, 1960, s. 186.
51 Danieloğlu, a.g.e. , s. 81-82, 95-96. Macit Selekler, Murat Paşa’nın yaptırdığı köprünün Selçuklu
köprüsünün bakiyesi üzerine yapıldığını, eski köprünün zorla yıkıldığının bedenlerde izleri
olduğunu belirtmektedir. Selekler, a.g.e. , s. 132.
49
94 |USAD Muhammet GÜÇLÜ
C. Texier, Rahip Daniell ve Antalyalı Danieloğlu gibi 1884-1885 yıllarında
Pamfilya şehirlerinde araştırma yapan Avusturyalı Lanckoronski, Aspendos’un
antik dönemde bir liman ve ticaret yeri olduğunu, Eurymedon Çayı’nın ağzı
kumla dolduğu ve etrafının bataklık haline dönüştüğü için bunun artık imkansız
olduğunu belirtir. Ayrıca biraz içeride eski köprü kalıntısının yanında bir
yenisinin çayın üzerini aştığını ifade eder. Lanckoronski mevcut köprünün nehri
düz bir hat üzerinde aşmak yerine iki yerde kırılarak inşa edildiğini, Pamfilya
bölgesinde tek köprü olması açısından da özel bir önemi olduğunu belirtir.
Cesurca inşa edilen köprü, bölgedeki İslam yapıları gibi İranlı mimarların eseri
olmalı ifadesini kullanır. Roma köprüsü ise yerine inşa edilen ve şimdi ayakta
duran yapıya göre heybetli olup nehrin Antalya tarafında sivri kemerli
köprübaşının günümüze kadar ulaştığını belirtir. Ayrıca kuzeydeki tepenin
yamacında bulunan köyün adının Belkıs olduğunu ilave eder. Ekte verdiği
haritada nehrin adını Eurymedon/Köprü Suyu olarak kaydettiğini belirtmek
isteriz. Ayrıca George Niemann tarafından çizilen 1884 yılını gösterir köprünün
bir gravürünü de eklemeyi ihmal etmemiştir.52 Lanckoronski’nin verdiği
bilgilerden antik dönemden beri Aspendos’un liman ve ticaret yeri olduğunu,
Köprü Pazarı’nın burada kurulmasının tarihi bir geleneğin sonucu olduğunu
öğreniyoruz. G. Niemann’ın köprü gravüründe Köprü Pazarı’nın kurulduğu
alanın bir kısmı görülmekle beraber Lanckoronski pazara ilişkin nedense bilgi
vermemektedir. V. Quinet ise 1892 yılında yayınlanan eserinde Eurymedon’a
Köprü Suyu ve Aspendos’a ise Balkız Sarayı (Belkız) dendiğini belirtir.
Aspendos’tan on km uzakta bir Roma Köprüsü’nden bahsetmekle beraber Köprü
Pazar’dan söz etmediği anlaşılmaktadır.53 2 Mayıs 1906 tarihinde akşam
karanlığında Antalya’ya gelen Hans Rott, Perge ve Sillyon üzerinden Aspendos’a
ulaşmıştır. Burada çok az evi olan Balkıs köyü bulunduğunu belirtir. Hans
Rott’un ifadesinden geceyi Köprü Han’da geçirdiğini, sabah olduğunda pazar
kalabalığından söz etmesinden günün Cumartesi olduğu anlıyoruz. Seyyah
bulunduğu çevreyi, sabahın erken saatlerini ve köprüyü şöyle anlatmaktadır.
“Köprü Han’da bulduğumuz dinginlik sabahın erken saatlerinde deve ve eşeklerin
bağrışlarıyla bozulmuştur ve orada haftalık bir pazar kurulur. Fakir görünüşlü han
Köprübazar beldesinin/yerinin son kalıntısıdır. Köprübazar ise yaklaşık 250 yıl önce
Cihannüma’da yer almaktadır. Burada bir Ortaçağ köprüsü geniş ve balık bulunan
Eurymedon’un üzerinde yüksek ayaklarla (karşı sahile) uzanır. Eurymedon’daki kıvrımda
52
53
Lanckoronski, a.g.e. , s. 85, 87-88, 124, Gravür XXVIII.
Vital Quinet, LA Turquie D’Asie, C. I, Paris, 1892, s. 881882.
XX. Yüzyılın Başlarında Teke (Antalya)|Sancağı’nda Dağılan Bir Pazar:
Köprü Pazarı | 95
önceden incir ağaçları derin bir şekilde kök salmışlar ve böylece onlar (köprüde) yavaş
yavaş tahribata sebep olmuşlardır. (Nehrin) batı kıyısında ise eski köprünün son ayak
kıvrımı bulunur ki bu köprü yüksek kavisler üzerinden karşı tarafa ulaştırır.”54
Hans Rott eserinde 1906 yılı itibariyle Köprü Suyu köprüsünün Antalya
tarafında haftalık bir pazarın hala kurulduğunu ve orada bulunan hanın Köprü
Pazar’ın son kalıntısı olduğunu belirtmesi konumuz açısından önemlidir. Ama
Katip Çelebi gibi Köprü Pazar’ını belde veya nahiye olarak nitelemesi doğru
değildir. Burası daha önce de ifade ettiğimiz gibi haftalık bir pazarın kurulduğu,
han ve bir kısım dükkânların olduğu bir pazar alanıdır. Ama Hans Rott’un
ifadesinden pazar alanında hanın dışında dükkân gibi hiçbir yapının
bulunmadığı anlaşılmaktadır. Yabancı seyyahlar gibi Antalya Sultanisi
muallimlerinden ve gelecekte Antalya Müzesi’nin kurucusu olacak olan eski
eserler fahri sorumlusu Süleyman Fikri (Erten) Bey de 1922 yılında yayınladığı
eserinde köprü ile Aspendos-Belkıs harabeleri hakkında bilgi vermeyi tercih
etmiştir. Ama uzunca anlattığı Selçuklu köprüsünün Antalya tarafında kurulan
pazardan bir kelime olsun bahsetmemiştir.55 Ancak daha sonra yayınlayacağı bir
başka eserinde kısa da olsa Köprü Pazarı’ndan ve handan söz ettiği görülecektir.
Osmanlı devrinde özellikle XIX. yüzyılda Anadolu’da Hafta Pazarı ve
Panayırların arttığı gözlenmekle beraber Prof. Dr. Mehmet Akif Erdoğru
tarafından yapılan çalışmada Köprü Pazarı’nın adının kayıtlar arasında yer
almadığı da görülmektedir.56 Ama bu durum Köprü Pazarı’nın kurulmadığı
anlamına gelmez. Çünkü I. Dünya savaşına kadar Köprü Pazarı’nın kurulduğu
birçok kaynaktan okunabilmektedir. Hatta I. Dünya savaşından evvel pazar
yerinde ve karşı sahilde her hafta pazarın kurulduğu gün (Cumartesi) spor ve
eğlence amaçlı kış mevsimlerinde at koşusu yapmak, cirit oynamak âdeti vardı.
1923 yılının Aralık ayı itibariyle Köprü Pazar alanında Pazar kurulmadığı gibi at
yarışları ve cirit oyunları da yapılmaz olmuştur. Aspendos nehri üzerine Sultan
Alaeddin Keykubat tarafından yapılan köprü önce nehrin Adalya tarafında
kurulan pazara ad olarak verilirken sonra nehre Köprü Suyu/Çayı denilmeye
başlanmıştır.57 Yukarda söz ettiğimiz gibi Köprü Suyu ifadesine ilk kez XVI.
Hans Rott, Kleinasiatische Denkmaler aus Pisidien, Pamphylien, Kappadokien und Lykien, Leipzig, 1908, s.
59.
55 Süleyman Fikri, Antalya Livası Tarihi, s. 159-172.
56 Erdoğru, a.g.e. , s.12-14, 23-165.
57 Selekler, a.g.e. , s. 179; Köprü Pazarı’nda at yarışları yapıldığı ve cirit oyunları oynandığı gibi XIX.
yüzyılın son çeyreğinde Selanik’e bağlı kaplıcalarıyla ünlü Langaza’da yılda bir kere kurulan Paşa
54
96 |USAD Muhammet GÜÇLÜ
Yüzyılın ilk yarısına ait olan Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye’sinde rastlamaktayız.
Günümüzde ise daha çok Köprü Çayı ifadesi kullanılmaktadır.
Köprü Pazarı’nın Dağılması
Elimizdeki kesin kayıtlara göre Köprü Pazarı, XV. yüzyılın ortalarında XX.
Yüzyılın başlarına kadar faaliyette olduğu anlaşılmaktadır. Pazarı’nın
dağılmasının sebeplerinden birisi Köprü Çayı’nın ağzının zamanla kumla
dolması ve nehir ulaşımını engellemesidir. Bu durumu XIX. yüzyılın başlarında
F. Beaufort tespit etmekte ve çayın “ağzı önünde uzanan eğri kum setleri” yüzünden
“su kesimi bir ayaktan fazla olan sandallar buradan geçemezler” demektedir.58 Aynı
şekilde yüzyılın sonlarında (1884-1885) bölgeye gelen K. G. von Lanckoronski
Eurymedon/Köprü Suyu’nun ağzının bataklık halinde olduğunu belirtmektedir. 59
Böylece pazara Antalya ve Alaiye tarafından deniz yoluyla gelecek alıcı ve
satıcılar rahat bir şekilde ulaşamamıştır. Bu durumda pazarın yavaş yavaş
sönmesine ve daha çok yerel özelliğe bürünmesine sebep olmuştur. Çünkü XIX.
yüzyılın ikinci yarısında pazarın sönmeye yüz tuttuğunu en azından ilk
kurulduğu kadar canlı olmadığını seyyahların verdiği bilgilerden anlamaktayız.
Bu duruma gelinmesinde Osmanlı’nın sürekli savaş kaybetmesi ile Teke
Sancağı’nın bakımsız kalmasının da etkisi olduğunu ilave etmek gerekir. En
azında Köprü Çayı’nın ağzında biriken ve nehir ulaşımını engelleyen kumun
temizlenemediği aşikârdır. Köprü Çayı’nın ağzını kumun kapaması ve bir süre
sonra bölgenin bataklık haline dönüşmesi, XV. yüzyılın ortalarından beri varlığını
bildiğimiz Aspendos İskelesinin işlevsiz kalmasına sebep olmuştur. Bu yüzden
iskele nehrin girişine taşınmış ve iskelenin bulunduğu köyün adına izafeten
Boğazak İskelesi olarak anılmaya başlandığı bilinmektedir. 60 Bu arada hemen
ilave edelim ki Köprü Suyu’nun denizle birleştiği yerin Serik tarafında en
azından 1530 yılından beri Boğazak adlı bir köyün varlığını bilmekteyiz. 61
Cumhuriyet devrinin başlarında ise Köprü Suyu’nun ağzındaki kum setlerinin
artık çıplak veya çalılarla örtülü tepelere dönüştüğü ve en küçük kayıkların bile
Panayırı’nda pehlivan güreşi yapılır ve hediyeler dağıtılırdı. İpek Çalışlar, Mustafa Kemal Atatürk,
Mücadelesi ve Özel Hayatı, İstanbul, 2018, s. 68.
58 Beaufort, a.g.e. , s. 140.
59 Lanckoronski, a.g.e. , s. 88.
60 Muhammet Güçlü, 1864-1950 Yılları Arasında Serik, s. 39.
61 166 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri 937/1530, s. 151.
XX. Yüzyılın Başlarında Teke (Antalya)|Sancağı’nda Dağılan Bir Pazar:
Köprü Pazarı | 97
geçişte müşkülat yaşadığı belirtilmektedir. Ama nehrin girişinden sonraki kısmın
derin olduğu ilave edilmektedir.62
Bir başka etken ise günümüzdeki Serik kaza merkezinin XIX. yüzyılın
sonlarında Şevketiye adıyla kurulmasıdır. Çünkü Serik kaza merkezi Teselya,
Yenişehir Yukarı Oba köyü halkından muhacirlerin63 1887 yılında Kökaz Çeşmesi
civarına 73 haneli 286 nüfuslu Şevketiye köyünün kurulması ve onların oraya
yerleştirilmesi ile oluşturulmuştur. 64 Ama halk köy ismi olarak Şevketiye
isminden ziyade Kökez ismini kullanmayı tercih etmiştir. Antalya-Alanya,
Antalya-Konya yol güzergâhında bulunan Kökez köyünde zamanla cami, han ve
fırın yapıldığı görülmektedir. Cuma günleri çevreden namaza gelenlerin
kalabalık oluşturduğunu gören seyyar satıcılar sergi açmaya başladılar. Böylece
Cuma Pazarı olarak Kökez Pazarı’nın temeli atılmış oluyordu. 1890 yılından
sonra ise Kökez köyünde Cuma günleri pazar kurulması adet haline gelmiştir.
Böylece bir köy pazarı olarak Kökez Pazarı, Cuma pazarları arasında yerini aldığı
gibi Serik bölgesinde bir pazar daha kurulmuş oluyordu. Hele 1910 yılında Teke
Mutasarrıfı Nahit Bey başkanlığında toplanan Liva Meclisi, Serik nahiye
merkezini Karahisar-ı Teke/Tekke’den Kökez’e nakletme kararı almasıyla, Kökez
Pazarı idari merkezde kurulmanın avantajıyla daha da kuvvetlenmiştir. Bu yeni
durum da Köprü Pazarı’nın aleyhine olmuştur. Çünkü bölgede 3-5 km gibi çok
yakın bir mesafede bir gün ara ile kurulan iki pazardan birinin ortadan kalkması
doğal bir durum olmuştur. Ayrıca Kökez köyünde kurulan Cuma Pazarı, Köprü
Pazarı’nın sönmesine sebep olduğu gibi yukarıda adını zikrettiğimiz Cidal
Pazarı’nın da sonunu getirmiştir. Ama biraz önce ifade ettiğimiz gibi Hans
Rott’un 1906 yılı Mayıs ayında bizzat şahit olduğu ve Macit Selekler’in
belirttiğine göre Köprü Pazarı, Birinci Dünya savaşı’na kadar (1914) Evliya
Çelebi’nin tasvir ettiği gibi aynen canlılığını muhafaza edebilmiştir. Bunun
başlıca sebebi pazar için toplanan ahalinin at yarışları ile cirit oyunları yapması ve
yapılan bu spor etkinliğini seyretmesi idi. Birinci Dünya Savaşı’nın insan ve
hayvan nesline vurduğu darbe neticesinde cirit oyunları 1914 yılından sonra bir
daha oynanamadığı gibi at yarışları savaş sonrasında canlandırılmak istense de
iyi cins at kalmadığından olumlu netice vermemiştir. At yarışlarının revaçta
Ahmet Rasim, Akdeniz, Anadolu, Karaman, Finike ve Klikya Sahilleri Klavuzu- Mermeris Feneri’nden
Payas’a Kadar, İstanbul, 1930, s. 87.
63 Selekler, a.g.e. , s. 123.
64 Nejat Göyünç, “Hane Deyimi Hakkında”, İÜ. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, C. 37, S. 32, 1979, s.
124,128; Muhammet Güçlü, 1864-1950 Yılları Arasında Serik, s. 22-23.
62
98 |USAD Muhammet GÜÇLÜ
olduğu dönemde Honamlı aşiretinden Mehmet Bey atının geri kalmasından
dolayı üzüldüğü ve yüreğine inerek öldüğü, ölüm döşeğinde iken gelecek hafta
atımı yine salın baş alırsa mezarımın başında ünleyin dediği halk arasında
anlatılmaktadır.65 Keza Süleyman Fikri Erten de XX. Yüzyılın ortalarına doğru
basılan bir başka eserinde köprünün kenarında yakın zamana kadar büyük bir
Pazar kurulduğunu, I. Dünya Savaşı’na kadar burada bir hanın mevcut olduğunu
ve ama artık pazardan eser kalmadığını vurgular. 66 Hemen hemen aynı dönemde
bölge üzerine yaptığı turizm amaçlı çalışmalarını yayınlayan Dr. Burhanettin
Onat ise Köprü Suyu ve onun üzerinde bulunan Selçuklu köprüsünden söz
etmekle beraber Köprü Pazarı’ndan bahsetmediği görülmektedir. O eserine
sadece G. Niemann gibi köprünün pazar tarafını da görebileceğimiz bir resmini
koymakla yetinmiştir.67 Ama günümüzde halk arasında köprüye “Pazar Köprüsü”
denilerek Köprü Pazarı’nın hatırası hafızalarda yaşatılmaktadır. 68
Yolcu ve pazara gelenlerin barınma ihtiyacını karşılamak için yapıldığını
bildiğimiz han ise kaderine terk edilmiştir. Çünkü I. Dünya Savaşı’na kadar
köprünün Antalya tarafında bir han olduğu bilinmektedir. 69 Köprü Pazarı’nın
dağılmasından kısa bir süre sonra (1923) Serik nahiye müdürünün hazırladığı
rapordan anladığımıza göre Selçuklu hanından geriye sadece bir kapı kalmıştır. 70
Robert Koleji hocalarından Rudolf M. Riefstahl Anadolu’nun güney-batında
bulunan Türk mimari eserlerini incelemek üzere 1929 yılında bir gezi yapmıştır.
Bu gezi kapsamında Antalya’ya gelen Riefstahl, Köprü Suyu/Çayı kenarında
bulunan Köprü Han’dan söz etmektedir. 71 Tabii R. M. Riefstahl bölgeye
geldiğinde Köprü Han’ın sadece kalıntısı kalmış olmalıdır. Günümüzde ise
Köprü Han’dan her hangi bir iz olmadığı gibi nehrin batı tarafında Roma
Köprüsü’nün bir gözlü kalıntısı ile eski temelleri üzerine daha alçak inşa edilen
Selçuklu köprüsünden başka bir yapı veya kalıntı olmadığı görülmektedir.
Halk arasında Selçuklu Köprüsü, Pazar Köprüsü denilen köprünün Serik
tarafında Köprü Han ile Köprü Pazar’ın yerinde sanki eski görünümünü kısmen
Selekler, ag.e. , s. 124-125, 173-174, 186; Muhammet Güçlü, “XX. Yüzyılın Başlarında Serik”, Türk
Kültürü Dergisi, S. 391, Kasım 1995, s. 686.
66 S. Fikri Erten, Antalya Tarihi, III. Kısım, Antalya, 1948, s. 99.
67 Burhanettin Onat, “Coğrafya”, Turistik Antalya, Haz. Antalya’yı Tanıtma ve Turizm Derneği,
Başbakanlık Devlet Matbaası (Ankara), 1952, s. 24, 48, 62.
68 Güçlü, a.g.m. , s. 691.
69 Erten, Antalya Tarihi, s. 99.
70 Selekler, a.g.e. , s. 182-183.
71 Rudolf M. Riefstahl, Cenubu Garbi Anadolu’da Türk Mimarisi, İstanbul, 1941, s. 50.
65
XX. Yüzyılın Başlarında Teke (Antalya)|Sancağı’nda Dağılan Bir Pazar:
Köprü Pazarı | 99
hatırlatan 20 kadar dükkân bulunmaktadır. 72 Bölgede beşyüz yıldan fazla önemli
bir pazar olarak işlev gören Köprü Pazarı’nın hatırasını yaşatmak ilgililerden
beklenmektedir. En azından köprünün adının yanına Köprü Han ve Köprü
Pazarı ifadeleri eklenmelidir. Böylece genç nesillerin hafızasına pazara ilişkin
bilgiler yerleşecektir.
Köprü Pazarı’nın yerini alan Kökez Pazarı’nda cirit oynandığı, at yarışı
yapıldığına dair elimizde bir kayıt bulunmamaktadır. Ama Cumhuriyet
döneminde Serik’te spor, eğlence ve yardım amaçlı deve güreşi, pehlivan güreşi
ve at yarışları yapıldığı bilinmektedir. Örneğin Aspendos tiyatrosu pehlivan
güreşleri yapmak için bir dönem kullanılmıştır.73 Ama bölgede cirit oynandığına
ilişkin bilgimiz yoktur.
Sonuç
Köprü Pazarı adlı çalışmamızda öncelikle pazara adını veren köprünün inşası
üzerinde durulmuştur. Köprü ilk olarak M. S. IV. yüzyılın başlarında Roma
döneminde yapılmıştır. Selçuklular devrinde Alaeddin Keykubat zamanında
kalıntıları üzerine yeniden inşa edildiği için Osmanlı kaynaklarında genellikle
Sultan Alaeddin Keykubat Köprüsü olarak geçmektedir. Köprünün Antalya
tarafına bir de han inşa edilmiştir.
Selçuklular ve Beylikler döneminde faal olduğunu düşündüğümüz Köprü
Pazarı’na ilişkin ciddi kayıtlara XV. yüzyılın ortalarından itibaren
rastlanmaktadır. Bölgenin en güçlü haftalık pazarlarından birisi olan Köprü
Pazar’a Teke, Hamit ve Alaiye sancaklarından insanların iştirak ettiği
bilinmektedir. Evliya Çelebi’ye göre pazar alanında binden fazla sazdan yapılmış
dükkân bulunmaktadır. Bu dükkânların 30 tanesi ise Balı Bey Vakfı’na aittir.
Vakıfnameye göre dükkânların kira geliri köprünün tamir ve bakımına
ayrılmıştır. Köprü Pazarı’nın bu derece canlı olmasının sebeplerinden birisi
Aspendos Suyu veya Köprü Suyu denilen nehirde gemi ile ulaşım sağlanmasıdır.
Köprü Pazarı, Garbi Karaağaç’taki pazarlarda olduğu gibi zahire veya
hayvan pazarı olarak bir yönü ile öne çıkmış bir pazar değildir. Köprü Pazarı
zahire, canlı hayvan, hayvan ürünleri, büyük ve küçükbaş çanları, el dokumaları,
sanayi ürünleri, susam, tahin helvası, her türlü el aleti ve sebze-meyvenin (çilek)
satıldığı bir pazardır. Karahisar-ı Teke Kadısı’nın pazarın kurulduğu gün olan
Cumartesi günü yargılama yaptığı bilinmektedir. Suhte isyanları sırasında
suhtelerin pazarı basıp kadıyı tehdit ettikleri, pazara gelenlerin saçlarını hakaret
72
73
9 Temmuz 2018 tarihli inceleme gezisi izleniminden.
Muhammet Güçlü, 1864-1950 Yılları Arasında Serik, s. 63.
100 |USAD Muhammet GÜÇLÜ
olsun diye kestikleri kayıtlarda geçmektedir. Keza Manavgat kadısı da pazarda
hazır olup davaya bakmaktadır. Ayrıca pazarın kurulduğu gün at yarışı ile cirit
oyunları düzenlenmesi, pazara katılanların sayısını arttırmayı amaçladığı
bilinmektedir. XIX. yüzyıldan itibaren seyyahların pazarlardan ihtiyaçlarını
karşıladıkları görülmektedir. Bu kapsamda Rahip E. T. Daniell, adamlarını bir
miktar pirinç ve kahve almaları için sabah erkenden Köprü Pazarı’na
gönderdiğini kaydetmektedir. Böylece Köprü Pazarı bölge ahalisi için hem
ekonomik bir faaliyet alanı hem de sosyal ve sportif amaçlı bir yer olmuştur.
XIX. yüzyılın başlarından itibaren Köprü Suyu’nun ağzında biriken kumlar
yüzünden deniz ulaşımının sekteye uğradığı bilinmektedir. Böylece Köprü Pazarı
da yavaş yavaş canlılığını kaybetmeye başlamıştır. Aynı yüzyılın sonlarına doğru
pazar alanının yakınlarında Şevketiye=Kökez köyünün kurulması ile Köprü
Pazarı’nın sonu gelmeye başlamıştır. Çünkü Kökez köyünde bir Cuma pazarı
kurulmaya başlandı. I. Dünya savaşına kadar varlığını koruyan Köprü Pazarı’nın
yerini Kökez Pazarı almıştır. Serik kaza merkezinde birden fazla pazar kurulana
kadar Cuma günü kurulan Kökez Pazarı bölgenin en güçlü pazarlarından birisi
olmuştur.
XX. Yüzyılın Başlarında Teke (Antalya)|Sancağı’nda Dağılan Bir Pazar:
Köprü Pazarı | 101
KAYNAKÇA
I- Tıpkı Basım, Kronik ve Seyahatnameler
166 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri 937/1530, Dizin ve Tıpkıbasım, Ankara,
1995, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire
Başkanlığı Yayınları Nu. 27.
Beaufort, Francis, Karamanya, Çev. Ali Neyzi-Doğan Türker, Antalya, 2002.
Danieloğlu, D. E., 1850 yılında Yapılan Bir Pamphylia Seyahati, Çev. Ayşe Özil, Antalya, 2010.
Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmet Zılli, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Haz. Yücel Dağlı-Seyit
Ali Kahraman-Robert Dankoff, 9. Kitap, İstanbul, 2005, Yapı Kredi Yay.
İbn Batuta, İbn Batuta Seyahatnamesinden Seçmeler, Haz. İsmet Parmaksızoğlu, Ankara, 1981.
Katip Çelebi, Cihannüma, İstanbul, 1145/1732.
Katip Çelebi, Kitab-ı Cihannüma, C. I, Tıpkı Basım, Ankara, 2009.
Lanckoronski, Karl Graf von, Pamphylia ve Pisidia Kentleri, C. I, Pamphylia, Çev. Selma
Bulgurlu Gün, İstanbul, 2005.
Leake, William Martin, Journal of A Tour in Asia Minor, London, 1824.
Mehmed Neşri, Neşri Tarihi I, Haz. Mehmet Altay Köymen, Ankara, 1983.
Piri Reis, Kitab-ı Bahriye, Ed. Ertuğrul Zekai Ökte, C. 4, Ankara, 1988.
Quinet, Vital, LA Turquie D’Asie, C. I, Paris, 1892.
Rott, Hans, Kleinasiatische Denkmaler aus Pisidien, Pamphylien, Kappadokien und Lykien,
Leipzig, 1908.
Spratt, T. A. B.- Forbes, Edward, Müteveffa Rahip E. T. Daniell’in Eşliğinde Milyas, Kibratis ve
Likya’da Yolculuklar, C. II, Çev. Doğan Türker, Antalya, 2008.
Strabon, Geographika-Antik Anadolu Coğrafyası (Kitap XII-XIV), Çev. Adnan Pekman,
İstanbul, 2000, IV. bs.
Şikari, Karamanname (Zamanın Kahramanı Karamaniler’in Tarihi), Haz. Metin Sözen-Necdet
Sakaoğlu, İstanbu, 2005.
Texier, Charles, Küçük Asya Coğrafyası, Tarihi ve Arkeolojisi, Çev. Ali Suat, Latin Harflerine
Aktaran: Kazım Yaşar Kopraman, Sadeleştiren: Musa Yıldız, C. 3, Ankara, 2002.
Vitruvius, Mimarlık Üzerine, Latinceden Çeviren: Çiğdem Dürüşken, İstanbul, 2017, 2. bs.
Willermus Tyrensis’in Haçlı Kroniğı-Başlangıcından Kudüs’ün Zabtına Kadar (I-VIII. Kitaplar),
Haz. Ergin Ayan, İstanbul, 2016.
Willermus Tyrensis’in Haçlı Kroniği (1143-1163), Haz. Ergin Ayan, Ankara, 2009.
II- Araştırma Eserler
Ahmet Rasim, Akdeniz, Anadolu, Karaman, Finike ve Klikya Sahilleri Klavuzu- Mermeris
Feneri’nden Payas’a Kadar, İstanbul, 1930.
Ak, Mehmet, “Teke Sancağında 1831 Sayımına Göre Nüfus ve Yerleşme” , History Studies
International Journal of History, Volume 6, Issue 3, April 2014, s. 15-44.
Akdağ, Nustafa, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası-Celalî İsyanları, İstanbul, 1995.
Altan, Ebru, İkinci Haçlı Seferi (1147-1148), Ankara, 2003.
Baykara, Tuncer, “Bir Osmanlı Çağı Pazarının Çöküşü: Karahüyük Pazarı”, XI. Türk Tarih
Kongresi (1990) Tebliğler, C. III, Ankara, 1994, s. 1097-1103.
102 |USAD Muhammet GÜÇLÜ
Baykara, Tuncer, Anadolu’nun Selçuklular Devrindeki Sosyal ve İktisadi Tarihi Üzerinde
Araştırmalar, İzmir, 1990.
Baykara, Tuncer, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyasına Giriş I-Anadolu’nun İdari Taksimatı,
Ankara, 1988.
Baykara, Tuncer, I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1164-1211), Gazi-Şehit, Ankara, 1997.
Baykara, Tuncer, Türkiye’nin Sosyal ve İktisadi Tarihi (XI-XIV. Yüzyıllar), Ankara, 2000.
Bilici, Z. Kenan, “Köprüpazar (Belkıs) Köprüsü Kitabesi Üzerine”, Adalya, No. V, 20012002, s. 173-185.
Çalışlar, İpek, Mustafa Kemal Atatürk, Mücadelesi ve Özel Hayatı, İstanbul, 2018.
Erdmann, Kurt, “Alanya Yakınlarındaki Kargı Han”, Çev. Mehmet Uysal-Muhammet
Güçlü, SDÜ. Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, S. 18, Aralık 2008, s.237246.
Erdoğru, M. Akif, “Antalya ve Havalisi Tarihi İçin Bir Kaynak: Defter-i Evkaf-ı Liva-ı
Teke”, Ege Üni. Tarih İncelemeleri Dergisi, S. X, 1995, s. 91-185.
Erdoğru, M. Akif, Ondokuzuncu Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Hafta Pazarları ve
Panayırlar, İzmir, 1999.
Erten, S. Fikri, Antalya Tarihi, III. Kısım, Antalya, 1948.
Erten, Süleyman Fikri, Antalya Vilayeti Tarihi, İstanbul, 1940.
Göyünç, Nejat, “Hane Deyimi Hakkında”, İÜ. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, C. 37, S. 32,
1979, s. 120-145.
Güçlü, Muhammet, “XX. Yüzyılın Başlarında Serik”, Türk Kültürü Dergisi, S. 391, Kasım
1995, s. 681-694.
Güçlü, Muhammet, 1864-1950 Yılları Arasında Serik (İdari, Ekonomik, Sosyal), Antalya, 2000.
Karaca, Behset, XV. ve XVI. Yüzyıllarda Manavgat Kazası, Isparta, 2009.
Karaca, Behset, XV. ve XVI. Yüzyıllarda Teke Sancağı, Isparta, 2002.
Kessener, Paul – Pıras, Susana, “The Aspendos Aqueduct and the Roman-Seljuk Bridge
Across the Eurymedon”, Adalya, No. III, 1998, s. 149-168.
Koca, Salim, Sultan I. İzzeddin Keykavus (1211-1220), Ankara, 1997.
Kortantamer, Tunca, “Yeni Bilgilerin Işığında Ahmedi’nin Hayatı”, Ege Üniversitesi Sosyal
Bilimler Fakültesi Dergisi, S. I, İzmir, 1980, s. 165-185.
Onat, Burhanettin, “Coğrafya”, Turistik Antalya, Haz. Antalya’yı Tanıtma ve Turizm
Derneği, Başbakanlık Devlet Matbaası, (Ankara), 1952.
Riefstahl, Rudolf M., Cenubu Garbi Anadolu’da Türk Mimarisi, İstanbul, 1941.
Selekler, Macit, Yarımasrın Arkasından-Antalya’da Kemer-Melli-İbradı-Serik, İstanbul, 1960.
Süleyman Fikri, Antalya Livası Tarihi, İstanbul, 1338-1340.
Turan, Osman, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, Ankara, 1988, 2. bs.
Uyumaz, Emine, Sultan I. Alâeddîn Keykubad Devri-Türkiye Selçuklu Devleti Siyasî Tarihi
(1220-1237), Ankara, 2003.
XX. Yüzyılın Başlarında Teke (Antalya)|Sancağı’nda Dağılan Bir Pazar:
Köprü Pazarı | 103
Resimler
Res I: Piri Reis’in Haritasına Göre Köprü Suyu (Piri Reis, Kitab-ı Bahriye,
Ed. Ertuğrul Zekai Ökte, C. 4, Ankara, 1988, s. 383/a.)
104 |USAD Muhammet GÜÇLÜ
Res II: George Niemann’ın Köprü Su Köprüsü Gravürü, 1884 (Karl Graf von
Lanckoronski, Pamphylia ve Pisidia Kentleri, C. I, Pamphylia, Çev. Selma Bulgurlu
Gün, İstanbul, 2005, s. Resim XXVIII.)
XX. Yüzyılın Başlarında Teke (Antalya)|Sancağı’nda Dağılan Bir Pazar:
Köprü Pazarı | 105
Res III: XX. Yüzyılın Ortalarında Köprü Çay Köprüsü’nün Görünüşü
(Burhanettin Onat, “Coğrafya”, Turistik Antalya, Haz. Antalya’yı Tanıtma ve
Turizm Derneği, Başbakanlık Devlet Matbaası, (Ankara), 1952, s. 24.
106 |USAD Muhammet GÜÇLÜ
Res IV: Günümüzde Köprü Han ve Köprü Pazarı Alanının Görünümü (9
Temmuz 2018, Foto: Begüm Güçlü)
Res V: Günümüzde Köprü Çay Köprüsü (Sultan Alâeddin Köprüsü-Pazar
Köprüsü) (9 Temmuz 2018, Foto: Begüm Güçlü)
USAD, Bahar 2019; (10): 107-126
E-ISSN: 2548-0154
SELÇUKLU DÖNEMİ KONYA YAPILARINDA
MOTİFLEŞEN TÜRK DAMGALARI
TURKISH TAMGAS THAT TURNED INTO MOTIFS
ON SELJUKIAN PERIOD STRUCTURES OF KONYA
Remzi DURAN
Yunus ASLAN
Öz
Mülkiyet, aidiyet, bağımsızlık unsuru, boy-soy birliği, millet mensubiyeti ve kutsallık ifadesi
işaretler olarak Türk tarihinin erken devirlerinden itibaren hemen her türlü malzemede karşımıza
çıkan “Damgalar-Tamgalar” hiç şüphesiz Türk kültürünün vazgeçilmez uygulamalarındandır.
Gittikleri ve yerleştikleri her coğrafyaya ebedi vatan olarak bakan atalarımız hayvanlarına, kulanım
eşyalarına ve inşa ettikleri küçük veya büyük mimari eserlere ait olduklarını düşündükleri
boylarının damgalarını vurmayı gelenek haline getirmişlerdir. Ancak, zaman içerisinde bazıları
harflere dönüşerek yazıya geçmiş, bazıları da geometrik süslemeleri oluşturan kompozisyonlar
içerisinde esas anlamından kısmen uzaklaşarak kompozisyonun bir elemanına dönüşmüştür.
Anadolu’nun fethinde de rol alan Türk boyları fethettikleri ve yerleştikleri bu yerlere de çoğunlukla
kendi boy adlarını vermişler, yaptıkları mimari eserlere ve kullanım eşyalarına da damgalarını
vurmuşlardır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti olan Konya ve çevresinde de bu durum
oldukça yaygındır. Hem Oğuz boyları hem de diğer Türk boylarının yerleşim yeri (kasaba, köy,
Bu çalışma, 4-6 Nisan 2019 tarihleri arasında Konya’da düzenlenen Uluslararası Selçuklu
Tarihçiliğinin Temel Meseleleri Sempozyumu’nda sözlü olarak sunulmuş, ancak tam metni
yayımlanmamıştır.
Prof. Dr., Selçuk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü, Konya/Türkiye,
rduran@selcuk.edu.tr, https://orcid.org/0000-0002-7374-6116.
Doktora Öğrencisi, Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sanat Tarihi Anabilim Dalı,
Konya/Türkiye, yunusaslan1881@gmail.com, https://orcid.org/0000-0002-7087-338X.
Gönderim Tarihi: 02.05.2019
Kabul Tarihi: 27.05.2019
108 | USAD Remzi DURAN & Yunus ASLAN
mahalle vb.) olarak Avşar-Afşar-Bay Avşar-Küçük Avşar, Bayındır-Bayundur, Döger-Duger,
Bayat-Kara Bayat-Yağlı Bayat, Kayı-Kayı Hüyük- Kayı Ören, Kınık, Yazır, Salur, Çetmi gibi
isimler vermişlerdir. Zaman içerisinde maalesef bu isimlerin bir kısmı unutulan tarihsel kimlikle
beraber, beğeni anlayışlarının da değişmesiyle değiştirilmiştir. Bunun gibi evvelce damga-tamga
olarak kullanılan işaret ve semboller de süsleme unsurları arasında yer alan geometrik motif ve
kompozisyonlar arasına, bu tasarımı yapanlar tarafından tam da anlamı unutulmamış ancak esas
anlamından uzaklaşmış olarak yerleştirilmiştir. Yapanın bildiği, fakat bakanın sadece bir süs
unsuru olarak gördüğü bir duruma dönüşmüştür. Bu durumun en iyi uygulamalarını hiç şüphesiz
Selçuklu Devleti’nin payitahtı Konya’da bulmaktayız. Bu çalışma Selçuklu döneminde Konya’da
inşa edilen mimari eserler üzerindeki motife dönüşmüş olan damgalar üzerinedir.
•
Anahtar Kelimeler
Konya, Selçuklu, Damga
•
Abstract
Tamgas seen on almost every materials since the earliest dates of Turkish history are
undoubtedly among the indispensable use of Turkish culture as the signs of ownership, belonging,
independency factor, tribe and ancestry unity, nationality and holiness statements. Our ancestors
who regarded every geography where they went and settled as their motherland forever, made it a
tradition to mark the tamgas of their tribes on their animals, on the things they used and on the
small or big architectural works they built. However, some tamgas turned into letters and text in
time and some of them having become somewhat distant from main meanings turned into an
element in compositions which revealed geometrical ornamentations. Turkish tribes that had a part
in the conquest of Anatolia, mostly gave the name of their own tribes to the places they conquered
and settled and marked their tamgas on the architectural works they built and on the things they
used as well. This situation is considerably common in Konya, which was the capital city of
Anatolian Seljukian State, and its surroundings. Both Oghuzs tribes and the other Turkish tribes
gave the names such as Avşar-Afşar-Bay Avşar-Küçük Avşar, Bayındır-Bayundur, Döger-Duger,
Bayat-Kara Bayat-Yağlı Bayat, Kayı-Kayı Hüyük- Kayı Ören, Kınık, Yazır, Salur, Çetmi to their
settlement areas (towns, villages, districts and etc.). Unfortunately, some of these names were
changed in time as the historical identity was forgotten and inclination perception changed. The
meanings of such kind of signs and symbols that had been used as tamgas before, weren't completely
forgotten by the designers but they were placed among the geometrical motifs and compositions as
elements of ornaments with a distant meaning. It turned into a situation that the designer knew the
fact but the viewer regards this as an element of ornamentation. The best uses of this situation are
undoubtedly seen in Konya, the capital city of Seljukian State. This paper is upon Turkish tamgas
that turned into motifs on architectural works built in Konya during Seljukian period.
•
Keywords
Konya, Seljuk, Tamga
Selçuklu Dönemi Konya Yapılarında Motifleşen Türk Damgaları
| 109
Mülkiyet, aidiyet, bağımsızlık unsuru, boy-soy birliği, millet mensubiyeti ve
kutsallık ifadesi işaretler olarak Türk tarihinin erken devirlerinden itibaren
hemen her türlü malzemede karşımıza çıkan “Damgalar-Tamgalar” hiç şüphesiz
Türk kültürünün vazgeçilmez uygulamalarındandır. Gittikleri ve yerleştikleri her
coğrafyaya ebedi vatan olarak bakan atalarımız hayvanlarına, kulanım eşyalarına
ve inşa ettikleri küçük veya büyük mimari eserlere ait olduklarını düşündükleri
boylarının damgalarını vurmayı gelenek haline getirmişlerdir. Köktürk alfabesini
oluşturan karakterlerin hemen tamamına yakınının damgalardan geçmiş olduğu
kabul edilmektedir. Ancak, zaman içerisinde damgaların bazıları harflere
dönüşerek yazıya geçmiş, bazıları da geometrik süslemeleri oluşturan
kompozisyonlar içerisinde esas anlamından kısmen uzaklaşarak kompozisyonun
bir elemanına dönüşmüştür.
Türk sanatının süsleme unsurlarını oluşturan temel desen-tasarımını, öz
kültürden doğan ve simgesel anlamlar kazanan bitkiler, hayvan veya insan
figürleri, hayali yaratıklar ve soyut düşüncenin görüntülenmiş hali
diyebileceğimiz geometrik biçimler oluşturmaktadır. Geçmişten günümüze insan
eliyle meydana getirilmiş mimari veya gündelik hayatta kullanılan eşyalar
üzerinde sıklıkla gördüğümüz süsleme unsuru geometrik biçimlerdir. Geometrik
dediğimiz biçimler genel olarak; bir noktadan çıkıp düz olarak devam eden,
kırılan, kıvrılan veya bir merkez etrafında daire, kenar ve merkeze doğru girinti
çıkıntı yapan kollar (yıldız) şeklindedir. Bu düzen sanatkârın özgür iradesiyle
bilinçli bir tasarımıdır.
Aitlik, mensubiyet ve iletişim unsuru olan damgaların zaman içerisinde
yerini harflere, dolayısıyla yazıya bırakmış olması sebebiyle eski önemini kısmen
kaybettiği anlaşılmaktadır. Ancak bu süreçte damgalar bütünüyle unutulmamış,
bazen doğrudan damga olarak varlığını sürdürmüştür. Orta Asya’dan itibaren
batıya doğru uzayan Türk coğrafyalarında inşa edilen mimari eserlerde baninin
isteği veya ustanın tercihi olarak, özellikle geometrik olarak nitelenen süsleme
unsurları arasında bilinçli olarak yerleştirilmiş Türk damgalarını açıkça
görmekteyiz.
Türk damgalarının tarihsel durumu ile ilgili olarak en önemli kaynakların
başında Kâşgarlı Mahmud’un büyük eseri Dîvânu Lugâti’t-Türk (11.yy)
gelmektedir. Eserde; “Türkler aslında yirmi boydur. Bunların hepsi, Nuh peygamberin
(Allah’ın duası üzerine olsun) oğlu Yâfes oğlu Türk’e dayanır. Bunlar, İbrahim (Allah’ın
duası üzerine olsun) oğlu İshak oğlu İysû oğlu Rûm oğulları gibidirler. Bu boyların her
birinden ayrılmış dallar vardır ki onların sayısını Allah’tan başka kimse bilmez. Ben ana
110 | USAD Remzi DURAN & Yunus ASLAN
kabileleri saydım; tâli olanları bıraktım. Ancak Oğuz Türkmenlerinin oymaklarını ve
hayvanlarının damgalarını, insanların bilmesi için, zikrettim.”, “Bunlar esas boylardır.
Bu boylardan her birinin de kolları ve oymakları vardır. Özetlemek için o kolları attım. Bu
boyların adları, onların çok eski zamanlardaki dedelerinin adlarıdır. Boylar adlarını
onlardan almıştır.” şeklinde bilgi verilmektedir1.
Fotoğraf 1: Şiveet Ulaan (İlteriş Kağan) mezar külliyesinden çıkarılan damgalı
anıt (D. Kıdırali-G.Babayar)
Kaşgarlı Mahmud’u doğrulayan önemli bir maddi kaynak Köktürk Kağanı
Kutluğ İlteriş Kağan (682-691) yıllarına ait olduğu kabul edilen damgalı anıtta
Köktürk Kağanlığı Dönemi’ndeki Aşina, Aşida, Basmıl, Bugu, Ediz, Hazar,
Karluk, Kay, Kırgız, Kıtan (Kara Hıtay), Kun, Oğuz (Bayandur, Eymür, İğdir,
Yazır, Sır (Kıpçak), Tarduş, Tongra, Türgeş, Uygur, Yağlakar gibi nüfuzlu Türk
boylarının anıt üzerinde yaklaşık 50 adet Türk asıllı boy damgalarını bir arada
verilmiştir2 (Foto.: 1). İsimleri tespit edilen yirmi üç büyük boyun arasında anıtta
sadece Oğuz boyuna ait beş damga yer almaktadır3.
Türk boyları fethettikleri ve yerleştikleri coğrafyalara çoğunlukla kendi boy
adlarını vermişler, yaptıkları mimari eserlere ve kullanım eşyalarına da
damgalarını vurmuşlardır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti olan Konya ve
1 Ercilasun, A.B., - Akkoyunlu, Z., Kâşgarlı Mahmud Dîvânu Lugâti’t-Türk, Ankara 2014, s. 10, 26-28.
2 Kidirali, D., - Babayar, G., Türk Bengü Taşı: Şivеet-Ulаan Damgalı Anıtı, Astana 2015, s. 16.
3 Kidirali, D., - Babayar, G., a.g.e., s. 53.
Selçuklu Dönemi Konya Yapılarında Motifleşen Türk Damgaları
| 111
çevresinde de bu durum oldukça yaygındır. Selçuklu sonrası benzer
uygulamaların Beylikler ve Erken Osmanlı Dönemlerinde de devam ettiği, ancak
Osmanlı sanatının ilerleyen süreçlerinde görülmediği izlenmiştir 4. Hem Oğuz
boyları hem de diğer Türk boylarının yerleşim yeri (kasaba, köy, mahalle vb.)
olarak Konya sınırları içerisinde bugünkü yer adlarıyla “Avşar-Afşar-Bay AvşarKüçük Avşar, Bayındır-Bayundur, Döger-Duger, Bayat-Kara Bayat-Yağlı Bayat,
Kayı-Kayı Hüyük- Kayı Ören, Kınık, Yazır, Salur, Çetmi” gibi isimler mevcuttur.
Ancak bu yer isimlerinin bunlardan ibaret olmadığı, zaman zaman yer
isimlerinin değiştirilmiş olması sebebiyle diğer Türk boylarının adlarının da
yaygın olduğunu düşünüyoruz.
Konya’nın Selçuklu çağında inşa edilen mimari eserlere doğrudan damga
olarak vurulmuş işaretlerin (Foto.:2) yanı sıra geometrik kompozisyonlar içerisine
bilinçli olarak yerleştirilmiş motif görünümlü damgalar da işlenmiştir. Bu
damgaların bir kısmı doğrudan Oğuz boylarının özel boy damgaları olmakla
beraber önemli bir kısmı da bir üst inanç kimliğinin ifadesi “Tanrı” damgalarıdır.
Fotoğraf 2: Konya Zazadin Hanı
Türk kültürünün yanı sıra diğer inançlarda da önemli bir “Tanrı” damgası
şekli genellikle “haç” biçimli uygulamadır. Bu bazen doğrudan Tanrı yerine,
bazen de doğrudan Tanrı inancı olmayan doktriner din anlayışlarında (Uzakdoğu
4 Dursun, Ş., “Anadolu Selçuklu Dönemi Avanos-Kayseri Kervan Yolunda Bir Durak Noktası:
Suvermez Kervansarayı, Mescidi ve Sarnıçları”, Journal of History Studies, C. 10, S. 4, 2018, s. 43.
112 | USAD Remzi DURAN & Yunus ASLAN
kökenli dinler) üst kimliğin sembolü olarak (Sıvastika) kullanılmaktadır. Ancak
hangi kültürde daha eski olduğu tartışmalı olmakla beraber tespit edilen örnekler
Türk kültür coğrafyasındaki kullanımının daha eski olabileceğini ortaya
koymaktadır5.
Türk kültüründe “Oz, Oğ, Og ve Ok” şeklinde isimlendirmelerle “TengriTanrı” damgası olarak “Tanrıya ulaşmayı temsil ettiğine inanılan 6 üst kimlik
damgası (Foto.:3), sanat ve mimarlık tarihçilerinin “çarkı felek, gamalı haç,
sıvastika, yön damgası, dört yön” olarak isimlendirdikleri motif olarak öne
çıkmaktadır. “Oklu çakır, oklu çark, gök çığrısı” şeklinde isimlendirmeler de
yapılan7 bu damga Orhun’daki Köktürk yazıtlarında “
- ” sesi ve işareti
olarak yer almıştır.
Fotoğraf 3: Saymalıtaş – Kırgızistan (S. Somuncuoğlu, 2008)
Somuncuoğlu, S., Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler, İstanbul 2008, s. 370.
Tarcan, H., “Gamalı Haç, Ög Damgası”, https://onturk.org/2011/03/13/gamali-hac-og-damgasi/
(08.02.2018) , s.1. ; Parlak, T., “Haç ve Gamalı Haç Türk Kültürünün Ürünü”,
https://onturk.wordpress.com/2011/03/16/hac-vegamali-hac-turk-kulturunun-urunu/
(08.02.2018), s.1.
7 Şaman Doğan, N., “Oklu Çakır/Oklu Çark/Gök Çığrısı: Selçuklu Süslemesinde Bir Motif”, I.
Uluslararası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Kongresi I-II, C.I, Konya 2001, s. 617-624.
5
6
Selçuklu Dönemi Konya Yapılarında Motifleşen Türk Damgaları
| 113
Türk sanatında oldukça sık karşılaştığımız bir diğer “Tanrı damgası” biçimi
ise genellikle geometrik bir süs olarak “kilim deseni, tepe üstü konmuş dörtgen”
şeklinde8 tanımlamalarla geometrik süslemenin anlamsız bir parçası gibi görülen
damgadır (Foto.:4).
Fotoğraf 4: İnce Minareli Medrese-Sırçalı Mescit-Sırçalı Medrese
Anadolu Türk sanatında oldukça sık rastladığımız ancak bir türlü
anlamlandıramadığımız bu Tanrı damgası da esas itibariyle haç biçimli bir
görüntüye sahiptir. Ancak yer yer sadece boşluk dolduran kare veya baklava
dilimi şeklindeki görüntüsüyle sıradan bir geometrik biçim olarak
değerlendirilmiştir.
Tanrı Damgası uygulamalarını Konya’daki Selçuklu dönemi mimari eserlerin
önemli, saygın yapılarında oldukça fazla görmekteyiz. Gamalı haç veya Sıvastika
olarak tanınan Tanrı damgasının hemen her biçimini gördüğümüz en önemli eser
Sahip Ata Külliyesi’dir (Foto.:5-7). Caminin anıtsal taç kapısındaki sütunçelerde,
cephe süslemelerinde, minaresinde, hanigah ve türbenin içindeki çini
süslemelerde adeta görsel bir sunum yapılmıştır. Bu sunumda, yapının
sanatkârının kendi tercihi mi, baninin kendi talebimi yoksa sanatta bir üst akıl
yönlendirmesi mi etkili olmuştur bilemiyoruz.
8
Erdemir, Y., Sırçalı Medrese Mezar Anıtları Müzesi, Konya 2009, s. 58.
114 | USAD Remzi DURAN & Yunus ASLAN
Fotoğraf 5: Sahip Ata Hanigahı – Sırçalı Medrese
Tanrı damgalarının doğrudan ve oldukça açık bir şekilde cami taç
kapısındaki uygulamaları çok özel bir konumdadır. Taç kapının sağ ve sol
tarafındaki ikişer sütunçenin süsleme tasarımı geometrik bir motif olarak
düzenlenmemiş, tamamen Tanrı damgası olarak bilinçli bir şekilde yapılmıştır.
Fotoğraf 6: Sahip Ata Camii taç kapısı sütunçeleri
Selçuklu Dönemi Konya Yapılarında Motifleşen Türk Damgaları
| 115
Dış sütunçede Oğuz damgalarının esas unsuru olan “Ok-Yay” damgası
merkezde olacak şekilde yerleştirilmiş ve iki yanına da Tanrı damgası
oturtulmuştur. İçteki sütunçe de ise ortada tek büyük ve dört kolun uçlarında da
birer adet olmak üzere beşli bir düzen içinde sadece Tanrı damgası ile
doldurulmuştur.
Cami minaresi de Tanrı damgasına zemin olmuştur. Minarenin dilimli
gövdesine merkezde yatay dikey “Yazır” damgası ve etrafında da “Tanrı
“damgaları işlenmiştir.
Fotoğraf 7: Sahip Ata Camii Minaresi
Selçuklu devri Konya yapılarının en gösterişli olanlarından Sırçalı Medrese
ve Karatay Medresesi ana eyvan arka duvarlarındaki çini panoları oluşturan ana
unsurlar aynı kompozisyonu tekrarlamaktadır 9 (Foto.:8-9).
Fotoğraf 8: Sırçalı Medrese ana eyvanı
9
Y. Erdemir, inşa tarihleri birbirine yakın olduğunu belirttiği bu eserlerin Karatay Medresesi, İnce
Minareli Medrese, Sırçalı Mescit, Sırçalı Medrese çinilerinin ustası Muhammed ibn Muhammed
Osman el-benna el Tusi usta veya onun yönettiği ekip tarafından yaptırılmış olabileceğini ifade
etmektedir (Erdemir, Y., İnce Minareli Medrese Mezar Anıtları Müzesi, Konya 2009/1, s. 144).
116 | USAD Remzi DURAN & Yunus ASLAN
Fotoğraf 9: Karatay Medresesi ana eyvanı (Ş. Dursun)
Sivri kemerle sınırlandırılmış arka duvarın içerisinde; ortada iç içe farklı renk
ve düzen içerisinde üç sekiz kollu yıldız, onun etrafında dikdörtgen bir geçme
düzeni içerisinde yerleştirilmiş alt alta ikişer Tanrı damgasının oturtulduğu sekiz
kol ve dıştan kuşatan sekizgen çark formu ana panoda dokuz adet
yerleştirilmiştir.
Fotoğraf 10: Karatay Medresesi
Karatay Medresesi taç kapısının iki yan panoları yatay ve dikey olarak tersdüz zikzaklardan oluşan genel bir geometrik kompozisyonu tekrarlar gibi
görünmekle beraber çizgilerin kesişme noktaları bilinçli olarak
damgasına ve
Eb-Ed damgasına zemin yapılmıştır (Foto.:10).
biçimli Tanrı
Selçuklu Dönemi Konya Yapılarında Motifleşen Türk Damgaları
| 117
İnce Minareli Medrese kapalı avlusunun kubbesi, pencere alınlık ve kemer
köşelikleri sırlı tuğla ve çini mozaik uygulamalarında ana süsleme düzeni motife
dönüşmüş damgalardan oluşmaktadır. Merkeze yakın çemberde sekiz adet Tanrı
damgası
, onun altında
Eb-Ed damgası ve en dış çemberde ise ters-düz
olarak sıralanmış Avşar-Kızık
damgaları yer almaktadır. Aralarda kalan
boşluklarda
Tanrı
damgalarının
yanı
sıra
Bayundur
damgaları
geometrik çizgilerle bağlı bir düzen oluşturmaktadır
(Foto.:11).
Fotoğraf 11: İnce Minareli Medrese
Kapalı avlunun pencere alınlıklarının bir kısmında da Avşar-Kızık
damgaları çini mozaik uygulama olarak yerleştirilmiş, ancak genel geometrik
düzen içerisinde birbiri etrafında dönen çizgisel ağ düzeni gibi bir görünüm
kazanmıştır.
Anadolu Türk sanatının anıtsal yapılarında sıklıkla karşılaştığımız, aslen
Oğuzların Yazır boyunun damgası “
” olan ve sonradan Köktürk
alfabesinde
harfine dönüşen semboldür. Bu damga-harf Türk mimari
süslemelerinde yan yana veya bir merkeze doğru yönelmiş dört ok şeklinde
geometrik motif ve kompozisyon olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu damga
geometrik bir motif olarak “mekik, çift okucu” gibi tanımlarla çeşitli yayınlarda
yer almaktadır10.
10
Demiriz, Y., İslam Sanatında Geometrik Süsleme, İstanbul 2000, s. 243 ; Mülayim, S., Anadolu Türk
Mimarisinde Geometrik Süslemeler, Ankara 1982, s. 369.
118 | USAD Remzi DURAN & Yunus ASLAN
Fotoğraf 12: Konya Sahip Ata Camii minaresi-Aksaray Sultan Hanı-Kayseri
Döner Kümbet
Konya Sahip Ata Camii minare gövdesinde Tanrı damgalarının
merkezlerinde birleştirici bir unsur olarak yer alan bu damga-motif
uygulamasına Anadolu Selçuklu döneminin önemli eserlerinde de aynı biçimde
rastlamaktayız (Foto.:12).
Oğuz boylarından Bozoklar kolunun Kayı boyu genelde iki yanda birer ok ve
ortada oklu bir yay “
şekli benimsenmiştir (Foto.:13-14). Bu
damgalar tek başına çeşitli eşya, mimari eser veya mezar taşlarında
kullanılmıştır11.
Fotoğraf 13: Konya Zazadin Hanı
11
Duran, R. - Baş, A., “Oğuzların Kayı Boyu Damgasının Anadolu Türk Mimari Süslemesinde Motif
Olarak Kullanılması Üzerine”, SUTAD, Bahar 2018, sy. 43, s. 523-535.
Selçuklu Dönemi Konya Yapılarında Motifleşen Türk Damgaları
| 119
Fotoğraf 14: Farklı dönemlerden diğer Kayı damgası örnekleri
Ancak 12. asır sonrasında gerek Anadolu Selçuklu ve gerekse sonrasında
Anadolu’da kurulan Türk devlet yapılarında adeta motife dönüşmüş olarak
işlenmiş ve genel geometrik düzenleme içerisinde, zoraki olarak “Yaba, ok-yay,
ters veya düz Y, Alem ve Zencirek” gibi isimlendirmelerle geometrik bir birim
eleman şeklinde değerlendirilmiştir12.
Oğuzların önemli bir boyu olan “Bayat” damgası Anadolu Selçuklu mimari
süslemelerinde genel geometrik kompozisyon içinde dikkatli bakıldığında çok
açık olarak fark edilen bir damgadır. Ancak yazılı belgelere yansıyan “ - - -
” görünümünden kısmen farklıdır.
Fotoğraf 15: İnce Minareli Medrese
12
Kırzıoğlu, N.G., Altaylar’dan Tunaboyu’na Türk Dünyasında Ortak Motifler, Ankara 1995, s. 86-99;
Çakmakoğlu Kuru A., “Anıtkabir’deki Renkli Taş Süslemeler- İkonografik Bir Yaklaşım”, Sanat
Tarihi Dergisi, c. XXVI, sy. 1, İzmir, Nisan 2017, s.80; Demiriz, Y., a.g.e., s.338.
120 | USAD Remzi DURAN & Yunus ASLAN
Anadolu’nun Selçuklu coğrafyasında ve Selçuklu sonrası ortaya çıkan Türk
devlet (Beylikler) yapılarında Bayat boy damgasını oldukça fazla görmekteyiz.
Ancak Konya’daki Selçuklu eserlerinde şimdilik tespit edebildiğimiz en açık
uygulamayı motifleşmiş olarak İnce Minareli Medrese’nin taç kapı
süslemelerinde (Foto.:15-16) ve Sahip Ata Külliyesi Hanigahı’nda (Foto.:16)
bulmaktayız.
Fotoğraf 16: Konya Sahip Ata Hanigahı
Yirmi dört Oğuz boyundan “Üçoklar” koluna mensup olan yaygın ve etkili
bir diğer boy da “Bayındır-Bayundur” “
” boyudur.
Genel geometrik kompozisyonlar içerisinde yan yana veya bir merkez etrafında
sıralanmış şekilde işlenmesiyle karmaşık bir görünüm veren bir damgadır. Farklı
düzenlemeleri bulunmakla beraber esas yapıya bağlıdır. Geometrik süsleme
programında “fırıldak,” şeklinde isimlendirilmektedir13.
13
Demiriz, Y., a.g.e., s.255-257.
Selçuklu Dönemi Konya Yapılarında Motifleşen Türk Damgaları
| 121
Fotoğraf 17: İnce Minareli Medrese
Oğuzların “Bozoklar” koluna mensup olan Avşar ve Kızık boylarının
damgaları birbirine çok benzerdir. Bu sebeple motifleşen bu damgaları
birbirinden ayırmak biraz zordur.
Fotoğraf 18: İnce Minareli Medrese - Sırçalı Medrese - Sırçalı Mescit
Konya İnce Minareli Medrese’nin kapalı avlusunu örten kubbe içindeki sırlı
tuğla süslemelerinde, Sırçalı Medrese ana eyvanının ve Sırçalı Mescit mihrabının
çini mozaik süslemelerinde (Foto.:17-18) Avşar-Kızık boy damgalarının
motifleşmiş uygulamalarını görmek mümkündür.
Oğuz boylarından “Bozoklar” koluna mensup olarak kabul edilen Beydili ve
Dodurga’nın yanı sıra Kırgızların genel damgasına benzer
uygulama için Konya’da karşımıza çıkan tek örnek Cemel Ali Dede Türbesi giriş
kapısının kemer ön yüzündeki süslemelerdir (Foto.:19).
122 | USAD Remzi DURAN & Yunus ASLAN
Fotoğraf 19: Cemel Ali Dede Türbesi
Oğuz boylarından “Üçoklar” koluna mensup olan Çepni
damgasını
en açık biçimde Sahip Ata Külliyesinin hanigahından türbe kısmına geçişteki
koridorun üst kısmında (Foto.:20), Tanrı damgalarını birbirinden ayıran, ayrı bir
özellikle yapılmış düzenlemelerin her iki yanına yukarıdan aşağıya doğru çini
mozaik uygulamalı olarak görmekteyiz.
Fotoğraf 20: Sahip Ata Külliyesi hanigah-türbe geçişi
Kaşgarlı Mahmud’un eserindeki Oğuz boylarının sıralamasında ilk sırayı
alan, Bozok kolunun ve Selçuklu hanedanının da mensup olduğu bilinen Kınık
kolu Anadolu’daki Türk yerleşmelerinde oldukça önemli yer
tutmaktadır . Konya’da da “Kınık” adı ile yerleşmeler bulunmaktadır.
14
14
Çınar, H., “Kınıklar ve Kınık Yerleşmeleri”, Oğuzlar: Dilleri, Tarihleri ve Kültürleri 5. Uluslararası
Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri, Ankara 2015, s. 301-320.
Selçuklu Dönemi Konya Yapılarında Motifleşen Türk Damgaları
| 123
Konya’daki mimari eserlerden Zazadin Hanı’nı inşa eden ustaların yapının
duvarlarına kazıdıkları boy damgaları arasında “Kınık” damgasına
rastlamaktayız. Bu boyun damgasının motife dönüşmüş şeklini ise Sahip Ata
Camii’nin çini mozaik mihrabının kavsara köşeliklerinde bulmaktayız (Foto.:21).
Fotoğraf 21: Sahip Ata Camii’nin çini mozaik mihrabı – Zazadin Hanı’nda
Usta damgası
Türk sanatında özellikle, çadır, kubbe, ev, türbe, minare, taç kapı gibi
yapılarının mimari süslemelerinde sıklıkla karşımıza çıkan ancak geometrik
süsleme olarak kabul edilen, düzenlemelerde “okucu, baklava dilimi, tuğla
palmet”15 gibi motif isimlendirmeleriyle karşımıza çıkan,
işleme aslen bir
damga olup daha sonra Köktürk alfabesinde “eb/be-b” harfi olarak yerini
almıştır. Bu damga-harf ile beraber ikili bir kullanımda motifleşmiş gibi görünen
bir diğeri X “ed – mülkiyet bildiren damga”dır16. Bu iki damga genel geometrik
düzenleme içinde bir motif görünümü kazanmıştır.
15
16
Demiriz, Y., a.g.e., s.229 ; Erdemir, Y., Beyşehir Eşrefoğlu Süleyman Bey Camii ve Külliyesi, KonyaBeyşehir 1999, s. 58-59.
Öztürk, R., “EB” İdeogramının Mimaride Kullanılması ve Beyşehir Eşrefoğlu Camisi Örneği”,
Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi, sy. 6/3, 2017, s. 1296.
124 | USAD Remzi DURAN & Yunus ASLAN
Fotoğraf 22: İnce Minareli Medrese- Konya Gömeç Hatun Türbesi (Ş.
Dursun)-Karatay Medresesi
Konya İnce Minareli Medrese’nin kapalı avlusunu örten kubbe içinde, tuğla
örgülü minare gövdesinde ve Gömeç Hatun Türbesi eyvan kemer karnındaki
süslemelerde patlıcan moru sırlı olarak ve Karatay Medresesi taç kapısının sağ ve
sol tarafında yer alan dikdörtgen panolarında mermer üzerinde ikili kullanımla
motifleşmiş olarak ( ) (X) damgasını görmekteyiz (Foto.:22).
Bu damgalar dışında Selçuklu devri Konya yapılarında tam olarak
anlamlandıramadığımız damga görünümlü motifler bulunmaktadır. Türk
damgalarının sahipleri büyük boylar, zaman zaman kendi içerisinde alt boylar
olarak genişlemekte ve buna bağlı olarak ta esas boy damgasına küçük eklemeler
yapabilmektedirler. Bu durum onların doğrudan hangi Türk boyuna ait
olduğunun tespitini zorlaştırmaktadır.
Konya çevresine Malazgirt (1071) öncesi ve sonrası gelen Türk boylarının
yanı sıra daha sonra Orta Asya’da Moğolların sebep olduğu göç dalgasıyla gelen
grupların da yerleştikleri bilinmektedir. Nitekim 12. Yüzyıl ortalarından itibaren
Konya çevresindeki imar faaliyetlerinde bunları takip edebilmekteyiz. Bu göçler
öncesi ve sonrasında inşa edilen yapılarda ortaya çıkan geometrik motiflere
dönüşmüş, motifleşmiş Türk damgalarının ana kollarında herhangi bir aşırı
değişkenlik söz konusu değildir.
Türkler yayıldıkları her coğrafyaya her durumda bir iz, işaret, damga vb.
mensubiyet ifadelerini bırakmışlardır. Geçmişten günümüze atalarımızdan
kalmış olan ve Türk kimliğinin kodları olarak görmemiz gereken bu unsurları,
dün olduğu gibi bugünün bizleri de mutlaka sağlıklı bir şekilde okumalıyız.
Geçmişten gelen bir nokta bizi büyük aileye bağlar.
Selçuklu Dönemi Konya Yapılarında Motifleşen Türk Damgaları
| 125
KAYNAKÇA
Çakmakoğlu Kuru A., “Anıtkabir’deki Renkli Taş Süslemeler- İkonografik Bir Yaklaşım”,
Sanat Tarihi Dergisi, c. XXVI, sy. 1, İzmir, Nisan 2017, s. 69-93.
Çınar, H., “Kınıklar ve Kınık Yerleşmeleri”, Oğuzlar: Dilleri, Tarihleri ve Kültürleri 5.
Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri, Ankara 2015, s. 301-320.
Demiriz, Y., İslam Sanatında Geometrik Süsleme, İstanbul 2000.
Duran, R., “Türk Süsleme Sanatlarındaki Motif ve Kompozisyonların Kültürel Kaynakları:
Mitler ve Destanlar Üzerine”, S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sy. 8, Konya
2002, s.151-168.
Duran, R.- Baş, A., “Oğuzların Kayı Boyu Damgasının Anadolu Türk Mimari
Süslemesinde Motif Olarak Kullanılması Üzerine”, SUTAD, Bahar 2018, sy. 43, s.
523-535.
Dursun, Ş., “Anadolu Selçuklu Dönemi Avanos-Kayseri Kervan Yolunda Bir Durak
Noktası: Suvermez Kervansarayı, Mescidi ve Sarnıçları”, Journal of History Studies,
C. 10, S. 4, 2018, s. 37-57.
Ercilasun, A.B., - Akkoyunlu, Z., Kâşgarlı Mahmud Dîvânu Lugâti’t-Türk, Ankara 2014.
Ercilasun, A.B., Türk Kağanlığı ve Türk Bengü Taşları, İstanbul, 2016, s.357-361.
Erdemir, Y., Beyşehir Eşrefoğlu Süleyman Bey Camii ve Külliyesi, Konya-Beyşehir 1999.
Erdemir, Y., Sırçalı Medrese Mezar Anıtları Müzesi, Konya 2009 (2. Baskı).
Erdemir, Y., İnce Minareli Medrese Mezar Anıtları Müzesi, Konya 2009/1 (2. Baskı).
Kırzıoğlu, N.G., Altaylar’dan Tunaboyu’na Türk Dünyasında Ortak Motifler, Ankara 1995.
Kidirali, D., - Babayar, G., Türk Bengü Taşı: Şivеet-Ulаan Damgalı Anıtı, Astana 2015.
Mülayim, S., Anadolu Türk Mimarisinde Geometrik Süslemeler, Ankara 1982.
Öztürk, R., “EB” İdeogramının Mimaride Kullanılması ve Beyşehir Eşrefoğlu Camisi
Örneği”, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi, sy. 6/3, 2017, s. 1293-1305.
Parlak,
T.,
“Haç
ve
Gamalı
Haç
Türk
Kültürünün
Ürünü”,
https://onturk.wordpress.com/2011/03/16/hac-vegamali-hac-turk-kulturununurunu/ (08.02.2018).
Somuncuoğlu, S., Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler, İstanbul 2008.
Şaman Doğan, N., “Oklu Çakır/Oklu Çark/Gök Çığrısı: Selçuklu Süslemesinde Bir Motif”,
I. Uluslararası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Kongresi I-II, c. I, Konya 2001, s. 617-624.
Tarcan, H., “Gamalı Haç, Ög Damgası”, https://onturk.org/2011/03/13/gamali-hac-ogdamgasi/ (08.02.2018).
Togan, Z.V., Oğuz Destanı (Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili), Oğuzların ve Türklerin
Tarihi (Reşideddin Fazlullah Cami’üt-Tevarih, Cilt II), İstanbul 1982, s. 49-50.
126 | USAD Remzi DURAN & Yunus ASLAN
USAD, Bahar 2019; (10): 127-160
E-ISSN: 2548-0154
AHLATŞAH (ERMENŞAH) - GÜRCÜ MÜNASEBETLERİ
RELATIONSHIPS BETWEEN ERMENSHAHS AND GEORGIANS
Erhan ATEŞ*
Öz
Ahlatşahlar 1100 yılında Sökmen el-Kutbî tarafından Van Gölü’nün kuzeybatı sahilindeki
Ahlat’ta kurulmuştur. Gürcü Krallığı bu dönemde Müslümanlardan bazı bölgeleri ele geçirmiş ve
IV. David’in askerî reformları sayesinde siyasi ve askerî olarak oldukça güçlü bir ülke haline
gelmişti. Ahlatşahlar ise en güçlü dönemlerine Nasıreddin II. Sökmen devrinde ulaşmışlardı.
Ahlatşahlar ile Gürcüler arasındaki çıkar çatışmalarından dolayı, iki taraf arasındaki ilişkiler
1130’larda gerilmişti. Bunun ardından Ahlatşahlar diğer Müslüman beylikleri ile ittifak yapmışlar
ve hep birlikte Gürcü birliklerini, Müslümanların topraklarından çıkartmak için bir dizi savaşa
başlamışlardı. Bu mücadelelerden bazılarını Gürcü kuvvetleri kazanırken, bazılarını ise Türkler
kazanmışlardır. 1160’larda iki taraf arasındaki ilişkilerin tekrardan gerildiği görülmektedir.
Gürcülerin bazı önemli Müslüman şehirlerini ele geçirmelerinden sonra, Gürcülere karşı tekrar
Müslüman beyliklerden meydana gelen koalisyonlar meydana getirilmiştir. İttifakların temel amacı,
Gürcü Krallığı’nın gücünün yayılmasını engellemekti. Ahlatşahlar bu dönemde onlara karşı
oluşturulan neredeyse bütün seferlere iştirak etmişlerdir. Bu mücadelelerin sonucunda Gürcü
orduları ele geçirdikleri yerlerden çekilmek zorunda kalmışlardır. II. Sökmen’in oğlu olmadığından,
Ahlatşahlar Devleti onun ölümünün ardından memlûk kökenli komutanlar tarafından idare
edilmiştir. III. Giorgi’nin hayatını kaybetmesinden sonra, Kraliçe Tamara 1184 yılında tahta
çıkmıştır. Bu dönemde Gürcü Krallığı’nın akınları çoğunlukla Ahlat ve çevresine yoğunlaşmıştı.
Arş. Gör., Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Denizli/Türkiye
er-han18@hotmail.com, https://orcid.org/0000-0002-0125-0699.
*
Gönderim Tarihi: 09.05.2019
Kabul Tarihi: 31.05.2019
128 | USAD Erhan ATEŞ
Eyyûbîler, son Ahlatşah’ın vefatının ardından, Ahlat halkının daveti ile 1207 yılında Ahlat’ı
kontrol altına almışlardır.
•
Anahtar Kelimeler
Ahlatşahlar, Gürcüler, Ahlat, II. Sökmen, Eyyûbîler
•
Abstract
In 1100, Ermenshahs were founded by Sukman al-Qutbi in Ahlat on the northwestern shore of
Lake Van. At that time, Georgian Kingdom had seized some regions from Muslims and became a
politically and militarily powerful country thanks to military reforms of David IV. As for the
Ermenshahs, they reached their most powerful period in the reign of Nasr al-Din Sukman II.
Because of the clash of interests between the Ermenshahs and the Georgians, the relationships
between both sides strained in 1130s. After this, the Ermenshahs allied with the other Muslim
principalities and they began all together a series of campaigns to expel the Georgian troops from the
territories of the Muslims. Some of these struggles were won by the Georgians and some by Turks.
It is seen that relationships between both sides were strained again in 1160s. After the Georgians
seized some important Muslim cities, coalitions consisting of the Muslim principalities were created
again against them. The main purpose of the alliances was to withstand the expanding power of the
Georgian Kingdom. During this period, the Ermenshahs attended nearly all of these campaigns
against them. In the consequences of these struggles, the Georgian armies were compelled to cede
places where they seized. Since Sukman II had no son, the Ermenshahs were ruled by some
commanders with slave origins after his death. Following the death of Giorgi III, Queen Tamar
ascended the throne in 1184. In this time, the raids of the Georgian Kingdom mainly concentrated
on Ahlat and its vicinity. After the death of the last Ermenshah, Ayyubids took control of Ahlat
with the invitation of people of Ahlat in 1207.
•
Keywords
Ermenshahs, Georgians, Ahlat, Sukman II, Ayyubids
Ahlatşah (Ermenşah) – Gürcü Münasebetleri | 129
I. Tarihsel Altyapı: Ahlatşahlar Devleti’nin Tesisi ve Gürcü Krallığı’nın
Yükselişi
Ahlatşahlar, Van Gölü’nün batı sahilinde yer alan ve Ortaçağ’da
Anadolu’nun doğusundaki en büyük yerleşim yerlerinden birisi konumunda
bulunan Ahlat’ta1 1110 ile 1207 yılları arasında hüküm sürmüş olan bir Türkİslam hanedanıdır.2 Bu yüzden devleti kuran sülaleye Ahlatşahlar adı verildiği
gibi, hâkim oldukları bölgeden dolayı Ermenşahlar adı da verilmektedir. Bunun
yanında bu devlete kurucusu Sökmen’e nispetle Sökmenliler de denilmektedir. 3
Devletin kurucusu Sökmen el-Kutbî (1100-1112), Yâkutî’nin (Çağrı Bey’in
oğlu) oğlu Kutbüddin İsmâil’in Türk asıllı kölelerinden birisi olduğu için,
efendisine nispetle el-Kutbî lakabı ile anılmaktadır.4 Melikşah’ın 1092’de hayatını
kaybetmesinin ardından,5 Terken Hatun’un tahtta oturttuğu oğlu Mahmud’un
sultanlığını tanımayan ve Nizâmülmülk taraftarlarınca İsfahan’da sultan ilan
edilen Berkyaruk (1092-1104), 1093 yılı Ocak ayında Berûcird yakınlarında
meydana gelen savaşta Terken Hatun’u mağlup etmiş ve onu İsfahan’da
kuşatarak anlaşmaya zorlamıştı. Terken Hatun bunun üzerine, Azerbaycan
Meliki Kutbüddin İsmâil’e haber göndererek, oğlunu tahta geçirmesine yardım
ettiği takdirde kendisiyle evleneceğini bildirmiştir. Bu teklifi kabul eden
Kutbüddin İsmâil, böylece doğrudan taht mücadelelerine dâhil olmuştur.
M. Streck, “Ahlat”, İA, I, İstanbul 1978, s.160; Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi,
Ankara 1991, s.236.
2 Faruk Sümer, “Ahlatşahlar”, DİA, 2, İstanbul 1989, s.24; Abdülkerim Özaydın (a), “Ahlatşahlar”,
Anadolu Beylikleri El Kitabı, ed. Haşim Şahin, Ankara 2016, s.115; İlhan Erdem, “Doğu Anadolu
Türk Devletleri”, Türkler, 6, Ankara 2002, s.407.
3 Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 2013, s.100; Merçil, e.g.e., s.236.
4 Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.116; Faruk Sümer, Selçuklular Devrinde Doğu Anadolu’da Türk Beylikleri,
Ankara 2015, s. 92; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.100-101; Merçil, a.g.e., s.236;
Abdülkerim Özaydın (b), “Ahlatşâhlar”, Doğuşundan Günümüze Büyük İslam Tarihi, 8, İstanbul
1989, s. 195.
5 İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi El-Kâmil Fi’t-Târîh Tercümesi, 10, çev. Abdülkerim Özaydın, İstanbul 1987,
s.181; Gregory Abû’l-Farac (Bar Hebraus), Abû’l-Farac Tarihi, çev. Ömer Rıza Doğrul, c. I, Ankara
1999, s.334; Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Câmiu’d-Düvel Selçuklular Tarihi I Horasan- Irak,
Suriye ve Kirman Selçukluları, yay. Ali Öngül, İzmir 2000, s.66; İbn Kesîr, El-Bidaye ve’n-Nihaye,
Büyük İslâm Tarihi, çev. Mehmet Keskin, 12, İstanbul TY, s.285; Ahmed b. Mahmud, Selçuk-nâme,
II, haz. Erdoğan Merçil, İstanbul 1977, s.29; Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz
Grigor’un Zeyli (1136-1162), çev. Hrant D. Andreasyan, Ankara 2000, s.178; Ali Öngül, Büyük
Selçuklular, İstanbul 2016, s.180; Abdülkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu
Tarihi (489-511/1105-1118), Ankara 1990, s.8; Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi,
Ankara 2004, s.72; İbrahim Kafesoğlu, Büyük Selçuklu İmparatoru Sultan Melikşah, İstanbul 1973,
s.188.
1
130 | USAD Erhan ATEŞ
Kutbüddin İsmâil’in bu mücadeleler sırasında öldürülmesi (1093) üzerine6, kölesi
Sökmen el-Kutbî, Kutbüddin İsmâil’in oğlu Mevdûd’un hizmetine girmiştir. 7
Sırasıyla Terken Hatun, Tutuş, Arslan Argun, Tekiş gibi önemli rakiplerini
bertaraf ederek Selçuklu tahtını tek başına ele geçiren Berkyaruk, daha sonra
kardeşi Muhammed Tapar’la (1105-1118) mücadele etmek zorunda kalmıştır.8 İki
taraf arasında uzun süre devam eden bu mücadeleler sırasında Sökmen el-Kutbî
ile Mevdûd, Azerbaycan meliki olarak atanan Melik Muhammed Tapar’ın
yanında yer almışlardır.9
Ahlat halkı, şehre hâkim olan Mervânî Emîri’nin kendilerine kötü
davranması nedeniyle, 1100 yılında adaleti ve iyiliği ile bilinen Sökmen elKutbî’yi şehri teslim alması için Ahlat’a davet etmişti. Askerleriyle birlikte
Ahlat’a gelen Sökmen el-Kutbî, savaş yapmadan şehri hâkimiyeti altına almış ve
Mervânîleri şehirden uzaklaştırarak buraya tek başına hâkim olmuştur. Yukarıda
da ifade ettiğimiz gibi Selçuklu melikleri arasındaki taht kavgaları sırasında
Muhammed Tapar’a destek veren ve onun emri ile pek çok sefere katılan Sökmen
el-Kutbî, bu hizmetlerinin karşılığında Ahlat ve Van Gölü havzasını iktâ olarak
almış, böylece 1100 yılında Ahlatşahlar Devleti’nin temellerini atmıştır. 10 Sökmen
el-Kutbî devletin kurulmasından sonra da Muhammed Tapar’a hizmet etmeye
devam etmiş ve Berkyaruk’a karşı vermiş olduğu mücadelelerde onun yanında
yer almıştır. Uzun yıllar devam eden bu mücadeleler neticesinde devletin
zayıflaması ve daha fazla kardeşkanı dökülmemesi için 1104 yılında Berkyaruk
ile Muhammed Tapar arasında bir anlaşma yapılmış ve böylece Büyük Selçuklu
İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, c.10, s.184-185, 191-192; Muhammed b. Ali b. Süleyman er-Râvendî,
Râhat-üs-Sudûr ve Âyet-üs-Sürûr (Gönüllerin Rahatı ve Sevinç Alameti), I, çev. Ahmed Ateş, Ankara
1999, s. 137-138; Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, I, s.334; Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, I, s.70-73;
Ṣadruddîn Ebu’l-Ḥasan ‘Ali İbn Nâṣır İbn ‘Ali El-Ḥüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, çev.
Necati Lügal, Ankara 1999, s.51-52; İbn Kesîr, El-Bidaye ve’n-Nihaye, 12, s.292; Ahmed b. Mahmud,
Selçuk-nâme, II, s.30-31; Öngül, a.g.e., s.185-189; Abdülkerim Özaydın, “Berkyaruk”, DİA, 5,
İstanbul 1992, s.513-514; Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri, s.8-9; Köymen, a.g.e., s.73-74.
7 Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.101-102; Sümer, a.g.e., s.92; Merçil, a.g.e., s.236; Erdem,
a.g.m., s.407.
8 İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 10, s.237-238; Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, I, s.72-80; Ahmed b.
Mahmud, Selçuk-nâme, II, s.32-38; Öngül, a.g.e., s.190-195; Özaydın, “Berkyaruk”, s.515; Turan,
Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.102; Özaydın, Sultan Muhammed Tapar, s.9; Köymen, a.g.e.,
s.74-93.
9 Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.102; Merçil, a.g.e., s.236; Erdem, a.g.m, s.407.
10 Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.116; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.102; Recep Yaşa,
Bitlis’te Türk İskanı (XII.-XIII. Yüzyıl), Ankara 1992, s.25; Merçil, a.g.e., s.237; Sümer, “Ahlatşâhlar”,
s.25; Sümer, a.g.e., s.93; Özaydın (b), “Ahlatşâhlar”, s.195; Recep Yaşa, “Doğu Anadolu’da Bir Türk
Kültür Merkezi: Ahlat”, Karatekin Edebiyat Fakültesi Dergisi, S. 2, 2013, s.17.
6
Ahlatşah (Ermenşah) – Gürcü Münasebetleri | 131
toprakları ikiye bölünmüştür. Bu anlaşmaya göre Muhammed Tapar,
Derbend’den Suriye’ye kadar olan el-Cezîre, Musul, Diyarbekir ve Suriye gibi
bölgelere hâkim olacaktı.11 Sökmen el-Kutbî, Muhammed Tapar’ın 1105’te asi
Musul Emîri Çökürmüş’e karşı giriştiği seferler sırasında da ona destek vermişti.
Sökmen 1109’da Meyyâfârikîn’i aldıktan sonra, Muhammed Tapar’ın emriyle,
Emîr Mevdûd ve Artukoğlu İlgazi’yle birlikte aynı sene Urfa kuşatmasına
katılmıştır. 1111 yılında Haçlıların baskısına maruz kalan Bağdat
Müslümanlarına yardım için gönderilen orduda da yer alan Sökmen el-Kutbi, bu
sefer sırasında hastalanmış ve kısa süre sonra hayatını kaybetmiştir. 12 Sökmen elKutbî hayatını kaybettiğinde geride, Ahlat, Meyyâfârikîn, Malazgirt, Erciş,
Adilcevaz, Eleşgird, Van, Tatvan, Erzen, Bitlis, Muş, Hani ve Bargiri gibi şehirlere
hâkim olan büyük bir devlet bırakmıştır.13
Gürcü Krallığı ise bu sırada IV. David Ağmaşenebeli (1089-1125) döneminde
hem içeride hem de dışarda gerçekleştirilen askerî, idari ve siyasi reformlar ile
Kafkasya’nın en önemli güçlerinden birisi haline gelmeye başlamıştı. Tahta
oturduğu zaman bölünmüş, zayıflamış, ıssızlaşmış, harabe olmuş ve iç
çekişmelerin hüküm sürdüğü bir ülke devralan IV. David,14 bu sorunları
çözebilmek için hemen harekete geçmişti. Amaçlarını gerçekleştirmek için
elindeki ordunun yetersiz olduğunu bilen Gürcü Kralı,15 ülkesine getirdiği
Kıpçaklardan oluşturduğu ordusu sayesinde, hem rakibi olan soylulara karşı
konumunu güçlendirmiş hem de topraklarını genişletebilmek için yeni ve güçlü
İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 10, s.300-301; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.102-103;
Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.116; Merçil, a.g.e., s.237; Yaşa, a.g.e., s.25; Osman Turan, Selçuklular
Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, İstanbul 2016, s. 229-230; Erdem, a.g.m., s.408.
12 İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 10, s.310-312, 377, 388-389; İbn Kalânisî, Şam Tarihne Zeyl –I. ve II.
Haçlı Seferleri Dönemi-, çev. Onur Özatağ, İstanbul 2015, s.35, 42-44, 50-52; Azîmî, Azîmî Tarihi
Selçuklular Tarihi Dönemiyle İlgili Bölümler (H.430-538/39=1143/44), haz. Ali Sevim, Ankara 2006,
s.45; Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi, s.242-243; Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.117; Sümer, a.g.e, s.92-94;
Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.103-105; Merçil, a.g.e., s.237-238; Yaşa, a.g.e., s.25-26;
Sümer, “Ahlatşâhlar”, s.24-25; Erdem, a.g.m., s.408.
13 Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.106; Sümer, a.g.e., s.95; Özaydın (a), “Ahlatşahlar”,
s.117; Yaşa, a.g.e., s.26; Ali Sevim-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi,
Ankara 1989, s. 215.
14 İbrahim Tellioğlu, XI-XIII. Yüzyıllarda Türk-Gürcü İlişkileri, Trabzon 2009, s.69-70; Nikoloz
Berdzenişvili-Simon Canaşia [İvane Cavahişvili], Gürcüstan Tarihi (Başlangıçtan 19. Yüzyıla Kadar),
çev. Hayri Hayrioğlu, İstanbul 2000, s.140; Mariam Lordkipanidze, Georgia in the 11th-12th
Centuries, ed. George B. Hewitt, Tbilisi 1987, s.80.
15 Roin Metreveli, The Golden Age -Georgia from the 11th Century to the First Quarter of the 13th Century-,
Tbilisi 2010, s.80; Tellioğlu, a.g.e., s.75
11
132 | USAD Erhan ATEŞ
bir orduya sahip olmuştu.16 Selçuklularda yaşanan taht kavgaları, aynı sıralarda
başlayan Haçlı seferleri ve Bâtınî suikastları gibi gelişmelerden dolayı beklediği
fırsatı yakalayan IV. David,17 Kıpçaklardan ve Gürcülerden meydana getirdiği
ordusu sayesinde, bölgedeki Türk teşekküllerine karşı harekete geçmiş ve
kazandığı zaferler sayesinde sınırlarını sürekli olarak onların aleyhine
genişletmiştir. 1121’de meydana gelen Didgori Savaşı’nda 18 çeşitli Türk
teşekküllerinden meydana gelen güçlü bir orduyu mağlup eden Gürcü
kuvvetleri, bölgede içerisinde Tiflis’in de bulunduğu pek çok şehri ele
geçirmişlerdi.19 Bu dönemde soyluları itaat altına alarak içeride siyasi birliği
sağlayan Gürcü Kralı, tarihte ilk kez doğu ve batı Gürcistan topraklarını
birleştirmiş ve Gürcü Krallığı’nı Kafkasya’nın en önemli güçlerinden bir tanesi
haline getirmeyi başarmıştı.20 Gürcülerin bu dönemde oldukça güçlenmeleri ve
özellikle sınırlarını bölgedeki Türk unsurları aleyhinde devamlı olarak
genişletmeleri, Gürcüler ile Ahlatşahların da içerisinde olduğu Türk unsurlar
arasında bir çatışmayı kaçınılmaz hale getirmiştir.
II. Ahlatşah-Gürcü Münasebetlerinin İlk Devresi
Sökmen el-Kutbî’nin 1111 yılında hayatını kaybetmesinin ardından
Ahlatşahların başına oğullarından Zahîrüddin İbrahim (1111-1126) geçmiştir. Bu
devir Ahlatşahların çok fazla toprak kaybına uğradıkları ve genelde
başarısızlıklarla geçen bir dönem olmuştur. Ahlatşahların zayıflamasında,
Zahîrüddin İbrahim’in başarısız yönetiminin ve devlet idaresini ele geçirmek
isteyen annesi İnanç Hatun’un rolü oldukça büyüktür. Bu dönemde komşuları
Artuklulara, Yınallılara, Dilmaçlılara ve Bitlis-Erzenlilere ellerindeki toprakların
büyük bir kısmını kaptıran Ahlatşahlar, Van Gölü havzasına çekilmişlerdi. 21 Peş
peşe meydana gelen bu olumsuz gelişmelerin ardından toparlanan Zahîrüddin
Tellioğlu, a.g.e., s.76.
Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, s.266; Mehmet Çoğ, “Ortaçağ’da Kafkasya
Havzasında Kıpçaklar”, Karadeniz İncelemeleri Dergisi, 19, 2015, s. 61
18 Bu savaşla ilgili daha detaylı bilgi için Bkz. Erhan Ateş, “Selçuklu-Gürcü Mücadelelerinde Bir
Dönüm Noktası Didgori Savaşı (1121) ve Sonuçları,” Tarih Araştırmaları Dergisi, 35/60, 2016, s. 73–
96.
19 Tellioğlu, a.g.e, s.77-80; Fahrettin Kırzıoğlu, Yukarı Kür ve Çoruk Boyları’nda Kıpçaklar, İlk Kıpçaklar
(M.Ö. VIII.-M.S. VI. yy.) ve Son Kıpçaklar (1118-1195) ile Ortodoks-Kıpçak Atabekler Hükümeti (12671578), Ankara 1992, s.116-117; Berdzenişvili-Canaşia, a.g.e., s.143; Metreveli, The Golden Age, s.8495; Fahrettin Çiloğlu, Dilden Dine, Edebiyattan Sanata Gürcülerin Tarihi, İstanbul 1993, s.45-46;
Lordkipanidze, a.g.e., s.96-99; Roin Metreveli, Georgia, Nashville-Tennessee 1995, s. 32-37.
20 Tellioğlu, a.g.e., s.80, 83-84.
21 Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.106-107; Sümer, a.g.e., s.96; Özaydın (a), “Ahlatşahlar”,
s.118; Merçil, a.g.e., s.238; Yaşa, a.g.e., s.26; Erdem, a.g.m., s.408-409.
16
17
Ahlatşah (Ermenşah) – Gürcü Münasebetleri | 133
İbrahim, 1124 yılında bağımsız olarak hareket etmeye başlayan ve bu boşluk
ortamından yararlanarak oldukça güçlenen Artuklu İlgazi’nin nüfuzuna giren
Togan Arslan üzerine sefere çıkarak Bitlis’i kuşatmıştır. 22 Bu dönemde
Ahlatşahların Gürcüler üzerine sefere çıktıklarına işaret eden kaynaklar vardır.
Ermeni tarihçi Smbat Sparapet, 1125 yılında Sökmen’in oğlu İbrahim’in 80 bin
kişi ile Gürcüler üzerine sefere çıktığını, ancak Gürcü Kralı IV. David’in onları
yenilgiye uğrattığını ifade etmektedir.23 Urfalı Mateos Vakayinamesi’nde de İbrahim
adlı bir hükümdarın, Artuklu hükümdarı Davud (1108-1144) ile birlikte Gürcüler
üzerine sefere çıktığı, ancak onların meydana gelen savaş neticesinde Gürcüler
tarafından mağlup edildikleri bildirilmektedir. Buna göre, Gürcü Kralı bu savaşın
ardından düşmanlarını 5 gün boyunca takip etmiştir. 24 Gürcü Vakayinamesi’nde ise
diğer kaynaklardan farklı olarak, Gürcülerin Kral Demetre devrinde Sökmen’in
kuvvetlerini mağlup edip firara zorladıkları ileri sürülmektedir. 25 Buna karşın
çağdaşımız tarihçilerin çoğu, bu seferin Zahîrüddin İbrahim döneminde Gürcüler
üzerine gerçekleştirildiğini kabul etmektedirler.26 Bu seferi Ahlatşahlar Devleti ile
Gürcü Krallığı’nın doğrudan ilk teması olarak ifade etmemiz mümkündür.
IV. David’in üst üste gerçekleştirmiş olduğu seferler neticesinde ortaya çıkan
Gürcü baskılarına daha fazla dayanamayan Şeddâdî hükümdarı Menûçehr oğlu
Ebü’l Esvâr II. Şâvur (1118-1124), Alp Arslan’ın kendilerine vermiş olduğu Ani’yi
Saltuklu Beyi Emîr Ali’ye (1102-1124) 60 bin dinar karşılığında satmaya karar
vermişti.27 Bunu haber alınca derhal harekete geçen Ani halkı, Gürcü Kralı IV.
Azîmî, Azîmî Tarihi, s.58 Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.107; Merçil, a.g.e., s.239;
Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.118; Yaşa, a.g.e., s.26-27.
23 Smbat Sparapet's Chronicle, çev. R Bedrosian, New Jersey 2005, s.71;
24 Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi, s.284.
25 Gürcistan Tarihi, Gürc. çev. M. Brosset, Türk. çev. Hrand Andreasyan, haz. Erdoğan Merçil, Ankara
2003, s.339. Bu kaynağın İngilizce tercümesinde Sökmen adı geçmemekte ve sadece Gürcülerin
Türkleri ve müttefiklerini firara zorladığı ifadesi geçmektedir. Kaynağın ilgili kısmının İngilizce
tercümesini yapan ve notlandıran Medea Abashidze, dipnotunda burada Artuklu Sökmen’e
referans yapıldığını ileri sürmektedir. Bkz. Kartlis Tskhovreba -A History of Georgia-, Ed. Roin
Metreveli, Stephen Jones, Tbilisi 2014, s.201, 206. Ancak Artuklu Sökmen’in bu sırada çoktan
hayatını kaybetmiş olması sebebiyle bu değerlendirme doğru değildir.
26 Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.107; Merçil, a.g.e., s.239; Tellioğlu, a.g.e., s.83; Özaydın
(a), “Ahlatşahlar”, s.118; Yaşa, a.g.e., s.27; Erdem, a.g.m., s.409.
27 Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi (889-1269)”, Tarih Semineri Dergisi, çev. Hrant D.
Andreasyan, ½, İstanbul 1937, s.195; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.23; V. Minorsky,
Studies in Caucasian History: I. New Light on the Shaddadids of Ganja II. The Shaddadids of Ani III.
Prehistory of Saladdin: I. New Light on the Shaddadids of Ganja, II. The Shaddadids of Ani, III. Prehistory
of Saladin, London 1953, s.83-84; Gülay Öğün Bezer, “Şeddadiler”, DİA, 38, İstanbul 2010, s. 410;
Nevzat Keleş, “Şeddadiler”, Kürtler (Tarih), ed. Adnan Demircan, Mehmet Akbaş, İstanbul 2015,
s.168; Nevzat Keleş, Şeddâdîler (951-1199) Ortaçağ’da Bir Kürt Hanedanı, İstanbul 2016, s.277.
22
134 | USAD Erhan ATEŞ
David’i Ani’ye davet ederek 1124 yılında şehri ona teslim etmiş, böylece 60 yıldır
Müslümanların hâkimiyetinde olan Ani şehri, Gürcülerin kontrolü altına
girmiştir.28 II. Şâvur’un oğlu ve veliahdı IV. Fazl bu sırada Horasan’da Selçuklu
hükümdarı Sancar’ın (1118-1157) yanında bulunuyordu. Bu gelişmelerden
haberdar olunca Sancar’dan aldığı izin ile Irak Selçuklu Hükümdarı Muhammed
Tapar’ın yanına gelen IV. Fazl, Ani’yi geri almak amacıyla burada bir ordu
meydana getirmiştir. Erzurum, Ahlat, Bitlis-Erzen beyleri ve emîrlerinin de
içerisinde olduğu bir ordu ile Ani üzerine giden IV. Fazl, bir yıl devam eden bir
kuşatma neticesinde, şehirde baş gösteren açlığın da etkisi ile 1126’da Ani’yi ele
geçirmiştir.29 Böylece Ahlatşah ve Gürcü kuvvetleri bir kez daha karşı karşıya
gelmiş ve iki taraf arasında Ani ve çevresinde uzun süre devam edecek olayların
fitili ateşlenmiştir.
III. II. Sökmen Devri Ahlatşah-Gürcü Münasebetleri
Zahîrüddin İbrahim’in vefatının ardından Ahlatşahların başına Ahmed 30
isimli kardeşi geçmişti. Yaklaşık on ay iktidarda kalan bu hükümdarın 31
ardından, Ahlatşahların yeni hükümdarı Nasıreddin II. Sökmen (1128-1185)
olmuştur. Zahîrüddin İbrahim’in annesi İnanç Hatun, tahta geçtiği sırada yaşının
küçük olması sebebiyle devleti bir süre torunu Nasıreddin II. Sökmen adına idare
etmiş, ancak devlet adamları onun devlet idaresini tek başına ele geçirme gibi bir
niyeti olduğunu anlayınca, 1133-1134 yılında onu öldürerek devlet işlerine
karışmasına engel olmuşlardır.32 Ahlatşahların en parlak dönemi şeklinde ifade
edilen II. Sökmen devri, Ahlatşahlar ile Gürcülerin sık sık karşı karşıya geldikleri
bir dönem olmuştur.
Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.195-196; Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi, s.279-280; Gürcistan
Tarihi, s.326; Kartlis Tskhovreba, s.182; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.23; Minorsky,
a.g.e., s.84; Bezer, “Şeddadiler”, s.410; Keleş, a.g.m., s.168; Keleş, a.g.e., s.277-278.
29 Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.197; Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi, s.285; Fahrettin
Kırzıoğlu, Kars Tarihi, I, İstanbul 1953, s.383; Bezer, “Şeddadiler”, s.410; Keleş, a.g.m., s.168; Turan,
Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.23; Yaşar Bedirhan, Selçuklular ve Kafkasya, Ankara 2014,
s.179; Minorsky, a.g.e., s.84-85.
30 Bu hükümdarın adının Yakub olduğunu ifade eden kaynaklar olduğu gibi (Azîmî, Azîmî Tarihi,
s.61), Ahmed olduğunu ileri süren kaynaklar da vardır (İbnu’l-Ezrak Ahmed b. Yûsuf b. Ali,
Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi (Artuklular Kısmı), çev. Ahmet Savran, Erzurum 1992, s.163). Ancak
genel kabul Ahmet adının doğru olduğu yönündedir. Bkz. Sümer, a.g.e., s.96; Turan, Doğu Anadolu
Türk Devletleri Tarihi, s.107.
31 Sümer, a.g.e., s.97; Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.118; Merçil, a.g.e., s.239; Turan, Doğu Anadolu Türk
Devletleri Tarihi, s.107; Yaşa, a.g.e., s.27.
32 Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.107; Merçil, a.g.e., s.239; Sümer, a.g.e., s.97; Özaydın (a),
“Ahlatşahlar”, s.118-119; Yaşa, a.g.e., s.27.
28
Ahlatşah (Ermenşah) – Gürcü Münasebetleri | 135
1126 yılında Ani’yi Gürcülerin elinden kurtardıktan sonra Ani Şeddâdîlerinin
başına geçen IV. Fazl, Muhammed Tapar’ın oğulları arasındaki çekişmelerden
faydalanarak, 1130 yılında Gence ve Duvin’i ele geçirmişti. Ancak o, 1130 yılında
burayı Togan Arslan’ın oğlu Erzen Emîri Kurtî’ye karşı savunduğu savaşta
yaralanmış, kısa süre sonra hayatını kaybetmişti. Onun ardından Ani
Şeddâdîlerinin başına kardeşi Hoşçehr geçse de, Mahmud b. Şâvur kısa bir süre
sonra Ani’ye gelerek yönetimi ele geçirmiş ve Ani Şeddâdîlerinin yeni hükümdarı
olmuştur. Hakkında kaynaklarda fazla malûmat bulunmayan Mahmud’un
ardından ise Ani Şeddâdîlerinin yeni hükümdarı oğlu Fahreddin Şeddâd (11311155) olmuştur.33 Fahreddin Şeddâd akrabalık kurarak ilişkileri kuvvetlendirmek
amacıyla Saltuklu Hükümdarı II. İzzeddin Saltuk’un (1132-1168) kızlarından
birisi ile evlenmek istemiş, ancak Saltuklu Hükümdarı kızını onunla evlendirmek
yerine Bitlis-Erzen hâkimi Togan Arslan’ın oğlu ile evlendirmiştir.34 Bunu haber
alınca oldukça kızan Fahreddin Şeddâd intikam almak için harekete geçmiş ve
Saltuklu Hükümdarına bir tuzak kurmaya karar vermiştir. Bir taraftan İzzeddin
Saltuk’a haber göndererek, şehri ona teslim etmek ve hizmetine girmek istediğini
söyleyen Fahreddin Şeddâd, diğer taraftan da Gürcü Kralı I. Demetre’ye haber
yollayarak; onu, İzzeddin Saltuk’a karşı kurmuş olduğu bu tuzaktan haberdar
etmiştir. Bunun ardından derhal ordusu ile birlikte Ani’ye doğru harekete geçen
Gürcü Kralı, şehri teslim almak için ordusu ve devletin ileri gelenleriyle birlikte
gelmekte olan İzzeddin Saltuk’a ani bir baskın yapmış ve 1154’te 35 onu ağır bir
yenilgiye uğratmıştır. Alınan bu mağlubiyetin neticesinde pek çok Türk ölürken,
içerisinde İzzeddin Saltuk’un da yer aldığı çok sayıda insan Gürcülerin eline esir
Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.199; M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kars-Arpaçayı Boyları Eski
Merkezi Anı Şehri Tarihi (1018-1236), Ankara 1982, s.73; Mehmet Ersan, Selçuklular Zamanında
Anadolu’da Ermeniler, Ankara 2007, s.90; Bezer, “Şeddadiler”, s.410; Minorsky, a.g.e., s.85-86; Keleş,
a.g.e., s.285-287; Keleş, a.g.m, s.168; Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi, s.73.
34 İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.114; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.26;
Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi, s.73; Abdülkerim Özaydın (c), “Saltuklular”, Anadolu Beylikleri El Kitabı,
ed. Haşim Şahin, Ankara 2016, s.93; Bezer, “Şeddadiler”, s.410; Sümer, a.g.e., s.42. Abdülkerim
Özaydın (d), “Saltuklular”, DİA, 36, İstanbul 2009, s.54; Minorsky, a.g.e., s.86-87; Keleş, a.g.e., s.288.
Osman Turan bu kızın Togan Arslan’ın oğlu Kurtî ya da Yakut ile evlenmiş olabileceğini
söylerken (Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.26), Faruk Sümer, M. Yınanç ve Fahrettin
Kırzıoğlu, kızın Togan Arslan’ın diğer oğlu Fahreddevle Devletşah ile evlendiğini söylerler
(Sümer, a.g.e., s.42; M. Yınanç, “Bitlis”, İA, 2, İstanbul 1979, s.662; Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi, s.73).
35 İbnü’l-Esir bu savaşın 1153’te gerçekleştiğini (İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 11, s.163), Niğdeli Kadı
Ahmed ise 1158-1159/553’te (Ali Ertuğrul, Niğdeli Kadı Ahmed’in el-Veledü’ş-Şefîk ve’l-Hâfidü’lHalîk’ı (Anadolu Selçuklularına Dair Bir Kaynak, c. I, Ankara 2015, s.454), Süryani Mihail ise 1161’de
(The Chronicle of Michael the Great, Patriarch of the Syrians, trans. Robert Bedrosian, New Jersey 2013,
s.184) gerçekleştiğini ileri sürmektedir.
33
136 | USAD Erhan ATEŞ
düşmüştür.36 Alınan bu yenilgi bölgedeki Türk hükümdarlar arasında çok büyük
bir infiale sebep olmuştu. Bunun üzerine Ahlatşah II. Sökmen ile Artuklu
Necmeddin Alpı (1154-1176) harekete geçerek Gürcü Kralı I. Demetre’ye bir
mektup göndermiş ve İzzeddin Saltuk ile diğer esirlerin serbest bırakılmalarını
istemişlerdir. İzzeddin Saltuk iki taraf arasında yapılan bu görüşmeler
neticesinde, 100 bin dinar altın karşılığında serbest bırakılmıştır. İzzeddin Saltuk
ülkesine döndükten sonra Gürcülere gönderdiği paralar ile esir olarak kalan
asker ve maiyetini de kurtarmıştır.37 Bu paranın toplanmasında II. Sökmen’in eşi
Şahbânû’nun önemli bir rolü vardı.38 Bununla birlikte Gürcüler bu zafere rağmen
Ani’yi ele geçirememişlerdir.39
Bu sırada Şeddâdîlerde iktidar değişikliği meydana geldiğini görmekteyiz.
Fahreddin Şeddâd’ın kişisel hırslarından dolayı gerçekleştirdiği bu faaliyetler,
Ani halkını oldukça rahatsız etmiş ve onu şehirdeki papazların hedefi haline
getirmişti. Gürcülerin buraya hâkim olmalarını isteyen Ermeni papazları, bunu
kendileri için bir şans olarak görmüşler ve 1155’te hükümdara karşı isyan
etmişlerdir. Bunun üzerine şehirden kaçan Fahreddin Şeddâd, kendisini
destekleyen bazı kişilerin yanına sığınmıştır. Onun bundan sonraki hayatı
hakkında çok fazla bilgi yoktur. “Din temelli siyasi bir ayaklanma”40 olan bu isyanın
neticesinde V. Fazl, Şeddâdîlerin yeni hükümdarı olmuştur. 41
İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.114; İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 11, s.164;
Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, II, s.208; The Chronicle of Michael the Great, Patriarch of the Syrians,
s.184; Özaydın (d), “Saltuklular”, s. 54; Özaydın (c), “Saltuklular”, s.93; Turan, Doğu Anadolu Türk
Devletleri Tarihi, s.26; Bezer, “Şeddadiler”, s.410; Sümer, a.g.e., s.42; Merçil, a.g.e., s.280; Ersan, a.g.e.,
s.90-91; Keleş, a.g.m., s.168; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.394; Donald Rayfield, Edge of Empires A History
of Georgia, London 2012, s.100; Keleş, a.g.e., s.288; Minorsky, a.g.e., s.87; Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi,
s.73-74. Süryani Mihail Vakayinamesi’nin Türkçe tercümesinde, İngilizce tercümesinden farklı
olarak İzzeddin Saltuk’un esir edilmesinden ve fidye karşılığı serbest bırakılmasından
bahsedilmemekte ve Gürcü Kralı III. Giorgi’nin Türkler üzerine yürüyerek Ani’yi ele geçirdiği
ifade edilmektedir. Bkz. Suryani Patrik Mihailin Vakainamesi II. Kısım (1042-1195), çev. Hrant D.
Andreasyan (TTK kütüphanesindeki neşredilmemiş nüsha), s.186.
37 İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.114-115; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.26;
Özaydın (c), “Saltuklular”, s.93; Merçil, a.g.e., s.280; Sümer, a.g.e., s.42; Tellioğlu, a.g.e., s.86;
Özaydın (d), “Saltuklular”, s.54; Ersan, a.g.e., s.91; Keleş, a.g.e., s.288; Minorsky, a.g.e., s.87;
Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi, s.74.
38 Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.26; Keleş, a.g.e., s.288; Özaydın (c), “Saltuklular”, s.93;
Erdem, a.g.m., s.410.
39 Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.27; Özaydın (d), “Saltuklular”, s.54; Ersan, a.g.e., s.91.
40 Derya Coşkun, “XII. Yüzyıl Ortalarında Ani’de Siyasi İki İsyan; Ermeni Papazları”, Yeni Türkiye
Dergisi, 60, 2014, s.5.
41 İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.116; İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, .11, s.173; Turan,
Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.27; Özaydın (d), “Saltuklular”, s.54-55; Kırzıoğlu, Anı Şehri
36
Ahlatşah (Ermenşah) – Gürcü Münasebetleri | 137
I. Demetre’nin yerine tahta geçen V. David’in hükümdarlığı uzun sürmemiş,
onun ardından tahta tekrar I. Demetre geçmiştir. Ancak o kısa bir süre sonra
tahtını diğer oğlu Giorgi’ye (1156-1184) bırakmıştı. Böylece III. Giorgi 1156 yılında
Gürcistan Kralı olmuştur.42 IV. David gibi aktif bir dış politika izleyen III. Giorgi,
Saltuklu Hükümdarı İzzeddin Saltuk’un 1154’te uğramış olduğu yenilgiden
birkaç yıl sonra, Irak Selçuklularının taht kavgalarıyla meşgul olmalarından 43 ve
taht mücadeleleri veren Şemseddin İldeniz’in (1148-1175) Gürcü topraklarından
uzaklaşmasından faydalanarak,44 Müslümanlar üzerine sefere çıkmıştır. Gürcü
Kralı, bugünkü Kars’ın Aras bölgesindeki Katirevan şehrini (Kağızman’ın Kötek
bucağında ve Aladağ kuzey doğusunda yer alan Kaçırevan/Keçirevan) ve II.
Sökmen’e bağlı olan Aşorni sancağı (Kağızman ve Digor kesimi) ile bütün kayalık
vadileri alarak II. Sökmen’in kuvvetlerini mağlup etmiş ve Ağrı Dağı’na kadar
ilerlemiştir. Gürcü Kralı aynı sene daha sonra Ani üzerine sefere çıkmıştır. 45 Bu
sırada Ermeni papazları daha önce tahta geçirdikleri V. Fazl’a karşı isyan ederek
yenilgiye uğratmışlardı. Yenilgiye uğrayan V. Fazl kaçarak, Sürmeli civarındaki
Bekrân (Bagaran) Kalesi’ne sığınmıştı. Böylece Ermeni papazlarının isyanı ile
başa geçen Fazl, yine onların isyanıyla 1161’de tahttan indirilmiş oldu. Bölgeye
gelen Gürcüler, şehri kuvvet kullanarak hâkimiyet altına almışlardır. Mhitar Koş
bunun sebebi olarak, Gürcüleri şehre davet eden Piskopos Barseğ ile Magistros
Hasan’ın oğullarının karar değiştirerek şehri vermemesini göstermektedir. Şehri
yağmalayan Gürcü askerleri, burada çok sayıda insanı öldürdükten sonra Tiflis’e
dönmüşlerdir.46 Gürcü Vakayinamesi bu seferin ardından Ivane Orbelian’ın buraya
Tarihi, s.75; Ersan, a.g.e., s.91; Keleş, a.g.m., s.168-169; Bezer, “Şeddadiler”, s.410; Kırzıoğlu, Kars
Tarihi, s.394.
42 Berdzenişvili-Canaşia, a.g.e., s.146; Tellioğlu, a.g.e., s.86.
43 Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.125.
44 Râvendî, Râhat-üs-Sudûr ve Âyet-üs-Sürûr, II, s.275; Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.125.
45 Gürcistan Tarihi, s.343-344; Kartlis Tskhovreba, s.229; Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.125; Kırzıoğlu, Kars Tarihi,
s.394.
46 İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.127; İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 11, s.228; Gürcistan
Tarihi, s. 345; Kartlis Tskhovreba, s.229; Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi, s.331; Gregory Abû’l-Farac (Bar
Hebraus), Abû’l-Farac Tarihi, çev. Ömer Rıza Doğrul, c. II, Ankara 1987, s.398-399; Müverrih
Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.205; Smbat Sparapet's Chronicle, s.84; Step’annos Orbelean’s History
of the State of Sisakan, çev. Robert Bedrosian, New Jersey 2012-2015, s.198; Mhitar Koş, Alban
Salnamesi, Azb. Türkç. çev. Ziya Bünyadov, Tür. Türç. çev. Yusuf Gedikli, İstanbul 2006, s.343;
Mehmet Fuat Köprülü, “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları”, Belleten, VII/27,
Ankara 1943, s.466; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.27; Ersan, a.g.e., s.91; Minorsky,
a.g.e., s.89; Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi, s.76; Hüseyin Kayhan, “Azerbaycan Atabeyleri İldenizlilerin
Kafkasya Politikası ve Gürcü Krallığı”, Vakanüvis- Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, 2,
Sakarya 2017, s. 201; Keleş, a.g.e., s.294.
138 | USAD Erhan ATEŞ
idareci olarak bırakıldığını, Sargis Mhargrdzeli’nin ona yardımcı olarak tayin
edildiğini ileri sürmektedir.47 Step’annos Orbelean da buranın Ivane’ye verildiğini
söyleyerek bunu doğrulamaktadır.48 Buna karşın İbnü’l-Ezrak ise Prens Sadûn’un
buraya idareci olarak bırakıldığını iddia etmektedir. 49 Kitabında bu konuyu
genişçe değerlendiren Nevzat Keleş, Sadûn’un Ani’ye idareci olarak atanmış
olduğu tezinin daha doğru olduğu sonucuna varmaktadır. 50 Urfalı Mateos ve
Smbat Sparapet, bu olayların neticesinde Ani’de her iki taraftan toplam bin
kişinin öldüğünü ve Gürcü Kralı’nın şehirde 2 bin muhafız bırakarak geri
döndüğünü ifade etmektedir.51 Giorgi’nin ilk büyük başarısı olarak tarihî
kayıtlara geçen bu hadise, Hristiyanlar arasında büyük bir sevinç yaratmıştır. 52
Ani’nin Gürcülerin eline düşmesinin ardından bu duruma seyirci kalmak
istemeyen Türk Beyleri, Gürcüler üzerine sefere çıkmaya karar vermişlerdir.
Böylece İzzeddin Saltuk, damadı II. Sökmen, Bitlis-Erzen hâkimi Fahreddin
Devletşah (1145-1192), II. Sökmen’in kız kardeşi ile evlenen eniştesi Artuklu
hükümdarı Necmeddin Alpı ve diğer bazı emîrlerin dâhil olduğu, büyük bir ordu
meydana getirilmiştir. Bu kararda II. Sökmen’in eşi Şahbânû’nun da etkisi vardı. 53
Urfalı Mateos, Smbat Sparapet ve Anili Samuel biraz abartılı bir şekilde bu
ordunun 80 bin kişiden meydana geldiğini söylemektedirler. Anili Samuel’e göre
karşı taraf ise 7 bin kişiden müteşekkildi.54 İttifakın kurulmasının ardından
Ani’ye doğru harekete geçen müttefikler, Artuklu Necmeddin Alpı’nın henüz
Gürcistan Tarihi, s.345; Kartlis Tskhovreba, s.229; Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.125. Berdzenişvili-Canaşia,
a.g.e., s.146; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.394; Metreveli, The Golden Age, s.117; Ersan, a.g.e., s.92;
Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi, s.76-77.
48 Step’annos Orbelean’s History of the State of Sisakan, s.198.
49 İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.127; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.27;
Ersan, a.g.e., s.91; Kayhan, a.g.m., s.201; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.395.
50 Keleş, a.g.e., s.298.
51 Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi, s.333; Smbat Sparapet's Chronicle, s.84.
52 Tellioğlu, a.g.e., s.87.
53 İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.127; İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 11, s.228; Gürcistan
Tarihi, s.345; Kartlis Tskhovreba, s.230; Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.205; Sümer,
a.g.e., s.101-102; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.28, 109; Özaydın (a), “Ahlatşahlar”,
s.119; Tellioğlu, a.g.e., s.87; Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.125; Merçil, a.g.e, s.280; Ersan, a.g.e., s.92;
Berdzenişvili-Canaşia, a.g.e., s.146-147; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.395; Mükrimin Halil Yınanç,
“Arslan-Şah”, İA, 1, İstanbul 1978, s.612; Recep Yaşa, “Ahlatşahlar”, Türkler, 6, ed. Hasan Celal
Güzel vd., Ankara 2002, s.486; Sümer, “Ahlatşâhlar”, s.26; Özaydın (b), “Ahlatşâhlar”, s.198;
Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi, s.77-78; Faruk Sümer, “Ahlat Şehri ve Ahlatşahlar”, Belleten, L/97,
Ankara 1986, s.478; Yaşa, a.g.e., s.28; Minorsky, a.g.e., s.90; Keleş, a.g.e., s.294.
54 Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi, s.331; Smbat Sparapet's Chronicle, s.84; Samouel D’Ani, Tables
Chronologiques, Collection D’Historiens Arméniens, II, fra. trans. Marie F. Brosset, S. Petersbourg
1876, s.465.
47
Ahlatşah (Ermenşah) – Gürcü Münasebetleri | 139
yolda olduğu bir sırada, onu beklemeden Ani şehrini kuşatmışlardır. Ancak
müttefik kuvvetleri; Necmeddin Alpı’nın henüz Ani’ye yardıma ulaşamamış
olması, Gürcü Kralı III. Giorgi’nin sıkıştırmaları ve Gürcülerin elinde esir olduğu
sırada (1154) onlara karşı savaşmamaya yemin eden İzzeddin Saltuk’un haber
vermeden savaştan çekilmesi gibi nedenlerden dolayı 1161’deki bu savaşta
Gürcülere mağlup olmuşlardır. Bu sırada müttefiklerinin mağlup olduklarını
haber alan Necmeddin Alpı, daha ileri gitmeyerek Malazgirt’ten geriye
dönmüştür.55 İbnü’l-Esir’e göre bu yenilginin neticesinde askerlerinin pek çoğu
ölen II. Sökmen, Ahlat’a sadece dört yüz askerle birlikte dönebilmiştir. İbnü’lEzrak, Gürcülerin Ahlatşahlar ile diğer ailelerin ileri gelenlerinin yanında 9 bin
piyade ve süvariyi esir aldıklarını ifade etmektedir. Esirlerin arasında
Şahbânû’nun kardeşi Bedreddin de vardı. Bu esirlerin kurtarılması için Gürcülere
çok büyük paralar ödenmiştir.56 Urfalı Mateos’a göre ölü sayısı 7 bin, esir sayısı 2
bindir.57 Smbat Sparapet’ın verdiği bilgilere göre 6 bin kişi esir düşmüş, 10 bin
kişi ise kurtulmayı başarmıştır.58 Bu hadisenin 1164’te gerçekleştiğini söyleyen
Anili Samuel’e göre savaşın neticesinde 23 bin kişi esir düşmüştür.59 Ermeni
tarihçi Vardan ise bu seferin ardından 20 bin kişinin esir edildiğini ve Prens
Sadûn’un şehre idareci olarak tayin edildiğini, ancak Gürcü Kralı’nın, Sadûn’un
şehrin kalelerini tamire girişmesini isyan hazırlığı olarak algılayarak onu
azlettiğini ve yerine Sargis Mhargrdzeli’yi atadığını ileri sürmektedir. 60 Nevzat
Keleş bunun Gürcü Kralı’nın Sadûn’u ikinci kez görevlendirdiğine işaret ettiğini,
İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.127; İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 11, s.228; Smbat
Sparapet's Chronicle, s.84; Gürcistan Tarihi, s.346; Kartlis Tskhovreba, s.230; Müneccimbaşı, Câmiu’dDüvel, II, s.208-209; Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.119; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi,
s.109; Sümer, a.g.e., s.102; Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.125; Ersan, a.g.e., s.92; Merçil, a.g.e., s.280;
Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.395; Yınanç, “Arslan-Şah”, s.612; Yaşa, “Ahlatşahlar”, s.486; Sümer,
“Ahlatşâhlar”, s.26; Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi, s.78; Sümer, “Ahlat Şehri”, s.478; Minorsky, a.g.e.,
s.90-91; Erdem, a.g.m., s.410. Müneccimbaşı bu seferin sonunda İzzeddin Saltuk’un ikinci kez esir
düştüğünü söylese de (Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, II, s.209) bu bilgi doğru değildir.
56 İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.127; İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîhi, c.11, s.228; Sümer,
a.g.e., s.43, 102; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.28; Özaydın (d), “Saltuklular”, s.55;
Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.125; Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.119; Merçil, a.g.e., s.280; Kırzıoğlu, Kars
Tarihi, s.395; Yınanç, “Arslan-Şah”, s.612; Yaşa, “Ahlatşahlar”, s.486; Sümer, “Ahlatşâhlar”, s.26;
Özaydın (b), “Ahlatşâhlar”, s.198; Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi, s.78; Sümer, “Ahlat Şehri”, s.478;
Yaşa, a.g.e., s.46; Minorsky, a.g.e., s.90-91; Erdem, a.g.m., s.410.
57 Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi, s.331.
58 Smbat Sparapet's Chronicle, s.84.
59 Samouel D’Ani, Tables Chronologiques, s.465. Osman Turan eserinde sehven olsa gerek 33 bin kişinin
esir alındığını söylemektedir. Bkz. Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.110.
60 Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.205; Tellioğlu, a.g.e., s.87; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.396;
Keleş, a.g.e., s.298; Minorsky, a.g.e., s.92.
55
140 | USAD Erhan ATEŞ
Mhitar Koş’un şehre Ivane’nin atandığına dair verdiği bilginin 61 ise kronolojiye
oturtulamadığını söylemektedir.62 Gürcüler bu zaferin ardından çok sayıda
ganimet ele geçirmişlerdir. Urfalı Mateos’un verdiği bilgilere göre bunların
içerisinde çok sayıda at, katır, deve, çadır zırh ve diğer silahlar ile koyun sürüleri
bulunmaktaydı. Bu sayede Ani şehri ganimetle dolmuştu. Halkın daha önce
kaybetmiş olduğu şeyler iki misliyle tanzim edilmiş ve Ani halkından esir
edilenler kurtarılmışlardı.63 Gürcü Vakayinamesi de bunu tasdik edercesine çok
sayıda hükümdar, yüksek rütbeli memur, asilzade, köle, çadır, halı, mücevher,
inci, işlenmiş ve işlenmemiş atın yığını, deve, at, katır vb. ele geçirildiğini
söylemektedir.64
Böylece Türk ve Müslüman askerlerinden meydana gelen büyük bir orduyu
mağlup eden Gürcüler, ertesi sene 1162 yılı Temmuz-Ağustos ayında, 30 bin kişi
kadar olduğu söylenen büyük bir kuvvetle, Müslümanların topraklarına
girmişler ve Duvin’i ele geçirmişlerdir. Burada 10 bin civarı Müslümanı öldüren
Gürcüler, pek çok kişiyi esir etmişlerdir. Şehirdeki camileri ve evleri yıkan Gürcü
kuvvetleri, sefer sırasında ele geçirdikleri kadın esirleri çırılçıplak soyarak, yalın
ayak ülkelerine götürmüşlerdir. Gürcü askerlerinin bu davranışını görünce
oldukça öfkelenen Gürcü kadınları, kadın esirleri giydirmişlerdir. 65 İbnü’l-Ezrak,
Gürcülerin şehirde yıktıkları arasında, Kurtî b. el-Ahdeb’in Gürcü kemiklerinden
yaptırdığı kulenin de var olduğunu söylemektedir. 66 Vardan, Gürcü Kralı’nın
kuleden kafataslarını indirtip, altın ipliklerden yapılmış kumaşlarla bezettiğini ve
bir tabutun içine koydurarak kendi başkenti Tiflis’e kadar taşıttığını
Mhitar Koş, Alban Salnamesi, s.343.
Keleş, a.g.e., s.298.
63 Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi, s.331.
64 Gürcistan Tarihi, s.348.
65 İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 11, s.234; İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.130; Urfalı
Mateos Vekayi-nâmesi, s.335; Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.205; İbn Kesîr, El-Bidaye
ve’n-Nihaye, 12, s.444; Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, I, s.192; Smbat Sparapet's Chronicle, s.85;
Ahmed b. Mahmud, Selçuk-nâme, II, s.112; el-Ḥüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, s.110;
Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.126; Özaydın (b), “Ahlatşâhlar”, s.198-199; Kayhan, a.g.m., s.202; Turan,
Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.29, 110; Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.120; Ziya Bünyadov,
Azerbaycan Atabegleri Devleti, çev. İlyas Kemaloğlu, İstanbul 2017, s.72; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.397;
Hüsamettin M. Karamanlı, “Gürcistan”, DİA, 14, İstanbul 1996, s.312; Minorsky, a.g.e., s.92;
Erdem, a.g.m., s.410; Keleş, a.g.e., s.299-300. Smbat Sparapet bu olayın tarihini yanlış bir şekilde
1165 olarak vermektedir. Bkz. Smbat Sparapet's Chronicle, s.85.
66 İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.131.
61
62
Ahlatşah (Ermenşah) – Gürcü Münasebetleri | 141
bildirmektedir.67 Anili Samuel, buradan 60 bin kişinin esir olarak götürüldüğünü
ileri sürmektedir.68 Gürcüler, Duvin’i ele geçirdikten sonra Gence yöresinde
yağma ve akınlarda bulunmuşlardır.69
Gürcülerin üst üste elde ettikleri bu başarılar ile Duvin’de gerçekleştirdikleri
bu zulümlerin, Türk ve Müslüman beylerinin bir kez daha Gürcülere karşı
harekete geçmelerine sebep olduğunu görmekteyiz. Ahmed b. Mahmud,
Sultan’ın yanına gelen bir kişinin ona “Gürcüler gelip Duvin’i yağmaladılar, mal ve
eşyadan ne buldularsa aldılar. Sayısız asker toplamışlar ve İslâm ülkelerine de hücum
niyetleri var” dediğini ve bunun Sultan’ın sefere çıkmasına neden olduğunu ifade
etmektedir.70 Bunu tetikleyen olay olarak ise Giorgi’nin Azerbaycan’a dönen
İldeniz’e bir elçi göndererek, Gence ve Beylekan şehirlerinin vergisini
göndermesini istemesi gösterilebilir. İldeniz bu isteğe cevap olarak, niyetinin
Tiflis’i ele geçirmek olduğunu söylemiş ve onları harbe davet ederek bu cevabını
Hemedan’daki Sultan’a bildirmişti.71 Gürcü Vakayinamesi ve İslam kaynakları
seferin bundan sonraki süreciyle alâkalı birbirini tamamlayıcı bilgiler
vermektedirler. Hüseynî ve Ahmed b. Mahmud’a göre Sultan Arslanşah (11611176), Hemedan’dayken Atabeg İldeniz’den gelen mektup üzerine derhal büyük
bir ordu hazırlamıştır. Yola çıkan bu ordu Nahçıvan’da Atabeg İldeniz’in ordusu
ile birleşmiş ve Gence’ye giderek birkaç gün orada kalmıştır. 72 Gürcü
Vakayinamesi, Sultan’ın ordusunun İldeniz’in ordusu ile birleştikten sonra,
Somkheti’ye doğru yola çıkıp Gag Kalesi’ni (Aşağı Borçalı Düzlüğü) ele
geçirdiğini söyler. Gürcü Kralı bunu haber alınca hemen büyük bir ordu toplamış
ve düşmanlarının üzerine doğru harekete geçmiştir. Müttefikler, III. Giorgi’nin
büyük bir kuvvetle geldiğini öğrenince onlarla karşılaşmaktan çekinerek Gag
garnizonunu boşaltmış ve bölgeden ayrılmışlardır. Daha sonra onlar Ekletz
Çayı’ndan (Karabağ Çayı) karşıya geçmişlerdir. Çünkü onların güçlerini
Vardan Arewelts'i, Vardan Arewelts'i's Compilation of History, trans. R. Bedrosian, New Jersey 2007,
s.74. Vardan’ın Türkçe tercümesinde ise minareden indirilen şeyin hilal olduğu ifade
edilmektedir. Bkz Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.205.
68 Samouel D’Ani, Tables Chronologiques, s.465; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.30.
69 İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.130; Faruk Sümer, “Arslanşah b. Tuğrul”, DİA, 3,
İstanbul 1991, s.405; Sümer, a.g.e., s.102; Bünyadov, a.g.e., s.72; Sümer, “Ahlat Şehri”, s.478;
Minorsky, a.g.e., s.92; Keleş, a.g.e., s.300.
70 Ahmed b. Mahmud, Selçuk-nâme, II, s.112.
71 el-Ḥüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, s.110-111; Ahmed b. Mahmud, Selçuk-nâme, II, s.112;
Sümer, “Arslanşah b. Tuğrul”, s.405; Sümer, a.g.e., s.102; Kayhan, a.g.m., s.202; Kırzıoğlu, Kars
Tarihi, s.397; Mirza Bala, “İl-deniz”, İA, V/II, İstanbul T.Y. s.963; Sümer, “Ahlat Şehri”, s.478;
Bünyadov, a.g.e., s.76; Keleş, a.g.e., s.300.
72 el-Ḥüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, s.111; Ahmed b. Mahmud, Selçuk-nâme, II, s.113.
67
142 | USAD Erhan ATEŞ
toplamak için biraz zamana ihtiyaçları vardı. Ancak onlar orada Gürcü askerleri
tarafından yenilgiye uğratılmışlardır. Etrafındakilerin sözlerine aldanan Gürcü
Kralı ise ordusunu dağıtarak av ve eğlence ile meşgul olmuştur. 73 Bu yenilgi
Vardan tarafından da doğrulanmaktadır. Vardan’ın verdiği bilgilere göre, İldeniz,
Duvin’in içerisinde bulunduğu hali görüce o kadar üzülmüş ki, hışımla harekete
geçerek Miren (Duvin’in kuzeyinde) şehrine gelmiş ve kalesini içerisindeki 4 bin
Hristiyan ile birlikte yaktırmıştır. O daha sonra Gag Ovası’na giderek oradaki
meşhur haçın yakılmasını emretmiştir. Bunun için Allah’ın gazabına uğramış ve
Gürcü Kralı’nın korkusundan bütün eşyalarını orada bırakarak kaçmıştır. 74
Kaynaklara göre, Irak Selçuklu Sultanı Arslanşah ve Azerbaycan Atabegi
İldeniz’den başka, Ahlatşah II. Sökmen, Dilmaçoğlu Fahreddin Devletşah ve
Meraga hâkimi (Arslan Aba) gibi bazı emîrler de bu sefere katılmışlardır. 75 İbnü’lEsir ve Müneccimbaşı bu ordunun 50 bin kişi civarında olduğunu ileri
sürmektedir.76 Müttefik kuvvetleri, Kral’ın av ve eğlence ile meşgul olduğu sırada
bütün askerleri ve kuvvetleri ile Gelakuni’ye gelmişlerdir. Orada gücünü arttıran
II. Sökmen Ani kapısına yaklaşmıştır. Bu sırada Ani şehri Tori reisi olarak
bahsedilen birisi tarafından muhafaza ediliyordu. II. Sökmen bu sırada sadece bu
şehri kuşatmakla kalmamış, çevredeki bölgelere de akın ve yağmalar yapmıştır. 77
Vardan da İldeniz’in Arslanşah’ı savaşa kışkırttıktan sonra Ani’yi kuşattığını
ifade ederek bunu doğrulamaktadır.78 Hüseynî ve Ahmed b. Mahmud, Gürcü
Kralı’nın üzerlerine gelen kuvvetlerin büyüklüğünden çekinerek Sultan’a mektup
yolladığını ve vergi istemekten vazgeçip, her istediğini yapacağını bildirdiğini
Gürcistan Tarihi, s.349-350; Kartlis Tskhovreba, s.232. Gürcü Vakayinamesi’nin Türkçe tercümesinde,
müttefiklerin Gürcüler tarafından mağlup edildiklerine dair bir bilgi yoktur. Ancak İngilizce
tercümede geçen bu bilgi, Vardan’ın da benzer bir açıklama yapması sebebiyle daha doğru
gözükmektedir.
74 Vardan Arewelts'i, Compilation of History, s.74; Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.205-206;
Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.399-401; Minorsky bu hadiseyi savaştan önce olmuş gibi göstermektedir.
Minorsky, a.g.e., s.93.
75 el-Ḥüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, s.111; İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.134;
Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, I, s.192; İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 11, s.234; Ahmed b.
Mahmud, Selçuk-nâme, II, s.113; İbn Kesîr, El-Bidaye ve’n-Nihaye, 12, s.444; Gürcistan Tarihi, s.349;
Kartlis Tskhovreba, s.232; Tellioğlu, a.g.e., s.88; Kayhan, a.g.m., s.202; Özaydın (a), “Ahlatşahlar”,
s.120; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.30, 110; Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.126; Merçil, a.g.e.,
s.240, 281; Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi, s.79; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.398; Karamanlı, a.g.m., s.313;
Yaşa, “Ahlatşahlar”, s.486; Yaşa, a.g.e., s.28; Erdem, a.g.m., s.410; Minorsky, a.g.e., s.93; Ergin Ayan,
“Merâga Atabegi Arslan Aba Hasbeg”, Karadeniz Araştırmaları Dergisi, 13, 2007, s.145; Keleş, a.g.e.,
s.300.
76 İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 11, s.234; Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, I, s.192.
77 Gürcistan Tarihi, s.350.
78 Vardan Arewelts'i, Compilation of History, s.74; Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.205-206.
73
Ahlatşah (Ermenşah) – Gürcü Münasebetleri | 143
söylerler. Bu savaşa çok sayıda askerle katılan II. Sökmen, Sultan’ın ikramlarına
mazhar olmuştu. Sultan, ona İci (Abi) diye hitap etmekteydi. Sultan kendilerine
ulaşan bu barış teklifi üzerine bir toplantı düzenlemiştir. Müttefikler arasında
yapılan istişarenin neticesinde, özellikle daha önceki savaşta çok kayıp veren II.
Sökmen’in ısrarıyla sefere devam edilmesine karar verilmiştir. Buna karşın Gürcü
elçisi hoş sözlerle avutularak, savaştan vazgeçmiş gibi görünmüşlerdir. Bunun
ardından müttefikler hep birlikte Gürcülerin üzerine doğru hareket etmişlerdir. 79
İslam kaynakları bir meydan savaşından bahsetmektedirler. Buna göre,
Atabeg İldeniz ordusunu üç kola ayırmıştı. Birinci kol kral ve askerlerini
karşılamak için hazırlanmıştı. Irak askerlerinden meydana gelen ikinci kol,
savaşın kızıştığı sırada düşmanı manevi olarak çökertmek için ihtiyat amacıyla
bekletiliyordu. İldeniz’in yer aldığı üçüncü kol ise savaşı iyi bilen köleler ve kendi
has adamlarından meydana geliyordu. Gürcü Kralı ise ordusunu sağ kol, sol kol
ve merkez olmak üzere üç kısma ayırmıştı. Hazırlıklarını tamamlayıp birbirine
yaklaşan iki ordu 1163 yılında şiddetli bir savaşa tutuşmuştur. Sultanın düşmanın
gözünü korkutmak için sakladığı ikinci kolun, gece karanlığında tekbirler
getirerek düşmanın üzerine saldırmasıyla, Gürcü kuvvetlerinin safları bozulmuş
ve ağır bir yenilgiye uğramışlardır. Müslüman askerlerin çokluğunu ve sürekli
destek geldiğini gören Gürcü Kralı kaçmak zorunda kalmıştır. 80 İbnü’l-Ezrak’a
göre bu savaş, Zerarî (Kerkerî) Kalesi önünde meydana gelmiş ve galip gelen
Müslümanlar kaleye girmişlerdir.81 İbnü’l-Esir bu yenilginin nedeni olarak,
Müslüman olan bir Gürcü’nün, İldeniz ile anlaşarak, ondan aldığı askerlerle,
Müslümanlar ile Gürcülerin savaştıkları sırada Gürcülere arkadan saldırmasını
göstermektedir.82 Mhitar Koş da buna benzer bir bilgi vermektedir. Ona göre
Giorgi’nin komutanı Smbat’ın oğlu Ivane, Müslümanlardan rüşvet alarak,
Gürcülerin durumunu gizlice Sultan’a ve Atabeg’e bildirmiştir. 83 Gürcü
Vakayinamesi ise herhangi bir meydana savaşından bahsetmeksizin Gürcülerin ani
bir saldırıya uğradığını ileri sürmektedir. Buna göre elçileri vasıtasıyla Gürcü
askerlerinin iyi bir durumda olmadığını haber alan Müslümanlar, derhal harekete
geçmişler ve baskın yapmışlardır. Öyle ki Gürcü Kralı ancak silahlanmaya ve
atına binebilmeye fırsat bulabilmişti. Düşmana karşı koyamayacağını anlayan ve
el-Ḥüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, s.112; Ahmed b. Mahmud, Selçuk-nâme, II, s.113-114.
el-Ḥüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, s.113; Ahmed b. Mahmud, Selçuk-nâme, II, s.114-115;
Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, I, s.192; İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 11, s.234; İbn Kesîr, El-Bidaye
ve’n-Nihaye, 12, s.444; Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi, s.79-80;
81 İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.134.
82 İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 11, s.235.
83 Mhitar Koş, Alban Salnamesi, s.344.
79
80
144 | USAD Erhan ATEŞ
zor durumda kalan Gürcüler geri çekilmişlerdir.84 Gürcü kaynağının baskın
olarak bahsettiği olay, yukarıda İbnü’l-Ezrak’ın bahsettiğini söylediğimiz
müttefiklerin ikinci kolunun ani saldırısı ya da İbnü’l-Esir’in söylediği,
Müslüman bir Gürcü idaresindeki kuvvetlerin Gürcülere arkadan saldırısı
hadisesi olabilir. Bazı kaynaklar savaşın bir ay kadar sürdüğünü ifade
etmektedirler.85 Bu muhtemelen ordunun Gürcü topraklarına girdiği tarihten,
savaşın meydana geldiği döneme kadar geçen süre olmalıdır. Müslümanlar
savaşın adından yaklaşık 10 bin kişiyi öldürmüşlerdir.86 Ahmed b. Mahmud’a
göre ise ölenlerin sayısı 12 bin kişidir.87 Bundan başka çok sayıda ganimet ele
geçirilmiştir. Bu ganimetlerin en önemli kısmını, ordugâhı ele geçirilen Gürcü
Kralı’nın hazineleri ve eşyaları oluşturuyordu. Bunlar savaşa katılan müttefikler
arasında paylaştırılmıştır. Mağlup olan Gürcü Kralı III. Giorgi ise canını ancak sık
ağaçlarla kaplı ormanlara kaçarak kurtarabilmişti. Müslümanlar onları üç gün
boyunca takip etmişlerdir.88
Kazandıkları bu zaferin ardından Ahlat’a geri dönen II. Sökmen, burada
muhteşem bir merasimle karşılanmıştır. Bu zaferin şerefine şehirde büyük
şenlikler yapılmış ve 300 sığır kesilerek fakirlere dağıtılmıştır. Ahlat Şahı’nın
yanında getirdiği ganimetlerin birinci yükünü altın ve gümüş kaplar; ikinci
yükünü altın ile gümüşten yapılmış ve farklı türde mücevherlerle süslenmiş olan
haçlar ile paha biçilemeyen mücevherlerle işlenip, altın yaldızlarla tasvir edilmiş
İncillerin bulunduğu kralın kilisesi; üçüncü yükünü ise III. Giorgi’nin hazinesine
ait ganimetler oluşturuyordu. Söylenene göre bunların miktarı, daha önce
kaybedilen mallardan çok daha fazladır. Diğer hükümdarların payına düşen
ganimetler de göz önünde bulundurulduğunda, bu savaş neticesinde elde edilen
ganimetlerin ve zaferin büyüklüğü daha iyi anlaşılabilmektedir.89
Bu savaşın ardından Ani’nin Gürcülerin elinden çıktığını görüyoruz. Vardan,
şehrin uzun bir kuşatmanın ardından, daha fazla direnemeyen Gürcü Kralı
tarafından Sultan’a teslim edildiğini söylemektedir.90 Gürcü Vakayinamesi de
Gürcistan Tarihi, s.350-351; Kartlis Tskhovreba, s.233.
İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 11, s.234; Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, I, s.192.
86 el-Ḥüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, s.113.
87 Ahmed b. Mahmud, Selçuk-nâme, II, s. 115.
88 el-Ḥüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, s.113-114; Ahmed b. Mahmud, Selçuk-nâme, II, s. 115;
İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.134; Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, I, s.192; İbnü’l-Esir,
El-Kâmil Fi’t-Târîh, 11, s.234-235; İbn Kesîr, El-Bidaye ve’n-Nihaye, 12, s.444; Turan, Doğu Anadolu
Türk Devletleri Tarihi, s.30; Keleş, a.g.e., s.302; Minorsky, a.g.e., s.93; Metreveli, The Golden Age, s.118;
89 İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.134-135; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.3132, 111; Erdem, a.g.m., s.410; Minorsky, a.g.e., s.93-94.
90 Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.206.
84
85
Ahlatşah (Ermenşah) – Gürcü Münasebetleri | 145
Kral’ın Ani’yi vassalı haline gelen eski hâkimlerinin akrabalarına iade ettiğini ileri
sürerek91 Ani’nin elden çıktığını teyit etmektedir. Buna karşın daha sonra Ani
şehri bir kez daha Gürcülerin saldırısına maruz kalmıştır. Anili Samuel, Gürcü
Kralı’nın 13 Haziran 1164 yılında Ani’yi ele geçirdiğini ve 23 bin kişiyi esir
ettiğini ifade etmektedir.92 İbnü’l-Ezrak da 1164 yılı Mart-Nisan ayında,
Gürcülerin Ani’ye saldırarak şehri soyduklarını, ancak Azerbaycan Atabegi
Şemseddin İldeniz’in şehre gelmesi üzerine geri çekilmek zorunda kaldıklarını
söylemektedir. Gürcülerin ayrılmasının ardından şehri terk edenler geri
dönmüşlerdir. İldeniz bir süre orada kaldıktan sonra, Gence’ye saldıran
Gürcülere karşı koymak için oraya doğru harekete geçmiştir. İbnü’l-Esir’in 1165
yılı olaylarını anlatırken söylediği “Gürcüler büyük bir kitleyle Buldân üzerine baskın
düzenlediler, hatta Gence’ye kadar vardılar” şeklindeki bilgi, her ne kadar tarihi
tutmasa da bu olaya işaret ediyor olmalı. İbnü’l-Ezrak’a göre, Sürmeli Beyi Emîr
İbrahim, İldeniz’in Gence’ye gittiği sırada Gürcüleri mağlup ederek çok sayıda
kişiyi öldürmüş ve esir almıştır. İldeniz bu senenin sonunda Fahreddin Şeddâd’ın
kardeşi Şehinşah’ı (1164-1174), Ani’ye idareci olarak atamıştır.93 Bundan sonra
uzun bir süre bu bölgeye yönelik ciddi bir sefer gerçekleştirilmediğini
görmekteyiz.
İldeniz’in, Sultan Arslanşah’a karşı olan Huzistan Avşarları ve Tebriz-Meraga
Emîri’yle savaşmak üzere ülkesinden ayrılmasını fırsat bilen Gürcüler,94 1174 yılı
Ekim ayında bir kez daha Ani’ye saldırmış ve içerideki Ermenilerin yardımıyla
burayı zapt etmişlerdir. Ani’yi ele geçirdikten sonra şehrin hâkimi Şehinşah’ı
kendileri ile birlikte Tiflis’e götüren Gürcüler, böylece Ani Şeddâdîlerine son
vermişlerdir.95 Böylece Ani şehri on sene sonra tekrardan Gürcülerin kontrolü
altına girmiştir.96
Gürcistan Tarihi, s.352; Kartlis Tskhovreba, s.233-234.
Samouel D’Ani, Tables Chronologiques, s.465.
93 İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.140; İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 11, s.262; Turan, Doğu
Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.111; Bünyadov, a.g.e., s.78; Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.120; Yaşa,
“Ahlatşahlar”, s.486; Sümer, “Ahlatşâhlar”, s.26; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.401.
94 Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.127; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.402.
95 Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.208; İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.168-169;
Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, c. II, s.418; Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.127; Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi,
s.81; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.402; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.111; Bünyadov,
a.g.e., s.79; Sümer, a.g.e, s.103; Ersan, a.g.e., s.93; Kayhan, a.g.m.”, s.205; Bezer, “Şeddadiler”, s.410;
Yaşa, “Ahlatşahlar”, s.486; Sümer, “Ahlatşâhlar”, s.26; Rayfield, a.g.e., s.103; Minorsky, a.g.e., s.96;
Keleş, a.g.e., s.304-305. Süryani Mihail, Gürcülerin Ani’yi 1175’te ele geçirdiklerini ifade
etmektedir. Bkz. Suryani Patrik Mihailin Vakainamesi, s.236. Bu kaynağın İngilizce tercümesinde bu
bilgi yoktur. Bkz. The Chronicle of Michael the Great, Patriarch of the Syrians, s.198. Ani Şeddâdîleri ile
91
92
146 | USAD Erhan ATEŞ
Ani’nin tekrardan Gürcülerin eline düşmesi üzerine Azerbaycan Atabegi
Şemseddin İldeniz derhal harekete geçmiştir. İki taraf arasında meydana gelen
mücadeleler neticesinde İldeniz’in ordusu mağlup olmuş ve çok sayıda kayıp
vermiştir. Bunun üzerine İldeniz yeni bir ordu toplayarak Gürcülerin üzerine
yürümüştür. İki taraf Duvin Ovası’nda karşı karşıya gelmelerine rağmen, taraflar
arasında bir savaş meydana gelmemiş ve Gürcüler geri çekilmişlerdir.97 Bunun
ardından Nahçıvan’a giden Atabeg İldeniz, Gürcülere karşı bir ordu kurmaya
karar vermiş ve Ahlatşah II. Sökmen başta olmak üzere diğer pek çok emîre
yardıma gelmeleri için haber göndermiştir.98 Gürcü Kralı’nın gerçekleştirdiği bazı
faaliyetlerden dolayı Sultan Arslanşah’ın annesi 1174 yılı sonlarında Hemedan’a
giderek oğlunu Gürcülere karşı bir sefere teşvik etmişti. 99 Minorsky bunun
sebebinin
Duvin
ve
çevresinde
yaşanan
başarısızlık
olabileceğini
100
söylemektedir. Bunun üzerine Sultan, havalar ısınınca Azerbaycan’a doğru
hareket etmiştir. Kurban Bayramı’nı Nahçıvan’da geçiren Sultan, Pârs-î Bâzâr
otlağına giderek kendisine bağlı adamları ile birleşmiştir. Ancak Sultan orada
hastalanmıştır. Sultan’ın hastalığının bir türlü iyileşmemesi üzerine, ordu yoluna
devam etmiştir. Sultan ise ilk olarak Kiliya Kalesi’ne daha sonra Duvin’e
gitmiştir. Sultan hastalığından dolayı sefere devam edememiştir. Bu sırada
orduda baş gösteren veba sebebiyle çok sayıda asker ölmüştür. 101 İldeniz; Ahlat
hâkimi II. Sökmen, Diyarbekir orduları, Azerbaycan ve Hemedan askerleri ile
oğlu Cihan Pehlivan’la birlikte Gürcülerin üzerine doğru hareket etmiştir. Bu
ordunun öncü kuvvetlerini Begdilli Türkmenleri102 oluşturuyorlardı. Müttefikler
Lori ve Dmanisi’yi (Borçalı Çayı’nın Kür Nehri’ne karıştığı yerdeki Akça-Kale)
geçtikten sonra, 1175 yılı Ağustos’unda Ahılkelek (Akhalkalaki) ile Tirialeti
arasındaki Akşehir’e gelmişlerdir. Buralarda yağma yapan ve çok sayıda esir ele
geçiren müttefikler, daha sonra geri dönmüşlerdir. Çünkü Gürcü Kralı III. Giorgi
üzerine gelen bu ordunun karşısına çıkmaya cesaret edememiş, ormanlara
Şehinşah’ın bundan sonraki durumuna ilişkin farklı görüşler vardır. Detaylı bilgi ve kıyas için
Bkz. Keleş, a.g.e., s.307-308; Bünyadov, a.g.e., s.80.
96 Kayhan, a.g.m., s.205.
97 İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.173; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.112;
Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.120; Yaşa, “Ahlatşahlar”, s.486; Keleş, a.g.e., s.305; Minorsky, a.g.e.,
s.96-97.
98 İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.173,
99 Râvendî, Râhat-üs-Sudûr ve Âyet-üs-Sürûr, II, s.284.
100 Minorsky, a.g.e., s.99.
101 Râvendî, Râhat-üs-Sudûr ve Âyet-üs-Sürûr, II, s.284-285.
102 Faruk Sümer kaynaktaki sözcüğün Begdilli kelimesine uygun düşmediğini söyleyerek, bunları
sadece Türkmenler olarak ifade etmektedir. Bkz. Sümer, a.g.e., s.103.
Ahlatşah (Ermenşah) – Gürcü Münasebetleri | 147
kaçarak hayatını kurtarabilmişti. Sultan bir müddet Duvin’de kaldıktan sonra
Nahçıvan’a gitmiştir.103 Râvendî’ye göre Sultan, Nahçıvan’da 50 gün kalmış ve II.
Sökmen ile diğer emîrlere hilatler giydirmiştir.104 Bundan bahsetmeyen İbnü’lEzrak ise 28 Eylül 1175’te II. Sökmen ile Diyarbekir ordularının Ahlat’a geri
döndüklerini ve şehirde görkemli bir törenle karşılandıklarını söylemektedir. Ona
göre şehirde üç gün boyunca zafer şenlikleri yapılmıştır.105
Vardan bu olayları İslam kaynaklarından farklı bir şekilde ele almakta ve
hadiseleri Ani çevresinde gerçekleşmiş gibi anlatarak şöyle demektedir
“Türkistan’dakiler bu vak’aları (Ani’nin zaptı) işiterek hep toplandılar ve Sultan tesmiye
olunan Alp Aslan’ı (Arslanşah) beraber alarak Ani’ye geldiler ve Şirak’ı harap ettiler.
Ivane, şehri Türklere vermek istedi fakat muvaffak olamadı, çünkü şehir ahalisi bundan
haberdar olarak ona göre tedbir aldılar.”106 Nevzat Keleş bu ifadeyi, İldeniz ile II.
Sökmen’in, Gürcistan seferi dönüşünde Ani’yi kuşattıkları, ancak Sultan’ın
rahatsızlığından dolayı kısa bir süre sonra bu muhasarayı kaldırmış olabilecekleri
şeklinde yorumlamaktadır.107 Bazı tarihçiler bu seferin ardından Gürcülerin 21
Ağustos 1175’te Ani’yi kaybettiklerini ve Şehinşah’ı serbest bırakmak zorunda
kaldıklarını ifade etseler de108 Nevzat Keleş’in de söylediği109 gibi, Ani’nin
durumunda bir değişiklik meydana geldiğine dair herhangi bir kesin kayıt
yoktur.
1175 yılından Kraliçe Tamara’nın (1184-1213) tahta geçtiği 1184 yılına kadar,
Gürcüler ile Ahlatşahlar arasında ciddi bir münasebet göze çarpmamaktadır.
Herhalde bunda 1174 yılından itibaren Gürcistan’da Orbelian ailesinin başını
çektiği soyluların çıkarttığı iç karışıklıkların etkisi olsa gerek. Bu isyanı bastırmayı
başaran Gürcü Kralı daha sonra ülkede ve orduda bazı düzenlemelere
İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.181; Râvendî, Râhat-üs-Sudûr ve Âyet-üs-Sürûr, II, s.285;
Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.208; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.112;
Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.120; Sümer, a.g.e., s.103; Tellioğlu, a.g.e., s.89; Bünyadov, a.g.e., s.7980; Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.128; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.404-405; Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi, s.81-82;
Ersan, a.g.e., s.93; Merçil, a.g.e., s.240; Yaşa, “Ahlatşahlar”, s.486; Sümer, “Ahlat Şehri”, s.479; Gülay
Öğün Bezer, “İldeniz, Şemseddin”, DİA, 22, İstanbul 2000, s.81-82; Sümer, “Arslanşah b. Tuğrul”,
s.406; Sümer, “Ahlatşâhlar”, s.26; Kayhan, a.g.m., s.206; Bezer, “Şeddadiler”, s.410; Yınanç,
“Arslan-Şah”, s.614; Minorsky, a.g.e., s.97-98.
104 Râvendî, Râhat-üs-Sudûr ve Âyet-üs-Sürûr, II, s.285.
105 İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi, s.181; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.112;
Sümer, a.g.e., s.103; Merçil, a.g.e., s.240; Sümer, “Ahlat Şehri, s.479; Minorsky, a.g.e., s.98; Erdem,
a.g.m., s.410.
106 Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.208.
107 Keleş, a.g.e., s.306-307.
108 Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.128; Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi, s.81-82.
109 Keleş, a.g.e., s.307.
103
148 | USAD Erhan ATEŞ
girişmişti.110 Bu sırada Ahlatşahlar ise Selahaddin-i Eyyûbî (1169-1193) tarafından
kurulup, Fırat ve Dicle vadilerine yayılmaya gayret eden Eyyûbilere yönlerini
çevirmiş durumdaydılar.111 1184 yılına gelindiğinde Gürcü Krallığı’nda bir taht
değişikliği meydana gelmiştir. Uzun zamandır babasıyla birlikte ülkeyi idare
eden Kraliçe Tamara, babası III. Giorgi’nin ölümünün ardından tek başına Gürcü
hükümdarı olmuştu.112
Hayatının geri kalan kısmını Fırat ve Dicle vadilerine yayılmaya çalışan
Eyyûbîlere karşı mücadele ederek geçiren II. Sökmen, 1185 yılı Temmuz ayında,
yaklaşık 80 yaşlarında hayatını kaybetmiştir.113 O cesur, dirayetli, akıllı, şefkatli,
güzel ahlaklı ve ileri görüşlü bir hükümdar olarak tarif edilmektedir. Halk ve
çevre hükümdarlar onu sever ve saygı gösterirlerdi. Cesareti ve Gürcülere karşı
gerçekleştirdiği cihat faaliyetleri halkın gönlünde taht kurmasına yol açmıştır.
Ahlat en parlak devrini onun devrinde yaşamıştı.114 Anadolu’nun doğusunun
Gürcülere karşı savunulmasında çok önemli bir rol oynamış ve onların Aras
Nehri’ni geçmelerine imkân tanımamıştır. Ahlat bu dönemde oldukça mamur
hale gelirken, halkı da yüksek bir refah seviyesine ulaşmıştı. 115 Böylece 1156’da
başlayıp yaklaşık yirmi yıl kadar devam eden ve Doğu Anadolu ile
Azerbaycan’da yoğunlaşan Türk-Gürcü mücadeleleri, Gürcülerin bölgeden
çekilmeleriyle sonuçlanmıştır. Bu uzun zamandan beri kazanılan en önemli
başarılardan birisidir.116 II. Sökmen’in ölümünü, ilerleyen süreçte olayların
merkezinin Ani ve çevresinden Ahlat ve çevresine kaymasına yol açacaktır. II.
Sökmen’in hayatını kaybetmesinden, el-Melikü’l-Mansûr Muhammed’in 1198’de
başa geçişine kadar geçen süre içerisinde, Ahlatşahlar ile Gürcüler arasında ciddi
bir temas görülmemektedir. İleride de göreceğimiz üzere Ahlatşahlar bu
dönemde genellikle iç çekişmelerle mücadele etmek zorunda kalmışlardır.
Tellioğlu, a.g.e., s.90-91.
Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.113.
112 Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.211; Gürcistan Tarihi, s.360; Kartlis Tskhovreba, s.239;
Tellioğlu, a.g.e., s.92; Berdzenişvili-Canaşia, a.g.e., s.149; Metreveli, Georgia, s.40; Kırzıoğlu,
Kıpçaklar, s.131; Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi, s.82; Rayfield, a.g.e., s.107.
113 İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 11, s.406; Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.211; Abû’lFarac, Abû’l-Farac Tarihi, c. II, s.436; Ibn Khallikan’s Biographical Dictionary, trans. Mac Guckin de
Slane, III, Paris 1871, s.360; Sümer, a.g.e., s.105; Erdem, a.g.m., s.411; Turan, Doğu Anadolu Türk
Devletleri Tarihi, s.115.
114 Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.121.
115 Sümer, a.g.e., s.105;
116 Tellioğlu, a.g.e., s.90.
110
111
Ahlatşah (Ermenşah) – Gürcü Münasebetleri | 149
IV. II. Sökmen Sonrası Ahlatşah-Gürcü Münasebetleri
II. Sökmen’in vefatının ardından Ahlatşahlar eski güçlerini kaybetmeye ve
gerilemeye başlamışlardır. Ahlat şehrinin zenginliği, çevre hükümdarların buraya
göz dikmesine neden olmuştu. Bunlar içerisinde Selahaddin-i Eyyûbî, yeğeni
Takiyyüddin Ömer, İldeniz’den sonra başa geçen oğlu Cihan Pehlivan, Eyyûbî
Meliki Mevdûd b. Âdil ve Mugiseddin Tuğrulşah gibi kişiler vardı. II. Sökmen’in
hayatını kaybetmesi onların iştahını daha da kabartmıştı.117 Bu listeye Gürcülere
“altın çağı”nı yaşatan Kraliçe Tamara’yı da eklemek gerekir.
II. Sökmen’in oğlu olmadığı için, onun ardından yeni Ahlat şahı, memlûk
kökenli emîrlerinden Seyfeddin Begtemür (1185-1193) olmuştur. Bu dönem,
Ahlat’ı ele geçirmeye çalışan çevre devletlere karşı bağımsızlık mücadelesi
vermekle geçmiştir. Seyfeddin Begtemür tahta geçtikten sonra Doğu Anadolu’ya
yayılmak isteyen Selahaddin-i Eyyûbî ile Azerbaycan-Hemedan hâkimi Atabeg
Cihan Pehlivan Muhammed (1175-1186) arasında kalmış ve Ahlat’ı ele geçirmek
amacıyla ordu gönderen bu iki hükümdara karşı izlediği denge politikası
sayesinde tahtta kalmayı başarmıştır. Sonunda Atabeg Pehlivan’ın himayesine
girmeyi kabul eden Seyfeddin Begtemür, birkaç yıl boyunca devam eden bu
mücadeleler sırasında Meyyâfârikîn ve Hani gibi yerleri kaybetse de 1193 yılında
Selahaddin-i Eyyûbî’nin hayatını kaybetmesiyle kurtulmuş ve kısa süreliğine de
olsa rahat bir nefes almıştır. Seyfeddin Begtemür’ün ömrü de çok uzun süreli
olmamış ve 1193 yılında Meyyâfârikîn’i kurtarmak için sefer hazırlığı yaptığı
sırada hayatını kaybetmiştir.118 İbn Vâsıl onun Bâtiniler tarafından
öldürüldüğünü ileri sürse de119, İbnü’l-Esir ve Ebu’l-Ferec damadı Aksungur
Hezâr-Dînârî (1193-1198) tarafından öldürüldüğünü söylemektedirler.120 Ancak
Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.121.
İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târîh, 11, s.406-408; İbnü’l-Esir, İslam Tarihi El-Kâmil Fi’t-Târîh Tercümesi,
c.12, çev. Ahmet Ağırakça, Abdülkerim Özaydın, İstanbul 1987, s.63, 93; Abû’l-Farac, Abû’l-Farac
Tarihi, II, s.435-436, 465; Ebi’l-Fidâ, el-Muhtasar fî Ahbâri’l-beşer, II, Beyrut 1997/1417, s.172;
Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Câmiu’d-Düvel Selçuklular Tarihi II Anadolu Selçukluları ve
Beylikler, yay. Ali Öngül, İzmir 2001, s.220-221; Ibn Khallikan’s Biographical Dictionary, s.360; Sümer,
a.g.e., s.106-110; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.116-118; Özaydın (a), “Ahlatşahlar”,
s.122-123; Merçil, a.g.e., s.241; Bünyadov, a.g.e., s.97-98; Yaşa, “Ahlatşahlar”, s.487; Sümer, “Ahlat
Şehri”, s.481-484; Yaşa, a.g.e., s.29; Sümer, “Ahlatşâhlar”, s.27; İbrahim Artuk, “Ahlat Emiri
Bektimur’un Sikkesi”, Tarih Dergisi, C.1, S.2, İstanbul 1950, s.387-388; Özaydın (b), “Ahlatşâhlar”,
s.200-201; Önder Kaya, Selahaddin Sonrası Dönemde Anadolu’da Eyyûbiler, İstanbul 2007, s.81;
Erdem, a.g.m., s.411.
119 Hülya Çakıroğlu, Müffericü’l Kürûb’a Göre Selâhaddin Eyyûbî Sonrası ve el-Melikü’l Âdil Dönemi (h.
590-615 / m. 1194-1218), Karadeniz Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim
Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Trabzon 2008, s.44, 115.
120 İbnü’l-Esir, İslam Tarihi El-Kâmil Fi’t-Târîh, 12, s.93; Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, II, s.465.
117
118
150 | USAD Erhan ATEŞ
Osman Turan’ın da ifade ettiği gibi genel kabul ikinci ihtimalin daha doğru
olduğu şeklindedir.121 Bu dönemde yoğun olarak Eyyûbî tehlikesi ile uğraşan
Seyfeddin Begtemür’ün Gürcüler ile askerî bir teması görülmemektedir.
Seyfeddin Begtemür’ün hayatını kaybetmesinin ardından ülkeye II.
Sökmen’in kölelerinden bir diğeri olan Aksungur Hezâr-Dînârî hâkim olmuştur.
II. Sökmen tarafından bin dinara alındığından “Hezâr-Dînârî” olarak anılan
Aksungur, Seyfeddin Begtemür’ün kızıyla izdivaç etmiş ve devlet içerisinde
yüksek bir mevkii sahibi olmuştu. Ancak Aksungur uzun süre tahtta kalmamış ve
1198’de ölmüştür.122 Ebu’l-Ferec onun ölümü tarihi olarak 1206’yı
göstermektedir.123 Bu dönemde Aksungur Hezâr-Dînarî ile Erzurum Meliki
Tuğrulşah’ın birleşerek Gürcüleri yenilgiye uğrattıklarını ve büyük miktarda
ganimet elde ettiklerini söyleyenler olsa da 124 Ali Öngül’ün de ifade ettiği gibi125
bu hadise daha sonraki bir dönemde meydana gelmiştir.
V. el-Melikü’l-Mansûr Muhammed Devri Ahlatşah-Gürcü Münasebetleri
Aksungur Hezâr-Dînârî’nin ölümünden sonra Ahlatşahlar Devleti’nin başına
Kutluğ adlı Sasunlu bir Ermeni geçmiş, ancak hükümdarlığını kabul etmeyen
halkın kendisine karşı isyan etmesi nedeniyle sadece yedi gün tahtta
kalabilmişti.126 Kutluğ’un öldürülmesinin ardından Ahlatşahlar Devleti’nin
başına Aksungur Hezâr-Dînârî tarafından Muş yöresindeki bir kalede
hapsedilmiş olan Seyfeddin Begtemür’ün oğlu Muhammed (1198-1207)
geçirilmiştir. “el-Melikü’l-Mansûr” unvanını alan Muhammed’in bu sırada yaşı
küçüktü. Bundan dolayı devlet işlerini onun adına Kıpçak asıllı bir memlûk emîr
olan Şücâüddin Kutluğ idare ediyordu. Ancak el-Melikü’l-Mansûr Muhammed
Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.118.
İbnü’l-Esir, İslam Tarihi El-Kâmil Fi’t-Târîh, 12, s.93; Ebi’l-Fidâ, el-Muhtasar fî Ahbâri’l-beşer, s.183;
Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, II, s.465; Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, II, s.222; Özaydın (a),
“Ahlatşahlar”, s.123; Sümer, a.g.e., s.110-111; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.118;
Sümer, “Ahlat Şehri”, s.485; Yaşa, “Ahlatşahlar”, s.487; Sümer, “Ahlatşâhlar”, s.27.
123 Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, II, s.488-489.
124 Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.123; Özaydın (b), “Ahlatşâhlar”,202.
125 Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, II, s.222d.
126 Ebi’l-Fidâ, el-Muhtasar fî Ahbâri’l-beşer, s.183; Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, II, s.225-226; Merçil,
a.g.e., s.241; Sümer, a.g.e., s.111; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.118; Yaşa,
“Ahlatşahlar”, s.487; Sümer, “Ahlat Şehri”, s.485; Yaşa, a.g.e., s.29; Sümer, “Ahlatşâhlar”, s.27.
Müneccimbaşı, Hezâr Dînâri’den sonra Şücâüddin Kutluğ’un tahta geçtiğini ve Seyfeddin
Bektimur’un küçük yaştaki oğlunu saltanatına ortak yaptığını ifade etmektedir. Bkz.
Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, II, s.223.
121
122
Ahlatşah (Ermenşah) – Gürcü Münasebetleri | 151
delikanlılık çağına ulaşınca ilk olarak kendisi adına devlet işlerini idare eden
atabeyi Şücâüddin Kutluğ’u hapsettirmiş, daha sonra da onu öldürtmüştür. 127
Bu dönem Ahlatşahlar ile Gürcülerin bir kez daha yoğun bir şekilde temasa
geçtikleri bir devirdir. el-Melikü’l-Mansûr Muhammed’in yaşının küçük ve
tecrübesiz olmasından,128 Kızıl Arslan’ın (1186-1191) ölümünün ardından
Azerbaycan Atabegliği’nin zayıflayarak parçalanmasından ve onun yerine geçen
Ebû Bekir’in acizliğinden129 faydalanan Gürcüler, 1204-1205 yılında ilk olarak
Azerbaycan’a, daha sonra da Ahlat şehrine baskınlar düzenlemişlerdir.
Malazgirt’e kadar giden Gürcü kuvvetlerine karşı koyabilen olmamıştır. Gürcüler
bunun ardından aynı sene içerisinde bir kez daha Ahlat’ı yağmalayıp Erçiş’e
varmışlar ve pek çok ganimet ile esir ele geçirmişlerdir. Gürcü kuvvetleri bunun
ardından Ahlat’a bağlı Hısnu’t-Tîn’e (Toprak Kale) doğru hareket etmişlerdir. elMelikü’l-Mansûr Muhammed üst üste gelen bu başarısızlıklar ve Gürcülerin
oldukça ilerlemeleri üzerine, askerleri ile birlikte Selçukluların Erzurum Meliki
Tuğrulşah’ın yanına giderek, kendisine yardım etmesini istemiştir. 1202’de
Micingerd’de130 alınan yenilginin intikamını almak isteyen Tuğrulşah’tan yardım
alan el-Melikü’l-Mansûr Muhammed, Gürcüleri mağlup etmeyi başarmıştır.
Türkler bu savaşın ardından pek çok esir ve ganimet ele geçirmişlerdir. Yenilgiye
uğrayan Gürcüler ise büyük miktarda asker kaybına uğramışlardır. Bunların
arasında Gürcü başkomutanı Zakaria131 da vardı. Ancak bu yenilgi Gürcülerde
sanıldığı kadar büyük bir zarar bırakmamıştır. 132
Ebi’l-Fidâ, el-Muhtasar fî Ahbâri’l-beşer, s.183; Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, II, s.223; Merçil, a.g.e.,
s.241; Sümer, a.g.e., s.111; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.118; Özaydın (a),
“Ahlatşahlar”, s.124; Yaşa, “Ahlatşahlar”, s.487; Sümer, “Ahlat Şehri”, s.485; Özaydın (b),
“Ahlatşâhlar”, s.202; Sümer, “Ahlatşâhlar”, s.27; Erdem, a.g.m., s.412.
128 Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.124.
129 Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.118; Sümer, a.g.e., s.112; Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.141;
Sümer, “Ahlat Şehri”, s.486.
130 Detaylı bilgi için Bkz. Nebi Gümüş, “İlk Anadolu Selçuklu-Gürcü Karşılaşması: Pasinler Savaşı ve
Sonuçları”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VI/6, 2006, s.199-219.
131 Ermeni tarihçi Vardan, esir düşen kişinin Zakaria değil, Ivane olduğunu ve kızını Melikü’l-Eşref’e
vererek kurtulabildiğini ileri sürmektedir. Bkz. Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.218;
Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.119.
132 İbnü’l-Esir, İslam Tarihi El-Kâmil Fi’t-Târîh, 12, s.172; Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, II, s.487;
Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, II, s.222; İbn Kesîr, El-Bidaye ve’n-Nihaye, 13, s.130; Özaydın (a),
“Ahlatşahlar”, s.124; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.119; Sümer, a.g.e., s.112;
Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.141; Bünyadov, a.g.e., s.133; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye,
İstanbul 2013, s.283; Tellioğlu, a.g.e. s.103; Bedirhan, a.g.e., s.205; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.415; Ömer
Subaşı, Gürcü-Moğol İlişkisi -Güney Kafkasya 1220-1346-, İstanbul 2015, s. 29-30; Gümüş, a.g.m.,
s.214; Sümer, “Ahlatşâhlar”, s.27; Faruk Sümer, “Tuğrul Şah”, DİA, 41, İstanbul 2012, s.347; Yaşa,
“Ahlatşahlar”, s.487; Sümer, “Ahlat Şehri”, s.486; Özaydın (b), “Ahlatşâhlar”, s.202; Rayfield,
127
152 | USAD Erhan ATEŞ
Gürcüler bu yenilgiye rağmen ertesi sene 1206’de bir kez daha Ahlat üzerine
seferler düzenleyerek yağma yapmışlar ve pek çok esir ile ganimet almışlardır.
Bütün bu olaylar olurken hiçbir kuvvet Gürcülere karşı koyamamıştır. elMelikü’l-Mansûr Muhammed bu sırada yaşı küçük olduğundan ordu üzerinde
etkili olamıyor ve emirlerini dinletemiyordu. Bundan dolayı çok büyük
sıkıntılarla karşı karşıya kalan Ahlat halkı, birbirlerini savaşa teşvik etmeye
başlamıştı. Onlar ülkelerini korumak amacıyla Müslüman askerler ile çok sayıda
gönüllüden oluşan bir ordu meydana getirmişlerdir. Büyük bir korku içerisinde
Gürcülere doğru harekete geçen bu ordu, bir sûfinin rüyasında Şeyh Muhammed
el-Bustî’nin kendilerine yardıma geldiğini gördüğünü söylemesiyle cesaret
kazanmış ve bir vadide sıkıştırdıkları Gürcü kuvvetlerini mağlup etmiştir. Bu
savaş sırasında Ahlat halkı çok sayıda Gürcü askerini öldürdüğü gibi, pek çok da
esir ele geçirmiştir.133
Gürcülerin Hısnu’t-Tîn’de uğradıkları yenilginin ardından toparlanarak, bir
sene sonra tekrardan Ahlat üzerine sefere çıkmaları, onların Anadolu’nun
doğusunu ele geçirme konusundaki azimlerini açık bir şekilde ortaya
koymaktadır. Gürcülerin bu azmi, ilerleyen yıllarda iki taraf arasındaki
mücadelelerin merkezinin Ahlat ve çevresine kaymasına yol açacaktır. 134
VI. Ahlatşahların Yıkılışı ve Şehrin Eyyûbî Hâkimiyetine Girişi
Sürecindeki İlişkiler
el-Melikü’l-Mansûr Muhammed’in içkiye ve eğlenceye dalarak devlet
işleriyle meşgul olmadığı yönündeki şayia halk nezdinde itibarının
zedelenmesine neden olmuştu. Halk ve askerler tarafından oldukça sevilen
atabeyi Şücâüddin Kutluğ’u öldürtmesi ise adeta bardağı taşıran son damlaydı.
Bu durum onun tutuklanmasına ve askerlerin 1206 yılında şehri teslim etmek
üzere Mardin Artuklu Hükümdarı Kutbüddin İlgazi’nin oğlu Nâsıreddin Artuk
Arslan’ı (1200-1239) şehre davet etmelerine sebebiyet vermişti.135 Bu sırada II.
a.g.e., s.114; Erdem, a.g.m., s.412. Müneccimbaşı bu olayı Hezâr-Dînârî devrinde olmuş gibi
aktarmaktadır (Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, II, s.222). Ancak bu hadise Şücâüddin Kutluğ ve elMelikü’-Mansûr Muhammed devrinde meydana gelmiştir.
133 İbnü’l-Esir, İslam Tarihi El-Kâmil Fi’t-Târîh, 12, s.200; Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, c. II, s.488;
Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.119; Merçil, a.g.e., s.241; Subaşı, a.g.e., s.30; Gümüş,
a.g.m., s.214-215; Özaydın (b), “Ahlatşâhlar”, s.202; Bünyadov, a.g.e., s.133; Özaydın (a),
“Ahlatşahlar”, s.124; Yaşa, “Ahlatşahlar”, s.487; Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.124; Erdem, a.g.m.,
s.412.
134 Tellioğlu, a.g.e., s.104.
135 İbnü’l-Esir, İslam Tarihi El-Kâmil Fi’t-Târîh, 12, s.210; Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, II, s.489;
Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, II, s.223; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.119-120;
Ahlatşah (Ermenşah) – Gürcü Münasebetleri | 153
Sökmen’in memlûklerinden bir diğeri İzzeddin Balaban (1206-1207) da Ahlat
şehrini hâkimiyeti altına almak amacındaydı. Hedefini gerçekleştirebilmek için
ortaya çıkan bu karışıklıkları fırsat bilen İzzeddin Balaban, Muhammed’e karşı
isyan ederek Malazgirt’i ele geçirmiş, daha sonra Ahlat’ı kuşatmıştı. Bu sırada
Artuk Arslan da şehir halkının daveti üzerine şehri almak için az bir kuvvetle
Ahlat’a gelmişti. Bunun üzerine Artuk Arslan’a bir mektup yollayarak onu
kandıran ve bölgeden uzaklaşmasını sağlayan İzzeddin Balaban, ona daha sonra
gönderdiği mektupta ise ülkesine geri dönmesini istemiş, dönmediği takdirde
kendisine karşı harekete geçeceğini bildirmişti. Tüm bunlar olurken, Artuk
Arslan’ın Ahlat’ı ele geçirerek güçlenmesinden çekinen Eyyûbîlerin Harran
Meliki el-Melikü’l-Eşref, Artuk Arslan’ın Ahlat’a gitmesini fırsat bilerek Artuklu
topraklarına saldırılar düzenlemişti. Bunun üzerine Artuk Arslan, asker sayısının
az olmasının da etkisiyle Ahlat’ı almaktan vazgeçmek ve ülkesine geri dönmek
zorunda kalmıştır. Bu sırada şehri kuşatan İzzeddin Balaban’ın ilk hücumuna
başarı ile karşı koyan Ahlatlılar, İzzeddin Balaban’ın daha sonra Erçiş ile
Malazgirt’ten asker toplaması ve şehirdeki bazı kişilerle anlaşması neticesinde,
1206 yılında şehri kaybetmişlerdir. Böylece Ahlat’ı hâkimiyeti altına alan
İzzeddin Balaban, burada saklanmakta olan el-Melikü’l-Mansûr Muhammed’i de
ele geçirmiştir. Bunun ardından el-Melikü’l-Mansûr Muhammed boğularak
öldürülmüş ve kaleden atılarak ölümüne kaza süsü verilmiştir.136
Ahlatşahların içerisine düştüğü bu karışıklıklardan faydalanan Meyyâfârikîn
emîri el-Melikü’l-Evhad Necmeddin Eyyûb (1200-1210), Ahlatşahlara ait birkaç
kaleyi ele geçirdikten sonra Ahlat’a yönelmiş, ancak 1206 yılında kendisine karşı
koyan İzzeddin Balaban tarafından Meyyâfârikîn’e geri çekilmeye zorlanmıştı.
Böylece İzzeddin Balaban, karşısına çıkan ilk tehlikeyi başarılı bir şekilde
atlatmayı başarmıştı. Memleketine dönen Necmeddin Eyyûb aldığı bu yenilginin
ardından babası Eyyûbî Hükümdarı I. Melikü’l Âdil’e (1200-1218) haber
yollayarak kendisine yardım etmesini istemiştir. Necmeddin Eyyûb böylece ertesi
sene 1207’de, babasından aldığı destekle Ahlat şehrini tekrardan kuşatmıştır.
136
Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.124; Sümer, a.g.e., s.112; Merçil, a.g.e., s.241-242; Yaşa, “Ahlatşahlar”,
s.487-488; Sümer, “Ahlat Şehri”, s.486; Özaydın (b), “Ahlatşâhlar”, s.203; Yaşa, a.g.e., s.30.
İbnü’l-Esir, İslam Tarihi El-Kâmil Fi’t-Târîh, 12, s.210-221; Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, II, s.489;
Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, II, s.223-224, 225-226; Çakıroğlu, a.g.t., s.115; Özaydın (a),
“Ahlatşahlar”, s.124-125; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.120; Sümer, a.g.e., s.112-113;
Merçil, a.g.e., s.242; Yaşa, “Ahlatşahlar”, s.488; Sümer, “Ahlat Şehri”, s.486-487; Özaydın (b),
“Ahlatşâhlar”, s.203; Abdulhalim Oflaz, Kuruluş ve Yükseliş Döneminde Eyyûbîler (Melik Âdil
Dönemi), İstanbul 2019, s.255; Ramazan Şeşen, Eyyûbîler (1169-1260), İstanbul 2012, s.94-95; Kaya,
a.g.e., s.82-84; Erdem, a.g.m., s.412.
154 | USAD Erhan ATEŞ
İzzeddin Balaban bu defa el-Melikü’l-Âdil’den destek alan Necmeddin Eyyûb’a
mağlup olmuş ve Erzurum meliki Mugiseddin Tuğrulşah’a haber göndererek
kendisine yardım etmesini istemiştir. Erzurum Meliki, Eyyûbîlerin kuzeye doğru
ilerlemelerini kendisi için tehlikeli gördüğünden, İzzeddin Balaban’ın yardım
isteğini kabul etmiş ve 1207’de Necmeddin Eyyûb’un ordularını mağlup etmiştir.
Mugiseddin Tuğrulşah daha sonra Ahlat’ı ele geçirmek amacıyla ortaklık yaptığı
İzzeddin Balaban’ı öldürmüş ve 1207’de Ahlat şehrini muhasara etmiştir.
Mugiseddin Tuğrulşah, bu durumdan oldukça rahatsızlık duyan Ahlat halkının
kendisine karşı şiddetli bir şekilde direniş göstermesi üzerine Malazgirt’e hareket
etmiştir. Burada da umduğunu bulamayan Erzurum Meliki, Necmeddin
Eyyûb’un sıkıştırmaları üzerine memleketine geri dönmüştür. Ahlat halkı,
Mugiseddin Tuğrulşah’ın ülkesine dönmesi üzerine, Necmeddin Eyyûb’u Ahlat’a
davet etmiş ve şehri kendisine teslim etmiştir. Eyyûbîlerin Ahlat’ı almasıyla,
Ahlat çevresindeki birkaç kale dışında, Doğu Anadolu’nun neredeyse tümü
Eyyûbîlerin idaresi altına girmiş oldu.137 Böylece Eyyûbîler bir süredir ele
geçirmek için büyük bir çaba gösterdikleri Ahlat’ı ele geçirmişler ve bu devlete
son vermişlerdir. Ahlat’ta bu gelişmeler yaşanırken, Gürcüler 1207 138 uzun bir
süredir kuşatma altında tuttukları Kars’ı hâkimiyet altına almışlardı.139
Sökmen hanedanına ve özgürlüğüne düşkün olan, Ahlat ile çevresine yapılan
Gürcü saldırılarından usanan ve de Eyyûbîlerin kötü yönetiminden bıkan Ahlat
halkı, bir türlü yabancı idaresine alışamamış ve şehri Eyyûbîlere teslim etmekten
pişmanlık duymaya başlamıştı. Bundan dolayı Ahlatşah askerlerinden bazıları
şehri terk ederek Van Kalesi’ne çekilmiş ve Necmeddin Eyyûb’un
hükümdarlığını kabul etmemişti. Van’da kendilerine katılanlarla güçlerini
137
138
139
İbnü’l-Esir, İslam Tarihi El-Kâmil Fi’t-Târîh, 12, s.211, 228-229; Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, II,
s.490; Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, II, s.224-225; Çakıroğlu, a.g.t., s.115; Turan, Doğu Anadolu
Türk Devletleri Tarihi, s.120-121; Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.126; Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.142;
Sümer, a.g.e., s.113-114; Merçil, a.g.e., s.242; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.415; Yaşa, “Ahlatşahlar”, s.488;
Sümer, “Ahlat Şehri”, s.487; Özaydın (b), “Ahlatşâhlar”, s.204; Yaşa, a.g.e., s.30; Sümer,
“Ahlatşâhlar”, s.28; Sümer, “Tuğrul Şah”, s.347; Oflaz, a.g.e., s.255-257; Şeşen, a.g.e., s.95; Erdem,
a.g.m., s.412-413; Minorsky, a.g.e., s.149.
Gürcülerin Kars’ı ele geçirdikleri tarihe dair, kaynaklarda bir ittifak yoktur. Ebû’l-Ferec ve
Müverrih Vardan, Kars’ın 1206’da, İbnü’l-Esir 1206-1207’de, Müneccimbaşı 1207-1208’de, Gürcü
Vakayinamesi ise 1207-1208 tarihinde zapt edildiğini ileri sürmektedir. Bkz. Abû’l-Farac, Abû’lFarac Tarihi, II, s.489-490; Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, s.218; İbnü’l-Esir, İslam Tarihi
El-Kâmil Fi’t-Târîh, 12, s.211-212; Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel, II, s.225; Gürcistan Tarihi, s.413414, Kartlis Tskhovreba, s.301. Buna karşın 1207 tarihinin genellikle doğru olarak kabul edildiğini
görmekteyiz.
Tellioğlu, a.g.e., s.104; Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s.142; Sümer, a.g.e., s.112; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.416;
Subaşı, a.g.e., s.30; Sümer, “Ahlat Şehri”, s.486; Özaydın (b), “Ahlatşâhlar”, s.204; Şeşen, a.g.e., s.94.
Ahlatşah (Ermenşah) – Gürcü Münasebetleri | 155
arttıran bu askerler, daha sonra Erçiş’i ele geçirmişlerdir. Buna tek başına karşı
koyamayan Necmeddin Eyyûb, bir kez daha babası el-Melikü’l-Âdil’e mektup
yazarak ondan kendisine yardım etmesini istemiştir. el-Melikü’l-Âdil bunun
üzerine diğer oğlu el-Melikü’l-Eşref’i ona yardıma göndermiştir. Bölgeye gelen
el-Melikü’l-Eşref, Van Kalesi’ni sulh yoluyla teslim alarak kardeşine vermiş ve
Urfa’ya geri dönmüştür. Böylece düzeni sağladığını düşünen Necmeddin Eyyûb,
daha sonra Malazgirt’i hâkimiyeti altına almak için oraya hareket etmişti. Bu
sırada Ahlat halkının kendisine karşı yeniden isyan ettiğini haber alan
Necmeddin Eyyûb, derhal oraya geri dönmüştür. Necmeddin Eyyûb, Ahlat
halkının kendi içerisinde anlaşmazlığa düşmesinden faydalanarak şehre girmiş
ve burada halktan çok sayıda kişiyi öldürmüştür. Böylece Ahlat halkın gücü
kırılmış ve Ahlatşahlar Devleti’ni yeniden diriltme ümidi tamamen ortadan
kalkmıştır.140
Ortaçağ’daki en önemli merkezlerinden birisi olan Ahlat’ta kurulan
Ahlatşahlar Devleti, kısa süre içerisinde güçlenerek sınırlarını genişletmiş ve
bölgedeki en önemli güçlerden birisi haline gelmişti. Aynı şekilde Gürcü Krallığı
da IV. David’in başa geçmesinden itibaren birliğini sağlamış ve topraklarını
genişletme yönünde bir politika izlemişti. Bu durum Ahlatşahlar başta olmak
üzere bölgedeki Türk teşekkülleri ile Gürcülerin sık sık karşıya gelmesine neden
olmuştur. Ahlatşahların da içerisinde yer aldığı çeşitli Türk teşekkülleri ile
Gürcüler arasındaki mücadeleler ilk dönemlerde Ani ve çevresinde yoğunlaşmış
ve Gürcülerin bu bölgelere kalıcı olarak yerleşmelerinin ve güneye doğru
yayılmalarının önüne geçilmeye çalışılmıştır. II. Sökmen idaresindeki Ahlatşahlar
bu mücadeleler sırasında önemli başarılar kazanmışlardır. II. Sökmen devrinde
en parlak zamanını yaşayan Ahlatşahlar, onun ölümünün ardından eski gücünü
kaybetmeye başlamışlardır. Bu durum toprak kayıplarına neden olduğu gibi, iki
taraf arasındaki mücadelelerin Ahlat ve çevresine kaymasına da yol açmıştır. Bu
dönemde Eyyûbîlerin de bu bölgede gözü olması işleri daha da karmaşık hale
getirmiştir. Ahlatşah, Eyyûbî ve Gürcüler arasında yaşanan bu mücadeleler
neticesinde iyice zayıflayan Ahlatşahlar Devleti, 1207 yılında yıkılmıştır.
Ahlatşahların tarih sahnesinden silinmesiyle Ahlatşahlar ile Gürcüler arasındaki
ilişkiler sona erse de, Gürcü askerlerinin Ahlat ile civarındaki faaliyetleri bu
140
İbnü’l-Esir, İslam Tarihi El-Kâmil Fi’t-Târîh, 12, s.229-232; Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, II, s.490-491;
Çakıroğlu, a.g.t., s.115-116; Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.121-122; Sümer, a.g.e.,
s.114; Özaydın (a), “Ahlatşahlar”, s.126; Yaşa, “Ahlatşahlar”, s.488; Sümer, “Ahlat Şehri”, s.488;
Özaydın (b), “Ahlatşâhlar”, s.204-205; Yaşa, a.g.e., s.31; Sümer, “Ahlatşâhlar”, s.28; Şeşen, a.g.e.,
s.95; Oflaz, a.g.e., s.258.
156 | USAD Erhan ATEŞ
dönemden sonra da devam etmiştir. Bundan dolayı, daha sonraki dönemlerde
bölge üzerinde hâkimiyet kurabilmek için, Gürcüler ile Eyyûbîlerin sık sık karşı
karşıya geldiklerini görmekteyiz.
Ahlatşah (Ermenşah) – Gürcü Münasebetleri | 157
KAYNAKÇA
Ahmed b. Mahmud, Selçuk-nâme, haz. Erdoğan Merçil, II, İstanbul 1977.
Artuk, İbrahim, “Ahlat Emiri Bektimur’un Sikkesi”, Tarih Dergisi, C.1, S.2, İstanbul 1950,
ss.385-388.
Ateş, Erhan, “Selçuklu-Gürcü Mücadelelerinde Bir Dönüm Noktası Didgori
Savaşı (1121) ve Sonuçları,” Tarih Araştırmaları Dergisi, 35/60, 2016, ss.73-96.
Ayan, Ergin, “Merâga Atabegi Arslan Aba Hasbeg”, Karadeniz Araştırmaları Dergisi, 13,
2007, ss.133-146.
Azîmî, Azîmî Tarihi Selçuklular Tarihi Dönemiyle İlgili Bölümler (H.430-538/39=1143/44), haz.
Ali Sevim, Ankara 2006.
Bala, Mirza, “İl-deniz”, İA, V/II, İstanbul T.Y. ss.961-964.
Bedirhan, Yaşar, Selçuklular ve Kafkasya, Ankara 2014.
Berdzenişvili, Nikoloz -Simon Canaşia [İvane Cavahişvili], Gürcüstan Tarihi (Başlangıçtan
19. Yüzyıla Kadar), çev. Hayri Hayrioğlu, İstanbul 2000.
Bezer, Gülay Öğün, “İldeniz, Şemseddin”, DİA, 22, İstanbul 2000, ss.81-82.
Bezer, Gülay Öğün, “Şeddadiler”, DİA, 38, İstanbul 2010, ss.409-411.
Bünyadov, Ziya, Azerbaycan Atabegleri Devleti, çev. İlyas Kemaloğlu, İstanbul 2017.
Çakıroğlu, Hülya, Müffericü’l Kürûb’a Göre Selâhaddin Eyyûbî Sonrası ve el-Melikü’l Âdil
Dönemi (h. 590-615 / m. 1194-1218), Karadeniz Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Trabzon 2008.
Coşkun, Derya, “XII. Yüzyıl Ortalarında Ani’de Siyasi İki İsyan; Ermeni Papazları”, Yeni
Türkiye Dergisi, 60, 2014, ss.1-8.
Çiloğlu, Fahrettin, Dilden Dine, Edebiyattan Sanata Gürcülerin Tarihi, İstanbul 1993.
Çoğ, Mehmet, “Ortaçağ’da Kafkasya Havzasında Kıpçaklar”, Karadeniz İncelemeleri Dergisi,
19, 2015, ss.57-74.
Ebi’l-Fidâ, el-Muhtasar fî Ahbâri’l-beşer, II, Beyrut 1997/1417.
Erdem, İlhan, “Doğu Anadolu Türk Devletleri”, Türkler, 6, Ankara 2002, ss.383-424.
Ersan, Mehmet, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, Ankara 2007.
Ertuğrul, Ali, Niğdeli Kadı Ahmed’in el-Veledü’ş-Şefîk ve’l-Hâfidü’l-Halîk’ı (Anadolu
Selçuklularına Dair Bir Kaynak, c. I, Ankara 2015.
Gregory Abû’l-Farac (Bar Hebraus), Abû’l-Farac Tarihi, çev. Ömer Rıza Doğrul, c. II,
Ankara 1987.
Gregory Abû’l-Farac (Bar Hebraus), Abû’l-Farac Tarihi, çev. Ömer Rıza Doğrul, c. I, Ankara
1999.
Gümüş, Nebi, “İlk Anadolu Selçuklu-Gürcü Karşılaşması: Pasinler Savaşı ve Sonuçları”,
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VI/6, 2006, ss.199-219.
Gürcistan Tarihi, Gürc. çev. M. Brosset, Türk. çev. Hrand Andreasyan, haz. Erdoğan Merçil,
Ankara 2003.
Ibn Khallikan’s Biographical Dictionary, trans. Mac Guckin de Slane, III, Paris 1871.
İbn Kalânisî, Şam Tarihne Zeyl –I. ve II. Haçlı Seferleri Dönemi-, çev. Onur Özatağ, İstanbul
2015.
İbn Kesîr, El-Bidaye ve’n-Nihaye, Büyük İslâm Tarihi, çev. Mehmet Keskin, 12, 13, İstanbul
TY.
158 | USAD Erhan ATEŞ
İbnu’l-Ezrak Ahmed b. Yûsuf b. Ali, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi (Artuklular Kısmı), çev.
Ahmet Savran, Erzurum 1992.
İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi El-Kâmil Fi’t-Târîh Tercümesi, 10, çev. Abdülkerim Özaydın,
İstanbul 1987.
İbnü’l-Esir, İslam Tarihi El-Kâmil Fi’t-Târîh Tercümesi, c.12, çev. Ahmet Ağırakça,
Abdülkerim Özaydın, İstanbul 1987.
Kafesoğlu, İbrahim, Büyük Selçuklu İmparatoru Sultan Melikşah, İstanbul 1973.
Mhitar Koş, Alban Salnamesi, Azb. Türkç. çev. Ziya Bünyadov, Tür. Türkç. çev. Yusuf
Gedikli, İstanbul 2006.
Karamanlı, Hüsamettin M., “Gürcistan”, DİA, 14, İstanbul 1996, ss.311-313.
Kartlis Tskhovreba -A History of Georgia-, Ed. Roin Metreveli, Stephen Jones, Tbilisi 2014
Kaya, Önder, Selahaddin Sonrası Dönemde Anadolu’da Eyyûbiler, İstanbul 2007.
Kayhan, Hüseyin, “Azerbaycan Atabeyleri İldenizlilerin Kafkasya Politikası ve Gürcü
Krallığı”, Vakanüvis- Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, 2, Sakarya 2017, ss.195217.
Keleş, Nevzat, “Şeddadiler”, Kürtler (Tarih), ed. Adnan Demircan, Mehmet Akbaş, İstanbul
2015, ss.157-170.
Keleş, Nevzat, Şeddâdîler (951-1199) Ortaçağ’da Bir Kürt Hanedanı, İstanbul 2016.
Kırzıoğlu, Fahrettin, Kars Tarihi, I, İstanbul 1953.
Kırzıoğlu, M. Fahrettin, Kars-Arpaçayı Boyları Eski Merkezi Anı Şehri Tarihi (1018-1236),
Ankara 1982.
Kırzıoğlu, Fahrettin, Yukarı Kür ve Çoruk Boyları’nda Kıpçaklar, İlk Kıpçaklar (M.Ö. VIII.-M.S.
VI. yy.) ve Son Kıpçaklar (1118-1195) ile Ortodoks-Kıpçak Atabekler Hükümeti (12671578), Ankara 1992.
Köprülü, Mehmet Fuat, “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları”, Belleten,
VII/27, Ankara 1943, ss.379-522.
Köymen, Mehmet Altay, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara 2004.
Lordkipanidze, Mariam, Georgia in the 11th-12th Centuries, ed. George B. Hewitt, Tbilisi
1987.
Merçil, Erdoğan, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, TTK Basımevi, Ankara 1991.
Metreveli, Roin, Georgia, Nashville-Tennessee 1995.
Metreveli, Roin, The Golden Age -Georgia from the 11th Century to the First Quarter of the 13th
Century-, Tbilisi 2010.
Minorsky, V., Studies in Caucasian History: I. New Light on the Shaddadids of Ganja II. The
Shaddadids of Ani III. Prehistory of Saladdin: I. New Light on the Shaddadids of Ganja, II.
The Shaddadids of Ani, III. Prehistory of Saladin, London 1953.
Muhammed b. Ali b. Süleyman er-Râvendî, Râhat-üs-Sudûr ve Âyet-üs-Sürûr (Gönüllerin
Rahatı ve Sevinç Alameti), I-II, çev. Ahmed Ateş, Ankara 1999.
Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Câmiu’d-Düvel Selçuklular Tarihi I Horasan- Irak, Suriye
ve Kirman Selçukluları, yay. Ali Öngül, İzmir 2000.
Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Câmiu’d-Düvel Selçuklular Tarihi II Anadolu Selçukluları
ve Beylikler, yay. Ali Öngül, İzmir 2001.
Ahlatşah (Ermenşah) – Gürcü Münasebetleri | 159
Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi (889-1269)”, Tarih Semineri Dergisi, çev. Hrant D.
Andreasyan, ½, İstanbul 1937.
Oflaz, Abdulhalim, Kuruluş ve Yükseliş Döneminde Eyyûbîler (Melik Âdil Dönemi), İstanbul
2019.
Öngül, Ali, Büyük Selçuklular, İstanbul 2016.
Özaydın, Abdülkerim (b), “Ahlatşahlar”, Doğuşundan Günümüze Büyük İslam Tarihi, 8,
İstanbul 1989, ss.194-206.
Özaydın, Abdülkerim, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (489-511/1105-1118),
Ankara 1990.
Özaydın, Abdülkerim, “Berkyaruk”, DİA, 5, İstanbul 1992, ss.514-516.
Özaydın, Abdülkerim (d), “Saltuklular”, DİA, 36, İstanbul 2009, ss.54-56.
Özaydın, Abdülkerim (a), “Ahlatşahlar”, Anadolu Beylikleri El Kitabı, ed. Haşim Şahin,
Ankara 2016, ss.115-128.
Özaydın Abdülkerim (c), “Saltuklular”, Anadolu Beylikleri El Kitabı, ed. Haşim Şahin,
Ankara 2016, ss.89-99.
Rayfield, Donald, Edge of Empires A History of Georgia, London 2012.
Ṣadruddîn Ebu’l-Ḥasan ‘Ali İbn Nâṣır İbn ‘Ali El-Ḥüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye,
çev. Necati Lügal, Ankara 1999.
Samouel D’Ani, Tables Chronologiques, Collection D’Historiens Arméniens, II, fra. trans. Marie
F. Brosset, S. Petersbourg 1876
Sevim, Ali -Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi, Ankara 1989.
Smbat Sparapet's Chronicle, çev. R Bedrosian, New Jersey 2005.
Step’annos Orbelean’s History of the State of Sisakan, çev. Robert Bedrosian, New Jersey 20122015.
Streck, M. “Ahlat”, İA, I, İstanbul 1978, ss.160-161.
Subaşı, Ömer, Gürcü-Moğol İlişkisi -Güney Kafkasya 1220-1346-, İstanbul 2015.
Suryani Patrik Mihailin Vakainamesi II. Kısım (1042-1195), çev. Hrant D. Andreasyan (TTK
kütüphanesindeki neşredilmemiş nüsha).
Sümer, Faruk, “Ahlat Şehri ve Ahlatşahlar”, Belleten, L/97, Ankara 1986, ss.447-494.
Sümer, Faruk, “Ahlatşahlar”, DİA, 2, İstanbul 1989, ss.24-28.
Sümer, Faruk, “Arslanşah b. Tuğrul”, DİA, 3, İstanbul 1991, ss.404-406
Sümer, Faruk, “Tuğrul Şah”, DİA, 41, İstanbul 2012, ss.346-347.
Sümer, Faruk, Selçuklular Devrinde Doğu Anadolu’da Türk Beylikleri, Ankara 2015.
Şeşen, Ramazan, Eyyûbîler (1169-1260), İstanbul 2012.
The Chronicle of Michael the Great, Patriarch of the Syrians, trans. Robert Bedrosian, New
Jersey 2013.
Tellioğlu, İbrahim, XI-XIII. Yüzyıllarda Türk-Gürcü İlişkileri, Trabzon 2009.
Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 2013.
Turan, Osman, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 2013.
Turan, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, İstanbul 2016.
Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), çev. Hrant D.
Andreasyan, Ankara 2000.
160 | USAD Erhan ATEŞ
Vardan Arewelts'i, Vardan Arewelts'i's Compilation of History, trans. R. Bedrosian, New
Jersey 2007.
Yaşa, Recep, Bitlis’te Türk İskanı (XII.-XIII. Yüzyıl), Ankara 1992.
Yaşa, Recep, “Ahlatşahlar”, Türkler, 6, ed. Hasan Celal Güzel vd., Ankara 2002, ss.484-490.
Yaşa, Recep, “Doğu Anadolu’da Bir Türk Kültür Merkezi: Ahlat”, Karatekin Edebiyat
Fakültesi Dergisi, S. 2, 2013, ss.15-27
Yınanç, Mükrimin Halil, “Arslan-Şah”, İA, 1, İstanbul 1978, ss.610-615.
Yınanç, M., “Bitlis”, İA, 2, İstanbul 1979, ss.661-664.
USAD, Bahar 2019; (10): 161-178
E-ISSN: 2548-0154
SULTAN ABDÜRREŞÎD DÖNEMİ GAZNELİ
DEVLETİ’NDEKİ OLAYLARIN TEMEL KAYNAKLARA
YANSIMASI
انعکاس حادثات دوره سلطان عبدالرشید غزنوی در منابع اصلی
İzzetullah ZEKİ *
Öz
443/1050 yılında Gazneli Devleti’nin başına geçen Sultan Abdürreşîd b. Sultan Mahmud,
erdemli, mütevazi ve istişareye önem veren bir sultandı. Fakat böylesi güzide vasıfları kendinde
barındırmasına rağmen devlet ve siyaset işlerinden pek anlamazdı. Onun bu eksikliği içeride
istikrarsızlığa sebep olurken dışarıdaki düşmanların da ülkesine göz dikmelerine zemin hazırladı. Bu
doğrultuda Horasan’da hüküm sürmekte olan Selçuklular, Çağrı Bey ve oğlu Alparslan’ın
liderliğinde Gazne’yi tehdit etmeye başladılar. Selçuklu tehdidini bertaraf etmek isteyen Sultan
Abdürreşîd, Gazneli Mahmud’un cesur gulamlarından Tuğrul Bozan’ı ordunun başına getirerek
savunmaya geçti. Gazne’nin Dere-i Humar bölgesinde Alparslan’ı ağır bir yenilgiye uğratarak
Gazneli ordusunu Büst’e ulaştıran Tuğrul Bozan, Çağrı Bey’i de yenilgiye uğrattı. Ardından
Sîstân üzerine yürüyerek Çağrı Bey’in amcası Musa Yabgu’yu mağlup etti. Ardı ardına üç başarıya
imza atan Tuğrul Bozan, Sultan Abdürreşîd’in güçsüzlüğünü fırsat bilerek Gazne idaresine el
koydu, başta sultan olmak üzere ele geçirdiği tüm şehzadeleri katletti. Bu çalışmada bahsi geçen
konular dönemin temel kaynaklarına göre kaleme alınmış olup muasır kaynaklarla desteklenerek
incelenmiştir.
•
*
Dr. Öğr. Üyesi, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü,
Burdur/ Türkiye, izzetullahzeki@yahoo.com, https://orcid.org/0000-0001-6571-7377.
Gönderim Tarihi: 18.04.2019
Kabul Tarihi: 02.05.2019
162 | USAD İzzetullah ZEKİ
Anahtar Kelimeler
Sultan Abdürreşîd, Gazneli Devleti, Selçuklular, Tuğrul Bozan
•
چکیده
سلطان عبدالرشید بن سلطان محمود غزنوی درسال 1050میالدی به کرسی سلطنت غزنویان نشست .او مرد
فاضل و متواضع بوده ،استشاره در امور را اهمیت زیاد می داد .با این همه اوصاف گزیده از طرز حکومتداری وسیاست بهره
چندان نداشت .بی تجربه گی و بی کفایتی او سبب شد تا در درون مملکت بی ثباتی و در سیاست خارجی توجه دشمنان را به
سوی کسورش کشاند .ضعف اداری سلطان عبدالرشید ،سلجوقیان خراسان را جسارت داد تا با رهبری چغری بیک والپ
ارسالن باالی غزنه لشکرکشی کنند .سلطان عبدالرشید برای دفع حمالت سلجوقی ها طغرول حاجب را که یکی از غالمان
جسور و مجرب سلطان محمود عزنوی بود ،سر لشکر اردوی غزنویان تعین نمود .طغرول توانست در کمترین مدت سلطان الپ
ارسالن را درمنطقه دره خمار غزنه شکست داده ،لشکر غزنویان را به بست رساند و نیروهای تحت فرمان چغری بیک را نیز
مغلوب سازد .سپس بسوی سیستان لشکر کشی کند و موسی یابغو ،عم چغری بیک را نیز در سیستان شکست دهد .او بعد از به
دست آوردن سه موفقیت پی در پی وبا استفاده از ضعف سلطان عبدالرشید به غزنه یوروش برد و اداره غزنه را بدست گرفت.
بعد از به دست گرفتن اداره غزنه سلطان عبدالرشید را با تمام شهزادگان دستگیر نموده به قتل رساند .در این مقاله موضوعات
فوق الذکر با استناد به منابع اصلی تحقیق ،تحلیل و بررسی گردیده و از منابع جدید به عنوان منابع همکار نیز استفاده گردیده
است.
واژگان کلیدی
سلطان عبدالرشید ،دولت غزنویان ،سلجوقیان،منابع اصلی ،طغرول بوزان
Sultan Abdürreşîd Dönemi Gazneli Devleti’ndeki Olayların
Temel Kaynaklara Yansıması | 163
GİRİŞ
Sâmânîlerin Horasan Sipehsâlârı Alp Tegin tarafından 351/962 yılında
temelleri atılan Gazneli Devleti, 366/977 yılında Sebük Tegin’in yönetimin başına
gelmesiyle beraber hâkimiyet alanlarını genişletmiş, 377/998 yılında Sultan
Mahmud’un kardeşi İsmail’e karşı üstün gelerek Gazne idaresini kontrolü altına
almasıyla bağımsız ve muktedir bir devlet haline gelmiştir. Sultan Mahmud, 33
yıllık saltanatı boyunca Gazneli Devleti’nin sınırlarını Mâverâünnehir’den Kuzey
Hindistan’ın içlerine kadar genişletmiştir.1 421/1030 yılında vefat eden Sultan
Mahmud’un yerine veliaht tayin ettiği oğlu Sultan Muhammed geçmiş, o sadece
sekiz ay gibi kısa bir süre devletin başında kalabilmiştir. Ordu içinde güçlü bir
nüfuza sahip olan kardeşi Mesud, devletin idaresini zorla ele geçirmiştir. Babası
döneminde askeri açıdan üstün başarılar elde eden Sultan Mesud, devletin başına
geçince dirayetsiz davranışlarıyla güçlü Gazneli Devleti’ni zayıflatmış, 421/1040
yılında topraklarında Selçuklu Devleti’nin kurulmasına engel olamamıştır. 2
Selçuklulara karşı başarsızlığa uğrayan Sultan Mesud, Hindistan’a firar
ederken Gazneli gulamlar tarafından öldürülmüş, yerine daha önceden gözlerine
mil çekerek azlettiği kardeşi Sultan Muhammed tahta geçmiştir. 3 İkinci kez
Gazneli Devleti’nin başına geçen Sultan Muhammed, dört ay sonra 432/1041
yılında Sultan Mesud’un oğlu Sultan Mevdûd tarafından indirilmiştir. Sultan
Mevdûd’un dokuz yıllık saltanatından sonra kısa sürelerle oğlu II. Mesud ve I.
Mesud’un oğlu Ali, Gazneli Devleti’nin başına geçerek devletin istikrarını
Utbî, Ebû Nasr Muhammed b. Abdilcebbâr, Tercüme-i Târîh-i Yemînî, (çev. Ebü’ş-Şeref Nâsih b. Zafer
Curfadekânî), (thk. Cafer Şiâr), Tahran Üniversitesi Yayınları, Tahran 1966, s. 175; Reşid Mubin,
Sultan Mahmûd-ı Gaznevî, İlim ve İrfan Publisher’s, Lahor 2006, s. 37; Muhammed Nâzım, Hayat ve
Evkât-ı Sultan Mahmûd-ı Gaznevî, (çev. Abdulgafur Emînî), Merkez-i Neşerât-i Meymend, Peşâver
2000, s. 22.
2 Ebü’l-Fazl Muhammed b. Hüseyin, Târîh-i Beyhakî, (nşr. Saîd Nefisi), Sanayi Yayınları, Tahran 1940,
s. 720; İzzetullah Zeki, Gazneli Mahmud’un Din Politikası, Çizgi Kitabevi, Konya 2017, s. 19; Mustafa
Akkuş, İzzetullah Zeki, Târîh-i Beyhakî’ye Göre Gazneli Selçuklu İlişkileri ve Gazneli Algısı”
USAD Uluslararası Selçuklu Araştırmaları Dergisi, S. 5, 2016, s. 97; Mustafa, Akkuş, “Gazneli
Mahmud’un Mutasavvıflarla İlişkileri”, S.D. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, SUTAD, S, 45,
Isparta 2019, s. 360.
3 İbnü’l-Esîr, İzzüddin Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Muhammed b. Abdülkerim el-Cezerî eşŞeybânî, el-Kâmil fî’t-Târîh Târîh-i İbnü’l-Esîr, (nşr. Ebu Suheyb el-Keremî), Beytü’l-Efkârü’dDevliyye, Ürdün, yy. s. 1417; Hüseynî, Sadrü’l-Kebirü’l-âlem Sadrüddin Ebü’l-Hasan Ali b.
Seyyidü’l-İmam eş-Şehid Ebü’l-Fevâris Nasır b. Ali, Ahbârü’d-Devletü’s-Selcûkiyye, (thk.
Muhammed İkbal) Lahor 1933, s. 14.
1
164 | USAD İzzetullah ZEKİ
bozmuşlardır.4 Bunların altmış günlük saltanatından sonra Gazneli Devleti’nin
başına geçen Sultan Mahmud’un oğlu Abdürreşîd, erdemli bir kişiliğe sahip
olmasına rağmen devlet ve siyaset işlerinde yeteri kadar kabiliyetli olmadığından
dolayı Horasan’da hüküm sürmekte olan Selçuklular, Çağrı Bey’in önderliğinde
Gazne’yi ele geçirmeyi planlamışlardır. Bu doğrultuda Çağrı Bey, ordusunu ikiye
ayırarak bir bölümünü oğlu Alparslan’ın öncülüğünde Tohâristan üzerinden
Gazne’ye, bir bölümünü de Sîstân üzerinden Büst’e göndererek Sultan
Abdürreşîd’i kuşatmaya çalışmıştır. Bunun üzerine Sultan Abdürreşîd,
Gaznelilerin cesur gulamlarından olup savaş taktiğini iyi bilen Tuğrul’u büyük
bir ordunun başına getirerek Selçuklulara karşı savunmaya geçmiştir. Gazne’nin
Dere-i Humar bölgesinde Selçuklularla karşı karşıya gelen Tuğrul, Alparslan’ı
ağır bir yenilgiye uğratarak Gazneli ordusunu Büst’e ulaştırmıştır. Tuğrul’a karşı
koyamayan Çağrı Bey de yenilgiye uğramıştır. Tuğrul ise derhal Sîstân üzerine
yoğunlaşarak Çağrı Bey’in amcası Musa Yabgu’yu mağlup etmiştir. Ardından
elde ettiği başarıların gururuyla Gazne’ye dönerek Sultan Abdürreşîd’i
katletmiştir. İlk defa Gazneli tarihinde Sebük Tegin sülalesinden olmayan bir kişi
devletin başına geçerek yakaladığı tüm şehzadeleri de öldürtmüştür. 5
Sultan Abdürreşîd’in Gazneli Devleti’nin Başına Geçişi
Dönemin temel tarih kaynaklarında Bahâüddevle, Cemâlüddevle,
Seyfüddevle, Zeynülmille, Mecdüddevle Ebu Mansur ve Ebü’l-Kasım gibi lakap
ve künyelere sahip olduğu aktarılan Sultan Abdurreşid’in, hadis âlimi, fazıl kişi
gibi vasıfları da bulunmaktaydı.6 Abdürreşîd, Sultan Mahmud ve Sultan Mesud
dönemlerinde nimetler içinde refah bir yaşam sürdürdü. Gazneli Devleti’nin
kırılma noktalarından olan Dandanakan ve Marigle olaylarına şahit oldu. Marigle
vakasında Sultan Mevdûd’un isteği üzerine tarafsız kaldı.7 Fakat Sultan Mevdûd
Hândmir, Muhammed b. Hâvendşah, Ravzatü’s-Safa fî Sireti’l-Enbiya ve’l-Mulûk ve’l-Hulefâ, (çev.
Abdulkadir eş-Şahveli) ed-Dârü’l-Mısriyye Li’l-Kitab Li’n-Neşr ve’t-Tevzi, Kahire 1988, s. 165;
Abbâs Perviz, Târîh-i Deyâlime ve Gaznevîyân, II. Baskı, Müessese-i Mabuât-i Ali Ekber-i İlmî,
Tahran 1957, s. 355; Zeki, s. 97; Erdoğan Merçil, Gazneliler”, DİA, c. XIII, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, İstanbul 1996, s. 472.
5 Hândmir, s. 167; Vural Öntürk, “Gaznelilerde Bir Şehzade Düşmanı: Hâcibü’l-Hüccâb Tuğrul
Bozan”, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S, 36, Van, 2017, s. 350;
Perviz, s. 356.
6 Hândmir, s. 167; Öntürk, s. 354; Halîlullah Halîlî, Saltanat-ı Gaznevîyân, Afganistan İslâm
Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı, Kâbil, 2013. s. 214.
7 Gerdîzî’nin aktardığına göre Sultan Mevdûd, Gazneli tahtına geçmek için Sultan Muhammed’e karşı
savaşa giderken amcası Ebu Mansur Abdürreşid’e gizlice bir elçi göndererek: “Senin yanıma gelecek
kadar gücün olmadığını bilirim. Benim hasmıma karşı savaşmam için senin bir yerde savaşmadan durmanı
istiyorum. Bana büyük bir minnet bırakmış olursun. Ben devletin başına geçersem tüm yetkiler sende
olacak, devlet sadece benim adımda olacaktır. Senin emrin üzerine iş yaparım” diyerek yemin eder.
4
Sultan Abdürreşîd Dönemi Gazneli Devleti’ndeki Olayların
Temel Kaynaklara Yansıması | 165
zafer elde edince ondan endişe ederek Büst ile İsferâin arasında bulunan bir
kaleye hapsetti.8 Sutan Mevdûd, bir süre sonra devleti düzgün bir şekilde
yönetemeyince veziri Hâce Abdüssamed b. Ahmed b. Hasan Meymendî’nin
aracılığıyla Abdürreşîd’i tekrar Gazne’ye getirdi. Abdürreşîd’in merkezde ikamet
etmeye başlaması saltanatın başına geçmesini sağladı. Başka bir ifadeyle
Abdürreşîd’in saltanatın başına geçmesinde vezir Abdüssamed başrolü oynadı. 9
Hândmîr’in aktardığına göre Abdürreşîd, 443/1050 yılının başlarında Sultan
Ebü’l-Hasan Ali b. Mesud’un azledilmesi üzerine tahta geçti. Cesaret ve dirayet
sahibi bir sultan olmadığı için Ali b. Mesud sonrası Gazne’de çıkan isyanı kontrol
edemedi, Gazne büyüklerinden birkaç kişi hayatını kaybetti. 10
Hândmîr ve diğer muasır tarihçilerin aktardıklarına göre, Sultan Mevdûd,
vefat etmeden önce beş yaşındaki oğlu Mesud’un tahta geçmesini vasiyet etti.
Fakat dört gün sonra devlet erkânı toplanarak Ebü’l-Hasan Ali b. Mesud’u
devletin başına geçirdiler. Ne yazık ki, Gazneli emirler kısa bir süre sonra güçlü
bir iradeye sahip olduğu aktarılan Ali b. Mesud’dan çekinmeye ve tedirgin
olmaya başladılar. Türlü bahanelerle Ali b. Mesud’un kırk beş günlük saltanatına
son vererek 27 Şaban 441/24 Ocak 1050 tarihinde Sultan Abdürreşîd’i başa
getirdiler. Azledilen sultanı ise hapse attılar. 11 Muasır Gazneli tarihçisi Hikmet
Bayur, yukarıdaki görüşün aksine Ebü’l-Hasan Ali’nin fazla tutunamamasını
güçsüz bir sultan olduğuna bağlamaktadır.12 Batılı tarihçi Bosworth, tahtan
indirilen Alâüddevle Ali’nin kırk beş günlük yönetimi süresinde herhangi bir
Babası Sultan Mesud’un: “Oğullarıma karşı kötü muamelede bulunma” sözünü hatırlatır. Mektup
Sultan Abdürreşid’e ulaşınca aradaki antlaşmayı yeterli görerek Sultan Mevdûd’a: “Bu iş bitene
kadar ben harp etmem ve kılıç çekmem” diyerek olumlu cevap verir. Ertesi gün Sultan Mevdûd ile
Sultan Muhammed arasında savaş başlar. Sultan Abdürreşid bir köşede oturarak savaşı izler.
Sultan Mevdûd, önce Sultan Muhammed’in ordusunun sağ kanadını, ardından sol kanadını
dağıtarak hezimete uğratır. Birçok kişi öldürülür, Sultan Muhammed, oğulları Ahmed, Süleyman
ve Yusuf’la beraber birçok kişi yakalanır. Sultan Mevdûd’un emri üzerine birçoğu öldürülür ve
bir kısmı da atlarına kuyruklarına bağlanır. Ebu Said Abdülhay b. Dahhak b. Mahmud Gerdîzî,
Zeynü’l-Ahbâr, (tsh. Abdülhay Habîbî), İntişârât-ı Bünyâd-ı Ferheng-i İran, Tahran 1973, s. 441.
8 İbnü’l-Esîr, s. 1436; Hândmir, s. 167; Öntürk, s. 354; Halîlullah Halîlî, Saltanat-ı Gaznevîyân,
Afganistan İslâm Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı, Kâbil 2013, s. 214.
9 İbnü’l-Esîr, s. 1436
10 Hândmir, s. 167; Öntürk, s. 354; Halîlullah Halîlî, Saltanat-ı Gaznevîyân, Afganistan İslâm
Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı, Kâbil 2013. s. 214; Erdoğan Merçil, Afganistan ve Hindistan’da Bir
Türk Devleti Gazneliler, Bilge Kültür Sanat Yayınları, İstanbul 2014, s. 119.
11 Hândmir, s. 167; Halîlî, s. 215; Öntürk, s. 354; Clifford Edmund Bosworth, Târîh-i Gaznevîyân, (çev.
Hasan Enuşe), Müesses-i İntişârât-ı Emir Kebir Yayınları, Tahran 1999, s. 331.
12 Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, I, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1977, s. 206.
166 | USAD İzzetullah ZEKİ
sikke bastırmadığını aktarmaktadır 13. Bu sırada Sultan Abdürreşîd’i tahta çıkaran
Gazneli emirler, istedikleri gibi davranmaya başlayınca ülkede huzursuzluklar
baş gösterdi.14 Ordunun güçlü isimlerinden Nuştegin15 olarak da bilinen Hırhiz
(Kırkız, Kırgız) Hindistan başkomutanı olarak Lahor’a gönderildi. 16 Bayur ve
Halîlî, ülkedeki istikrasızlığın sebebini Sultan Abdürreşîd’in müstebitliği,
dirayetsizliği ve kabiliyetsizliğine bağlamakta, bu fırsattan istifade etmek isteyen
Selçuklular da Çağrı Bey’in önderliğinde Gazne’yi zapt etme yoluna
koyulduklarını dile getirmektelerdi.17
Hândmîr ve bazı muasır tarihçilerin işaret ettiklerine göre, tedbirsiz
davranışlarından dolayı zor durumda kalan Sultan Abdürreşîd, Sultan
Mahmud’un cesaretli gulamlarından ve Sultan Mevdûd’un kayınbiraderi
Tuğrul’u ordunun başına geçirdi. Tuğrul, Sultan Mevdûd döneminde de saygın
bir kişiliğe ve yoğun bir nüfuza sahipti. Öyle ki, Hâcibü’l-Hüccâblık makamına
getirilmişti. Tuğrul, Gazne üzerine akın eden Alparslan’ı mağlup ederek Musa
Yabgu’nun Sîstân naibi Ebü’l-Fazl’ı kuşatıp Sultan Abdürreşîd’e itaat etmesini
istedi. Ebü’l-Fazl ise: “Yabgu’ya ihanet etmek namertlik olur. Doğru olan öncelikle
Yabgu’yu itaatin altına alıp sonra Sîstân’ı zapt etmendir”18 diyerek itaat etmeyi
reddetti.
Bunun üzerine Sîstân hisarını kuşatmaya devam eden Tuğrul, Herat
bölgesinden yardıma gelen Musa Yabgu’yu mağlup etti ve çokça savaş
ganimetine nail oldu. Ardından Sultan Abdürreşîd’den Horasan’a saldırabilmesi
için yardımcı kuvvet göndermesini istedi. Fakat Sultan Abdürreşîd tarafından
gelen ordu ile Horasan’a değil, Gazne üzerine yürüyerek sultanı tutuklayıp hapse
attı. 443/1052 yılında sultanı öldürerek Gazneli Devleti’nin başına geçti. 19
Yönetimine meşruiyet kazandırmak için Sultan Mesud’un kızını nikâhına aldı.20
Aynı konu hakkında Cüzcânî ise şu bilgileri verir: “Sultan Abdürreşîd, faziletli,
akıllı, istişareye önem veren bir sultan olmasına rağmen pek cesaretli bir sultan değildi.
Bundan dolayı devletin istikrarı bozuldu. Bu durumu fırsat bilen Selçuklular, Çağrı
Bey’in oğlu Alparslan’ın önderliğinde Gazne’yi ele geçirmeye niyetlendiler. Bu amaçla
Bosworth, s. 331.
Hândmir, s. 167; Halîlî, s. 215; Öntürk, s. 354; Bosworth, s. 331; Bayur, s. 206.
15 Daha çok Hırhiz olarak bilinen ve Gazneli Devlet’nin Hindistan sipehsâlârı Nuştegin, Tuğrul
Bozan’ı öldürecek olan Nuştegin Şarabî’den farklı bir isimdir.
16 Bayur, s. 208.
17 Hândmir, s. 167; Halîlî, s. 215; Öntürk, s. 354; Bosworth, s. 331; Bayur, s. 206.
18 Hândmir, s. 167; Halîlî, s. 215; Öntürk, s. 354.
19 Hândmir, s. 167; Merçil, Afganistan ve Hindistan’da Bir Türk Devleti Gazneliler, s. 119.
20 Hândmir, s. 167; Halîlî, s. 216; Öntürk, s. 354.
13
14
Sultan Abdürreşîd Dönemi Gazneli Devleti’ndeki Olayların
Temel Kaynaklara Yansıması | 167
Alparslan’ın kendisi Tohâristan’dan babası ise Sîstân üzerinden Gazne’ye yürüdü. Buna
karşı Sultan Abdürreşîd, savaş hazırlığı yaparak gulamı Tuğrul’u Sultan Alparslan’a
karşı gönderdi. Tuğrul, Alparslan’ı Dere-i Humar’da mağlubiyete uğratarak aceleyle
Büst’e geçti. Sîstân üzerinde saldırmayı hedefleyen Çağrı Bey’i takip ederek amcası
Yabgu’yu da mağlup etti. Tuğrul, arka arkaya elde ettiği üç galibiyetten sonra Gazne’ye
döndü. Sultan Abdürreşîd’i tutuklayarak devletin başına geçti.21 Gazneli tahtından
indirilip katledilen Sultan Abdürreşîd, iki veya iki buçuk yıl hüküm sürdü.22
Meşhur ortaçağ tarihçisi Hamdullah Müstevfî, Sultan Abdürreşîd’in
döneminde ortaya çıkan istikrarsızlıkların sebebine farklı bir açıdan bakmaktadır.
Ona göre “Bahâüddevle Ali b. Mesud b. Mahmud b. Sebük Tegin, yiğeninin ardından
devletin başına geçti. Çağrı Bey’in kızı olan Sultan Mevdûd’un karısıyla evlendi. İki yıl
hüküm sürdükten sonra amcası Sultan Abdürreşîd tarafından indirildi. Sultan
Abdürreşîd’in saltanatından bir yıl sonra Çağrı Bey’in kızı Bekin Şevher (Begin Şevher)
ordu düzenleyerek üzerine geldi. Bunun üzerine Sultan Abdürreşîd, Sultan Mahmud’un
gulamlarından olup emirü’l-ümerâ olan Tuğrul’u devletin başına geçirdi. Selçuklulara
karşı zafer elde eden Tuğrul, Sultan Abdürreşîd ile savaştı. Çağrı Bey’in kızı,
Abdürreşîd’i Tuğrul’a teslim ederek hapse attırdı ve Horasan’a döndü. Ardından küfran-ı
nimet olan Tuğrul, devletin başına geçti. Tembel ve akılsız bir kişiliğe sahip olan
Abdürreşîd açık bir alanda gözaltında tutuluyordu. Tuğrul Bozan gelince onu ayakta
alkışlar ve aferin dercesine alkışlardı. Nitekim onun bu acizliğini gören Tuğrul, bir
müddet sonra onu ve Dihnek Kale’sinde Nuştegin Şarabi’ye sığınan Hüseyin, Nasr,
İranşah, Halid, Abdurrahman, Mansur, Hümam, Abdurrahim ve İsmail adlı şehzadeleri
öldürdü. Abid Kalesi’nde bulunan İbrahim, Ferruhzad ve Şuca’yı öldürmeye fırsat
bulamadan Nuştegin Şarabî ve diğer iki adamı tarafından hançerlenerek öldürüldü.” 23
Tuğrul Bozan İsyanı
Türk asıllı olduğu rivayet edilen Tuğrul, Gazneli kaynaklarında Küfran-ı
nimet melun, gasıp ve Tuğrul Bozan olarak geçmektedir.24 Sultan Mahmud’un
gulam ve hacibi olan Tuğrul’un cesur ve zalim bir kişiliğe sahip olduğu da
nakledilmektedir.25 Beyhakî’nin ifadesiyle hoş bir endama, üstün bir zekâya sahip
Cüzcânî, Kâdı Minâhacüddîn Ebû Ömer Osman b. Sirâciddîn Ömer, Tabakât-ı Nâsırî,I, (thk.
Abdülhay Habîbî, Dünyayı Kitâb Yayınları, Tahran 1974, s. 236; Hândmir, s. 167; Merçil,
“Gazneliler”, s. 472; Öntürk, s. 354.
22 Hândmir, s. 167; Öntürk, s. 354; Perviz, s. 356.
23 Hamdullah İbn Ebu Bekir Ahmed Müstevfî, Târîh-i Güzide, İntişârât-ı Emir Timur, Tahran 2015, s.
400.
24 Bosworth, s. 333; Bayur, s. 207.
25 Cüzcânî, I, s. 236.
21
168 | USAD İzzetullah ZEKİ
olan Tuğrul, Sultan Mahmud’a Karahanlılardan Arslan Hatun tarafından hediye
olarak gönderilmişti. İki yıl kadar Sultan Mahmud’un hizmetinde bulunduktan
sonra Mahmud, onu kardeşi Emir Yusuf’a hediye etti.26
Beyhakî eserinde Tuğrul Bozan hakkında şunları kaydetmektedir: “Bu gulam
Sultan Mahmud’un binlerce gulamının içinde endamı, zarafeti ve liyakatiyle temayüz
etmiş bir gulamdı. Onu Türkistan’dan Arslan Hatun, Sultan Mahmud adına
göndermişti. Nitekim Arslan Hatun her yıl Sultan Mahmud’a nadir gulam, cariye ve
bakire kızlar gönderiyordu. Sultan da ona keten şal ve mücevherler gönderirdi. Sultan
Mahmud bu gulamı beğenmiş, Ayaz’dan sonra yedi sekiz özel gulamı arasında sayardı.
Derken bir gün sultan çiçeklerin açtığı Fîrûzî Köşkü’nde şarap içerdi. Ay yüzlü gulamlar
da ikişer ikişer sırayla gelirlerdi. Sıra Tuğrul’a gelince kırmızı kıyafetini giyinmiş,
elindeki kırmız şarap ve saki ile meşgul olduğu sırada Emir Yusuf ona baka kalmış ve âşık
olmuştu. Âdeta kendini toparlayamamıştı. Onun sarhoşluk içinde daldığını gören Sultan
Mahmud, görmezden geldi. Aradan bir saat geçtikten sonra Sultan: “Ey kardeşim! Sen
babandan çocuk olarak kaldın. Baban ölüm sırasında Abdullah Debir’e: “Mahmud, Gazne
idaresini ele geçirecektir. İsmail ise bunun ehli değildir. Mahmud’a benim mesajımı iletin
ki, aklım Yusuf’tadır. Onu Mahmud’a ısmarladım. Oğlu gibi aziz tutsun” demişti. Ben
şuana kadar edepli olarak yetiştiğini düşünüyordum. Şimdi gördüğüm kadarıyla öyle
değilsin! Şarap meclisinde neden benim gulamlarıma bakarsın? Şarap meclislerinde senin
gulamlarına birisi bakarsa hoşuna gider mi? Gözlerin Tuğrul’a takılmış kalmış. Eğer
babamın hürmeti olamasaydı sana ağır bir ceza verirdim. Bu kere seni affettim ve bu
gulamı sana verdim. Bu gulamlardan bizde çoktur. Akıllı ol, bir daha böyle bir olay vuku
bulmasın ki, Mahmud’un gözünden kaçmaz deyince Emir Yusuf: “Yeri öperek tövbe
ettim, bir daha böyle hataya düşmem” dedi. Bunun üzerine Sultan Mahmud, Sâfi adlı
gulamını çağırarak Tuğrul’u kardeşi Yusuf’a götürülmesini emretti. Sultan Mahmud’un
bu iltifatı üzerine Emir Yusuf’un gönlü hoş oldu. Hizmetçilerine sadakalar dağıttı.
Tuğrul’u oğullarından daha aziz tutmaya çalıştı. Hanedandan bir kızla onu evlendirerek
akıllı insanların hoşuna gitmeyen israflarda bulundu.”27
Beyhakî’nin aktardığına göre Emir Yusuf, Sultan Mesud döneminde Kusdar
valisi olarak tayin edilince Tuğrul da onunla beraber giderek sürekli Sultan
Mesud’a bilgi sızdırdı. Yusuf’un bütün hal ve hareketlerini bildirmeye devam
etti. Hatta Emir Yusuf’un Karahanlılarla mektuplaştığına dair yalan yanlış bilgiler
göndererek gözaltına alınmasına sebep oldu. 28 Bunun üzerine Emir Yusuf’un: “Ey
Beyhakî, Hâce Ebü’l-Fazl Muhammed b. Hüseyin, Târîh-i Beyhakî, I, nşr. Dr. Feyyaz, İntişârât-i
Hirmend, Tahran 2001, s. 402; Öntürk, s. 350.
27 Beyhakî, I, nşr. Feyyaz, s. 405.
28 Beyhakî, I, nşr. Feyyaz, s. 402; Öntürk, s. 352.
26
Sultan Abdürreşîd Dönemi Gazneli Devleti’ndeki Olayların
Temel Kaynaklara Yansıması | 169
küfran-ı nimet sana oğlum gibi davrandım. Belki de oğlumdan daha aziz gördüm. Sen ise
bana bu ihaneti yaptın. Bunun karşılığını göreceksin” 29 dediği nakledilmektedir.
Tuğrul Bozan, Sultan Mevdûd döneminde de haciblik yaptı. Sultan Mevdûd,
ona çok önem verirdi. Hatta kız kardeşiyle evlendirerek yakınlığını daha da
arttırdı.30 Cüzcânî’nin aktardığına göre Tuğrul, Sultan Mevdûd’un tüm bu
hüsnüniyetine rağmen hizmetinden ayrılarak Selçukluların hizmetine girdi.
Onların savaş yöntemlerini öğrendi. Sultan Abdürreşîd’in saltanatının ilk
yıllarında tekrar Gazne’ye döndü.31 Ahbârü’d-Devletü’s-Selcûkiyye’nin müellifi
Hüseynî de Tuğrul Bozan’ın firar ederek Selçukluların hizmetine girdiğini işaret
emektedir.32 Bosworth’un da işaret ettiği üzere Dandanakan yenilgisinden önce
Selçukluların safına geçen Emir Yusuf’un gulamlarından birinin Tuğrul Bozan
olması kuvvetle muhtemeldir.33
Tuğrul, daha sonra Sultan Abdürreşîd’in hizmetine girdi. Onun döneminde
de aktif bir şekilde Gazneli Devleti’nde en üst makamlarda çalışmaya devam etti.
Kendisine bin adet at verilen Tuğrul, gün geçtikçe temayüz ederek Hâcibü’lHüccâbliğe yükseldi, Selçuklulara karşı üstünlük elde etti.34 İbnü’l-Esîr’in
aktardığına göre Tuğrul, 3 Recep 443/10 Kasım 1051 tarihinde Tuğrul, Sîstân’a
girerek hükümdarı Ebü’l-Fazl’dan Sultan Abdürreşîd’e itaat etmesini istedi.
Ebü’l-Fazl ise: “Ben Yabgu’nun naibiyim, ona ihanet etmek ne dinle ne de erkeklikle
bağdaşır. Sen onun üzerine yürü. Eğer hakkında gelirsen kaleyi sana teslim ederim”
diyerek itaat etmeyi reddetti.35 Bu sırada Ebü’l-Fazl’ın yardım talebi üzerine
Selçuklulardan yardımcı kuvvet geldi.36 Fakat Tuğrul yine de savaşı kazanarak
Gazne’ye döndü. Bundan böyle Tuğrul’un Selçukların üstünlüğünü kabul
ettiğine dair düşünceler bulunsa da Bosworth’un işaret ettiği üzere bastırdığı
sikkelerde Selçuklulardan herhangi bir ize rastlanılmaması Selçuklularla böyle bir
ilişkiye girilmediğini göstermektedir.37
Tuğrul Bozan’ın Sîstân seferi Anonim Târîh-i Sîstân’a da yansımaktadır.
Eserde belirtildiğine göre “Tuğrul, 3 Recep 443/10 Kasım 1051 tarihinde Sîstan
Beyhakî, I, nşr. Feyyaz, s. 402.
Hândmir, s. 167; Öntürk, s. 352.
31 Cüzcânî, I, 236; Bosworth, s. 334.
32 Hüseynî, s. 14.
33 Bosworth, s. 334.
34 Hândmir, s. 167; Öntürk, s. 354.
35 İbnü’l-Esîr, s. 1443.
36 Hândmir, s. 167; Öntürk, s. 354.
37 Bosworth, s. 334.
29
30
170 | USAD İzzetullah ZEKİ
kulesinin hisarına konaklayarak hükümdarı Ebü’l-Fazl’ı teslim olmaya davet etti.
Tuğrul’un teklifi kabul görmeyince savaş başladı. Ebü’l-Fazl, kale muhafızı ve diğer
emirleriyle beraber çetin bir savunma ve direnmeye girdi. Beş bin süvari, iki bin piyade ve
beş filden oluşan Gazneli ordusu, türlü hileler sergilemelerine rağmen kaleyi ele
geçirmediler. Nihayetinde Tuğrul Bozan, bin tane seçkin askeri ile şehrin kapısına
dayandı. Bu esnada Musa Yabgu, Tuğrul’a karşı savaşmak üzere Herat’tan Sîstân’a
geldi. Bu haber üzerine Tuğrul, ona karşı pusuda bekledi. Davul sesleri duyulmaya
başlayınca neyin sesi olduğunu sorguladıktan sonra dışarıya çıktı. Ebü’l-Fazl da
Yabgu’yu karşılamak üzere nehrin kenarına giderek şehre girmeye davet etti. Bu sırada
Tuğrul Bozan şehre girerek halka seslenmeye ve haykırmaya başladı. Musa Yabgu’ya
karşı yenilgiye uğrayıp kaleyi zapt edemeden aciz bir şekilde Gazne’ye geri döndü. Ele
geçirdiği şehzadelerle beraber Sultan Abdürreşîd’i katletti.” 38
Fakat İbnü’l-Esîr ve Kafesoğlu’nun aktardıklarına göre göre Tuğrul Bozan,
Musa Yabgu ve Ebü’l-Fazl’ı mağlubiyete uğrattıktan sonra iki fersah kadar Herat
yönünde takip etti.39 Şehri istila ettikten sonra Sultan Abdürreşîd’e Horasan’ı
itaati altına alabilmesi için yardımcı kuvvet göndermesini istedi. Ardından
askerleriyle istişare ettikten sonra Gazne üzerine yürüdü. Gazne’ye beş fersah
kalan Sultan Abdürreşîd’e mektup göndererek ordunun kendisine itaat
etmediğini, daha fazla bahşiş istediklerini, dolaysıyla farklı bir niyetle
döndüklerini bildirdi. Bunun üzerine düşünmeye başlayan Sultan Abdürreşîd,
sağlam bir kalede sığınmaktan başka bir çare bulamadı. 40
Hândmîr, Tuğrul Bozan’ın seferini şöyle aktarmaktadır: “Tuğrul, Sîstân
kalesine girmeyince geri çekilerek askerleriyle savaşıp savaşmama konusunda istişare etti.
Askerlerinin hepsi: “Bizim üzerimize tasallut olan ölüm belasından kurtulmak yoktur.
Kılıcımızla şerefli bir şekilde ölmekten başka çare de yoktur. Gazne bizden uzaktır,
düşman bizden çoktur” diyerek ölümü göze alıp savaşmaya başladılar. İlk olarak Musa
Yabgu önderliğinde gelen Selçuklu ordusu yenilgiye uğratıldı. Selçuklular iki fersah kadar
takip edildikten sonra şehri istila edildi. Ardından Tuğrul, Sultan Abdürreşîd’den daha
fazla yardım talebinde bulundu. Bu sırada Sîstân’da kontrolü sağlayan Tuğrul,
adamlarını toplayarak Sultan Abdürreşîd hakkında istişarede bulundu. Askerlerinin
desteğini alan Tuğrul, Sultan Abdürreşîd’in canına kastetmek üzere Gazne’ye doğru
Târîh-i Sîstân, (nşr. Muhammed Takî Melikü’ş-Şuarâ Bahâr), Haver Yayınları, Tahran 2002, s. 373;
İbnü’l-Esîr, s. 1443; Bosworth, s. 336; Ali Sevim, “Çağrı Bey”, DİA, c. VIII, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, İstanbul, 1993, s. 175.
39 İbnü’l-Esîr, s. 1443; İbrahim Kafesoğlu, Selçuklular ve Selçuklu Tarihi Üzerine Araştırmalar, Ötüken
Yayınları, İstanbul 2014, s. 27.
40 İbnü’l-Esîr, s. 1443.
38
Sultan Abdürreşîd Dönemi Gazneli Devleti’ndeki Olayların
Temel Kaynaklara Yansıması | 171
yürüdü.”41 Tuğrul Bozan’a neden efendisine isyan ettiğine dair soruları
“Abdürreşîd beni Alparslan’a karşı savaşmaya gönderdiği sırada benimle antlaşma
yaparak elimi sıkarken korkusundan kemiklerinin titrediğini hissettim. O vakit kendi
kendime bu korkak kişi hükümdarlık yapamaz”42 şeklinde cevaplandırdığı
nakledilmektedir.
Yine Hândmîr’in aktardığına göre Sîstân bölgesinde üstünlük kazanan
Tuğrul Bozan, velinimeti Sultan Abdürreşîd’e karşı isyan bayrağını kaldırdı.
Gazne’ye beş fersah yaklaşınca sultana niyetini bildirerek taraftarlarıyla beraber
şehre girdi. Kale komutanlarına vaatlerde bulunarak Sultan Abdürreşîd’i teslim
etmelerini sağladı. Başta sultan olmak üzere tutukladığı on bir şehzadeyi
katletti.43 Muasır tarihçiler Hâlîlî ve Perviz’in aktardıklarına göre, Sultan
Abdürreşîd, Gazne’ye doğru ilerleyen Tuğrul’un durumu hakkında
casuslarından bilgi alınca karşı koyabilecek bir orduya sahip olmadığı için diğer
şehzadeler ve aile efradıyla beraber sağlam bir kaleye sığınmayı tercih etti. Ne
yazık ki, Sultan Abdürreşîd, canını kurtaramadı, Tuğrul tarafından kandırılan
kale komutanı sultan dâhil kaledeki tüm şehzadeleri teslim etti. İsyancı Tuğrul da
Gazneli Mahmud’un soyundan gelen şehzadeler Hasan, Nasr, İranşah, Halid,
Abdürrahim, Hümam ve Abdürrahman’ı öldürttü. Abid (Burgund) Kalesi’nde
bulunan diğer şehzadeler Ferruhzad, İbrahim ve Şuca’nın öldürülmesi için haber
gönderdi. Fakat kale muhafızı Tuğrul Bozan’ın emrini bir gün bekletince ertesi
gün Tuğrul’un ölüm haberi kaleye ulaştı ve Gazneli Devleti’ni devam ettirecek
şehzadeler öldürülmekten kurtuldular.44
Tuğrul Bozan, yönetimine meşruiyet kazandırmak için Sultan Mesud’un kızı
el-Hürretü’l-Celile’yi tehdit ederek nikâhına aldı.45 Kendi adına altın ve gümüş
sikkeler bastırdı.46 Selçuklulara karşı güç birliği yapmak için Hindistan’da
bulunan Hırhiz adlı emiri huzuruna çağırdı.47 Fakat Sultan Abdürreşîd’in
akıbetinden haberdar olan Hırhiz Gazne’ye gelmeyi reddetti. Tuğrul ayrıca ordu
komutanlarına mektuplar yazarak kendini desteklemelerini istedi. Kısacası
Tuğrul Bozan, kırk günlük hükümdarlığında Gazneli hanedanını bitirmeye ve
halka karşı acımasızca davranışlarda bulunmaya çalıştı. Bu sırada Hırhiz’in
Hândmir, s. 167; Öntürk, s. 355.
Halîlî, s. 216; Perviz, s. 357; Öntürk, s. 353.
43 Cüzcânî, I, s. 236; Hândmir, s. 169.
44 Halîlî, s. 216; Perviz, s. 357.
45 Hüseynî, s. 17.
46 Cüzcânî, I, s. 236; Hândmir, s. 169; Halîlî, s. 217; Öntürk, s. 356; Bosworth, s. 337.
47 Bosworth, s. 338.
41
42
172 | USAD İzzetullah ZEKİ
Sultan Mesud’un kızı Tuğrul’un karısı ve gulamlara yönelik yazdığı
düşündürücü mektuplar ve tahrikleri üzerine bir grup gulam, Tuğrul Bozan’ın
aleyhinde örgütlenmeye başladılar.48 Derken bir gün Tuğrul Bozan saltanat
koltuğunda oturduğu sırada, muhaliflerinden Türk asıllı Nuştegin Şarabî adlı
gulam iki arkadaşıyla beraber arkasından kılıçla vurarak onu parçaladılar. Halka
güven vermek üzere başını bir değneğin üstüne dikerek şehrin dört bir köşesini
dolaştırdılar.49 “efendisine karşı nankörlük edenlerin cezası budur” şeklinde mesaj
verdiler.50 Böylece Tuğrul Bozan’ın kırk günlük müstebit hükümdarlığı sona
erdi.51
Birkaç gün sonra Tuğrul Bozan’ın ölüm planını hazırlayan, yazdığı
mektuplarla gulamları tahrik eden Gazneli Devleti’nin Hindistan emiri Hırhiz
Gazne’ye ulaştı, öldürülen sultan ve şehzadelerin taziyeleri alındı, Tuğrul
Bozan’a lanetler okundu. Tuğrul Bozan’a yardımcı olanlar cezalandırıldı. Beş gün
sonra devlet erkânı ile saltanat konusunda istişarede bulundu. Beş günlük istişare
neticesinde Sebük Tegin sülalesinden birinin devletin başına geçmesi
kararlaştırıldı. Çekilen kura sonucunda kalelerin birinde hapiste bulunan
Ferruhzad devletin başına getirildi.52 Tuğrul Bozan isyanı sonrası Gazneli Devleti
ve ordusu yıprandı. Bunun sonucu olarak toprak kaybına uğradı. Gûr, Gûrca ve
Sîstân hâkimiyeti elden çıktı.53 Hindûlar, Gazneli Mahmud döneminde
kaybettikleri bazı bölgeleri Müslümanlardan geri aldılar.54 Artık Gazneli Devleti,
yayılma politikasından taviz vererek iç çekişmeler ve sorunlarla uğraşmak
zorunda kaldı. Selçukluların Gazneli egemenliği artmaya başladı. Nitekim Gazne,
Sultan Sencer’in vefatından sonra önce Oğuzların ve ardından Gûrluların
istilasına maruz kaldı.55
Tuğrul Bozan Sonrası Gazneli Devleti
Tuğrul Bozan’ın kırk günlük yönetiminden sonra ordu ve devlet erkânı
istişare ederek devletin başına Gazneli şehzadelerden İbrahim b. Mesud’u
getirmek istediler. Fakat onun hastalığı göz önünde bulundurularak 443/1052
İbnü’l-Esîr, s. 1443.
Cüzcânî, I, s. 236; Hândmir, s. 169; Halîlî, s. 217; Öntürk, s. 356; Bosworth, s. 337.
50 Muhammed b. Ali b. Muhammed Şebânkâreyî, Mecma‘u’l- Ensâb II, (nşr. Emir Kebir Yayınları)
Tahran 1984, s. 86.
51 Cüzcânî, I, s. 236; Hândmir, s. 169; Halîlî, s. 217; Öntürk, s. 356.
52 Hândmir, s. 169; Halîlî, s. 216; Öntürk, s. 356.
53 Şebânkâreyî, s. 76.
54 Bayur, s. 208.
55 Cüzcânî, I, s. 243.
48
49
Sultan Abdürreşîd Dönemi Gazneli Devleti’ndeki Olayların
Temel Kaynaklara Yansıması | 173
yılında diğer şehzade Ferruhzad b. Sultan Mesud, saltanatın başına getirildi. 56
Hândmîr’in aktardına göre Abid Kalesi’nde tutulan üç şehzade İbrahim,
Ferruhzad ve Şuca arasında çekilen kura sonucunda Ferruhzad tahtın başına
geçti.57 Cüzcânî’nin ifadesiyle “Tanrı, Tuğrul’un kötülüklerinin karşılığını verdi, halkı
onun zulüm ve istibdatından kurtardı. Abid Kalesi’nde İbrahim ve Ferruhzad adında iki
şehzade hayatta kalmıştı. Melun Tuğrul, onların katledilmesi için bir grup insanı
göndermişti. Ancak kale muhafızı Tuğrul’un emrini birkaç gün bekletti. Gelen topluluğu
da ertesi gün gelmeleri için kalenin kapısında bekletti. Bu esnada hızlı bir şekilde
Tuğrul’un ölüm haberi kaleye ulaştı. Devlet büyüklerinin saltanat konusunda tedbir
alamaya başladıkları bildirildi. Ardından Abid Kalesi’nde iki tane şehzadenin bulunduğu
bilgisi üzerine herkes kaleye koştu. Öncelikle İbrahim’i saltanatın başına getirmek
istediler. Ancak onun hasta (hastalığı) ve zayıflığı saltanatın başına gelmesine engel
oldu.”58
Temel tarihi kaynakların aktardığına göre Tuğrul Bozan’ın katledemediği iki
veya üç şehzade bulunmaktaydı. Birinci görüşe göre hayatta kalan şehzadelerin
isimleri İbrahim ve Ferruhzad’dı. İkinci bir görüşe göre hayatta kalan üçüncü
şehzadenin ismi Şuca’ydı. Bunların katledilmemesinde en önemli rolü şüphesiz
kale muhafızı oynamış ve Tuğrul Bozan’dan emir gelmesine rağmen şehzadelerin
katline yanaşmamıştı. Aksine Tuğrul Bozan’a karşı kin beslemeye başlamıştı.
Deneyimli bir kişi olan kale muhafızı Tuğrul Bozan’ın zalim birisi olduğundan
devletin başında fazla kalamayacağını tahmin etmişti. Bu doğrultuda Tuğrul’u
destekleyenleri kınayarak aleyhinde tahrik etmişti.59 Tuğrul Bozan’ın kırk günlük
saltanatından sonra saltanatın başına getirilen Ferruhzad, adalet ve tahammül
sahibi bir hükümdardı. Devletin başına geçince Tuğrul Bozan ve Selçukluların
çatışmasından tahrip olan devleti düzeltmeye, zarar gören halkı refaha
kavuşturmaya çalıştı. Zulme uğrayan halkı vergiden muaf tuttu. Sultan
Abdürreşîd’in ölümüne sebep olan kişileri cezalandırdı.60 Kuyu ve çukurlara
atılan şehzadelerin cenazelerini hanedan mezarlığına defnettirdi.61
Bu sırada Gazneli Devleti’ndeki iç ihtilafı fırsat bilen Selçuklular, Çağrı Bey
önderliğinde büyük bir ordu ile Gazne’ye akın ettiler. Fakat Gazne’ye yaklaşınca
Gazneli emiri Hırhiz’e karşı mağlup oldular. Selçuklu Türkmenlerinin savaş
Bosworth, s. 338.
Hândmir, s. 169; Halîlî, s. 216; Öntürk, s. 356; Bosworth, s. 337.
58 Cüzcânî, I, s. 237.
59 Perviz, s. 357; Öntürk, s. 357.
60 Hândmir, s. 169.
61 Müstevfî, s. 41.
56
57
174 | USAD İzzetullah ZEKİ
aletleri Gaznelilerin eline geçti. Sultan Ferruhzad da içeride istikrar sağladıktan
sonra Horasan’a Selçukluların üzerine ordu gönderdi. Selçuklular ise Gülyarık
(Gülsarığ, Kulsarik) isminde en büyük emirlerini savaşa gönderdi. Savaş
başlayınca Türkmenler mağlup edildi, Gülyarık esir alındı. Ardından Alparslan
babasının emri üzerine savaşa katıldı. Alparslan, Gaznelilerle savaşa girince
Gazneli emirlerinden birkaç kişi esir düştü. Durumun vahametini fark eden
Sultan Ferruhzad, esir aldığı Selçuklu emiri Gülyarık’ı serbest bıraktı. Buna karşı
Selçuklular da esir aldıkları Gazneli komutanlarını serbest bıraktılar. 62 Aynı konu
ile ilgili başka bir görüşe göre Çağrı Bey, Gaznelilere karşı yenilince oğlu
Alparslan atabegi Gülsarığ’ı yanına alarak Ferruhzad’ın yönettiği Gazneli
ordusunu mağlup etti ve Gazne’nin büyük devlet adamlarını esir aldı.63 Bu
görüşün yukarıda bahsi geçtiği üzere Selçukluların Sultan Ferruhzad’a
Gülsarığ’ın esir düşmesinden sonra giriştiği ikinci saldırıları olduğu kuvvetli
görülmektedir.
Gazneli sultanları, her ne kadar Tuğrul Bozan’ın tehlikesinden kurtulsalar da
kendilerini yönetimin başına getiren emir ve vezirlerin vesayetinden
kurtaramadılar. Nitekim bu durum Sultan Ferruhzad döneminde kendini bariz
bir şekilde göstermektedir. Sultan Ferruhzad’ın devletin başına geçmesini
sağlayan Hırhiz, devletin veziri olarak tüm yetkileri elinde tuttu.64 Devletin
bekasını göz önünde bulunduran Sultan Ferruhzad anlayışlı davranarak
memleketini tekrar mamur hale getirmeyi başardı. Halka karşı hoş muamelelerde
bulundu.65 Vefat etmeden önce bir gün hamamda Tuğrul Bozan’ın kalıntılarından
olan üç gulamın suikastına maruz kadı. Yalnız olmasına rağmen elindeki kılıcıyla
gulamları etkisiz hale getirerek sağ kurtuldu. Fakat bu olaydan sonra tedirgin
halde yaşadı. Dünyevi işlerden uzak durdu. 451/1059 yılında 34 yaşında kulunç
hastalığı sebebiyle hayatını kaybetti. 66 Tuğrul Bozan isyanı ve Selçuklu
saldırılarından zarar gören Gazneli Devleti kalıcı olarak bir daha toparlanamadı.
Yer yer isyanlar baş gösterdi. Hindûlar, Gûrlular ve Selçukluların isyanları ardı
adına devam etti. 571/1176 yılına gelince Gazne, Gûrlular tarafından tamamen
istila edildi ve Gazneliler tarih sahnesinden çekildi.67
İbnü’l-Esîr, s. 1443; Hândmir, s. 169; Bayur, s. 207.
Sevim, s. 185; Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, III, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 2016, s. 4.
64 Halîlî, s. 217; Bosworth, s. 340; Bayur, s. 207.
65 Hândmir, s. 169.
66 Cüzcânî, I, s. 237; Halîlî, s. 217; Perviz, s. 357.
67 Nesimi Yazıcı, İlk Türk- İslam Devletleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2001, s. 177.
62
63
Sultan Abdürreşîd Dönemi Gazneli Devleti’ndeki Olayların
Temel Kaynaklara Yansıması | 175
SONUÇ
Sultan Mahmud’un devletin başına gelmesiyle beraber dini, siyasi, iktisadi,
askeri ve sosyo-kültürel açıdan en üst zirveye yükselen Gazneli Devleti, coğrafi
olarak da sınırları Mâverâünnehir’den Kuzey Hindistan’ın içlerine kadar
genişlemiştir. Fakat Sultan Mahmud’un vefatıyla ülkede içinde başlayan iç
ihtilaflar devletin gücünü kaybettirmiş, sınırlarını daraltmıştır. Ölümünden kısa
bir süre sonra topraklarında Selçuklular muktedir bir devlet olarak kurulmuş,
gün geçtikçe tehditleri artmaya başlamıştır. Sultan Mahmud’un evlatlarının
dirayetsizliği bu tehditlerin giderek önünü açmıştır. Başta Sultan Mesud, Sultan
Mevdûd ve Sultan Abdürreşîd olmak üzere şehzadeler arasındaki olumsuz
rekabetler, taht kavgaları ve kişisel hırslar içerideki emirlerin birer sultan gibi
davranmalarına, dışarıdaki hasımların ülke topraklarına göz dikmelerine zemin
hazırlamıştır. Nitekim bu durum çalışma konumuz olan Sultan Abdürreşîd
döneminde kendini bariz bir şekilde göstermiştir. Tuğrul Bozan gibi vefasız ve
nankör bir gulamın Gazneli Devleti’ni büyük bir kırılmaya uğrattığı görülmüştür.
Temel kaynakların vurguladıkları ortak nokta Sultan Abdürreşîd’in saf ve
samimi siyasetiyle, cesaretsiz ve dirayetsiz davranışları aleyhinde işlediği, ülke
içinde istikrarsızlığa yol açtığı ve dışarıdaki düşmanlarının ülkesine
saldırmalarına zemin hazırladığı yönde olmuştur. Sultanın bu yetersizliği,
saltanata el konulmasına, sultanın kendisi başta olmak üzere on bire yakın
şehzadenin katledilmesine sebep olmuştur. Ayrıca, Gûr, Gûrca ve Sîstân
bölgelerinin elden çıkmasına, Hindistan’da fethedilen bazı bölgelerin tekrar
Müslümanlardan geri alınmasına ve bunların hepsi devletin bir daha
toparlanmasını beraberinde getirmiştir. Nitekim Gazne, Sultan Bahramşah
döneminde Selçukluların egemenliği altına girmiş, ardından Oğuzların istilasına
uğramış ve son olarak tamamen Gûrluların yönetimine geçmiştir.
176 | USAD İzzetullah ZEKİ
KAYNAKÇA
Akkuş, Mustafa, İzzetullah Zeki, “Târîh-i Beyhakî’ye Göre Gazneli Selçuklu İlişkileri ve
Gazneli Algısı” USAD Uluslararası Selçuklu Araştırmaları Dergisi,(2016), S. 5, Konya
2016, s. 181–204.
Akkuş, Mustafa, “Gazneli Mahmud’un Mutasavvıflarla İlişkileri”, S.D. Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, SUTAD, (2019), S, 45, Isparta 2019, s. 353-369.
Bayur, Hikmet, Hindistan Tarihi, I, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1977.
Beyhakî, Ebü’l-Fazl Muhammed b. Hüseyin, Târîh-i Beyhakî, nşr. Saîd Nefisi, Sanayi
Yayınları, Tahran 1940.
Beyhakî, Hâce Ebü’l-Fazl Muhammed b. Hüseyin, Târîh-i Beyhakî, I, nşr. Dr. Feyyaz,
İntişârât-ı Hirmend, Tahran 2001.
Bosworth, Clifford Edmund, Târîh-i Gaznevîyân, çev. Hasan Enuşe, Müesses-i İntişârât-ı
Emir Kebir Yayınları, Tahran 1999.
Cüzcânî, Kâdı Minâhacüddîn Ebû Ömer Osman b. Sirâciddîn Ömer, Tabakât-ı Nâsırî, thk.
Abdülhay Habîbî, Dünyayı Kitâb Yayınları, Tahran 1974.
Gerdîzî, Ebu Said Abdülhay b. Dahhak b. Mahmud Gerdîzî, Zeynü’l-Ahbâr, tsh. Abdülhay
Gerdîzî, İntişârât-ı Bünyâd-ı Ferheng-i İran, Tahran 1973.
Halîlî, Halîlullah, Saltanat-ı Gaznevîyân, Afganistan İslâm Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı,
Kâbil 2013.
Hândmîr, Muhammed b. Hâvendşah, Ravzatü’s-Safa fî Sireti’l-Enbiya ve’l-Mulûk ve’l-Hulefâ,
çev. Abdulkadir eş-Şahveli, ed-Dârü’l-Mısriyye Li’l-Kitab Li’n-Neşr ve’t-Tevzi,
Kahire 1988.
Hüseynî, Sadrü’l-Kebirü’l-âlem Sadrüddin Ebü’l-Hasan Ali b. Seyyidü’l-İmam eş-Şehid
Ebü’l-Fevâris Nasır b. Ali, Ahbârü’d-Devletü’s-Selcûkiyye, thk: Muhammed İkbal,
Lahor 1933.
İbnü’l-Esîr, İzzüddin Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Muhammed b. Abdülkerim elCezerî eş-Şeybânî, el-Kâmil fî’t-Târîh Târîh-i İbnü’l-Esîr, nşr. Ebu Suheyb el-Keremî,
Beytü’l-Efkârü’d-Devliyye, Ürdün.
Kafesoğlu, İbrahim, Selçuklular ve Selçuklu Tarihi Üzerine Araştırmalar, Ötüken Yayınları,
İstanbul 2014.
Köymen, Mehmet Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, III, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 2016.
Merçil, Erdoğan Afganistan ve Hindistan’da Bir Türk Devleti Gazneliler, Bilge Kültür Sanat
Yayınları, İstanbul 2014.
Merçil, Erdoğan Gazneliler”, DİA, c. XIII, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1996, s.
480–484.
Mubin, Reşid, Sultan Mahmûd-ı Gaznevî, İlim ve İrfan Publisher’s, Lahor 2006.
Müstevfî, Hamdullah İbn Ebu Bekir Ahmed, Târîh-i Güzide, İntişârât-ı Emir Timur, Tahran
2015.
Nâzım, Muhammed, Hayat ve Evkât-ı Sultan Mahmûd-ı Gaznevî, II, çev. Abdulgafur Emînî,
Merkez-i Neşerât-i Meymend, Peşâver 2000.
Sultan Abdürreşîd Dönemi Gazneli Devleti’ndeki Olayların
Temel Kaynaklara Yansıması | 177
Öntürk, Vural, “Gaznelilerde Bir Şehzade Düşmanı: Hâcibü’l-Hüccâb Tuğrul Bozan”, Van
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (2017) S. 36, Van 2017, s.
345–360.
Perviz, Abbâs, Târîh-i Deyâlime ve Gaznevîyân, Müessese-i Mabuât-i Ali Ekber-i İlmî, Tahran
1957.
Sevim, Ali “Çağrı Bey”, DİA, c. VIII, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul 1993, s. 173–186.
Şebânkâreyî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Mecma‘u’l- Ensâb II, nşr. Emir Kebir
Yayınları, Tahran, 1974.
Târîh-i Sîstân, nşr. Muhammed Takî Melikü’ş-Şuarâ Bahâr, Haver Yayınları, Tahran 2002.
Utbî, Ebû Nasr Muhammed b. Abdilcebbâr el-Utbî er-Râzî, Tercüme-i Târîh-i Yemînî, çev.
Ebü’ş-Şeref Nâsih b. Zafer Curfadekânî, thk. Cafer Şiâr, Tahran Üniversitesi
Yayınları, Tahran 1966.
Yazıcı, Nesimi İlk Türk- İslam Devletleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2001.
Zeki, İzzetullah, Gazneli Mahmud’un Din Politikası, Çizgi Kitabevi, Konya 2017.
178 | USAD İzzetullah ZEKİ
USAD, Bahar 2019; (10): 179-202
E-ISSN: 2548-0154
SULTAN II. ABDÜLHAMİD’İN BİR YADİGÂRI: ADANA
HAMİDİYE SANAYİ MEKTEBİ
SULTAN II. ABDULHAMID'S ONE MEMENTO:
ADANA HAMİDİYE INDUSTRY SCHOOL
Ali Rıza GÖNÜLLÜ*
Osmanlı Devletinde modern anlamda mesleki ve teknik eğitim konusunda çalışmalar
Tanzimat’ın ilanından sonra başlamıştır. Ancak Mithat Paşa tarafından ıslahhanelerin kurulması
ile mesleki ve teknik eğitim ülke genelinde yaygınlaşmaya başlamıştır. Mesleki ve teknik eğitim
hizmetleri Sultan II. Abdülhamid döneminde önemli bir yoğunluk kazanmıştır. Bu dönemde
Osmanlı ülkesinin muhtelif yerlerinde çeşitli mesleki ve teknik mektepler açılmıştır. Bunlar
arasında erkek sanayi mektepleri de bulunuyordu. Sultan II. Abdülhamid Döneminde hizmete giren
sanayi mekteplerinden birisi de Adana’da açılan Hamidiye Sanayi Mektebidir. Bu mektep Sultan II.
Abdülhamid’in tahta geçişinin 25. Yıldönümü hatırasına, Adana Islahhanesinin, Adana Hamidiye
Sanayi Mektebi haline dönüştürülmesi ile 22 Ağustos 1900 tarihinde eğitim faaliyetine başlamıştır.
Bu mektebin hizmete girmesinde Adana Valiliğinin, mahalli halkın, Adana Ziraat ve Sanayi
Odasının önemli katkıları olmuştur. Beş yıl süreli olan Adana Hamidiye Sanayi Mektebinin 6
Şubat 1901 tarihinde yıllara göre ders cetveli yayınlanmıştır. Bu ders cetveline göre kültür dersleri
ile birlikte muhtelif dini dersler mektebin müfredat programında yer almıştır. Ayrıca bu mektepte
yabancı dil olarak da Farsça, Arapça ve Fransızca öğretiliyordu. Teorik dersler için sabahları sanat
öğretiminden evvel bir saat ve akşamları yemekten sonra iki saat tahsis edilmiştir. Adana Hamidiye
Sanayi Mektebinin işleyişi, diğer bazı sanayi mektepleri gibi, Islahhaneler Nizamnamesinin
hükümlerine göre tanzim edilmiştir. 1900 yılında Adana Hamidiye Sanayi Mektebinin mektep
meclisi Ali Said Efendi’nin başkanlığında altı azadan meydana gelmiştir. Aynı yılmektebin
*
Dr. Alanya Mesleki ve Teknik Anadolu
https://orcid.org/0000-0002-7659-8657.
Lisesi,
Alanya/Türkiye,
Gönderim Tarihi: 14.02 2019
argonullu@hotmail.com,
Kabul Tarihi: 20.05.2019
180 | USAD Ali Rıza GÖNÜLLÜ
müdürüAbdürrahim Efendidir. Adana Hamidiye Sanayi Mektebinde 1900 yılında 26 talebe, 1902
yılında da 81 talebe öğrenim görmüştür. Bu mektepte beşmeslek bölümübulunuyordu. Bunlar
Matbaacılık, Demircilik, Marangozluk, Kunduracılık ve Terzilik bölümleridir. Mektebin bu meslek
bölümlerinde Müslüman ustaların yanında gayri Müslim ustalar da öğretici olarak çalışmışlardır.
Mektebin ihtiyacı olan çeşitli ders araç ve gereçleri de imkânlar ölçüsünde temin edilmiştir. Ayrıca
mektebin fiziki olarak gelişmesi için ilave bölümler inşa edilmiştir. Bu mektebe tayin edilen
muallimlere ve diğer görevlilere devlet tarafından harcırahları verilmiştir. Gelirleri yeterli olmadığı
için, mektebin giderlerini karşılamak üzere merkezi yönetim tarafından, adı geçen mektebe muhtelif
gelirler tahsis edilmiştir. Bu mektep Milli Mücadeleden sonra Mustafa Kemal tarafından 16 Mart
1923 tarihinde ziyaret edilmiştir.
•
Anahtar Kelimeler
Osmanlı Devleti, Milli Mücadele, Mesleki Eğitim, Islahhane, Sanayi Mektebi
•
Abstract
In the Ottoman Empire, studies on vocational and technical education in the modern sense
started after the declaration of Tanzimat. With the establishment of correctional institutions by
Mithat Pasha, vocational and technical education started to spread throughout the country.
Vocational and technical education services gained a significant intensity during Sultan II.
Abdulhamid’s period. During this period, various vocational and technical schools were opened in
various places of Ottoman country. Male industrial schools were among these too. One of the
industrial schools that entered service during the reign of Sultan II. Abdülhamid was Hamidiye
Industry School, which opened in Adana. This school started its educational activity on August 22
1900, with Adana Correctional Institutions transition into Adana Hamidiye Industrial School for
memory of Sultan II. Abdülhamid's 25th anniversary to commemoration of the throne. Adana
Governorate, local people, Adana Chamber of Agriculture and Industry had important
contributions for this school. The course table of the Adana Hamidiye Industrial School according to
years which lasted for five years, was published on 6 February, 1901. According to this course
schedule, cultural lessons and various religious lessons were included in the course table. In
addition, Persian, Arabic and French were being taught as a foreign language at this school. For the
theoretical lectures, one hour was given before the art teaching in the morning and two hours after
dinner. The operation of the Adana Hamidiye Industrial School was arranged according to the
provisions of the Correctional Institutions Regulations, just like some other industrial schools. In
1900, Adana Hamidiye Industrial School's council, was formed of chairmanship of Ali Said Efendi
and six major members. In the same year, Abdurrahim Efendi was the director of the school. In
Adana Hamidiye Industry School, 26 students were educated in 1900 and 81 students in 1902.
There were five vocational departments in this school. These were Printing, Forging, Carpentry,
Shoemaking and Tailoring. In these occupational sections of the school, Muslim masters and nonMuslim masters worked as instructors. The necessary course materials and equipment were also
provided for the school as far as possible. Additional sections were constructed to the school for
Sultan II. Abdülhamid’in Bir Yadigârı: Adana Hamidiye Sanayi Mektebi | 181
physical development too. The teachers and the other officials subsistences assigned to this school
were paid by the government. Since their incomes were not sufficient, various revenues have been
allocated to the mentioned school by the central administration in order to cover the expenses. This
school was visited by Mustafa Kemal on March 16, 1923 after the National Struggle.
•
Keywords
Ottoman State, National Struggle, Vocational Education, Correctional Institutions, Industry
School
182 | USAD Ali Rıza GÖNÜLLÜ
GİRİŞ
Osmanlı Devletinde modern anlamda mesleki ve teknik eğitim konusunda
çalışmalar Tanzimat’ın ilanından sonra başlamıştır. Ancak ülke genelinde yaygın
olarak mesleki ve teknik eğitim, Tuna Valisi Mithat Paşa’nın 1863 yılında Niş’te
ilk ıslahhaneyi kurması ile hız kazanmıştır. Bu kurumun amacı yetim ve öksüz
veya aileleri kendilerine bakamayacak kadar fakir olan Müslüman ve
gayrimüslim çocuklara temel eğitim vermek ve meslek kazandırmak amacını
taşıyordu. Bu ıslahhanedeki eğitim ve öğretimden iyi sonuçlar alınması üzerine
1864’te Tuna vilayetinin merkezi Rusçuk ile Köstence’de birer ıslahhane daha
açılmıştır. Türkiye’de hem mesleki ve teknik eğitimin hem de korunmaya muhtaç
çocukların eğitimin gelişimi bakımından önemli bir yere sahip olan ıslahhaneler
birkaç yıl içinde Anadolu ve Rumeli’deki birçok vilayete yayılmıştır1.
Tuna Valiliğinden, İstanbul’da Şûra-yi Devlet Başkanlığına atanan Mithat
Paşa, mesleki ve teknik mekteplerin ülke genelinde yaygınlaştırılması için
faaliyetlere başlamıştır. Bu faaliyetlerin başında 1866 yılında Türk sanayisinin
kalkındırılması için İstanbul’da Islah-ı Sanayi Komisyonunu oluşturması
gelmektedir. Bu komisyonun önemli çalışmalarından birisi2, 10 Aralık 1868
yılında çıkardığı Dersaadet Mekteb-i Sanayi Nizamnamesidir. Adı geçen
nizamname 4 bap ve 64 maddeden meydana gelmiştir3.
Dersaadet Mekteb-i Sanayi Nizamnamesi’nin çıkmasından sonra başta
İstanbul olmak üzere, ülke genelinde mesleki ve teknik mektepler açılmaya
başlamıştır. 1868 yılında İzmir, Bursa, Kastamonu, Bosna, Trabzon, İşkodra’da,
1869 yılında Erzurum’da, 1970 yılında Diyarbakır’da bu nizamnameye uygun
mektepler açılmıştır. Mesleki ve teknik eğitim alanındaki gelişmelere kızlar da
dâhil edilmiş, Kastamonu ve İşkodra’daki mesleki ve teknik mekteplerde kızlara
mahsus eğitim verilmeye başlanmıştır4.
Bu arada Sultan II. Abdülhamid tahta geçmiştir (1876-1909). Bu devir gerek
içeride gerekse dışarı da siyasi ve ekonomik sıkıntıların zirvede olduğu yıllarda
Öztürk, “Türkiye’de Mesleki ve Teknik Eğitimin Doğuşu; Islahhaneler”, Hakkı Dursun Yıldız
Armağanı, Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1995, s.427; Cemil
Öztürk, “Islahhane Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 19, İstanbul 1999, s.190
2 Ebubekir Çınar, XIX. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde Mesleki ve Teknik Eğitim, Konya 2007, s.43-44;
Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ortaöğretim ve Sosyal Alanlar Eğitimi Ana Bilim
Dalı Tarih Öğretmenliği Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi.
3 Dersaadet Sanayi Mektebi Nizamnamesi için bakınız. Düstur, Cüz-i Sani, Matbaa-i Amire İstanbul
1289, s.258
4 agt, s.44.
1Cemil
Sultan II. Abdülhamid’in Bir Yadigârı: Adana Hamidiye Sanayi Mektebi | 183
başlamıştır. Bu sebepten dolayı devrin ilk yılları her alanda toparlanma gayreti ile
geçtiğinden, ıslahhaneler başka bir deyişle sanayi mektepleri özelinde bir gelişim
kaydedilmemiştir. Mekteplerin5 yeniden gelişim sürecine girmesi ise 1890’lı
yıllardan sonra olmuştur. Memleketin genel eğitim seviyesindeki artış ile zirai
alanda olmak üzere makineleşmede kaydedilen ilerleme sanayi mekteplerini
dönüştürmeyi zorunlu kıldığı gibi mesleki ve teknik eğitime olan ihtiyacı da daha
belirgin hale getirmiştir. Devletin kayıtsız kalmadığı bu vaziyet nedeniyledir ki
sanayi mektepleri Sultan II. Abdülhamid’e izafeten Hamidiye sıfatını kullanarak
yeniden faal olmaya başlamışlardır. Kapananlar yeni binalar inşa edilmek
suretiyle tekrar açıldığı gibi bunlara “kadimi vechle ianelerle küşat olunan
yenileri” eklenmiştir6.
Burada üzerinde
durulmamış olan ve Sultan II. Abdülhamit Döneminde hizmete giren Adana
Hamidiye Sanayi Mektebi hakkında bilgi verilecektir7.
1.ADANA HAMİDİYE SANAYİ MEKTEBİ
Osmanlı ülkesinde ıslahhanelerin açıldığı dönemde Adana’da da bir
ıslahhanenin varlığından bahsedilmektedir8. 1872 yılında Adana Islahhanesinde
iki meslek bölümü bulunuyordu. Bunlar Kunduracılık ve Terzilik bölümleridir.
Adana Islahhanesinin memuru Ahmet Fahri Efendi, Kâtibi Mehmet Tevfik
Efendi, Türkçe Hocası Nuh Efendi ve Zabıta Memuru da Osman Ağa idi. Bunun
yanında Kunduracı Ustası Gavril, Dikiş Ustası Ahmet Çavuş ve Çulha Ustası da
Şemondu. Bunların yanında ıslahhanede sekiz de kalfa bulunuyordu. Aynı yıl
Adana Islahhanesinin kunduracılık bölümünde 21 ve terzilik bölümünde 26
Bu konuda bakınız: Bayram Kodaman, Abdülhamit Devri Eğitim Sistemi, İstanbul 1980, s.73 vd.
Mehmet Ali Yıldırım, “Mesleki Teknik Eğitimin Gelişimi; Vilayet Sanayi Mektepleri”, Sultan II.
Abdülhamit Sempozyumu, Selanik 20-21 Şubat 2014, Bildiriler, Cilt:2, Ankara 2014, s.217 vd.
7 Sanayi Mektepleri için bakınız: Mustafa Ergün,
İkinci Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri, (19081996), Ankara 1996, s.340 vd; Yaşar Semiz, Recai Kuş, “Osmanlı’da Mesleki Teknik Eğitim İstanbul
Sanayi Mektebi (1869-1930)”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı:15, Konya 2004,
s.282; Büşra Karataşer, ” Konya Hamidiye Sanayi Mektebi (1901-1906)”, Kırklareli Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt:6, Sayı:1, Kırklareli 2017, s. 121 vd; Mehmet Ali
Yıldırım, “II. Meşrutiyet Devrinde Vilayet Sanayi Mekteplerini Yeniden Yapılandırma Girişimleri:
Vilayet Sanayi Mektepleri Tertibatı”, Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:31, Sayı:52, Ankara 1912,
s.135 vd; Mehmet Ali Yıldırım, “Osmanlı Vilayetlerinde Mesleki Teknik Eğitimin Gelişimine
Bakışlar: Bursa Sanayi Mektebi”, Karadeniz Araştırmaları, Cilt:37, Sayı:37, Trabzon 2013,
s.75;Nurcan İnci Fırat, “Konya’daki Eski Sanayi Mektebi”, Vakıflar Dergisi, Cilt:XXIX, Ankara 2005,
s.145 vd.
8Başbakanlık Osmanlı Arşivi Sadaret Mühimme Kalemi ( BOA. A. MKT. MHM.) Nr.452/41;
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Maarif Nezareti Mektubi Kalemi (BOA. MF. MKT.) Nr.13/21
5
6
184 | USAD Ali Rıza GÖNÜLLÜ
talebe öğrenim görüyordu9. Ancak daha sonraki yıllara ait belgelerde Adana
Islahhanesinden bahsedilmemiştir10.
Bununla birlikte bir müddet sonra Adana Islahhanesinin yeni bir isimle
tekrar eğitim hizmetine girdiği görülmektedir. Şöyle ki, Sultan II. Abdülhamid’in
tahta geçişinin 25. Yıldönümü hatırasına, Adana Islahhanesi, Adana Hamidiye
Sanayi Mektebi haline dönüştürülmüştür. Bunun sonunda Adana Hamidiye
Sanayi Mektebi, 22 Ağustos 1900 tarihinde eğitim-öğretim faaliyetine başlamıştır.
Bu mektebin yeniden hizmete girmesinde Adana Valiliğinin, mahalli halkın,
Adana Ticaret, Ziraat ve Sanayi Odasının önemli katkıları olmuştur. Adana
Hamidiye Sanayi Mektebi, kendisine ait bazı hususi talimat ve kararlar yanında
Islahhaneler Nizamnamesi’ne11 dayanarak idare edilmiştir12.
Milli Mücadele’den sonra 15 Mart 1923 tarihinde Adana’ya gelen Mustafa
Kemal Paşa, 16 Mart günü Kolordu Komutanlığı, Ulu Cami, Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti, Hastane ile Öğretmenler Cemiyeti’nin yanında Adana Hamidiye
Sanayi Mektebi’ni de ziyaret etmiştir13. Sultan II. Abdülhamid’in bir yadigârı
olan Adana Hamidiye Sanayi Mektebi Cumhuriyet Döneminde de Türk
eğitiminin hizmetinde olmuştur. Bu mektep ilk önce İnkılâp İlkokulu olarak
kullanılmıştır. Günümüzde de İnkılâp İmam Hatip Ortaokulu olarak faaliyet
göstermektedir14.
1.1.Mektep Meclisi ve Mektep İdare Heyeti
Adana Hamidiye Sanayi Mektebinin yönetiminde iki heyet görev yapıyordu.
Bunlardan birisi mektep meclisi, diğeri de idare heyeti idi. Mektep meclisinde
mülki ve mahalli idare amirleri ile sivil toplum kuruluşlarından ve muhtelif
devlet kurumlarından üyeler bulunuyordu. İdare heyetinde de mektep de görev
yapan muallim ve ustalarla diğer görevliler yer alıyordu. 1900 yılında mektep
meclisi şu kişilerden teşekkül etmiştir. Reis: Nazır Ali Sadi Efendi, Azalar:
Belediye Reisi İbrahim Efendi, Ticaret Odası Reisi Sanisi Hacı Osman Bey,
Mektep Müdürü Abdürrahim Efendi, Eytam Müdürü Süleyman Efendi, Büber
Oğlu Yuvanaki Efendi ve İlyas Terkman Efendi 15.
Adana Vilayeti Salnamesi, Adana 1289, s.46
Adana Vilayeti Salnamesi, Adana 1296, s.127
11 Vilayet Islahhane Nizamnamesi için bakınız; Düstur, Cüz-i Sani, Matbaa-i Amire İstanbul, s.277
12BOA. MF. MKT. Nr.550/9; Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye, Matbaa-i Amire Dârü’l Hilâfeti’l
Âliye 1319, s.358-359
13 Erdem Çakmak, “Atatürk’ün Adana Seyahatleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt:30, Sayı: 90,
Ankara 2014, s.59.
14 Bu bilgi Adana İnkılâp İmam Hatip Okulu Müdürlüğü ile yapılan görüşmede elde edilmiştir.
15 Adana Vilayeti Salnamesi, Adana 1316, s.98
9
10
Sultan II. Abdülhamid’in Bir Yadigârı: Adana Hamidiye Sanayi Mektebi | 185
Aynı yıl idare heyeti de şu kişilerden meydana gelmiştir. Nazır: Gergerizade
Ali Sadi Efendi, Müdür Abdürrahim Efendi, Kâtip ve Fahri Muallim Ahmet
Muhtar Efendi, Fahri Muallim İhsan Fikri Efendi, Muallim Şevki Efendi, Demirci
Ustası Mehmet Usta, Marangoz Ustası Ermenak Usta, Kunduracı Ustası Serkes
Usta, Terzi Ustası Rupen Usta, Ambar ve Mubayaa Memuru Vasil Efendi ve Aşçı
Ruşen Ağa16.
1901 yılında mektebin idare heyetinde şu kişiler bulunuyordu; Fahri Nazır:
Ziraat, Ticaret ve Sanayi Odası Reisi Ali Sadi Efendi, Müdür Abdürrahim Efendi,
İdare Meclisi Azasından İbrahim Efendi, İdare Meclisi Azasından ve Ziraat,
Ticaret ve Sanayi Odası Reis Yardımcısı Hacı Osman Bey, İdare Meclisi
Azasından ve Eytam Müdürü Süleyman Efendi, İdare Meclisi ve Ziraat, Ticaret
ve Sanayi Odası Azasından Yuvanaki Efendi, İdare Meclisi ve Ziraat, Ticaret ve
Sanayi Odası Azasından İlyas Terkman Efendi, Katip ve Fahri Muallim Muhtar
Efendi, Muallim Şevki Efendi, Ambar ve Mubayaa Memuru Musa Sıtkı Efendi,
Mubassır Vasili Efendi, Demirhane Muallimi Mehmet Ağa, Marangozhane
Muallimi Ermenak Efendi, Terzihane Muallimi Rupen Efendi, Kunduracıhane
Muallimi Serkas Efendi ve Aşçı Peruş Efendidir17.
1902 yılında Adana Hamidiye Sanayi Mektebinin Umumi Nazırı: Adana
Valisi Fahri Paşa ve Fahri Nazır İbrahim Rasih Efendidir. Mektep Meclisinde de
Reis ve Fahri Nazır İbrahim Efendi, Azalar Debbağ-zade Hacı Ali Efendi, Hacı
Osman Efendi, Belediye Reisi Kadri Bey, Müdür Abdürrahim Efendi, Mektubi
Kalemi Halifesinden Süleyman Efendi, Büber oğlu Yuvanaki Efendi, Teodos
Efendi ve Şahbazyan Manuk Efendi yer almıştır18.
Aynı yıl mektebin idare
heyetinde Umumi Müdür Abdürrahim Efendi, Müdür Muavini ve Muallim İhsan
Fikri Efendi, Muhasebe ve İmalat Memuru Ahmet Muhtar Efendi, Muhasebe
Kâtibi Abdurrahman Efendi, İmalat Kâtibi Emin Efendi, Mubayaa Memuru
Hayri Efendi, Muallim Şevki Efendi, Muallim Abdülkadir Efendi, Marangoz
Ustası Vehbi Efendi, Tesviyeci Kadri Efendi, Tornacı Faik Efendi, Ocakçı Petro
Efendi, Arabacı Ohan Usta, Terzi Ustası Yağoz Efendi, Muavini Vais Usta,
Kunduracı Ustası Loka Usta ve Muavini Bünyamin Kalfa bulunmaktadır 19.
1903 yılında da mektebin idare heyetinde Nazır ve Meclis Reisi İbrahim Rasih
Efendi, Müdür Abdürrahim Efendi, Muavin İhsan Fikri Efendi, Muhasebe
Memuru Muhtar Efendi, Muhasebe Kâtibi Abdurrahman Efendi, Mubayaa
16a.g.e,
s.98
Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye, Matbaa-i Amire Dârü’l Hilâfeti’l Âliye 1319, s.359
18 Adana Vilayeti Salnamesi, Adana 1318, s.117-118
19 a.g.e. s.118
17
186 | USAD Ali Rıza GÖNÜLLÜ
Memuru Hayri Efendi, Muallim İhsan Efendi, Muallim Şevki Efendi, Muallim
Abdulkadir Efendi, Muallim Sadi Efendi ve Mubassır Mehmet Efendi vardır 20.
Aynı yıl mektebin mektep meclisi de şu isimlerden müteşekkildir: Reis
Ticaret, Ziraat ve Sanayi Odası Reisi Evveli ve Meclis İdare-i Vilayet Azasından
İbrahim Efendi, Azalar İstinaf Hukuk Mahkemesi Azasından Debbağ-zade Hacı
Ali Efendi, eşraftan Tekeli- zade Osman Bey, Belediye Reisi Hacı Bey-zade Kadri
Efendi, Mektubi Kaleminden Süleyman Efendi, İstinaf Mahkemesi Azasından
Kuzma Simon oğlu Hacı Efendi, Ticaret Odası Azasından Büber oğlu Yuvanaki
Efendi ve Ticaret Odası Azasından Şehbazyan Manuk Efendi21.
1.2.Dersler
Adana Hamidiye Sanayi Mektebinin yıllık ders cetveli 6 Şubat 1901 tarihinde
yayınlanmıştır. Buna göre adı geçen okul 5 yıl sürelidir. Bu mektepte kültür
dersleri, dini dersler ve yabancı dil dersleri verilmiştir. Yabancı dil dersleri
arasında Farsça, Arapça ve Fransızca dersleri bulunmaktadır. Ancak yıllık ders
cetvelinde kültür derslerinin haftada kaç saat okunacağı belirtilmemiştir. Bunun
yanında ilk yıl ders sayısı az olduğu halde, daha sonraki yıllarda ders sayılarında
bir artış söz konusu olmuştur. Adana Hamidiye Sanayi Mektebinde verilen
dersler şunlardır; 1. Yıl; Elifba, Hesab-ı Zihni, İlmihal ve Farisi Dersleri, 2. Yıl;
Sarf-ı Osmani, Kavaid-i Lisaniye ve İmla, Hüsn-ü Hat, İlmihal, Hesap, Hendese-i
Hattiye, Farisi ve Resim Dersleri, 3.Yıl; İlmihal, Kavaid-i Lisaniye ve İmla, Hüsn-ü
Hat, Hesap, Hendese, Farisi, Arabi ve Resim Dersleri, 4.Yıl; Vezaif-i Diniye ve
Ahlak, Hendese, Fransızca, Arabi, Memalik-i Osmaniye Coğrafyası, Kavaid-i
Lisaniye ve Kitabet ile Resim Dersleri ve 5. Yıl; Tarih ve Ahlak, Coğrafya,
Makine, Hikmet, Fransızca, Kavaid-i Osmaniye ve Kitabet, Amel-i Usul Defteri ve
Resim Dersleridir. Adı geçen kültür derslerinin öğretilmesi için sabahları sanat
öğretiminden evvel bir saat ve akşamları yemekten sonra iki saat tahsis
edilmiştir22.
Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye, Matbaa-i Amire Dârü’l Hilâfeti’l Âliye 1321, s.328
a.g.e., s.328
22 Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye, Matbaa-i Amire Dârü’l Hilâfeti’l Âliye 1319, s.358-359
20
21
Sultan II. Abdülhamid’in Bir Yadigârı: Adana Hamidiye Sanayi Mektebi | 187
Tablo 1: Adana Hamidiye Sanayi Mektebi Ders Cetveli 23.
YILLAR
1. YIL
2. YIL
3. YIL
4. YIL
5. YIL
Elifba
Vezaif-i
Diniye
ve
(Kıraat ve İmla) Sarf-ı
İlmihal
Ahlak
Tarih ve Ahlak
Osmani
(Kıraatve
Kavaid-i
Hesab-ı Zihni
(Muhtasar)
İmla)
Lisaniye ve İmla Hendese
İlmihal
(Satuh ve
Ecsam)
(Muhtasar)
Hüsn-ü Hat Hüsn-ü Hat
Coğrafya
Farisi
İlmihal
Hesap
Fransızca (Muhtasar Coğrafya-i Umumi)
(Talim-i
(Biraz
(Kesr-i Adi ve (Alfabe ve
Farisi’den
mufassalca) İşari)
Kıraat)
bir miktar)
Makine
Hesap
Hendese
Arabi
(Muhtasar)
(Amel-i
(Hendese-i
Erbaa)
Resmiye)
(Sarf)
Hikmet
Hendese-i
Memalik-i,
Hattıye
Osmaniye
Farisi
(Muhtasar)
Farisi
Arabi
Coğrafyası Fransızca
(Usul-u
Kavaid-i
Farisi)
(Mabadi-i Sarf) Lisaniye
(Kıraata devam)
Resim
Resim
ve Kitabet Kavaid-i Osmaniye ve Kitabet
Amel-i Usul Defteri
Resim
Resim
1.3.Sanat Bölümleri
Adana Hamidiye Sanayi Mektebinde 1900 yılında dört meslek bölümü
bulunuyordu. Bunlar; Demircilik, Marangozculuk, Kunduracılık ve Terzilik
bölümleriydi24. 1902 yılında da aynı bölümler devam etmiştir 25. 1903 yılında
Adana Vilayet Matbaası, Adana Hamidiye Sanayi Mektebine tahsis edilmiş ve
bölüm sayısı beşe çıkmıştır26.
a.g.e. s.358
Adana Vilayeti Salnamesi, Adana 1316, s.98
25 Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye, Matbaa-i Amire Dârü’l Hilâfeti’l Âliye 1319, s.359
26 Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye, Matbaa-i Asr Dârü’l Hilâfeti’l Âliye 1321, s.329
23
24
188 | USAD Ali Rıza GÖNÜLLÜ
1900 yılında adı geçen bölümlerde bulunan ustalar şunlardır. Demirci Ustası;
Mehmet Usta, Marangoz Ustası; Ermenak Usta, Kunduracı Ustası; Serkas Usta,
Terzi Ustası: Rupen Usta27. 1902 yılında da aynı isimler görevlerine devam
etmiştir28.
1903 yılında Adana Hamidiye Sanayi Mektebinin imalat idaresi de şu şekilde
teşekkül etmiştir. İmalat Memuru Muhtar Efendi ve İmalat Kâtibi Emin Efendi.
Matbaa Bölümünde Matbaa Ser Muharriri Meclis İdare-i Vilayet Kâtibi Ebu’l
Serya Sami Bey, Muharriri Mektubi Kaleminden Sadi Efendi, Lotoğrafya Memuru
İzzet Efendi, Lotoğrafya Muavini Şevket Efendi, Ser Mürettip Ali Efendi ve Ser
Mürettip Muavini Emin Efendidir. Ayrıca bu bölümde üç hademe vardır.
Demirhane İdaresinde; Ustabaşı Kadri Efendi, Tornacı Ustası Faik Efendi,
Dökmeci Ustası Mığırdıç Efendi, Ocakçı Petro Efendi ve Arabacı Orhan Efendidir.
Marangozhane İdaresinde; Ustabaşı Vehbi Efendi, Muavini Beşir Efendi ve
Arabacı Ustası Ali Efendidir.
Terzihane İdaresinde; Ustabaşı Boğus Efendi ve Muavini Bayis Efendidir.
Kundurahane İdaresinde; Ustabaşı Necip Efendi, Muavini Ağop Efendi,
Muavini Hiristo Efendi, Muavini Bodus Efendi ve Muavini Kosti Efendidir 29.
1.4.Talebe Sayısı
Adana Hamidiye Sanayi Mektebinde Müslüman çocuklarının yanında, gayri
Müslim çocuklar da eğitim görmüştür. Mektep de 1900 yılında 26 talebe 30, 1901
yılında 27 talebe31.1902 yılında 66’ı Müslim, 15’i gayri Müslim ve toplam 81
talebe32, 1903 yılında da 85 talebe eğitim almıştır33.
2.MAAŞLAR
Adana Hamidiye Sanayi Mektebinde görev yapan personele muhtelif
miktarlarda aylık maaş verilmiştir. Aşağıda 6 Mayıs 1903 tarihine göre mektep
yönetiminin, muallimlerin, sanathanelerde görev yapan ustalar ile diğer
görevlilerin ve matbaada çalışanlarının maaşları gösterilmiştir. Adı geçen
mektepte en düşük maaş 100 kuruş, en yüksek maaş da 1.500 kuruş olarak tahsis
edilmiştir34.
Adana Vilayeti Salnamesi, Adana 1316, s.98
Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye, Matbaa-i Amire Dârü’l Hilâfeti’l Âliye 1319, s.359
29 Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye, Matbaa-i Amire Dârü’l Hilâfeti’l Âliye 1321, s.329
30 Adana Vilayeti Salnamesi, Adana 1316, s.98
31 Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye, Matbaa-i Amire Dârü’l Hilâfeti’l Âliye 1319, s.359
32 Adana Vilayeti Salnamesi, Adana 1318, s.118
33 Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye, Matbaa-i Amire Dârü’l Hilâfeti’l Âliye 1321, s.328
34 BOA. DH. MKT. Nr.671/60
27
28
Sultan II. Abdülhamid’in Bir Yadigârı: Adana Hamidiye Sanayi Mektebi | 189
Tablo 2: Görevlilerin Aylık Maaş Miktarı 35.
Görevi
Müdür
Müdür muavini
Muhasebe ve İmalat Memuru
Muhasebe Katibi
İmalat Katibi
Mubayaa Memuru
Muallim
Hademe
Aşçı
Sofracı
Mubassır
Demirhane Ustası
Torna Ustası
Arabacı
Ocakçı
Dökmeci Ustası
Dökmeci Ustası Muavini
Marangozhane Ustabaşı
Marangozhane Ustabaşı Muavini
Arabacı
Terzihane Ustabaşı
Terzihane Ustabaşı Muavini
Kundurahane Ustabaşı
Kundurahane Ustabaşı Muavini
Makineci
Matbaa Nazırı
Ser muharrir
Muharrir
Ser Mürettip
Ser Mürettip Muavini
Hattat
35
Aynı Belge.
Aylık Maaşı (Kuruş)
400
200
450
200
200
200
200
100
150
100
150
800
400
500
500
610
400
500
400
300
450
400
500
400
300
1.500
400
450
450
180
150
190 | USAD Ali Rıza GÖNÜLLÜ
Lotografya Memur Muavini
Müvezzi
120
100
3.TAYİN
Adana Hamidiye Sanayi Mektebine ihtiyaç hâsıl olduğu zaman müdür,
muallim vs. gibi görevliler tayin edilmiştir. Mesela; Adana Vilayeti tarafından
Adana Hamidiye Sanayi Mektebine 1.000 kuruş maaşla, lisan bilen ve makine
fennine vakıf, idare ve hesap işlerini yerine getirmeye muktedir bir müdürün
tayin edilmesi Sadaret’ten talep edilmişti. Bu talep Sadaret tarafından 1 Ekim
1906 tarihinde Orman, Maden ve Ziraat Nezareti’ne iletilmişti. Adı geçen nezaret
de, bu konuyu Mekteb-i Sanayi Umum Müdürlüğü Vekâletine havale etmiştir. Bu
arada 1906 yılında sanayi mektebinden diploma ile mezun olan kişilerin bir kısmı
Hamidiye Hicaz şimendiferinde istihdam olunmuştu. Diğerlerinin de her biri
değişik yerlerde çalışıyordu. Mekteb-i Sanayi Umum Müdürlüğü Vekâleti bir
sanayi mektebi müdürlüğünü idare etmek için, tayin edilecek müdürün oldukça
tecrübeye sahip olması gerektiği tespitinde bulunmuştu. Bunun için 1900 yılında
İstanbul Sanayi Mektebinden mezun olan Keldani Cemaatinden Nasri Efendi bu
görev için düşünülmüştü. Çünkü Nasri Efendi, İstanbul Sanayi Mektebinden
mezun olduktan sonra, Konya’da harman makineleri işletmesinde ve Terkos
Kumpanyasında makinist muavinliği yapmış, ayrıca Anadolu Şimendifer
Kumpanyasının
Eskişehir
Fabrikasında
çalışmıştır.
Bununla
birlikte
lokomotiflerde makinist muavinliği yanında, sair yerlerde çalışan ve belli bir
tecrübe sahibi olan Nasri Efendi, Arapça ve Fransızca Dillerine de aşina olmakla
beraber ameli ve nazari resim ve fenni makineler konusunda tahsil yapmıştır.
Bunun yanında Nasri Efendi güzel ahlaka da sahipti. Adı geçen umum müdürlük
tarafından Nasri Efendi’nin kendi görüşü de alınarak Adana Hamidiye Sanayi
Mektebi Müdürlüğüne tayin edilmesi uygun görülmüştür. Bunun üzerine
Orman, Maden ve Ziraat Nezareti’nden 20 Kasım 1906 tarihinde Sadaret’e
gönderilen yazıda, Nasri Efendi’nin harcırahı gönderildiği takdirde Adana
Hamidiye Sanayi Mektebi’ne gidebileceği bilgisi verilmiş ve konu ile ilgili olarak
Adana Vilayeti’ne tebligat yapılması istenmiştir36.
Sadaret tarafından da 26
Kasım 1906 tarihinde Adana Vilayetine konu hakkında tebligat yapılmış ve
gerekli işlemin yapılması istenmiştir37. Adana Vilayeti de, Nasri Efendi’nin
harcırahı olan 890 kuruşu postaya vererek Orman, Maden ve Ziraat Nezareti’ne
36
37
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Bab-ı Ali Evrak Odası (BOA. BEO.) Nr. 2950/221221. Lef.1.
Aynı Belge. Lef.2.
Sultan II. Abdülhamid’in Bir Yadigârı: Adana Hamidiye Sanayi Mektebi | 191
göndermiştir. Ayrıca bu konu hakkında adı geçen vilayet tarafından Sadaret
haberdar edilmiştir (12 Aralık 1906)38.
Sadaret de 22 Aralık 1906 tarihinde Orman, Maden ve Ziraat Nezareti’ne
Adana Vilayeti tarafından Nasri Efendinin harcırahın gönderildiği bilgisi
verilmiştir39. Ancak Nasri Efendi hakkında 23 Şubat 1907 tarihinde Dâhiliye
Nezareti’ne bazı olumsuz iddiaları kapsayan bir dilekçe gönderilmiştir 40. Dâhiliye
Nezareti de 7 Mart 1907 tarihinde Adana Valiliğine gönderdiği yazıda, bahse
konu dilekçede ortaya atılan iddiaların araştırılmasını ve gerçeğin ortaya
çıkarılmasını istemiştir41.
Adana Hamidiye Sanayi Mektebine tayin edilen müdürlerden birisi de Hasan
Mahzuni Efendidir. Şöyle ki; İsviçre’nin Lozan şehrinde Elektrik ve Makine
Mühendisliği tahsil etmiş olan Hasan Mahzuni Efendi, Dâhiliye Nezareti’ne
tahsisatı vilayet hususi bütçesine dâhil olan sanayi mekteplerinin birisinde fen
memurluğu veya muallimliklerden bir veya ikisini deruhte etmek arzusunda
olduğu talebini bildirmişti. Bunun üzerine Dâhiliye Nezareti tarafından 7 Kasım
1913 tarihinde Adana Vilayetinden konu ile ilgili bilgi istenmiştir 42. Adana
Vilayeti de 14 Aralık 1913 tarihinde Dâhiliye Nezareti’ne gönderdiği yazıda,
Hasan Mahzuni Bey’in 2.000 kuruş maaşla ve ihdası zaruri bulunan Ameli
Makine ve Elektrik Dersi Muallimliğini deruhte etmek şartıyla müdürlüğe tayin
edilmesinin uygun bulunduğunu bildirmiştir43. Bunun üzerine Hasan Mahzuni
Bey’in görevi kabul ettiği Dâhiliye Nezareti tarafından 17 Aralık 1913 tarihinde
Adana Vilayetine bildirilerek, adı geçen kişinin memuriyete gidebilmesi için
harcırahının gönderilmesi istenmiştir44.
Hasan Mahzuni Bey’in İstanbul’dan Adana’ya kadar 178 saat itibariyle ve
saatte 10 kuruş hesabıyla harcırahı 1.780 kuruştur. Ancak bu miktardan %5
tekaüdiye ve %3 Harp Vergisi kesilmiştir. Adana Vilayeti geriye kalan 1.637
kuruş 20 parayı Adana Bank Osmanî Şubesine teslim etmiştir. Buradan alınmış
olan 3 Ocak 1914 tarihli poliçe Adana Vilayeti tarafından Dâhiliye Nezareti’ne
gönderilmiştir45.
Aynı Belge. Lef.3.
BOA. BEO. Nr.2966/222428
40 BOA. DH. MKT. Nr. 1152/47.Lef.1
41 Aynı Belge. Lef.2.
42 Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dâhiliye Nezareti Umur-ı Mahalliye-i Vilayat Müdüriyeti (BOA. DH.
UMVM.) Nr. 68/46. Lef.1.
43 Aynı Belge. Lef.2
44 Aynı Belge. Lef.3
45 Aynı Belge. Lef.4.
38
39
192 | USAD Ali Rıza GÖNÜLLÜ
Dâhiliye Nezareti de 11 Ocak 1914 tarihinde harcırahın Hasan Mahzuni Beye
teslime edildiğini ve adı geçen kişinin İstanbul’dan hareket edeceğini Adana
Vilayetine bildirmiştir46.
4.BİNA İNŞASI VE MALZEME ALIMI
Adana Hamidiye Sanayi Mektebinin bazı ek binalar yanında, yeni sanayi alet
ve edevatına ihtiyacı bulunuyordu. Bunlar için 3.000 liraya yakın bir paraya
ihtiyaç vardı. Ancak mektebin gelirleri bu miktar parayı ödemeye kâfi
gelmiyordu. Başka kaynaklardan da bunun ödenmesine imkân yoktu. Bunun
üzerine mektep yönetimi, maddi kaynak arayışına girmiştir. Bu arada mektebe
gelir temin etmek üzere İzmir Hamidiye Sanayi Mektebi tarafından bir piyango
tertiplenmişti. Bunun üzerine Adana Hamidiye Sanayi Mektebi Meclisi de, İzmir
Hamidiye Sanayi Mektebinin tertiplemiş olduğu piyangonun yarısı derecesinde
bir piyango tertip edilmesini kararlaştırmış ve bununla ilgili bir tertip pusulası
hazırlamıştır. Daha sonra da konu hakkında bir mazbata hazırlanarak Adana
Vilayeti’ne verilmiştir. Adana Vilayeti tarafından bu konu Dâhiliye Nezareti’ne
bildirilerek, gerekli iznin verilmesi istenmiştir. Dâhiliye Nezareti de 20 Ocak 1903
tarihinde Sadaret’e gönderdiği yazıda; mektebin talep ettiği piyangonun tertip
edilmesi için gerekli işlemin yapılmasını istemiştir47. Bu arada Adana Hamidiye
Sanayi Mektebi için memleket içinden ve bazı durumlarda da yurt dışından ders
araç ve gereci satın alınmıştır. Mesela; Mektep için Avrupa’dan bir adet planya
ithal edilmiştir. Bunun için Adana Meclisi-i İdare-i Vilayet tarafından Rüsumat
Emanetinden, adı geçen aletten gümrük resmi alınmaması talep edilmişti. Bunun
üzerine Rüsumat Emaneti, konu hakkında 5 Haziran 1909 tarihinde Şûra-yi
Devlet’e bir tezkire göndermiştir. Konu 19 Haziran 1909 tarihinde Şûra-yi Devlet
Nafia ve Maarif Dairesinde görüşülmüştür. Burada yapılan görüşmede adı geçen
aletin Adana Hamidiye Sanayi Mektebi için gerekli olan aletlerden olduğu tespit
edilmiştir. Bu sebepten dolayı, adı geçen aletten gümrük resmi alınmaması
hakkında bir karar alınmıştır48. Daha sonra Şûra-yi Devlet Nafia ve Maarif Dairesi
tarafından konu hakkında Sadaret’e bilgi verilmiştir. Sadaret’te 21 Haziran 1909
tarihinde Rüsumat Emaneti’ne gönderdiği tezkirede, Şûra-yi Devlet Nafia ve
Maarif Dairesinin konuya dair almış olduğu karara göre işlem yapılmasını
istemiştir49.
Aynı Belge. Lef.5.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti Mektubi Kalemi (BOA. DH. MKT.) Nr.560/54. Lef.1
48 BOA. BEO. Nr.3581/268505. Lef.1
49 Aynı Belge. Lef.2.
46
47
Sultan II. Abdülhamid’in Bir Yadigârı: Adana Hamidiye Sanayi Mektebi | 193
Bunun yanında Adana Hamidiye Sanayi Mektebi için Avrupa’dan iki balya
kösele ile bir adet reçine aleti ithal edilmişti. Bu sebepten dolayı Adana Meclis-i
İdare-i Vilayet tarafından Rüsumat Emaneti’nden adı geçen eşyalardan gümrük
resmi alınmaması talep edilmişti. Bunun üzerine Rüsumat Emaneti, konu
hakkında 12 Mayıs 1909 tarihinde Şûra-yı Devlet’e bir tezkire göndermiştir. Konu
13 Haziran 1909 tarihinde Şûra-yi Devlet Nafia ve Maarif Dairesinde
görüşülmüştür. Burada yapılan görüşme sonunda, adı geçen eşyalardan gümrük
resmi alınmamasına dair bir karar alınmıştır50. Daha sonra adı geçen daire
tarafından alınan karar hakkında Sadaret’e bilgi verilmiştir. Sadaret’te 25 Haziran
1909 tarihinde Rüsumat Emaneti’ne gönderdiği tezkirede; Şûra-yi Devlet Nafia ve
Maarif Dairesi tarafından alınmış olan karara uygun olarak işlem yapılmasını
istemiştir51.
6.GELİRLER
Adana Hamidiye Sanayi Mektebinin gelirleri arasında mahallinden alınan
özel vergiler başta gelmektedir. Bunun yanında tahsis edilen binaları işletmek ve
tahsil edilmekte olan vergilerden istisna edilmek gibi hususlar da gelir arttırıcı
tedbirler olarak düşünülmüştür.
6.1. Bina Tahsisi
Adana Hamidiye Sanayi Mektebine gelir temin etmek için, işletilmek üzere
mektebe bina tahsis edilmesi merkezi yönetimden talep edilmiştir. Bunlar
arasında Maliye Cemiyeti tarafından çalıştırılan Gün Hanı bulunmaktadır. Adana
Hamidiye Sanayi Mektebi Nazırı ve Adana Ticaret, Ziraat ve Sanayi Odası Reisi
Ali Sadi Efendi ve arkadaşları tarafından Padişah’a sunulmak üzere bir dilekçe
hazırlanmıştır (18 Ekim 1900). Bu dilekçede şu hususlara dikkat çekilmiştir.
“Adana’da bulunan Gün Hanı, Maliye Cemiyeti tarafından işletilmektedir.
Buradan yıllık 7-8 bin kuruş gelir elde edilmektedir. Ancak bu gelir adı geçen
hanın tamiri için kullanılmaktadır. Bu han Adana Hamidiye Sanayi Mektebine
terk edildiği takdirde, burası yardım yoluyla tamir ettirilecektir. Daha sonra da
buradan 200-300 bin kuruş miktarında bir gelir elde edilebileceği
düşünülmektedir. Elde edilen bu para da mektebin gelişmesi için
harcanacaktır”52. Bu dilekçe Adana Valiliği tarafından 24 Ekim 1900 tarihinde
gereğinin yapılması arzıyla Mabeyn-i Hümayun Baş Kitabetine gönderilmiştir53.
6.2.Vergi Gelirleri
BOA. BEO. Nr.3586/268933, Lef.1.
Aynı Belge. Lef.2.
52 Başbakanlık Osmanlı Arşivi Yıldız Sarayı Mütenevvi Maruzat (BOA. Y. MTV.), Nr.208/7. Lef.2.
53 Aynı Belge. Lef.2.
50
51
194 | USAD Ali Rıza GÖNÜLLÜ
Adana Hamidiye Sanayi Mektebinin gelirleri içinde mahallinden alınan özel
vergiler başta gelmektedir. Mesela; Adana Hamidiye Sanayi Mektebi’nin 1902
yılının Eylül ayından 1903 yılının Ağustos ayı sonuna kadar tanzim edilen bir
yıllık gelir ve giderler bütçesinde, talebelerin ihtiyacı ile mektebin muhtelif
masrafları yanında, çalışanların maaş ve ücretleri için 120.000 kuruşa yakın bir
paraya ihtiyaç olduğu görülmüştü. Mektebin gelirleri ise 65.000 kuruş
civarındaydı. 50.000 kuruş açık bulunuyordu. Yalnız Ankara ve emsali
mahallerde sanayi mektebi menfaatine Zebhiye resmine zam yapılmıştı. Bunun
için bütçede meydana gelen adı geçen açığın kapatılması için, Adana Hamidiye
Sanayi Mektebi İdare Heyeti tarafından da, Zebhiye resmine bir miktar zam
yapılması hakkında Adana Vilayetine bir dilekçe verilmiştir. Bunun üzerine
Adana Vilayeti Meclis-i İdaresi tarafından bir mazbata hazırlanmıştır. Adana
Vilayeti bu mazbatayı gereğinin yapılması için Dâhiliye Nezareti’ne
göndermiştir. Dâhiliye Nezareti de 20 Ocak 1903 tarihinde Sadaret’e gönderdiği
yazıda; adı geçen mektebin menfaatine olarak vilayet içinde kesilecek olan koyun
ve keçilerden 20’şer para, sığırlardan 40’ar para resm alınması hususunda
gereğinin yapılması istenmiştir54. Yine Zebhiye55 Resmine Girit İanesi ismiyle bir
ek yapılmıştı. Ancak Adana mahalli idaresinde, zaman içinde bu ek resme ihtiyaç
kalmadığı konusunda bir düşünce hâsıl olmuştu. Bu sebepten dolayı Adana
Vilayeti Meclis-i İdaresi tarafından, Hamidiye Sanayi Mektebinin idaresinin
temini ve gelişiminin devamı için, bu resmin adı geçen mektebe terk edilmesi
yönünde bir karar alınmıştı. Konu ile ilgili hazırlanmış olan mazbata Adana
Vilayeti tarafından 2 Şubat 1903 tarihinde Sadaret’e gönderilmişti. Ancak Sadaret
bu talebe bir cevap vermemişti. Adana Vilayeti 22 Nisan 1903 tarihinde Sadaret’e
konu ile ilgi bir mazbata daha göndermiştir 56. Bunun üzerine Adana Vilayetinin
mazbataları, Sadaret tarafından Maarif Vekâletine gönderilmiştir. Ancak Girit
İanesi ismi altında toplan paranın bir kısmı, muhtaç insanlar ile Girit
Muhacirlerinin ihtiyaçları için harcanmaya devam ediyordu. Bunun yanında 20
Nisan 1903 tarihli Padişah iradesi ile Girit ianesinin bir kısmının da, açılmasına
karar verilmiş olan Şam Tıbbiye Mektebi ile daha sonra açılacak olan Tıbbiye
Mekteplerinin masraflarına harcanmasına izin verilmişti. Bu gerekçelerle Adana
Vilayetinin talebinin yerine getirilemeyeceği Maarif Nezareti tarafından 26 Mayıs
BOA. DH. MKT. Nr. 560/54.
Zebhiye resmi; Kasaplardan kestikleri hayvanlar için alınan vergi, Ferit Devellioğlu, Osmanlıca
Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara 1998, s.1174
56 BOA. DH. MKT. Nr.671/60. Lef.3.
54
55
Sultan II. Abdülhamid’in Bir Yadigârı: Adana Hamidiye Sanayi Mektebi | 195
1903 tarihinde Sadaret’e bildirilmiştir57. Konu hakkında Sadaret tarafından
Dâhiliye Nezareti’ne verilen bilgi, adı geçen nezaretçe 31 Mayıs 1903 tarihinde
Adana Vilayetine aktarılmıştır58.
Adana Hamidiye Sanayi Mektebinin zaruretten dolayı bütçe haricinde inşa
edilmiş olan binaları ile sanathaneleri için alınan alet ve edevat için 100.000
kuruştan fazla bir para harcanmıştı. Ancak bu para borç olarak alınmıştı. Ayrıca
mektebin 1903 yılı masraflarının yarısı bile temin edilememişti. Bunun yanında
mektebe getirilen ustaların maaşları ile sanathanelerin masrafları verilemiyordu.
Bunun için mektebin sanathaneler bölümü kapanma derecesine gelmişti.
Meydana gelen para ihtiyacının hiç kimseye yük olmayacak surette hafif ve
umumi bir yardımla temin edilmesi gerekiyordu. Bu gerekçelerle Adana Vilayeti
Meclis-i İdaresi tarafından Dâhiliye Nezareti’ne gönderilen yazıda; Adana’nın
Seyhan köprüsünden şehre girecek olan yüklü arabalardan geçici olarak ikişer
metelik, hayvanlardan birer metelik Duhuliye59 resmi alınması talep edilmiştir.
Dâhiliye Nezareti de 22 Nisan 1903 tarihinde Sadaret’e konu hakkında bilgi
vermiştir. Bunun üzerine konu ile ilgili olarak Sadaret tarafından 27 Nisan 1903
tarihinde Şûra-yi Devlet’e bir tezkire gönderilmiştir. Bu tezkire 18 Haziran 1903
tarihinde Şûra-yi Devlet Maliye Dairesinde görüşülmüştür. Burada yapılan
görüşme sonunda, alınacak olan yardımın azlığından ve memleket çocuklarının
istifadesi için kullanılacak olmasından dolayı, bu talep uygun görülmüştür 60.
Bunun üzerine Sadaret tarafından 24 Haziran 1903 tarihinde bir irade tasarısı
hazırlanmıştır. Sadaret tarafından hazırlanan bu irade tasarısı 1 Temmuz 1903
tarihinde Padişah tarafından imzalanarak yürürlüğe girmiştir61.
Dâhiliye Nezareti konu ile ilgili iradenin onaylanmış olduğunu 7 Temmuz
1903 tarihinde Adana Vilayetine bildirmiştir62.
Ancak zaman içinde bu resmin alınmaması yönünde Adana’dan bazı talepler
merkezi yönetime iletilmiştir. Şöyle ki; Adana Hamidiye Sanayi Mektebi’nin
açılışı sırasında 1.000 lira borç alınmıştı. Bu borcun ödenmesi ve mektebin
idaresini temin etmek için dışarıdan şehre girecek yüklerden Seyhan
köprüsünden geçici olarak Duhuliye Resmi alınıyordu. Bu arada Hazine
tarafından 1912 yılında Adana Hamidiye Sanayi Mektebi’ne 140 bin kuruş tahsis
Aynı Belge. Lef.4.
Aynı Belge. Lef.5
59 Duhuliye resmi; Bir yere girmek için verilen ücret. F. Devellioğlu, a.g.e. s.191
60 Başbakanlık Osmanlı Arşivi İrade Dahiliye Nezareti (BOA. İ. DH.) Nr.1411/21. Lef.1; BOA. DH.
MKT. Nr.560/54
61 BOA. İ. DH. Nr.1411/21 Lef.2; BOA. DH. MKT. nr.560/54
62 BOA. DH. MKT. 560/54
57
58
196 | USAD Ali Rıza GÖNÜLLÜ
olunmuştu. Bu gerekçelerle Fabrikatör Bosnalı Salih ve arkadaşları tarafından
bahse konu köprüden geçen yüklerden alınmakta olan Duhuliye Resminin
alınmaması için Dâhiliye Nezareti’ne bir telgraf gönderilmiştir. Bunun üzerine
konu hakkında merkezi yönetim ile taşra yönetimi arasında bazı görüşmeler
cereyan etmiştir. Daha sonra Sadaret tarafından Dâhiliye Nezareti’nin tezkiresi 19
Mart 1912 tarihinde Şûra-yi Devlet’e havale edilmiştir. Konu hakkında Şûra-yi
Devlet Maliye ve Nafia Dairesinde 1 Kasım 1912 tarihinde bir görüşme
yapılmıştır. Burada yapılan görüşme sonunda; Adana Vilayeti Meclis-i Umumisi
tarafından alınmakta olan Duhuliye Resminin mektebin 1912 yılı bütçesine
varidat olarak kaydedildiği tespiti yapılmıştır. Ayrıca mektebin 1.000 lira olan
borcunun kapatılıp kapatılmadığının bilinmediği ve 140 bin kuruş ile mektebin
idaresinin temini edilip edilmeyeceği konusunda bilgi bulunmadığı hususu
üzerinde durulmuştur. Daha sonra da bu hususların açıklanması gerekçesiyle
evrakın iade edilmesine karar verilmiştir63.
6.3.Vergiden Muaf Olma
Adana’da yayınlanan vilayet gazetesinden pul resmi tahsil ediliyordu. Bu
resmin alınmamasına dair bir talep mektep yönetimi tarafından gündeme
getirilmiştir. Şöyle ki; Adana Hamidiye Sanayi Mektebinin gelirlerini arttırmak ve
gelişiminin devamını sağlamak için Vilayet Matbaasının İdaresi, mektebe
verilmişti. Yalnız matbaanın idaresi, vilayet gazetesinin cüzi bir miktar olan
abone bedeline münhasır kalmıştı. Bunun yanında İstanbul gazetelerinden pul
resmi alınmadığı biliniyordu. Bu gerekçe ile Adana Vilayeti tarafından 18 Şubat
1903 tarihinde Dâhiliye Nezareti’ne gönderilen yazıda; vilayet gazetesinden pul
resmi alınmaması talep edilmiştir64. Bununla birlikte başka vilayetlerden de bu
konu da merkezi yönetime bazı talepler gelmişti. Ancak pul resmi Düyûn-ı
Umumiye İdaresinin gelirleri arasında bulunuyordu. Bu nedenle Dâhiliye
Nezareti’nden 4 Mart 1903 tarihinde Adana Vilayetine gönderilen yazıda; talebin
yerine getirilemeyeceği bildirilmiştir65.
7.ÖDENEK
Adana Hamidiye Sanayi Mektebi’ne bazı zamanlarda vilayet bütçesinde
ödenek ayrılmıştır. Mesela; Bu mektebe iki dershanenin ilave edilmesi zaruri
görülmüştü. Bunun için yapılan keşif neticesinde bu mahallin 58 bin kuruşa
meydana gelebileceği anlaşılmıştı. İnşaatın bir kısım parası değişik kaynaklardan
tedarik edilecekti. Ancak malzeme bedeli olarak 25.000 kuruşa ihtiyaç
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Şûra_yi Devlet (BOA. ŞD.), Nr.2141/26
BOA. DH. MKT. Nr.671/60. Lef.1.
65 Aynı Belge. Lef.2.
63
64
Sultan II. Abdülhamid’in Bir Yadigârı: Adana Hamidiye Sanayi Mektebi | 197
bulunuyordu. Bu paranın hususi bütçeden harcanması gerekiyordu. Bunun için
adı geçen miktarın içinde bulunulan sene bütçesinin 16. Faslının 2. Maddesindeki
daimi masraflardan, fevkalade bütçenin 12. Maddesinde bulunan Umumi Meclis
Dairesi inşaat masrafları faslına nakledilmesi gerekiyordu. Bu konu hakkında
Vilayet Encümeni tarafından bir karar alınmıştır. Daha sonra bu konuyla ilgili
olarak Adana Vilayeti tarafından 3 Ekim 1916 tarihinde Dâhiliye Nezareti’ne bir
yazı gönderilmiştir66. Ancak Dâhiliye Nezareti 7 Ekim 1916 tarihinde Adana
Vilayetine; adı geçen paranın Fevkalade Bütçede sanayi mektebine ilave olacak
dershane inşaatı masrafları namıyla açılacak mükerrer 8. Faslına naklinin icap
ettiğini bildirmiştir67. Bunun üzerine Adana Vilayet Encümeni tarafından
Dâhiliye Nezareti’nin talebi doğrultusunda yeni bir karar alınmıştır. Alınan bu
karar hakkında Adana Vilayetince 29 Ekim 1916 tarihinde Dâhiliye Nezareti’ne
bilgi verilmiştir68. Dâhiliye Nezareti de konu ile ilgili olarak bir irade tasarısı
hazırlamış ve 30 Ekim 1916 tarihinde Sadaret’e göndermiştir69. Bunun üzerine
Sadaretçe hazırlanmış olan irade 6 Kasım 1916 tarihinde Padişah tarafından
onaylanmıştır. Bu irade de, “Adana Vilayetinin sene-yi haliye adi muvazene-i
hususiyesinin 16. Faslının 2. Maddesinden 25.000 kuruşun bi-tenzil fevkalade
muvazene-yi hususiyesinde sanayi mektebine ilaveten inşa olunacak dershane
mesarif-i inşaiyesi namıyla açılacak mükerrer 8. Faslına nakline mezuniyet
verilmiştir”, denilmiştir70. Sadaret tarafından 7 Kasım 1916 tarihinde iradenin
Padişah tarafından onaylandığı Dâhiliye Nezareti’ne bildirilmiştir 71. Dâhiliye
Nezareti de konu hakkında 8 Kasım 1916 tarihinde Adana Vilayetine bilgi
vermiştir72. Yine Adana Hamidiye Sanayi Mektebi için satın alınacak olan makine
bedelinin ödenmesi için, fazla varidat karşılık kabul edilerek vilayetinin 1919 yılı
fevkalade bütçesinde yeniden açılacak olan 2. Faslına 50 bin kuruşluk ek tahsisat
verilmesi 10 Mayıs 1919 tarihinde Adana Vilayeti tarafından Dâhiliye
Nezareti’nden istenmiştir. Dâhiliye Nezareti de 29 Mayıs 1919 tarihinde Sadaret’e
bilgi vermiştir. Bunun üzerine Sadaretçe konu hakkında hazırlanmış olan irade, 7
Haziran 1919 tarihinde Padişah tarafından onaylanmıştır73. İradenin onaylandığı
BOA. DH. UMVM. Nr.16/24. Lef.1.
Aynı Belge. Lef.2.
68 Aynı Belge. Lef.3.
69 Aynı Belge. Lef.4.
70 Aynı Belge. Lef.5.
71 Aynı Belge. Lef.6.
72 Aynı Belge. Lef.7.
73 BOA. DH. UMVM. Nr.16/42. Lef.1.
66
67
198 | USAD Ali Rıza GÖNÜLLÜ
Sadaret tarafından 10 Haziran 1919 tarihinde Dâhiliye Nezareti’ne bildirilmiştir 74.
Dâhiliye Nezareti de konu hakkında Adana Vilayetini bilgilendirmiştir 75.
Adana Hamidiye Sanayi Mektebinin daimi masrafları olarak 1919 senesi
muvazene-yi hususiyesinin 16. Faslının 2. Maddesindeki 497.500 kuruş tahsisat
bulunuyordu. Ancak bunun 102.000 kuruşu daha sonra mektep müdürlüğünün
teklifi ve vilayetin kararı üzerine adı geçen faslın 1. Maddesine nakledilmişti.
Daimi masraflar maddesinde kalan 377.500 kuruşun da hepsi harcanmış ve
tahsisat kalmamıştı. Ancak mektebin sene sonuna kadar üç aylık idaresini temin
edecek daha 207.450 kuruşa ihtiyacı vardı. Bunun üzerine Vilayet Encümeni
tarafından 8 Aralık 1919 tarihinde fazla varidatın karşılık kabul edilmesiyle, adı
geçen miktarın ilave tahsisat olarak 16. Faslın 2. Maddesine eklenmesine karar
vermiştir. Bunun üzerine Adana Vilayeti tarafından 14 Aralık 1919 tarihinde
Dâhiliye Nezareti’ne bilgi verilmiştir76. Dâhiliye Nezareti tarafından da 27 Aralık
1919 tarihinde bir irade tasarısı hazırlanarak, Sadaret’e gönderilmiştir77. Bunun
sonunda Sadaret’in hazırlamış olduğu irade, Padişah tarafından 3 Ocak 1920
tarihinde onaylanmıştır. Bu irade de, “Fazla varidat irae olunarak Adana
Vilayetinin seneyi haliyede de meri olan 1918 senesi muvazene-yi hususisyesinin
16. Faslının 2. Maddesine 207.450 kuruş tahsisat ilavesine mezuniyet verilmiştir”,
denilmiştir78. Sadaret tarafından 4 Ocak 1920 tarihinde Dâhiliye Nezareti’ne
gönderilen yazıda; konu ile ilgili olarak Padişah iradesinin onaylandığı
bildirilmiştir79. Dâhiliye Nezareti de konu hakkında 7 Ocak 1920 tarihinde Adana
Vilayetine bilgi vermiştir80. Bunun yanında Adana Hamidiye Sanayi Mektebi’nin
iç kısmında inşa edilmekte olan mahallin inşaat masrafları için mevcut tahsisat
yetersiz kalmıştı. Bunun üzerine onaylanan Padişah iradesi gereği 1919 senesi
bütçesinde yeniden açılmış olan 3. Fasla 400.000 kuruş para ayrılmıştı. Daha
sonra bu para da sarf edilmişti. Ancak inşaatın tamamlanabilmesi için 169.310
kuruş 10 para daha sarf edilmesi gerekmiş ve 49.843 kuruş 10 para da içinde
bulunan 1920 senesine borç olarak devir etmişti. Böylece toplam 219.153 kuruş 20
paralık ek bir tahsisata ihtiyaç vardı. Bunun için Vilayet Encümeni tarafından 5
Nisan 1920 tarihinde 1919 senesi bütçesinin fevkalade kısmının 1. Faslında
bulunan Adana Karataş yolu inşaatı tertibinde mevcut olan 2 milyon kör
Aynı Belge. Lef.2.
Aynı Belge. Lef.3.
76 BOA. DH. UMVM. Nr.16/47. Lef.1.
77 Aynı Belge. Lef.2.
78 Aynı Belge. Lef.3.
79 Aynı Belge. Lef.4.
80 Aynı Belge. Lef.5.
74
75
Sultan II. Abdülhamid’in Bir Yadigârı: Adana Hamidiye Sanayi Mektebi | 199
kuruştan 219.153 kuruş 20 paranın yeniden açılan 3. Fasla aktarılmasına karar
verilmiştir. Adana Vilayeti de 3 Mayıs 1920 tarihinde konu hakkında Dâhiliye
Nezareti’ne bilgi vermiştir81. Bunun üzerine Dâhiliye Nezareti, konu ile ilgili
olarak bir irade tasarısı hazırlayarak, 24 Mayıs 1920 tarihinde Sadaret’e
göndermiştir82. Sadaretçe hazırlanan irade, Padişah tarafından 6 Haziran 1920
tarihinde onaylanmıştır. Bu irade de, “Adana Vilayetinin 1919 senesi Fevkalade
bütçesinin 1. Faslından 219.053 kuruş bi-tenzil 3. Faslına nakli ve ilavesine
mezuniyet verilmiştir”, denilmiştir83. Daha sonra Sadaret tarafından Dâhiliye
Nezareti’ne iradenin onaylandığı bilgisi verilmiştir84. Dâhiliye Nezareti de 9
Haziran 1920 tarihinde Adana Vilayetini konu hakkında haberdar etmiştir 85.
SONUÇ
Tanzimat’ın ilanından sonra başlayan eğitimde modernleşme faaliyetleri
Sultan II. Abdülhamid Döneminde önemli bir hız kazanmıştır. Buna bağlı olarak
bu dönemde mesleki ve teknik eğitim de yaygınlaşmaya başlamıştır. XX. Yüzyılın
başında açılan mesleki ve teknik mekteplerden birisi de Adana Hamidiye Sanayi
Mektebidir. Adı geçen mektebin idaresi ile ilgili iki heyet bulunmaktadır.
Bunlardan birisi mektep meclisi, diğeri de idare meclisidir. Adana Hamidiye
Sanayi Mektebi 5 yıl süreli olan bir mekteptir. Bu mektepte talebeler kültür
derslerinin yanında, dini dersler ile yabancı dil dersleri de görmüşlerdir. Ancak
müfredat programında teorik derslerin haftanın hangi günü görüleceği belli
değildir. Bu mektepte Demircilik, Marangozculuk, Kunduracılık, Terzilik ve
Matbaa Bölümü bulunuyordu. Talebeler usta çırak ilişkisi içinde sanathanelerde
sanatlarını öğrenmişlerdir. Mektep de Müslüman muallim ve ustaların yanında
Gayri Müslim olanlarda mevcuttu.
Adana Hamidiye Sanayi Mektebi’ne, ihtiyaç meydana geldiği zaman ilave
binalar yapılmış, ayrıca muhtelif alet ve edevat alınmıştır. Bunlardan bazıları
Avrupa’dan ithal edilmiştir. İthal edilen malzemeler devlet tarafından gümrük
resminden muaf tutulmuşlardır. Mektebin gelir kaynakları arasında mahalli
olarak alınan vergiler ve vilayet bütçesinden aktarılan ödenekler bulunmaktadır.
Devletin içinde bulunduğu siyasal ve ekonomik şartlardan dolayı Adana
Hamidiye Sanayi Mektebinin karşılaştığı önemli meseleler arasında alet ve edevat
yokluğu, kalifiye personele sahip olamama ve kâfi miktarda maddi kaynağın
BOA. DH.UMVM. Nr.16/50. Lef.1
Aynı Belge. Lef.2.
83 Aynı Belge. Lef.3.
84 Aynı Belge. Lef.4.
85 Aynı Belge. Lef.5
81
82
200 | USAD Ali Rıza GÖNÜLLÜ
olmaması bulunmaktadır. Bu nedenden dolayı mahalli halkın vermiş olduğu
önemli desteğe rağmen, bu mektepten beklenen faydanın yeteri kadar
sağlanamadığı düşünülmektedir.
Osmanlı Devleti’nin son döneminde açılmış olan Adana Hamidiye Sanayi
Mektebi ve benzeri mektepler, Cumhuriyet Döneminde ülkemizde uygulanan
mesleki ve teknik eğitimin öncü kuruluşlarından olmuşlardır. Böylece Adana
Hamidiye Sanayi Mektebinin, Sultan 2. Abdülhamit Döneminde açılmış olduğu
ve bu günde Türk eğitimine hizmet eden bir önemli bir eser konumunda
bulunduğu görülmektedir.
Sultan II. Abdülhamid’in Bir Yadigârı: Adana Hamidiye Sanayi Mektebi | 201
KAYNAKÇA
1.ARŞİV BELGELERİ
1.1.OSMANLI ARŞİVİ BELGELERİ (BOA)
Yıldız Sarayı Mütenevvi Maruzat Belgeleri (Y.MTV)
Sadaret Mühimme Kalemi Belgeleri (A.MKT.MHM)
Bab-ı Ali Evrak Odası Belgeleri (BEO)
Şûra-yi Devlet Belgeleri (ŞD.)
İrade. Dâhiliye Nezareti Belgeleri (İ.DH)
Dahiliye Nezareti Mektubi Kalemi Belgeleri (DH.MKT)
Dahiliye Nezareti Umur-ı Mahalliye-i Vilayet Müdüriyeti Belgeleri (DH.UMVM.)
Maarif Nezareti Mektubi Kalemi Belgeleri (MF.MKT)
2.KİTAP VE MAKALELER
Çakmak, Erdem, “Atatürk’ün Adana Seyahatleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
Cilt:30, Sayı: 90, Ankara 2014, Sayfa:49-81.
Çınar, Ebubekir, XIX. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde Mesleki ve Teknik Eğitim, Konya 2007,
Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ortaöğretim ve Sosyal Alanlar Eğitimi
Ana Bilim Dalı Tarih Öğretmenliği Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi.
Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara 1998
Ergün, Mustafa, İkinci Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri, (1908-1996), Ankara 1996
Fırat, Nurcan İnci, “Konya’daki Eski Sanayi Mektebi”, Vakıflar Dergisi, Cilt:XXIX,
Ankara 2005, Sayfa:345-373.
Karataşer, Büşra,” Konya Hamidiye Sanayi Mektebi (1901-1906)”, Kırklareli Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt:6, Sayı:1, Kırklareli 2017, Sayfa: 121-138.
Kodaman, Bayram, Abdülhamit Devri Eğitim Sistemi, İstanbul 1980, Ötüken Yayınları
Öztürk, Cemil, “Türkiye’de Mesleki ve Teknik Eğitimin Doğuşu; Islahhaneler”, Hakkı
Dursun Yıldız Armağanı, Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Yayınları,
İstanbul 1995, Sayfa:427-442.
Öztürk, Cemil, “Islahane Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt:19,
İstanbul 1999, Sayfa:190-191
Semiz, Yaşar, Kuş Recai, “Osmanlı’da Mesleki Teknik Eğitim İstanbul Sanayi Mektebi
(1869-1930)”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı:15, Konya 2004,
Sayfa: 275-295
Yıldırım Mehmet Ali, “II. Meşrutiyet Devrinde Vilayet Sanayi Mekteplerini Yeniden
Yapılandırma Girişimleri: Vilayet Sanayi Mektepleri Tertibatı”, Tarih Araştırmaları
Dergisi, Cilt:31, Sayı:52, Ankara 1912, Sayfa:135-170
Yıldırım Mehmet Ali, “Osmanlı Vilayetlerinde Mesleki Teknik Eğitimin Gelişimine
Bakışlar: Bursa Sanayi Mektebi”, Karadeniz Araştırmaları, Cilt:37, Sayı:37, Trabzon
2013, Sayfa:71-90.
Yıldırım, Mehmet Ali, “Mesleki Teknik Eğitimin Gelişimi; Vilayet Sanayi Mektepleri”,
Sultan II. Abdülhamit Sempozyumu, Selanik 20-21 Şubat 2014, Bildiriler, Cilt:2, Ankara
2014, Sayfa.217-234.
202 | USAD Ali Rıza GÖNÜLLÜ
3.SÜRELİ YAYINLAR
Adana Vilayeti Salnamesi, Adana 1289
Adana Vilayeti Salnamesi, Adana 1296
Adana Vilayeti Salnamesi, Adana 1316
Adana Vilayeti Salnamesi, Adana 1318
Düstur
Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye, Matbaa-i Amire Dârü’l Hilâfeti’l Âliye 1319 Salname-i
Nezaret-i Maarif-i Umumiye, Matbaa-i Asr Dârü’l Hilâfeti’l Âliye 1321.
USAD, Bahar 2019; (10): 203-230
E-ISSN: 2548-0154
ÂRİF ÇELEBİ'NİN BATI ANADOLU BEYLİKLERİYLE MÜNASEBETLERİ
VE MEVLEVİHANELERİN YAYGINLAŞMASI
THE RELATIONSHIPS OF ARIF CHALABI WITH THE WESTERN
ANATOLIAN PRINCIPALITIES AND THE EXPANSION OF MAWLAVI
LODGES
Rauf Kahraman ÜRKMEZ
Öz
Bu makalede, Ârif Çelebi’nin (ö. 1320) seyahatleri ekseninde önce onun Batı Anadolu
beylikleriyle (Menteşeoğulları, Germiyanoğulları, Karamanoğulları vb.) kurduğu münasebetler
masaya yatırılacak, daha sonra da bazı Anadolu şehirlerinde (Karaman, Akşehir, Denizli vb.)
mevlevihanelerin kurulmasıyla alakalı değerlendirmeler yapılacaktır. Bu kapsamda Ârif Çelebi
dönemi Mevlevî halifelerine de değinilecektir.
Ârif Çelebi, devlet yöneticileri ile geliştirdiği yakın ilişkiler sayesinde Mevlânâ Türbesi’ne
vakıflar sağlayan, bazı şehirlere halifeler gönderip mevlevihaneler açtıran, bir yandan da usul ve
esaslarını belirlemek suretiyle Mevlevîliğin tarikat hüviyeti kazanmasını sağlayan Sultan Veled’in
(ö. 1312) oğlu ve halefidir. Babasının izinden giderek Mevlevîliğin geniş kitlelere ulaşmasında
önemli roller üstlenen Ârif Çelebi, ömrünün mühim bir kısmını tarikatını yaymak amacıyla babası
henüz hayatta iken başladığı seyahatlerle geçirmiş; bu vesileyle yoğun bir ilişkiler ağı geliştirmiştir.
Bu makale yazarın “II. Gıyasü’d-din Mes’ud Dönemi” başlığıyla, Selçuk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü bünyesinde Prof. Dr. Mikâil Bayram’ın danışmanlığında hazırladığı yüksek
lisans tezinden üretilmiştir.
Dr. Tarih Öğretmeni, Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı Bilim ve Sanat Merkezi, Zonguldak/Türkiye,
rauf42@hotmail.com, https://orcid.org/0000-0002-7001-6951.
Gönderim Tarihi: 02.05.2019
Kabul Tarihi: 31.05.2019
204 | USAD Rauf Kahraman ÜRKMEZ
Bu ilişkilerin hem tasavvufi hem de siyasi yönü vardır. Zira Mevlevîler, özellikle Sultan Veled ve
Ârif Çelebi döneminde, açıkça Moğol yanlısı bir politika izlemişler, manevi nüfuzları sayesinde
İlhanlıların Anadolu’daki meşruiyetlerini sağlamalarına ve sürdürmelerine ortam hazırlamışlardır.
Ârif Çelebi, bu kapsamda özellikle yeni kurulmakta olan Batı Anadolu beyliklerinin başkentlerini
dolaşmış, buralardaki mahalli emirlerle olumlu ilişkiler geliştirmiş, onları İlhanlılara itaate davet
etmiş; diğer taraftan da halifeler görevlendirmek ve mevlevihaneler açtırmak suretiyle öğretilerini
yaymaya çalışmıştır. Bu çerçevede Ârif Çelebi’nin İlhanlı yöneticileriyle kurduğu ilişkilerle, Batı
Anadolu beyleriyle kurduğu ilişkiler arasında ortak bir nokta olduğunu görüyoruz. Ârif Çelebi’nin
seyahatlerinin pek çoğunda onun maiyetinde bulunan Şemseddin Ahmed Eflâkî’nin (ö. 1360)
Menâkıbü’l-Ârifîn’i üzerinde yaptığımız analizler neticesinde, Mevlevîlerin, XIII-XIV. yüzyıllar
Anadolusu’nun içinde bulunduğu siyasal ve sosyal gelişmelerle daha da artan manevi nüfuzlarını
politik bir misyonda oldukça etkin bir biçimde kullandıkları sonucuna ulaşıyoruz.
•
Anahtar Kelimeler
Ârif Çelebi, Batı Anadolu Beylikleri, Menâkıbü’l-Ârifîn, Mevlevihane, Mevlevîlik
•
Abstract
In this article, the relationships of Arif Chalabi (d. 1320) with the Western Anatolian
principalities (Menteshe, Germiyan, Karaman etc.) will be discussed on the axis of his travels and
then the establishment of the Mawlavi lodges in some Anatolian cities (Karaman, Akşehir, Denizli
etc.) will be evaluated. Within this scope, the Mawlavi caliphs of the period of Arif Chalabi will be
mentioned.
Arif Chalabi was the son and successor of Sultan Walad (d. 1312), who provided foundations
for Mawlana Mausoleum thanks to the close relations he developed with the state governors, sent
caliphs to some cities and opened the Mawlavi lodges and ensured that Mawlaviyah gained the
characteristic of religious sect by determining its order and principles on the other hand. Following
in his father’s footsteps, Arif Chalabi, who played an important role in the fact that Mawlaviyah
reached the large masses, spent a significant portion of his life in his travels in order to spread his
sect, when his father was still alive. Thus, he developed a network of intense relationships. These
relationships were both mystical and political. Because the Mawlavis, especially in the period of
Sultan Walad and Arif Chalabi, followed a pro-Mongol policy obviously and they ensured that
Ilkhanids maintained their legitimacy in Anatolia thanks to their spiritual influence. In this context,
Arif Chalabi travelled around the capitals of the newly founded Western Anatolian principalities,
developed positive relationships with local governors and invited them to obey the Ilkhanids; they
tried to disseminate their disciplines by assigning caliphs and opening the Mawlavi lodges. Within
this scope, we see that there is a common point between the relationships of Arif Chalabi with the
Ilkhanid rulers and those with the Western Anatolian principals. As a result of our analyses on
Manâqıp al-Ârifîn written by Shams al-Din Ahmad al-Aflaki (d. 1360) in the company with Arif
Chalabi in most of his travels, we conclude that the Mawlavis very effectively used their increasing
Ârif Çelebi’nin Batı Anadolu Beylikleriyle Münasebetleri ve Mevlevihanelerin
Yaygınlaşması | 205
spiritual influence with the political and social developments in Anatolia of the XIII-XIV. centuries
in a political mission.
•
Keywords
Arif Chalabi, Manâqıp al-Ârifîn, Mawlaviyah, Mawlavi Lodges, The Western Anatolian
Principalities.
206 | USAD Rauf Kahraman ÜRKMEZ
GİRİŞ
Teşkilatçı ve müteşebbis bir ruha sahip olup Mevlevîliğe adap ve erkânıyla
bir tarikat kimliği kazandıran Sultan Veled, 25 Rebiyülahir 623 (25 Nisan 1226) ile
10 Receb 712 (11 Kasım 1312) yılları arasında yaklaşık bir asra yakın ömür
sürdükten sonra Konya’da vefat etmiş ve babası Celâleddin-i Rumî’nin (ö.
672/1273) yanına defnedilmiştir1. 8 Zilkade 670 (6 Haziran 1272) ile 24 Zilhicce 719
(5 Şubat 1320) yılları arasında ömür süren Ârif Çelebi 2, babası Sultan Veled’in
ölümünü müteakip irşat makamına oturmuştur. Mevlevîliğin yayılmasında çok
önemli roller üstlenen Ârif Çelebi, ömrünün mühim bir kısmını tarikatını ve
meşrebini yaymak amacıyla babası henüz hayatta iken başladığı seyahatlerle
geçirmiştir. Karaman, Beyşehir, Akşehir, Aksaray, Karahisar-ı Devle
(Afyonkarahisar), Amasya, Niğde, Sivas, Tokat, Birgi, Kütahya, Denizli, Menteşe,
Alanya, Antakya, Bayburt, Erzurum, Irak, Tebriz, Merend ve Sultâniye onun
gittiği belli başlı yerlerdir. Görülüyor ki Ârif Çelebi, yorulmak bilmeyen büyük
bir çaba içerisinde aşağı yukarı bütün Anadolu’yu gezmiş, özellikle yeni teşekkül
etmekte olan Batı Anadolu beyliklerinin başkentleri ve mühim şehirlerine
ziyaretler düzenleyerek Irak ve İran’a kadar uzanmış, İlhanlıların başkentine de
birkaç defa uğramıştır. Ârif Çelebi’nin geniş bir sahayı içine alan seyahatleri ve
kurduğu yoğun ilişkiler ağı, Celâleddin-i Rumî sonrası dönemin belli başlı
halifelerini, mevlevihanelerin serpildiği şehirleri ve bu şehirlerdeki yöneticilerle
kurulan münasebetleri anlamamızda yadsınamaz bir öneme sahiptir.
Ârif Çelebi’nin seyahatleri ve bu seyahatleri sayesinde kurduğu
münasebetlerin mahiyeti, muhtevası ve maksadı hakkındaki bilgilerin büyük bir
çoğunluğunu Mevlevî müellif Şemseddin Ahmed Eflâkî’ye3 borçluyuz. Zira bu
seyahatlerin pek çoğunda Ârif Çelebi’nin maiyetinde bulunan Eflâkî,
1
2
3
Sultan Veled’in yaşamı ve eserleri hakkında geniş bilgi için bkz. Abdülbâki Gölpınarlı,
Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkılâp ve Aka Kitabevi Yayınları, İstanbul 1983, 2. Baskı, s. 29-52;
Betül Saylan, Mevlânâ Âilesi ve Mevlevîlik’te Çelebilik Makâmı (Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân Örneği),
(Yayınlanmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü), İstanbul 2013, s.
24-48; Veyis Değirmençay, “Sultan Veled”, DİA, XXXVII, İstanbul 2009, s. 521-522.
Ârif Çelebi’nin yaşamı hakkında geniş bilgi için bkz. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.
65-95; Saylan, Mevlânâ Âilesi, s. 48-54; Tahsin Yazıcı, “Ârif Çelebi”, DİA, III, İstanbul 1991, s. 363364.
761/1360’da vefat eden Eflâkî, büyük olasılıkla Mevlevî halifelerindendir. Zira Ârif Çelebi
tarafından “Bizim Şeyh Eflâkî” olarak kabul edilmektedir ki, bu hitap halifelere yapılır. Bkz. Eflâkî,
II, s. 203; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 86. Eflâkî’nin yaşamı hakkında bkz. Franklin
Lewis, Mevlânâ Geçmiş ve Şimdi, Doğu ve Batı, trc. Gül Çağalı Güven-Hamide Koyukan, Kabalcı
Yayınları, İstanbul 2010, s. 303-304; Tahsin Yazıcı, “Ahmed Eflâkî”, DİA, II, İstanbul 1989, s. 62.
Ârif Çelebi’nin Batı Anadolu Beylikleriyle Münasebetleri ve Mevlevihanelerin
Yaygınlaşması | 207
gördüklerini ve duyduklarını Menâkıbü’l-Ârifîn4 isimli kitabında büyük bir azimle
bir araya getirmiştir. Bahâeddin Veled’den (ö. 628/1231) Şemseddin Âbid
Çelebi’ye (ö. 739/1338) Mevlevîliğin kuruluşu, gelişimi ve yayılışı hakkındaki
rivayetleri içeren bu hacimli eser, söz konusu uzun süreçte Mevlevîlerle bir
şekilde münasebet kuran hükümdar, hatun, emir, bey, âlim, fakih, hafız, sufi, ahi,
tacir, mimar, ressam, hekim, edip, rahip gibi devlet ve toplumun değişik
kesimlerine mensup çok sayıda kişiye değinmektedir. Bu nedenle sadece Konya
merkezli büyük ve geniş bir tasavvufi yapılanmanın tarihini sunmakla
kalmamakta, Anadolu’nun, XIII-XIV. yüzyıllardaki tarihî, dinî, içtimai ve iktisadi
durumuna dair de çok önemli bilgiler içermektedir5. Fakat bir menakıpname
olması münasebetiyle hadiselerin tarihini vermeyi genellikle ihmal etmekte, bu
nedenle tam bir kronolojik sıra takip etme imkânımızı ortadan kaldırmaktadır. Bu
cümleden olmak üzere Eflâkî’nin verdiği bilgiler sayesinde Ârif Çelebi’nin
yukarıda adı geçen beldelerdeki temaslarını ve faaliyetlerini ayrıntılı olarak
anlayabilsek de –bazı istisnalar dışında– buralarda hangi tarihlerde bulunduğu
ve buralara kaçar defa gittiği hakkında yeterli ve net bilgilere sahip
olamamaktayız.
Ârif Çelebi’nin devlet yöneticileriyle kurduğu münasebetleri, birbiriyle
alakalı olmak şartıyla han (Gazân, Olcaytu), hatun (Geyhatu’nun eşi Paşa Hatun)
ve sair emirler (Emîr Muhammed Sekürcî, Polat Bey vb.) gibi İlhanlı veya İlhanlı
yanlısı yöneticilerle kurduğu münasebetler6; başta Türkmen beyleri olmak üzere
mahalli yöneticilerle kurduğu münasebetler şeklinde iki kısma ayırarak
incelememiz meselenin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Zira her iki
münasebet de kendi meslek ve meşrebinin yayılması ortak amacına yönelik
olmasına rağmen, ikincisi birincisinin kaçınılmaz bir sonucu olarak İlhanlı
meşruiyetini temin maksadını da taşımakta ve uç Türkmenleri arasında Moğol
aleyhtarlığının kalkmasına hizmet etmektedir. Bu görüşü destekleyen,
Mevlevîlerin XIII-XIV. yüzyıllar Anadolusu’nun içinde bulunduğu siyasal ve
4
5
6
Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri (Mevlânâ ve Etrafındakiler), I-II, trc. Tahsin Yazıcı, Remzi
Kitabevi Yayınları, İstanbul 1986-1987, 4. Baskı.
M. Fuad Köprülü, “Anadolu Selçuklu Tarihi’nin Yerli Kaynakları”, Belleten, VII/27 (1943), s. 422423; Ahmet Yaşar Ocak, Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1992, s. 65-67. Bu hususa dair uygulamalı bir örnek için mutlaka bkz. Aydın
Taneri, Türkiye Selçukluları Kültür Hayatı (Menâkibü’l-Arifîn’in Değerlendirilmesi), Bilge Yayınları,
Konya 1977, 2. Baskı.
Bu husustaki kayıtlar ve onların değerlendirilmesi için bkz. Eflâkî, II, s. 176-185, 198-199;
Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 69-73; Fatih Bayram, “Ulu Arif Çelebi’nin İlhanlı
Payitahtına Seyahatleri Hakkında Bazı Tespitler”, Avrasya Etüdleri, S. 42 (2012/2), s. 162-167.
208 | USAD Rauf Kahraman ÜRKMEZ
sosyal gelişmelerle daha da artan manevi nüfuzlarını politik bir misyonda nasıl
kullandıklarını örnekleyen iki rivayete yer vermek istiyoruz.
Bunlardan birincisi Türkiye Selçuklu yöneticilerini nezdinde yukarıda dile
getirdiğimiz duruma işaret etmektedir. Zira Sultan Veled, İlhanlıların onayıyla
683/1284’de müstakil olarak tahta oturan II. Gıyâseddin Mesud’a hitaben yaptığı
nasihatte şunları dile getirir:
“Hak velîlerine yöneldin ve Mevlânâ’nın temiz türbelerini onardın. Bu yerinde
bir iş olmuştur. Fakat çabalamaktan da vazgeçme. Asker toplamakta ve
Moğollara hizmet etmekte ve onlara karşı olan hürmeti yerine
getirmekte, mal feda etmekte hülâsa elinde olan selâmet sebeplerini ve
gücünün yetiştiği kadarını yerine getirmektesin. Bundan sonra Ulu Tanrı sana
yardım eder. Çünkü eğer Tanrı istemezse o sebepler yardımcı ve faydalı olamaz.
Hattâ senin yok olmana sebep olur.”7.
İkinci rivayette ise Eflâkî, Türkmen beylikleri nezdinde yukarıda dile
getirdiğimiz duruma ilişkin şunları nakletmektedir:
“…Konya, Karamanlıların elinde bulunduğu dönemde (Ârif) Çelebi hazretleri,
Moğol askerini istediği için Karamanlıların canı sıkılıyor ve daima: ‘Biz sizinle
komşu ve sizi sevenlerden olduğumuz halde, siz bizi istemiyorsunuz da yabancı
Moğolları istiyorsunuz’ diyorlardı. Bunun üzerine (Ârif) Çelebi şöyle dedi: ‘Biz
dervişleriz, gözümüz, Tanrı’nın iradesine bağlıdır. O kimi ister ve ülkeyi kime
verirse, biz de onun tarafındayız ve onu isteriz. (…) Şimdi Tanrı, sizi
değil, Moğol askerlerini istiyor. Ülkeyi Selçukluların elinden alıp,
Cengizhanlılara verdi. (…) Biz de Tanrı’nın istediğini biliyoruz’.
Karamanoğulları candan mürit ve muhib oldukları halde incindiler ve
(Ârif) Çelebi hazretlerinden çekinmeye başladılar.”8.
Bu menkıbeden hareketle Ümit Hassan’ın bir makale tenkidi münasebetiyle
temas ettiği: “Mevleviyye’nin tarikat olarak, Moğollara karşı, İslâmî kader anlayışını çok
daraltan ve ‘irâde-i cüz’iyye’yi yok sayan fatalist ve teslimiyetçi tavırlar”9 takındıkları
ve taşıdıkları şeklindeki fikirlerine katılmamak mümkün değildir.
7
8
9
Sultan Veled, Maârif, trc. Meliha Anbarcıoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1993, s.
139-140.
Eflâkî, II, s. 216. Krş. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yayınları, İstanbul
1998, 6. Baskı, s. 600-601; Köprülü, “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları”, s. 452.
Ümit Hassan, Osmanlı, Örgüt-İnanç-Davranıştan Hukuk-İdeoloji’ye, İletişim Yayınları, İstanbul 2002,
3. Baskı, s. 151-152, dipnot 11.
Ârif Çelebi’nin Batı Anadolu Beylikleriyle Münasebetleri ve Mevlevihanelerin
Yaygınlaşması | 209
İlhanlılar Anadolu’dan elde edecekleri vergilere büyük önem vermekteydiler.
Bu anlayışlarının bir gereği olarak kendi kontrolleri altına almaya çalıştıkları
Anadolu’da, sükûn ve asayişin sağlanmasına yönelik çeşitli askerî ve siyasi
tedbirler almış ve müdahalelerde bulunmuşlardır. Bu çalışmalar, başta Karaman,
Eşref ve Germiyan üçlüsü olmak üzere, Türkmen zümrelerin bazen münferit
bazen de müşterek muhalif faaliyetleri sebebiyle çoğu zaman kanlı geçmiş ve
halkın büyük sıkıntılar çekmesine yol açmıştır10. İlhanlılar bu çalışmalarının yanı
sıra halk üzerinde nüfuz sahibi bazı sufilerle işbirliği içerisine girerek, kendilerine
yönelik aleyhtar havanın yerini itaatkâr bir tutuma bırakmasını
amaçlamışlardır11. Bu meseleyi, Selçuklularının etkisini yitirerek İlhanlıların etkili
olmaya başladığı bir devrede, siyaset ve sufilik problematiğinin Anadolu’daki
uzantısı olarak ele almak gerekmektedir. Zira bu bakış açısı, dönemin sufi
çevrelerinin siyasi tercihlerini hangi şartların şekillendirdiği konusuna sağlıklı bir
biçimde yaklaşmamızı sağlayacaktır. Bu çerçevede özellikle Batı Anadolu
beylikleri arasında hızla yayılan ve öteden beri Moğollarla olumlu ilişkiler
geliştirerek onların zulümlerini önlemeye/azaltmaya çalışan 12 Mevlevîler ön
plana çıkmaktadır. Mevlevîliğin yayılma sürecine tesadüf eden bu zaman
diliminde faaliyetleriyle dikkatleri üzerine çeken şahsiyet ise Ârif Çelebi’dir.
ÂRİF ÇELEBİ’NİN BATI ANADOLU BEYLİKLERİ İLE OLAN
MÜNASEBETLERİ
Karakter bakımından “kabına sığmayan mücessem cezbe abidesi” 13 Şems-i
Tebrizî’yi (ö. muhtemelen 1247) fazlasıyla andıran14 Ârif Çelebi, İlhanlı
10
11
12
13
Anonim, Târih-i Âl-i Selçuk (Anonim Selçuknâme), haz. Halil İbrahim Gök-Fahrettin Coşguner, Atıf
Yayınları, Ankara 2014, s. 46, 49-67; Gregory Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, II, trc. Ömer Rıza
Doğrul, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1999, 3. Baskı, s. 638-639; İsmail Hakkı Uzunçarşılı,
Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2003,
5. Baskı, s. 3-8, 40; Turan, Türkiye, s. 558-607; Faruk Sümer, “Anadolu’da Moğollar”, Selçuklu
Araştırmaları Dergisi, I (1969), s. 45-94.
İlhanlıların Anadolu’da izledikleri dinî siyaset ve buna karşı dinî zümrelerin takındığı tutum
hakkında derli toplu malumat için bkz. Mustafa Akkuş, İlhanlıların Anadolu’daki Dini Siyaseti,
(Yayınlanmamış Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü), Konya 2011, s. 229356.
Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sufîliğine Bakışlar, İletişim Yayınları, İstanbul 1996, 2. Baskı, s. 140-141. Bu
hususa işaret eden verilerin ayrıntılı analizi için bkz. Akkuş, İlhanlıların Anadolu’daki Dini Siyaseti,
s. 332-342. Mikâil Bayram, Mevlevîlerin Celâleddin-i Rumî’den beri Moğolları ve Moğol yanlısı
yönetimi desteklediğini ileri sürmektedir. Bkz. Sosyal ve Siyasî Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlânâ
Mücadelesi, Nüve Kültür Merkezi Yayınları, Konya 2012, 3. Baskı, s. 237-240.
Ocak, Türk Sufîliğine Bakışlar, s. 93.
210 | USAD Rauf Kahraman ÜRKMEZ
hükümdarları ve emirleri ile kurduğu dostane ilişkilerin yanı sıra Anadolu’daki
beyliklerle de bir takım münasebetler geliştirmiştir. Eflâkî’nin çizdiği portreye
göre garip hareketleri, cesur tavrı ile babasından ve dedesinden tevarüs ettiği
siyasi nüfuzu arttırarak hem beyler arasında kendi öğretilerini yaymakta hem de
onlar üzerinde manevi hâkimiyet kurmaktadır. Onun Moğol idarecileriyle olan
siyasi yakınlığını dikkate aldığımızda, Batı Anadolu beyliklerinin İlhanlı
yönetimine karşı sergilediği muhalif tutumun değişmesinde etkili olduğunu
söyleyebiliriz.
Anadolu’daki beyliklerin başında bulunan yöneticiler, yakın ilişki kurup
çeşitli vakıflarla destekledikleri sufi çevreler vasıtasıyla bir taraftan tasavvufi
düşünce ve uygulamaları benimsemiş yahut bunlara sempati duymuşlar, diğer
taraftan da yönettikleri insanlar üzerindeki hâkimiyet haklarına meşruiyet
kazandırmayı düşünmüşlerdir. Bu keyfiyet, XIII. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren fiilen Anadolu’ya egemen olan İlhanlı idarecilerinin sufilerle
geliştirdikleri münasebetlerde de aynen etkili olacaktır. Zira bir “çöküntü devri”
olarak tasvir edilen bu süreçte büyük sıkıntılara maruz kalan insanlar, tasavvufi
şahsiyetleri ve onların tekkelerini bir ümit kaynağı olarak görüyor, yöneticiler ise
halkın kabul ettiği sufileri ön plana çıkararak onları kendilerine bağlamaya
çalışıyorlardı. Böylece beyler, sufi çevreler vasıtasıyla halka nüfuz ederken, sufiler
de hem idarecilere nüfuz ederek halk üzerinde otorite kuruyor hem de bu sayede
beyleri nüfuzları altına alıyorlardı15. Dışarıdan gelen işgalciler oldukları için
Moğol idarecilerinin buna daha fazla ihtiyaçları olduğu ise ortadadır.
Aşağıdaki satırlarda Ârif Çelebi’nin Batı Anadolu beylikleriyle kurduğu
ilişkilere dair ana kaynak konumunda olan Menâkıbü’l-Ârifîn’de geçen kayıtları
mercek altına alacağız. Şunu öncelikle belirtmeliyiz ki, Ârif Çelebi’ye bağlanıp
vefatına kadar onun yanından ayrılmayan Eflâkî’nin kaleminden çıkan bu eser,
Celâleddin-i Rumî ve ardıllarına karşı duyulan derin saygı ve bağlılığın
gölgesinde şekillenen bir menakıpname olması münasebetiyle zaman zaman
tarihî olaylara ilişkin görüşümüzü bulanıklaştırmaktadır. Zira bu tür eserler hem
temel aldıkları hem de bir şekilde temas ettikleri kişileri aşırı yerme, gereksiz
övme, kendinden kılma ya da gösterme gibi eksiklik ya da aşırılıkla maluldür.
14
15
Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 75-76: “Ulu Ârif Çelebi, karakter bakımından ne babası
Sultan Veled’e benzer, ne dedesi Celâleddin’e. O biraz atası Sultânu’l-ulemâ’yı ve bir hayli de Şemseddin
Tebrizî’yi andırmadadır. O, tasavvufa âşina halkın celâlî ve celâlli dedikleri erenlerdendir.”.
Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 13; Ahmet Yaşar Ocak, “Türkiye Tarihinde Merkezi
İktidar ve Mevleviler (XIII-XVIII. Yüzyıllar) Meselesine Kısa Bir Bakış”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Dergisi (II. Milletlerarası Osmanlı Devleti’nde Mevlevîhâneler Kongresi Özel Sayısı), II/2
(1996), s. 17-20.
Ârif Çelebi’nin Batı Anadolu Beylikleriyle Münasebetleri ve Mevlevihanelerin
Yaygınlaşması | 211
Diğer yandan, bazı istisnaları olmakla beraber, ele aldığımız konu çerçevesinde
Menâkıbü’l-Ârifîn’de geçen yer ve şahıs isimlerinin gerçeğe uygun olması, Ârif
Çelebi’nin Batı Anadolu beyliklerinin yöneticileri ile çeşitli ilişkiler geliştirdiği
konusunda ikna edici olabilir. Ancak Eflâkî’nin söz konusu yöneticilerin
neredeyse tamamını Mevlevî gibi göstermesi gerçeklere pek de uygun
düşmemektedir16.
Menteşeoğulları
Ârif Çelebi, öteden beri “Mevlânâ hanedanının muhiplerinden ve müridlerinden”
biri olan Mesud Bey’in17 hüküm sürdüğü Menteşeoğulları İli’ne (Güneybatı
Anadolu) gider. Burada söz konusu havalinin ileri gelen âlim ve sufilerinin de
katıldığı bir semâ meclisi düzenlenir. Katılımcılardan biri de sadece Türk olduğu
belirtilen saf, aydın yürekli ve Mesud Bey’in hanımının da büyük saygı duyduğu
bir şeyhtir. Bu zat semâ esnasında Ârif Çelebi tarafından hırpaladıktan sonra
fazla yaşamayacak ve çok geçmeden de vefat edecektir. Bu hadise, söz konusu
havalide öteden beri etkili olan Türkmen babalarının tasfiye edilerek Mevlevîliğin
ön plana çıkarılmaya çalışıldığının en açık örneklerinden biridir. Nitekim Mesud
Bey kendisinden sonra beylik makamına geçecek olan oğlu Şücâeddin Orhan’ı da
Ârif Çelebi’ye mürit yapmıştır18. Bu durum, söz konusu Türkmen beyliği
üzerindeki Mevlevî nüfuzunun ilerleyen yıllarda da devam etmesini
sağlayacaktır.
İnançoğulları
Eflâkî’nin “melîkü’l-ümerâ ve’l-ekâbir” olarak takdim ettiği Lâdik (Denizli) Uç
Beyliği emiri Şücâeddin İnanç Bey de Ârif Çelebi’nin müritlerindendir. Ârif
Çelebi’nin Denizli’yi ziyaretinde, başta kardeşi Doğan Paşa olmak üzere şehrin
ileri gelenleriyle birlikte onun için çeşitli semâ meclisleri düzenlemiştir 19. Bu
menkıbevî kayıt sayesinde İnanç Bey’in, Ârif Çelebi’nin 1320’deki ölümünden
önce beyliğin başında bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü her ne kadar
kronolojiye fazla yer ve önem vermese de Eflâkî’den anlaşılmaktadır ki, Ârif
Çelebi, birkaç defa Denizli’ye gitmiş ve burada kendi öğretilerini yaymaya
16
17
18
19
Bayram, “Ulu Arif Çelebi’nin İlhanlı Payitahtına Seyahatleri”, s. 160-161.
Mesud Bey’in ölümü 1319’dan öncedir. Kendisi ve oğlu Şücâeddin Orhan hakkında geniş bilgi
için bkz. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 71-74; Paul Wittek, Menteşe Beyliği, trc. Orhan Ş.
Gökyay, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1999, 3. Baskı, s. 56-69.
Eflâkî, II, s. 179-180; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 73; Wittek, Menteşe Beyliği, s. 60-61.
Eflâkî, II, s. 186; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 73.
212 | USAD Rauf Kahraman ÜRKMEZ
çalışmıştır20. Orta Çağ’ın en büyük Müslüman seyyahlarından İbn Battûta da (ö.
770/1368), 1333 Haziranı’nda Denizli’de İnanç Bey ve çocuklarıyla görüştüğüne
göre bu tarihte adı geçen bey henüz hayattadır ve muhtemelen çok geçmeden de
vefat edecektir21.
Olcaytu Han (hanlığı: 1304-1316) tarafından Türkmen beylerinin İlhanlılara
olan bağlılıklarını sağlamak ve tazelemek amacıyla 1314’de Anadolu’ya
gönderilen İlhanlı umumî valisi Emîr Çoban’ın, Erzincan ile Sivas arasında yer
alan Karanbük Kışlağı’nda kurduğu ordugâhına gelerek itaat arz edenlerden
birinin de İnanç Bey olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim dönemin önemli
tarihçi ve maliyecilerinden Aksarayî (ö. 733/1332), Emîr Çoban’a itaat arz edenler
arasında, Germiyanoğullarından ayrılan Denizli Uç Beyliği’ne: “Kütahya ve oranın
kalelerinden Germiyan emîrleri…” şeklinde işaret etmektedir22.
Germiyanoğulları
Sultan Veled zamanında Germiyanoğullarının merkezi Kütahya’dan
Mevlevîliğin merkezi Konya’daki Kutsal Türbe’ye, yani Mevlânâ Dergâhı’nın
çekirdeğini oluşturan Mevlânâ Türbesi’ne beyaz mermerden yapılmış bir havuz
gönderildiğine bakılırsa23, adı geçen beylikle Mevlevîler arasındaki
münasebetlerinin daha eskilere dayandığını söylenebilir. Nitekim Sultan Veled
bir şiirinde24 Kütahya’dan övgüyle bahseder ve bu şehre duyduğu hayranlığı dile
getirir. Buna dayanarak Sultan Veled’in tarikatını yaymak amacıyla Kütahya’ya
uğradığını ve burada çeşitli temaslarda bulunduğunu söyleyebiliriz.
Ârif Çelebi, Denizli’deki bazı müritleri ve dostlarıyla birlikte etraf beyliklere
çeşitli ziyaretler gerçekleştirmiştir. Bunlardan birinde Germiyanoğullarının ilk
müstakil idarecisi olan Kerîmüddin Alişîroğlu I. Yâkub Bey (beyliği: 1300-1340)25
tarafından Lâdik civarındaki Alâmeddin Pazarı (Alâmeddin-i Bâzârî) sahrasında
ağırlanmıştır. Fakat burada kendisinin manevi sohbetlerle meşgul olmasına
aldırış etmeden başka işlerle uğraşan I. Yâkub’a son derece sinirlenen Ârif Çelebi,
o kızgınlıkla çekip gitmiştir. Bu olaydan sonra felaketlere maruz kalan ve hatasını
20
21
22
23
24
25
Eflâkî, II, s. 222, 225, 229; M. Yaşar Ertaş, “Ahmed Eflâki’ye Göre Denizli’de İlk Mevleviler”, Afyon
Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, VIII/1 (2006), s. 87-91.
Ebû Abdullah Muhammed İbn Battûta Tancî, İbn Battûta Seyahatnâmesi, I, trc. A. Sait Aykut, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul 2004, 2. Baskı, s. 410; Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 56.
Kerîmüddin Mahmud-i Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, trc. Mürsel Öztürk, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 2000, s. 252. Krş. Turan, Türkiye, s. 639; Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 56.
Eflâkî, II, s. 207.
Sultan Veled, Sultan Veled Divanı, trc. Veyis Değirmençay, Demavend Yayınları, İstanbul 2016, s.
566-567.
Hakkında bilgi için bkz. Mustafa Çetin Varlık, Germiyan-oğulları Tarihi (1300-1429), Atatürk
Üniversitesi Yayınları, Ankara 1974, s. 35-46.
Ârif Çelebi’nin Batı Anadolu Beylikleriyle Münasebetleri ve Mevlevihanelerin
Yaygınlaşması | 213
anlayan I. Yâkub, bilahare kendisi de Mevlevîliğe bağlanacak olan subaşısı Emîr
Sa’deddin Mübarek Kabız’ı Ârif Çelebi’ye göndererek pişmanlığını bildirmiştir.
Ârif Çelebi Kütahya’ya döndüğünde de ona mürit olmuştur 26.
I. Yâkub, Kütahya’daki bu gelişmeden sonra Mevlevîlerle münasebetlerini
sürdürmüş ve onları mali açıdan desteklemiştir. Nitekim o, 18 Muharrem 795’de
(4 Aralık 1392) yenilenen bir vakfiyesinde Karahisar’daki mevlevihaneye Ârif
Çelebi namına bir kısım arazi ve akarat bağışlamıştır. Bu arazi ve akarat
Karahisar’daki mevlevihanede sakin “Fukara-i Mevleviyye”ye sarf edilmek üzere
vakfedilmiş, ayrıca vakfedilen yerlerin nezareti de Mevlevî halifelerine tevcih
edilmiştir27.
Eflâkî, Ârif Çelebi ile birlikte Lâdik’e giderken yolda şiddetli bir hastalığa
tutulmuş, Kütahya’ya vardıklarında da buradaki zaviyede bir süre yatmıştır 28. Bu
rivayette adı belirtilmeyen zaviyenin Mevlevîliğin Kütahya’da yayılmasında
mühim roller üstlenen Celâleddin Ergun Çelebi (ö. 775/1373)29 tarafından kurulan
Kütahya Mevlevihanesi olabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır 30. Erguniyye
Dergâhı ve Ergun Çelebi Zaviyesi olarak da anılan bu mevlevihane, sonraki
süreçte Konya ve Karahisar mevlevihanelerinden sonra Mevleviliğin üçüncü
önemli merkezi hâline gelmiştir31.
Türkiye Selçuklu Devleti hizmetinde bulunarak yükselen büyük mahalli
emirlerden biri olan I. Yâkub, metbuu III. Alâeddin Keykubad’ın 1302 yılında
tahtan çekilmesinden sonra tekrar iş başına gelen II. Gıyâseddin Mesud’a tabi
olmamış, İlhanlı Devleti’ne yıllık vergi vermek suretiyle onların yüksek
hâkimiyetini tanımıştır. Nitekim Batı Anadolu mıntıkasında gerçekleştirdiği
fetihlerle beyliğinin sınırlarını genişleten I. Yâkub da 1314 yılında Karanbük
Kışlağı’nda İlhanlı umumî valisi Emîr Çoban’a itaat edenler arasında yer
almaktadır32.
26
27
28
29
30
31
32
Eflâkî, II, s. 225-26; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 74.
Varlık, Germiyan-oğulları, s. 144-146; İsmail Çiftcioğlu, “Germiyan Beyliği Döneminde Kütahya’da
Mevlevîlik”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, S. 10 (2004) s. 151.
Eflâkî, II, s. 229-230.
Ârif Çelebi’den de feyzalan bu zatın soyu bir taraftan Celâleddin-i Rumî’ye, diğer taraftan
Germiyanoğulları sülalesine dayanmaktadır. Yaşamı ve eserleri hakkında bkz. Gölpınarlı,
Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 122-124; Mustafa Güneş, “Celâleddin Ergûn Çelebi ve Genc-nâme
Üzerine”, Akademik Bakış Dergisi, S. 56 (2016), s. 372-379; Nuri Özcan, “Celâleddin Ergun”, DİA,
VII, İstanbul 1993, s. 247-248.
Çiftcioğlu, “Germiyan Beyliği Döneminde Kütahya’da Mevlevîlik”, s. 149-150.
Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 124.
Aksarayî, s. 252; Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 41-43; Varlık, Germiyan-oğulları, s. 41-42.
214 | USAD Rauf Kahraman ÜRKMEZ
Aydınoğulları
Mevlevîlerle bilahare Germiyanoğullarından ayrılacak olan Aydınoğulları
arasındaki yakın münasebetler erken dönemlerden itibaren başlamıştır. Nitekim
beyliğin kurucusu Aydınoğlu Mübârizüddin Mehmed Bey 33, Sultan Veled’in
Türk emirleri arasında en çok övgüde bulunduğu kişidir. Onun tarafından “bizim
subaşımız” olarak takdim edilmekte ve “gazilerin sultanı” olarak
methedilmektedir34. Bu menkıbedeki “sultânu’l-guzât” ibaresi, Anadolu’daki gaza
geleneğinin sanıldığının aksine XV. asırdan önce teşekkül ettiğini ortaya
koymaktadır. Ancak bizi burada asıl ilgilendiren husus Mevlevîlerin de söz
konusu teşekkülde rol oynamış olmalarıdır35.
Mehmed Bey, birkaç defa Birgi’ye gelecek olan Ârif Çelebi’nin ilk
seyahatinde onunla karşılaşmış ve duasına mazhar olduktan sonra da muzaffer
olmuştur. 1334’de ölümünden sonra yerine geçen oğlu Gazi Umur Bey de
“kâfirlerle savaşırken” Ârif Çelebi’nin de birkaç kez yanında hazır bulunduğunu ve
onları hezimete uğrattığını görmüştür 36. Bu menkıbevî kayıtlar göstermektedir ki,
Aydınoğulları hem kuruluşlarında hem de gelişmelerinde Mevlevî muhitle yakın
münasebetler tesis etmişlerdir. Hatta uç vilayetlerinden kalkıp Konya’ya gelen ve
icazet alan Ahî Polad’ın –her ne kadar muvaffak olamasa da– Aydınoğulları
arazisine yerleşmek ve burada “semâ âyini kurmak”37, yani bir mevlevihane açmak
istemesi de bu beylikle olan münasebetlerin canlı olduğunu göstermektedir.
Nitekim XVI. yüzyılın ilk yarısında düzenlenen tahrir kayıtları da Aydınoğulları
döneminde Ayasuluğ, Tire ve Birgi’de mevlevihanelerin açıldığını
göstermektedir38.
Yukarıda adı geçen Ahî Polad, Ârif Çelebi’ye karşı nahoş hâllerde
bulunduğundan dolayı nefretleri üzerine çekmiş ve sonuçta Karamanoğulları
tarafından ortadan kaldırılmıştır39. Bu hadiseye asla münferit bir vaka gözüyle
33
34
35
36
37
38
39
Hakkında bilgi için bkz. Himmet Akın, Aydın Oğulları Tarihi Hakkında Bir Araştırma, Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara 1968, 2. Baskı, s. 30-39.
Eflâkî, II, s. 227; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 74.
Konuyla alakalı modern çalışmaların analizinin yapıldığı geniş ölçekli bir tartışma için bkz.
Feridun M. Emecen, “Gazâya Dâir -XIV Yüzyıl Kaynakları Arasında Bir Gezinti-”, İlk Osmanlılar,
Kitabevi Yayınları, İstanbul 2003, 2. Baskı, s. 75-85.
Eflâkî, II, s. 226-227. Bizans İmparatorları ile siyasi münasebetler tesis eden ve Haçlılarla da
mücadele eden Umur Bey, 1348’de şehit düşmüştür. Türbesi Birgi’dedir. Geniş bilgi için bkz.
Akın, Aydın Oğulları, s. 39-52; Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 105-109.
Eflâkî, II, s. 214.
Kemal Ramazan Haykıran-Bircan Kayacan-Cemal Üstün, “XIII. ve XVII. Yüzyıllar Arasında
Aydın’da Tasavvufi Faaliyetler”, Studies of The Ottoman Domain, IX/16 (2019), s. 63.
Eflâkî, II, s. 214.
Ârif Çelebi’nin Batı Anadolu Beylikleriyle Münasebetleri ve Mevlevihanelerin
Yaygınlaşması | 215
bakmamalıyız. Zira bu durum hem uç Türkmenleri arasında Mevlevîliğin ve
mevlevihanelerin yaygınlaştırılmaya çalışıldığına güzel bir örnek teşkil etmekte
hem de Ahî Polad’ın şahsında Ahî-Mevlevî yumuşamasının zaman zaman
sertleştiğini40 ortaya koymaktadır.
Sâhib Ataoğulları
1275-1341 yılları arasında hüküm süren Sâhib Ataoğulları, II. Gıyâseddin
Mesud iktidarının mühim siyasi simalarından Sâhib Ata Fahreddin Ali’nin41 (ö.
687/1288) oğulları ve torunları tarafından Afyonkarahisar ve çevresinde kurulan
bir beyliktir42. Ârif Çelebi, muhalif Türkmen zümrelerin tedip edilmesinde
mühim roller üstlenen Sâhib Ataoğulları Beyliği ile de olumlu ilişkiler
geliştirmiştir.
Eflâkî, Ârif Çelebi’nin Karahisar-ı Devle Kalesi’nde Fahreddin Ali’nin
oğulları ile sohbet ettiğini ve onları kendine mürit yaptığını haber vermektedir43.
Ancak bu gelişme kronolojik olarak pek mümkün gözükmektedir. Fahreddin
Ali’nin Tâceddin Hüseyin ve Nusretüddin Hasan isimli iki oğlu bulunmaktadır.
IV. Rükneddin Kılıç Arslan 646/1249’da tahta çıktığında uç vilâyeti emirliği
(emâret-i vilâyet-i uc) onlara bırakılmış, ayrıca Kütahya, Sandıklı, Beyşehir ve
Akşehir kendilerine verilmiştir44. Babalarının 674’te (1275-1276) İlhanlı
40
41
42
43
44
Adını bizzat Celâleddin-i Rumî’nin koyduğu Ahî Mustafa, Mevlevî muhitte yetişen ve yükselen
bir şahsiyettir. Buna rağmen elde ettiği mertebeleri kendi hükmünü icra etme veya sözünü
dinletme hususunda kullanınca önce Sultan Veled’in yumuşak ikazına muhatap olacak, ardından
da Ârif Çelebi’nin sert tepkisine maruz kalacaktır. Neticede Karamanoğullarından Yahşi Han
tarafından maiyeti ile birlikte öldürülen Ahî Mustafa, Ahî-Mevlevî münasebetlerindeki
sertleşmeye verilecek diğer bir örnektir. Bkz. Eflâkî, II, s. 173-175. Bu hususta geniş bilgi ve
değerlendirmeler için mutlaka bkz. Bayram, Sosyal ve Siyasî Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlânâ
Mücadelesi, s. 242-259.
Hakkında bilgi için bkz. Alptekin Yavaş, Anadolu Selçuklu Veziri Sahip Ata Fahreddîn Ali’nin Mimari
Eserleri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2015, s. 9-17; Erdoğan Merçil, “Sâhib Ata”, DİA,
XXXV, İstanbul 2008, s. 515-516.
Karahisar, Fahreddin Ali’nin iktâı ve hazinelerini muhafaza altına aldığı yerdir. Bugünkü
Afyonkarahisar’ın eski adı olan Karahisar-ı Devle yahut Karahisar-ı Sâhib, Fahreddin Ali’nin
“sâhib” unvanıyla ilgili olduğu gibi, oğulları ve torunları tarafından söz konusu havalide kurulan
küçük beyliğe de Sâhib Ataoğulları denilmiştir. Turan, Türkiye, s. 535, 587; Uzunçarşılı, Anadolu
Beylikleri, s. 150-152; Erdoğan Merçil, “Sâhib Ataoğulları”, DİA, XXXV, İstanbul 2008, s. 518.
Eflâkî, II, s. 196-198. Müellif, bu menkıbeyi söz konusu sohbette bizzat hazır bulunan Çelebi Polad
Bey’den rivayet etmiştir. Ayrıca Cacaoğlu Nûreddin’in oğlu Çelebi Polad Bey’i: “zamanın biricik
emîri” olarak nitelendirmekte; “Rum diyarının soylularının ulularından, Gazân Han’ın (hanlığı:
1295-1304) yakınlarından ve Mevlânâ hânedanına inananlardan” biri olarak tanıtmaktadır. Bkz.
Eflâkî, II, s. 178, 196.
Aksarayî, s. 56.
216 | USAD Rauf Kahraman ÜRKMEZ
hükümdarı Abaka Han (hanlığı: 1265-1282) tarafından “Rum memleketi vezirliği”
makamına getirildiği dönemde Lâdik (Denizli), Honas ve Karahisar-ı Devle
subaşılığı görevini üstlenen Tâceddin Hüseyin ve Nusretüddin Hasan kardeşler,
Karamanoğlu Mehmed Bey tarafından hükümdar ilan edilen Selçuklu şehzadesi
Alâeddin Siyavuş (Cimri) ile Zilhicce 675’de (Mayıs 1277) Akşehir’de yaptıkları
savaşta hayatlarını kaybetmişlerdir45. Ârif Çelebi’nin 8 Zilkade 670’te (6 Haziran
1272) doğduğunu dikkate aldığımızda yukarıdaki rivayetin kronolojik açıdan
hatalı olduğu kendiliğinden anlaşılır. Bu durumda Batı Anadolu beylikleri
arasında Mevlevîliğin yayılması için söz konusu bölgeye çeşitli seyahatler
düzenleyen Ârif Çelebi, Fahreddin Ali’nin oğullarıyla değil de torunlarıyla
olumlu ilişkiler geliştirmiş olmalıdır. Nitekim 1314’de Karanbük Kışlağı’nda Emîr
Çoban’a itaat arz edenler arasında “Karahisar-ı Devle’den Sâhib Fahreddin’in
torunları” da yer almaktadır46.
Eşrefoğulları
Beyşehir, Akşehir ve Seydişehir havalisinde kurulan, İlhanlı tazyik ve
tahakkümleri sebebiyle fazla uzun ömürlü olamayan Eşrefoğulları ile Mevlevîler
arasındaki münasebetler de gayet iyidir. Bunlardan Eşrefoğlu Mübârizüddin
Mehmed Bey, Ârif Çelebi’yi Beyşehir’e davet ederek ona türlü hizmetlerde
bulunmuştur47. Emîr Çoban Anadolu beylerinin bağlılıklarını temin ve tazeleme
maksadıyla 1314 yılında Anadolu’ya geldiğinde, Karanbük Kışlağı’na giderek
ona itaat arz edenlerden biri de Mehmed Bey’dir48. Mehmed Bey’in daha sonraki
yıllarda da Mevlevîlere hizmette kusur etmediğini ve Ârif Çelebi’nin
Eşrefoğulları arazisine çeşitli seyahatler düzenlediğini görüyoruz49. Mehmed Bey,
oğlu ve halefi Süleyman Şah’ı da Ârif Çelebi’ye mürit yaparak beylik üzerindeki
Mevlevî nüfuzunun devamını sağlamaya çalışmıştır. Ancak Emîr Çoban’ın halefi
Emîr Timurtaş 726/1326’da Beyşehir’i işgal edecek ve Süleyman Şah’ı çeşitli
işkencelerden sonra Beyşehir Gölü’ne attırmak suretiyle hem hayatına hem de
beyliğine son verecektir. Eflâkî’ye göre Ârif Çelebi, Beyşehir’i ziyaretinde
45
46
47
48
49
İbn Bibi el-Hüseyin b. Ali el-Ca’ferî er-Rugadî, el-Evâmirü’l-Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye, trc.
Mürsel Öztürk, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2014, s. 604, 637-638; Aksarayî, s. 95;
Anonim Selçuknâme, s. 50, 121; Turan, Türkiye, s. 525, 533-535, 560, 564-565; Nejat Kaymaz, Pervâne
Mu’înü’d-dîn Süleyman, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara
1970, s. 173-174; Merçil, “Sâhib Ataoğulları”, s. 518; a.mlf, “Sâhib Ata”, s. 515.
Aksarayî, s. 252.
Eflâkî, II, s. 215; Sait Kofoğlu, “Eşrefoğulları”, DİA, XI, İstanbul 1995, s. 485.
Aksarayî, s. 252.
Eflâkî, II, s. 225, 228. Krş. Turan, Türkiye, s. 646; Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 60.
Ârif Çelebi’nin Batı Anadolu Beylikleriyle Münasebetleri ve Mevlevihanelerin
Yaygınlaşması | 217
Süleyman Şah hakkında “…sonunda onu bu göle (Beyşehir Gölü) atıp yok edecekler.”
diyerek onun mukadder akıbetini vukuundan evvel haber vermiştir 50.
Son ayrıntı Ârif Çelebi’yi yüceltmeye yönelik bir yakıştırma olabileceği gibi,
ilerleyen süreçte Süleyman Şah ile Mevlevîler arasında bir takım sıkıntıların vuku
bulduğuna da yorulabilir. Nitekim Eşrefoğulları ile Mevlevîler arasında zaman
zaman bazı gerginliklerin yaşandığını da görüyoruz. Örneğin beyliğin Akşehir
emiri Hoca Kamerüddin Nâib, önceleri Ârif Çelebi’ye karşı bazı muhalif tavırlar
sergilemiş, menfi bir harekette bulunma ihtimaline binaen ondan Akşehir’i terk
etmesini istemiştir. Fakat bilahare hatasını anlamış ve Mevlevî müritleri
arasındaki yerini almıştır51.
Karamanoğulları
Anadolu Türklüğünün Moğollara karşı savunucusu rolünü üstlenerek
onlarla hemen her fırsatta ve muhtelif şekillerde mücadeleye tutuşan; dolayısıyla
Emîr Çoban’ın 1314’deki itaat davetine icabet etmeyen Karamanoğulları ile Ârif
Çelebi arasındaki münasebetler, Mevlevîlerle İlhanlı idarecileri arasındaki siyasi
ilişkilere rağmen pek de kötü sayılmaz.
Karamanoğlu emirlerinden Celâl-i Küçek adlı bir zat, Sultan Veled’e
Kütahya’dan gönderilerek Konya’daki Mevlânâ Türbesi’ne yerleştirilen beyaz
mermerden yapılma havuzu buradan alarak Karaman’daki kendi sarayına
götürmüştür. Hadise cereyan ederken Konya dışında bulunan ve döndüğünde
havuzu yerinde göremeyen Ârif Çelebi’nin, o dönemde Karamanoğullarının
başında bulunan Emîr Bedreddin İbrahim’e bir mektup yazması yeterli olmuştur.
Zira Emîr Bedreddin hemen hadiseye sebebiyet veren emiri azledecek ve özürler
eşliğinde havuzu Ârif Çelebi’ye iade edecektir52. Bu rivayet Ârif Çelebi’nin
Karamanoğulları üzerindeki nüfuzunun büyüklüğünü göstermektedir. Hemen
ifade edelim ki, Emîr Bedreddin 1308 yılında Konya’yı eline geçiren ve ancak
1314 yılında Emîr Çoban’a bırakmak zorunda kalan Burhaneddin Musa Bey’in
oğludur. 1332 yılında kendisiyle Karaman’da bizzat görüşen İbn Battûta, onun
Karamanoğullarının öteden beri hamisi olan Memlüklerden el-Melikü’n-Nâsır
Muhammed b. Kalavun’un (üçüncü saltanatı: 1310–1341) desteğiyle kardeşi Musa
Bey’e rağmen başa geçtiğini nakletmektedir. Daha sonra el-Melikü’n-Nâsır
Muhammed adına hutbe okutarak sikke bastıran Emîr Bedreddin, onların
himayesi altına girmiştir. 1332 yılında beylikten çekilerek yerini diğer kardeşi
50
51
52
Eflâkî, II, s. 215-216.
Eflâkî, II, s. 208; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 81.
Eflâkî, II, s. 207; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 75.
218 | USAD Rauf Kahraman ÜRKMEZ
Alâeddin Halil Bey’e bırakan Emîr Bedreddin, onun ölümüyle tekrar beyliğin
başına geçecek ve Memlüklere olan eski bağlılığını devam ettirecektir. Ölüm
tarihi kesin olarak bilinememektedir53.
Mahalli beylerin İlhanlılarla başa çıkamayacağına inanan, kendisine “candan
muhip ve mürid olan” Karamanoğulları Konya’ya hâkimken bile Moğollara taraftar
olan, hatta bu sebeple Kılıç Bahadır gibi bazı Karamanoğlu emirlerinin hakaretine
uğrayan54 Ârif Çelebi’den sonra Mevlevîlerin siyasi tercihleri yön değiştirecektir.
Karamanoğulları II. Gıyâseddin Mesud’un 708/1308’de vefatını müteakip
Konya’yı ellerine geçirmeyi başaracaklar, ancak çok geçmeden Anadolu’ya gelen
Emîr Çoban’ın 1314 yılındaki ileri harekâtıyla şehri terk etmek zorunda
kalacaklardır55. 1320’de vefat eden Ârif Çelebi’den sonra posta oturan halefi
Şemseddin Âbid Çelebi (ö. 739/1338), Emîr Çoban’dan sonra Anadolu beyliklerini
itaat altına alma görevini üstlenen oğlu Emîr Timurtaş’a, diğer “Rum ulularının”
aksine pek de sıcak bakmamaktadır. Bu sebeple kendisinden incinen İlhanlı
valisi, onu elçilik göreviyle cebren de olsa uç vilayetlerine göndermiş; belki de
kasıtlı olarak Konya’dan uzaklaştırmıştır. Âbid Çelebi istemeyerek de olsa çıktığı
bu seferle bütün ucu bir baştan diğer bir başa dolaşarak beylikleri Emîr
Timurtaş’a bağlı kalmaya davet etmiştir56. Bu durum Mevlevîlerin manevi
nüfuzunun politik bir misyon için ne kadar büyük bir potansiyeli haiz olduğunun
çok açık bir göstergesidir. Ancak Emîr Timurtaş’ın 1324’de isyanı ve 1327’de
Memlüklere sığınmasından sonra beylikler geniş ölçüde İlhanlı baskısından
kurtulmuş; bu arada Karamanoğulları bir kere daha Konya’ya ele geçirmeyi
başarmıştır57.
Âbid Çelebi, İlhanlıların son hükümdarı Ebû Saîd Bahadır Han zamanında
(1316–1335) Sultâniye ve Tebriz’de üst düzey emirlerle çeşitli temaslarda
bulunmuş; “dervişlerin onarılması gereken bazı işlerini” arz etmesine rağmen
53
54
55
56
57
İbn Battûta, Seyahatnâme, I, s. 414; Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 9-10; Şihâbeddin Tekindağ,
“Karamanlılar”, İA, VI, İstanbul 1977, s. 320-321; Faruk Sümer, “Karamanoğulları”, DİA, XXIV,
İstanbul 2001, s. 456; Kâzım Yaşar Kopraman, “Memlûkler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm
Tarihi, VI, ed. Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul 1989, s. 489-490.
Eflâkî, II, s. 216-17.
Aksarayî (s. 252), hadiseleri sadece anlatmakla yetinerek bu hususta kronoloji vermezken, Anonim
Selçuknâme (s. 69) 715 (1315-1316); Tarihî Takvimler ise 714 (1314-1315) yılını vermektedir. Bkz.
İstanbul’un Fethinden Önce Yazılmış Tarihî Takvimler, haz. Osman Turan, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1984, 3. Baskı, s. 70. Bir yıllık fark Konya’nın 1314 sonlarında kuşatılıp 1315’de
alınmasından kaynaklanmaktır. Bkz. Turan, Türkiye, s. 640, dipnot 63.
Eflâkî, II, s. 241-42.
Kürşat Solak, “Moğol Sülemiş ve Timurtaş İsyanları Karşısında Anadolu’da Türkmenlerin
Tutumu”, Cappadocıa Journal of History and Social Sciences, S. 3 (2014), s. 67-69.
Ârif Çelebi’nin Batı Anadolu Beylikleriyle Münasebetleri ve Mevlevihanelerin
Yaygınlaşması | 219
kendisine ehemmiyet verilmemesinden gücenerek geri dönmüştür. Eflâkî, bu
münasebetle Celâleddin-i Rumî’nin dilinden: “O tayfanın (Moğollar) devleti
(İlhanlılar), bizim çocuklarımıza, çocuklarımızın çocuklarına, torunlarımıza kötü
davrandığı ve onlara karşı cefa ve eziyette bulunduğu, saygısızlık gösterdiği,
zorbalıklardan ve büyüklük taslamalarından ötürü bizim soyumuzu lâyıkıyla
ağırlamadığı zaman yok olur ve Tanrı’nın gayreti mutlaka onları basîret sahiplerine ibret
yapar”58 ifadesini aktarırken, İlhanlıların, Mevlevîlere gereken saygı ve hürmeti
göstermedikleri için yıkıldıklarını ima etmektedir. Mevlevîler artık Konya’yı
ellerinde tutan Karamanoğullarını desteklemekte ve bu defa da onlar
Mevlevîlerin manevi nüfuzundan istifade ile diğer beylikler üzerinde üstünlük
kurmaya çalışmaktadır. Kısacası geleneksel politik misyon artık yön
değiştirmiştir.
ÂRİF
ÇELEBİ’NİN
HALİFELERİ
VE
MEVLEVİHANELERİN
YAYGINLAŞMASI
Öteden beri gaza ve cihat mefkûresinin hâkim olduğu uç mıntıkalarında,
daha ziyade “Halk İslâm”ı mümessili konargöçer sufi zümrelerin varlığını ve
faaliyetlerini ön plana çıkaran kimi araştırmacıların 59 görüşlerine ek olarak,
“Yüksek İslâmî” kalıbı temsil eden yerleşik sufi zümrelerden biri olan Mevlevîlerin
de söz konusu mıntıkaların dinî eğilimlerine ve siyasi yapılanmalarına mühim
katkılar sağladıklarını ileri sürebiliriz. Bunun en somut göstergesi de özellikle
Batı
Anadolu
mıntıkasında
konuşlanan
beyliklerin
merkezlerinde
mevlevihanelerin açılmış olmasıdır. Söz konusu sufi kurumların varlığından Ârif
Çelebi’nin seyahatleri münasebetiyle haberdar olmaktayız.
Ârif Çelebi, dedesinin ve babasının nüfuzundan azami surette
faydalanmasını bilmiştir. Babası Sultan Veled, Celâleddin-i Rumî müntesiplerini
ve muhiplerini bir merkeze bağlamış, buraya vakıflar temin etmiş; Anadolu’nun
muhtelif şehirlerine halifeler göndererek bir yandan tarikatını yaymış, bir yandan
da merkeze bağlı şubelerin veya daha doğru bir tabirle mevlevihanelerin
açılmasını sağlamıştı. Ârif Çelebi’nin de aynı istikamette hareket ettiğini
görüyoruz. Zira o, yukarıda temas ettiğimiz siyasi ilişkilerinin yanı sıra tarikat
58
59
Eflâkî, II, s. 243-44
Msl. bkz. Wittek, Menteşe Beyliği, s. 60-61; Fuad Köprülü, “Anadolu’da İslâmiyet”, Anadolu’da
İslâmiyet, haz. Mehmet Kanar, İnsan Yayınları, İstanbul 2000, s. 63; Ahmet Yaşar Ocak, “Osmanlı
Beyliği Topraklarında Sufi Çevreler ve Abdalan-ı Rum Sorunu (1300–1389)”, trc. Gül Çağalı
Güven-İsmail Yerguz-Tülin Altınova, Osmanlı Beyliği (1300–1389), ed. Elizabeth Zachariadou,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2000, 2. Baskı, s. 164. Krş. Hassan, Osmanlı, s. 151-152, dipnot
11.
220 | USAD Rauf Kahraman ÜRKMEZ
öğretilerini daha düzenli bir biçimde geniş kitlelere ulaştırmak maksadıyla
muhtelif dergâhlar vücuda getirmiştir.
Mevlevihanelerin hangi şehirlerde açıldığına dair en önemli kaynağımız
yine Eflâkî’dir. O, Mevlevîliğin yayılışı hakkında mühim bilgiler verirken Ârif
Çelebi’nin seyahatlerine temas etmekte; aynı satırlarda bazen aşikâr bazen de
kapalı olarak mevlevihanelere de değinmektedir.
Karaman Mevlevihanesi
Anadolu Türklüğünün Moğol zulmüne karşı en mühim direnç unsuru olarak
tarihe geçen Karamanoğullarının, Mevlevî muhitin Moğol yanlısı siyasi
tercihlerine pek de iyi gözle bakması beklenemez. Ancak şurasını bir kere daha
ortaya koymak gerekmektedir ki, Ârif Çelebi’nin adı geçen beylik üzerinde
büyük bir manevi nüfuzu vardır. Ârif Çelebi’nin Karaman’da (Lârende) halife
olarak görevlendirdiği Ahî Muhammed Bey Veled-i Kalemî’nin, onun emriyle
burada bir mevlevihane inşa ederek Mevlevî öğretilerini yaymaya çalışması bu
hükmü teyit eder mahiyettedir60. Nitekim bugün Karaman’da Celâleddin-i
Rumî’nin validesi Mü’mine Hatun ile ilk zevcesi Gevher Hatun’un ve bazı
Mevlevî büyüklerinin yattığı Mâder-i Sultan Dergâhı’na Kalemîye Zaviyesi de
denilmektedir. Burasının Veled-i Kalemî (Kalemîoğlu) Ahî Muhammed Bey
tarafından kurulan Karaman Mevlevihanesi olması kuvvetle muhtemeldir61.
Karaman’daki Mevlevî halifesi Muhammed Bey’in başındaki “Ahî” unvanı,
Ârif Çelebi zamanındaki Ahî-Mevlevî yumuşamasının önemli göstergelerinden
biridir. Zira söz konusu rivayette Ahî Muhammed Bey’in, Ârif Çelebi’nin müridi
ve halifesi olmadan önce de Lârende’de kalabalık bir maiyete, muhtemelen ahî
civanlarına sahip olduğu ifade edilmektedir. Bu durum Mevlevîliğin
yayılmasındaki Ahî etkisi gözler önüne sermektedir.
Bayburt Mevlevihanesi
“Halifelerin örneği” olarak tanıtılan Ahî Emîr Ahmed-i Bâybûrdî de, Ahî
Muhammed Bey gibi ahî kökenli Mevlevî halifelerindendir62. Sultan Veled,
Celâleddin-i Rumî’nin ölümünden sonraki dönemde, “ünlü ahî” (ahî-i namdâr)
olarak nitelendirdiği Ahmed-i Bâybûrdî’ye hitaben yazdığı manzum bir
mektupta onu Konya’ya davet etmektedir. Bu münasebetle babasının adının
Zekiyeddin olduğunu da öğreniyoruz63.
60
61
62
63
Eflâkî, II, s. 234.
Bahsi geçen mevlevihane hakkında bkz. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 86; Ş. Barihüda
Tanrıkorur, “Karaman Mevlevîhânesi”, DİA, XXIV, İstanbul 2001, s. 447-448.
Eflâkî, I, s. 289; II, s. 198
Sultan Veled, Divan, s. 554-555; Sonnot/Açıklama, s. 745.
Ârif Çelebi’nin Batı Anadolu Beylikleriyle Münasebetleri ve Mevlevihanelerin
Yaygınlaşması | 221
Bayburt’un öne çıkan ahî reislerinden olan bu zatın Celâleddin-i Rumî’ye
bağlanma ve ona halife olma süreci sıra dışı bir duruma işaret eder. Nitekim
Eflâkî’nin bizzat kendisinden naklettiğine göre Ahmed-i Bâybûrdî gençliğinde,
Celâleddin-i Rumî’nin günden güne artan ve ağızdan ağza yayılan ününü
duyunca Konya’ya giderek ona bağlanmak ister. Ancak ailesi buna müsaade
etmez. Bir gece rüyasında Mevlevî müritleri ve seyyahlardan işittiği surette
Celâleddin-i Rumî’yi görür ve ona bağlanır. Celâleddin-i Rumî ona: “Mesnevî
şeyhi” diye hitap etmiştir. Rüya yoluyla halifeliğe kabul edilen Ahmed-i
Bâybûrdî, büyük bir posta oturma merasimi yaparak ferace giyer, semâ meclisleri
tertipler ve Mesnevî-i Mânevî okumaya başlar. Celâleddin-i Rumî’ye çeşitli
armağanlar göndererek durumunu bildirir. Celâleddin-i Rumî de ona
icazetnamesini gönderir64.
Bu bilgi Ahmed-i Bâybûrdî’nin şahsında kimi Ahîlerin Celâleddin-i Rumî’ye
mürit ve halife olduklarını, bulundukları şehirlerde Mevlevîliğin tesis ve
intişarına hizmet ettiklerini açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca Celâleddin-i
Rumî’nin vefatından sonraki süreçte Sultan Veled’in, Ahmed-i Bâybûrdî’ye
hitaben yazdığı manzum mektupta ondan hâlâ “ünlü ahî” olarak bahsetmesi,
Ahmed-i Bâybûrdî’nin Mevlevî halifesi olmasına rağmen ahîlik ülküsünü ya da
pratiklerini sürdürdüğünü akla getirmektedir.
Söz konusu mektubun da gösterdiği gibi, Ahmed-i Bâybûrdî’nin halifeliği ve
Mevlevîliğe olan bağlılığı Sultan Veled ve Ârif Çelebi dönemlerinde de devam
etmiştir. Ahmed-i Bâybûrdî, aile bireyleri ve dostlarının da Ârif Çelebi’ye mürit
olmasını sağlamıştır65. Onun irşat faaliyetleri sonucu Mevlevîlik Bayburt’ta
sağlam bir tasavvufi taban oluşturmuştur. Bu durumu ilerleyen süreçte Ârif
Çelebi’nin Bayburt’a uğramasından da anlayabiliriz. Nitekim Ârif Çelebi, babası
Sultan Veled’in vasiyeti gereği İlhanlı hükümdarı Olcaytu’yu (hanlığı: 1304-1316)
Şiîlikten vazgeçirmek için çıktığı Sultâniye seferinin Bayburt durağında, Ahmed-i
Bâybûrdî’nin makamında –muhtemelen mevlevihanesinde– konaklamıştır.
Eflâkî’nin Ramazan 716’ya (Kasım-Aralık 1315) denk gelen bu ziyarette Ahmed-i
Bâybûrdî için rahmet duasında bulunması, bu tarihte onun artık hayatta
olmadığını gösterir66.
64
65
66
Eflâkî, I, s. 289-290; Rauf Kahraman Ürkmez, Menâkıbnâmelere Göre XIII. Yüzyıl Selçuklu
Anadolusu’nda Tasavvufî Zümreler, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü), Konya 2018, s. 175-176.
Eflâkî, I, s. 290; Sultan Veled, Divan, s. 555.
Eflâkî, II, s. 183-184. Ârif Çelebi’nin başka bir Bayburt seyahati için bkz. age, s. 198-199.
222 | USAD Rauf Kahraman ÜRKMEZ
Sivas Mevlevihanesi
Eflâkî Sivas’ta aşağı tabakadan insanların önünde baş koyduğu, kılık kıyafeti
perişan ve külhan dumanından kararmış, el ve ayak tırnakları son derecede
uzamış Hâce-i Erzurumî (Erzurumlu Hoca) isimli bir kişiden bahseder. Babası
Sultan Veled henüz hayatta iken çıktığı yolculuklardan birinde Sivas’ta
“arkadaşların(ın) zâviyesine” giderken Hâce-i Erzurumî ile karşılaşan Ârif Çelebi
bile onun bu hâline taaccüp etmiştir. Abdalan-ı Rum’dan yahut
Kalenderîlerinden biri olan Hâce-i Erzurumî’nin acayip hâlleri arasında süflî
mügayyebattan haber vermesi, verdiği haberlerin çoğu zaman doğru çıkması da
vardır. Ârif Çelebi, Hâce-i Erzurumî’ye “âlemin kutbu” denildiğini öğrenince
kalabalığın gözleri önünde onun ensesine şiddetle vurur. Hâce-i Erzurumî,
Sivas’ın rintleri arasında sevilen sayılan biri olacak ki, Ârif Çelebi’nin ona
vurmasından dolayı şehir karışır. Öyle ki Sivas’ın hâkimi Samagar Noyan oğlu
Arap ve şehrin ileri gelenlerinden Ahî Muhammed Divâne olaya müdahale
etmek zorunda kalırlar. Bu olaydan yedi gün sonra da Hâce-i Erzurumî ölür67.
Bu menkıbede adı geçen Ahî Muhammed Divâne, Ârif Çelebi’nin Sivas’taki
müritlerindendir68. Yine menkıbede “arkadaşların zâviyesi” şeklinde adı geçen
tasavvufi kurum, Sivas’ta Ârif Çelebi zamanında mevcut olan bir mevlevihanenin
varlığını akla getirmektedir. Ancak bunu teyit ve tevsik edecek muasır bir kayda
henüz rastlanmamıştır69.
Akşehir Mevlevihanesi
Konya Ilgınlı oldukları anlaşılan Şeyh Emîre Bey-i Âbıgermî ile Fahreddin-i
Âbıgermî, Sultan Veled ve Ârif Çelebi dönemlerinde adı geçen şehirde faaliyet
gösteren Mevlevî mürit ve halifelerindendir. Sultan Veled’in ölümünden sonra
bir ara Ârif Çelebi’ye karşı bağlılığı biraz zayıflayan ikili, tasavvuf kültüründeki
“rüya ile ikaz” geleneğine maruz kalarak Akşehir’de Ârif Çelebi’nin zaman zaman
kaldığı bir zaviyede bağlılıklarını tazelemişlerdir70. Bu durum Akşehir’de bir
mevlevihanenin varlığına işaret etmektedir. Nitekim Ârif Çelebi’nin söz konusu
havalide hüküm süren Eşrefoğulları ile yakın ve olumlu ilişkiler geliştirdiğine
67
68
69
70
Eflâkî, II, s. 180-182; Ürkmez, Tasavvufî Zümreler, s. 221-222. Hâce-i Erzurumî’nin türbesi hakkında
bkz. Mustafa Demir, Türkiye Selçukluları ve Beylikler Devrinde Sivas Şehri, Sakarya Kitabevi
Yayınları, Sakarya 2005, s. 118, 162.
Eflâkî, II, s. 181-182, 185.
Krş. Nejat Göyünç, “Sivas Mevlevîhânesi”, IX. Vakıf Haftası Kitabı, Vakıflar Genel Müdürlüğü
Yayınları, Ankara 1992, s. 83-84; Ömer Demirel, “Sivas Mevlevîhânesi ve Mevlevî Şeyhlerinin
Sosyal Hayatlarına Dair Bazı Tespitler”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi (II.
Milletlerarası Osmanlı Devleti’nde Mevlevîhâneler Kongresi Özel Sayısı), II/2 (1996), s. 217-218.
Eflâkî, II, s. 200-201.
Ârif Çelebi’nin Batı Anadolu Beylikleriyle Münasebetleri ve Mevlevihanelerin
Yaygınlaşması | 223
yukarıda değinmiştik. Bu bir yana, Ârif Çelebi’nin Akşehir ziyaretlerinden
birinde, halifelerinden Ahî Musa Akşehrî ile birlikte şehirdeki mevlevihaneye
gittiğine dair sarih bir kayıt da mevcuttur 71.
Denizli Mevlevihanesi
Lâdikli Kadı Necmeddin Kavsere, ileri gelen Mevlevî halifelerindendir.
Denizli’de (Lâdik) Mevlevîliğin tesis ve intişarında çok hizmetlerde bulunmuştur.
Buna rağmen “varlık ve mansıp gururundan” dolayı Ârif Çelebi’ye başkaldırmış,
bazı maksatlar yüzünden ondan yüz çevirip itiraz etmeye başlamıştır. Ârif Çelebi
bir
defasında
Necmeddin-i
Lâdikî’nin
davetiyle
Denizli’deki
zaviyede/mevlevihanede icra edilen bir semâa katılır. Ancak semâ esnasında
Necmeddin-i Lâdikî’nin bağlılarından olup Ârif Çelebi’yi eleştiren müritlerden
birinin ölümüyle sonuçlanan bazı tatsızlıklar yaşanır72.
Eflâkî’nin öne sürdüğü gerekçeye rağmen, yukarıdaki gerginlik henüz yeni
yeni oturmakta/yayılmakta olan tarikat adap ve erkânına dair görüş
ayrılıklarından da kaynaklanmış olabilir73. Nitekim Ârif Çelebi’nin ikinci kez
Denizli’ye gelmesinden bahseden başka bir rivayette, Necmeddin-i Lâdikî ile Ârif
Çelebi arasındaki soğukluk ve gerginliğin had safhaya çıktığını görüyoruz. Öyle
ki Ârif Çelebi kendisinden yüz çeviren Necmeddin-i Lâdikî ve bağlılarına rağmen
Denizli’de yeni bir zaviye/mevlevihane açarak buraya Mevlânâ Kemâleddin,
Mevlânâ Muhyiddin ve Mesnevîhân Tâceddin isimli üç yeni halife tayin eder. Bu
nedenle Denizli’deki Mevlevîler ikiye bölünmüştür. Ârif Çelebi’nin hışmına
uğrayan Necmeddin-i Lâdikî de çok geçmeden vefat etmiştir74.
Ârif Çelebi’nin Denizli’yi müteaddit defalar ziyaret ettiği anlaşılmaktadır. Bu
keyfiyet onun Denizli’deki yaygınlığını ve saygınlığını arttırmış olmalıdır. Fakat
üç kişiye aynı şehirde ve aynı anda hilafet vermesi eşine az rastlanır bir vaka
olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer taraftan bu rivayetler, Mevlevîliğin Ârif
Çelebi’nin ziyaretlerinden önce zaten Denizli’de sosyal ve tasavvufi bir taban
oluşturduğunu gösterir. Bu durumda Lâdik Uç Beyliği emiri Şücâeddin İnanç
Bey’in, Arif Çelebi ile karşılaşmadan önce de Mevlevîliğe yakınlık duyduğunu
düşünebiliriz75.
71
72
73
74
75
Eflâkî, II, s. 232.
Eflâkî, II, s. 187-188.
Ertaş, “Ahmed Eflâki’ye Göre Denizli’de İlk Mevleviler”, s. 95.
Eflâkî, II, s. 220-221; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 81.
Ertaş, “Ahmed Eflâki’ye Göre Denizli’de İlk Mevleviler”, s. 91.
224 | USAD Rauf Kahraman ÜRKMEZ
Amasya Mevlevihanesi
Eflâkî’nin “Mevlânâ” unvanı ile andığı ve “üstün fenleri kendinde toplayan” kişi
olarak övdüğü Mevlevî halifelerinden Alâeddin-i Amasî, Amasyalı Bayram isimli
bir zatın oğludur76. Celâleddin-i Rumî’nin son zamanlarına yetişmiş, genç yaşta
Hüsâmeddin Çelebi ve Sultan Veled’e mürit olmuştur. Özellikle Hüsâmeddin
Çelebi’den tasavvufi terbiye alan Alâeddin-i Amasî, Mesnevî-i Mânevî okumaları
da yapmıştır. Hüsâmeddin Çelebi icazetnamesini yazmak ve feracesini giydirmek
suretiyle onu Amasya’ya halife olarak göndermiştir77.
Alâeddin-i Amasî, uzun yıllar irşat faaliyetlerinde bulunarak, Amasya ve
çevresinde Mevlevîliğin yayılmasını sağlamış, çok sayıda mürit yetiştirmiştir.
Ancak ilerleyen süreçte Alâeddin Amasî ile Ârif Çelebi arasında, ikincisinin bâtini
karakteri ve bazı yanlış uygulamalarından (tedavi için su ile karıştırılmış şarap
içmesi) dolayı bir takım gerginlikler yaşanır. Ârif Çelebi Amasya’dan ayrıldıktan
sonra Alâeddin-i Amasî zor günler geçirir. İtibarını ve servetini kaybeder.
Etrafındakiler dağılır. “Zâviyesi” ise çıkan yangınlar sonucu tamamen yanar 78.
Amasya Mevlevihanesi olarak isimlendirilen bu zaviye, Anadolu’da kurulan ilk
mevlevihanelerden biridir. Pervâne Alâeddin Mevlevihanesi olarak da
bilinmektedir79.
Yukarıdaki rivayette Eflâkî’nin yanlı tutumu göze çarpmakta; buradan
Amasya’da da Denizli’de olduğu gibi bir takım görüş ayrılıklarının yaşandığı
anlaşılmaktadır.
Sultâniye Mevlevihanesi
Ârif Çelebi zamanında Anadolu dışında da mevlevihaneler tesis edildiğine
dair kaynaklara yansıyan ilk ve tek şehrin, Olcaytu Han tarafından kurulan yeni
İlhanlı başkenti Sultâniye –Kazvin ile Tebriz arasındadır– olmasının Mevlevîlerin
siyasi tercihleriyle yakından veya doğrudan bağlantılı olduğunu söylemek
herhalde yanlış olmasa gerektir. Nitekim İlhanlı hanları, hatunları, üst düzey
76
77
78
79
Eflâkî, II, s. 191.
Ferîdûn b. Ahmed-i Sipehsâlâr, Risâle (Mevlânâ ve Etrafındakiler), trc. Tahsin Yazıcı, Tercüman 1001
Temel Eser, İstanbul 1977, s. 150; Eflâkî, II, s. 194.
Eflâkî, II, s. 191-193; Ürkmez, Tasavvufî Zümreler, s. 172-173. Alâeddin-i Amasî’nin Sultan Veled ve
Hüsâmeddin Çelebi’nin inayetine mazhar olduğunu belirten Sipehsâlar, onun bu tür bir akıbete
maruz kaldığına değinmez. Hatta diğer halifelerin sadece isimlerini anmakla yetinirken,
meziyetlerini sıraladığı Alâeddin-i Amasî’yi uzun uzun över. Krş. Sipehsâlâr, Risâle, s. 150.
Hüseyin Hüsâmeddin, Amasya Tarihi, I, Dersaâdet Hükümet Matbaası, İstanbul 1327-1330, s. 246247; Adnan Gürbüz, “Amasya Mevlevîhânesi ve Vakıfları”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Dergisi (II. Milletlerarası Osmanlı Devleti’nde Mevlevîhâneler Kongresi Özel Sayısı), II/2
(1996), s. 287-292.
Ârif Çelebi’nin Batı Anadolu Beylikleriyle Münasebetleri ve Mevlevihanelerin
Yaygınlaşması | 225
emirleri ve bölgenin özellikle Kalenderî şeyhleriyle80 arası gayet iyi olan Ârif
Çelebi, 10 Zilhicce 717’ye (13 Şubat 1318) denk gelen Kurban Bayramı arifesinde
halifesi
Şeyh
Sührâb-ı
Mevlevî’nin
zaviyesinde
yani
Sultâniye
81
Mevlevihanesi’ndedir .
Diğer Halifeler
Ârif Çelebi’nin halifelerinden Nâsiheddin-i Sabbâg, Niğde ve çevresinin ileri
gelenlerinin çocuklarını irşat ederek Mevlevîliğin yayılmasını sağlamıştır82.
“Halifelerin sultanı, âriflerin övüncü, velilerin makbulü” şeklinde nitelendirilen
Samsunlu Çelebi Evhededdin de Ârif Çelebi’nin halifelerindendir 83. “Tanrı’nın
yeryüzünde veliyyesi”, âlim ve ârif bir kişi olarak nitelendirilen Konyalı Hoşlika
Hatun, Tokat’taki Mevlevî halifelerinden biridir. Bu havalide Mevlevîliğin
yayılmasında önemli roller oynamıştır. Onun Tokat’a kim tarafından halife tayin
edildiği belli değildir. Ancak Ârif Çelebi’ye büyük hürmet gösteren bir halifedir.
Onunla birlikte zaman zaman civar beldelere çeşitli seyahatler düzenlemiştir 84.
Bütün bunlara rağmen Tokat’taki mevlevihanenin varlığına dair en eski kayıt 859
(1454-1455) tarihli tapu tahrir kaydıdır. Bu kayıtta otuz iki hanelik Mevlevihane
Mahallesi’nde, Hankah-ı Mevlevî adıyla anılan bir mevlevihane bulunduğu
belirtilmektedir85.
SONUÇ
Abdalan-ı Rum veya daha geniş açılımıyla Kalenderî, Hayderî, Vefâî vb. sufi
zümrelerin yanı sıra Mevlevîlerin de Türkmen beyliklerinin faaliyet sahası olan
Batı Anadolu uç mıntıkasında XIII. yüzyılın son çeyreğinden itibaren faaliyette
bulunduğunu görüyoruz. Ârif Çelebi ve onunla muasır diğer sufilerin faaliyetleri
sayesinde tasavvuf ve tarikatların iktidar muhiti ve geniş halk tabakaları
arasındaki etkinliği ve yaygınlığı daha da artmıştır. Mevlevîler, özellikle Sultan
Veled ve Ârif Çelebi döneminde, politik tercihlerini İlhanlılardan ve(ya) İlhanlı
yanlısı ümeradan yana kullanmışlar; onların Anadolu’da meşruiyet sağlamasına
yönelik bazı tavırlar sergilemişlerdir. Ârif Çelebi, bir taraftan yeni teşekkül
80
81
82
83
84
85
Örneğin ünlü Kalenderî şeyhi Barak Baba’nın (ö. 707/1307) Sultâniye’deki halifelerinden Hayran
Emîrci. Bkz. Eflâkî, II, s. 184-185.
Eflâkî, II, s. 202.
Eflâkî, II, s. 210, 223.
Eflâkî, II, s. 54-55.
Eflâkî, II, s. 191, 217.
M. Tayyip Gökbilgin, “Tokat”, İA, XII/1, İstanbul 1979, s. 405-406; Sevay Okay Atılgan, “Dünden
Bugüne Tokat Mevlevihanesi”, Dini Araştırmalar Dergisi, XIII/36 (2010), s. 52-53. Ayrıca bkz. Hasan
Yüksel, “Tokat Mevlevîhânesi”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi (II. Milletlerarası
Osmanlı Devleti’nde Mevlevîhâneler Kongresi Özel Sayısı), II/2 (1996), s. 61-68.
226 | USAD Rauf Kahraman ÜRKMEZ
etmekte olan ve Moğollara direnç gösteren Batı Anadolu beyliklerinin başkentleri
ve mühim şehirlerini dolaşmış, buralardaki mahalli emirlerle müspet ilişkiler
geliştirmiş, onları İlhanlılara itaate davet etmiş; diğer taraftan da halifeler
görevlendirmek ve mevlevihaneler aç(tır)mak suretiyle tarikatın öğretilerini
yaymaya çalışmıştır. Dolayısıyla Ârif Çelebi’nin seyahatler ve ziyaretler
vasıtasıyla kurduğu yoğun ilişkiler ağının hem tasavvufi hem de siyasi yönü ve
sonuçları vardır.
Celâleddin-i Rumî döneminde ilk tezahürleri görülmeye başlayan
Mevlevîlerle Ahîler arasındaki yumuşamanın, ilerleyen süreçte ikinci zümreden
birincilere hizmet eden halifeler çıkması şeklinde daha da belirginleştiğini
görmekteyiz. Burada dikkatimizi çeken diğer bir nokta da Ahîlerin Mevlevî
olmalarına rağmen unvanlarını muhafaza etmeleri ve bu şekilde kayıtlara
geçmeleridir. Ancak az da olsa Ahîlerle Mevlevîler arasındaki münasebetlerin
sertleştiği durumlar da yaşanmıştır.
Ârif Çelebi’nin Batı Anadolu Beylikleriyle Münasebetleri ve Mevlevihanelerin
Yaygınlaşması | 227
KAYNAKÇA
Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri (Mevlânâ ve Etrafındakiler), I-II, trc. Tahsin Yazıcı, Remzi
Kitabevi Yayınları, İstanbul 1986-1987, 4. Baskı.
Akın, Himmet, Aydın Oğulları Tarihi Hakkında Bir Araştırma, Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara 1968, 2. Baskı.
Akkuş, Mustafa, İlhanlıların Anadolu’daki Dini Siyaseti, (Yayınlanmamış Doktora Tezi,
Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü), Konya 2011.
Anonim, Târih-i Âl-i Selçuk (Anonim Selçuknâme), haz. Halil İbrahim Gök-Fahrettin
Coşguner, Atıf Yayınları, Ankara 2014.
Atılgan, Sevay Okay, “Dünden Bugüne Tokat Mevlevihanesi”, Dini Araştırmalar Dergisi,
XIII/36 (2010), s. 47-68.
Bayram, Fatih, “Ulu Arif Çelebi’nin İlhanlı Payitahtına Seyahatleri Hakkında Bazı
Tespitler”, Avrasya Etüdleri, S. 42 (2012/2), s. 157-168.
Bayram, Mikâil, Sosyal ve Siyasî Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlânâ Mücadelesi, Nüve Kültür
Merkezi Yayınları, Konya 2012, 3. Baskı.
Çiftcioğlu, İsmail, “Germiyan Beyliği Döneminde Kütahya’da Mevlevîlik”, Dumlupınar
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, S. 10 (2004) s. 143-160.
Değirmençay, Veyis, “Sultan Veled”, DİA, XXXVII, İstanbul 2009, s. 521-522.
Demir, Mustafa, Türkiye Selçukluları ve Beylikler Devrinde Sivas Şehri, Sakarya Kitabevi
Yayınları, Sakarya 2005.
Demirel, Ömer, “Sivas Mevlevîhânesi ve Mevlevî Şeyhlerinin Sosyal Hayatlarına Dair Bazı
Tespitler”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi (II. Milletlerarası Osmanlı
Devleti’nde Mevlevîhâneler Kongresi Özel Sayısı), II/2 (1996), s. 217-223.
Ebû Abdullah Muhammed İbn Battûta Tancî, İbn Battûta Seyahatnâmesi, I, trc. A. Sait
Aykut, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2004, 2. Baskı.
Emecen, Feridun M., İlk Osmanlılar, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2003, 2. Baskı.
Ertaş, M. Yaşar, “Ahmed Eflâki’ye Göre Denizli’de İlk Mevleviler”, Afyon Kocatepe
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, VIII/1 (2006), s. 83-97.
Ferîdûn b. Ahmed-i Sipehsâlâr, Risâle (Mevlânâ ve Etrafındakiler), trc. Tahsin Yazıcı,
Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1977.
Gökbilgin, M. Tayyip, “Tokat”, İA, XII/1, İstanbul 1979, s. 400-412.
Gölpınarlı, Abdülbâki, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkılâp ve Aka Kitabevi Yayınları,
İstanbul 1983, 2. Baskı.
Göyünç, Nejat, “Sivas Mevlevîhânesi”, IX. Vakıf Haftası Kitabı, Vakıflar Genel Müdürlüğü
Yayınları, Ankara 1992, s. 83-92.
Gregory Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, II, trc. Ömer Rıza Doğrul, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1999, 3. Baskı.
Güneş, Mustafa, “Celâleddin Ergûn Çelebi ve Genc-nâme Üzerine”, Akademik Bakış Dergisi,
S. 56 (2016), s. 372-379.
Gürbüz, Adnan, “Amasya Mevlevîhânesi ve Vakıfları”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Dergisi (II. Milletlerarası Osmanlı Devleti’nde Mevlevîhâneler Kongresi
Özel Sayısı), II/2 (1996), s. 287-292.
228 | USAD Rauf Kahraman ÜRKMEZ
Hassan, Ümit, Osmanlı, Örgüt-İnanç-Davranıştan Hukuk-İdeoloji’ye, İletişim Yayınları,
İstanbul 2002, 3. Baskı.
Haykıran, Kemal Ramazan-Bircan Kayacan-Cemal Üstün, “XIII. ve XVII. Yüzyıllar
Arasında Aydın’da Tasavvufi Faaliyetler”, Studies of The Ottoman Domain, IX/16
(2019), s. 51-74.
Hüseyin Hüsâmeddin, Amasya Tarihi, I, Dersaâdet Hükümet Matbaası, İstanbul 1327-1330.
İbn Bibi el-Hüseyin b. Ali el-Ca’ferî er-Rugadî, el-Evâmirü’l-Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye, trc.
Mürsel Öztürk, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2014.
Kaymaz, Nejat, Pervâne Mu’înü’d-dîn Süleyman, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Yayınları, Ankara 1970.
Kerîmüddin Mahmud-i Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, trc. Mürsel Öztürk, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara 2000.
Kofoğlu, Sait, “Eşrefoğulları”, DİA, XI, İstanbul 1995, s. 484-485.
Kopraman, Kâzım Yaşar, “Memlûkler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, VI, ed.
Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul 1989, s. 433-543.
Köprülü, Fuat, “Anadolu’da İslâmiyet”, Anadolu’da İslâmiyet, haz. Mehmet Kanar, İnsan
Yayınları, İstanbul 2000, s. 41-122.
Köprülü, M. Fuad, “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları”, Belleten, VII/27
(1943), s. 379-458.
Lewis, Franklin, Mevlânâ Geçmiş ve Şimdi, Doğu ve Batı, trc. Gül Çağalı Güven-Hamide
Koyukan, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2010.
Merçil, Erdoğan, “Sâhib Ata”, DİA, XXXV, İstanbul 2008, s. 515-516.
Merçil, Erdoğan, “Sâhib Ataoğulları”, DİA, XXXV, İstanbul 2008, s. 518.
Ocak, Ahmet Yaşar, “Osmanlı Beyliği Topraklarında Sufi Çevreler ve Abdalan-ı Rum
Sorunu (1300–1389)”, trc. Gül Çağalı Güven-İsmail Yerguz-Tülin Altınova, Osmanlı
Beyliği (1300–1389), ed. Elizabeth Zachariadou, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul
2000, 2. Baskı, s. 159-172.
Ocak, Ahmet Yaşar, “Türkiye Tarihinde Merkezi İktidar ve Mevleviler (XIII-XVIII.
Yüzyıllar) Meselesine Kısa Bir Bakış”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Dergisi (II. Milletlerarası Osmanlı Devleti’nde Mevlevîhâneler Kongresi Özel Sayısı), II/2
(1996), s. 17-22.
Ocak, Ahmet Yaşar, Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1992.
Ocak, Ahmet Yaşar, Türk Sufîliğine Bakışlar, İletişim Yayınları, İstanbul 1996, 2. Baskı.
Özcan, Nuri, “Celâleddin Ergun”, DİA, VII, İstanbul 1993, s. 247-248.
Saylan, Betül, Mevlânâ Âilesi ve Mevlevîlik’te Çelebilik Makâmı (Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân
Örneği), (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü), İstanbul 2013.
Solak, Kürşat, “Moğol Sülemiş ve Timurtaş İsyanları Karşısında Anadolu’da Türkmenlerin
Tutumu”, Cappadocıa Journal of History and Social Sciences, S. 3 (2014), s. 61-74.
Sultan Veled, Maârif, trc. Meliha Anbarcıoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul
1993.
Ârif Çelebi’nin Batı Anadolu Beylikleriyle Münasebetleri ve Mevlevihanelerin
Yaygınlaşması | 229
Sultan Veled, Sultan Veled Divanı, trc. Veyis Değirmençay, Demavend Yayınları, İstanbul
2016.
Sümer, Faruk, “Anadolu’da Moğollar”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, I (1969), s. 1-147.
Sümer, Faruk, “Karamanoğulları”, DİA, XXIV, İstanbul 2001, s. 454-460.
Taneri, Aydın, Türkiye Selçukluları Kültür Hayatı (Menâkibü’l-Arifîn’in Değerlendirilmesi),
Bilge Yayınları, Konya 1977, 2. Baskı.
Tanrıkorur, Ş. Barihüda, “Karaman Mevlevîhânesi”, DİA, XXIV, İstanbul 2001, s. 447-448.
Tekindağ, Şihâbeddin, “Karamanlılar”, İA, VI, İstanbul 1977, s. 316-330.
Turan, Osman, İstanbul’un Fethinden Önce Yazılmış Tarihî Takvimler, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1984, 3. Baskı.
Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1998, 6. Baskı.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2003, 5. Baskı.
Ürkmez, Rauf Kahraman, II. Gıyasü’d-din Mes’ud Dönemi, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü), Konya 2006.
Ürkmez, Rauf Kahraman, Menâkıbnâmelere Göre XIII. Yüzyıl Selçuklu Anadolusu’nda
Tasavvufî Zümreler, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü), Konya 2018.
Varlık, Mustafa Çetin, Germiyan-oğulları Tarihi (1300-1429), Atatürk Üniversitesi Yayınları,
Ankara 1974.
Wittek, Paul, Menteşe Beyliği, trc. Orhan Ş. Gökyay, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara
1999, 3. Baskı.
Yavaş, Alptekin, Anadolu Selçuklu Veziri Sahip Ata Fahreddîn Ali’nin Mimari Eserleri, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2015.
Yazıcı, Tahsin, “Ahmed Eflâkî”, DİA, II, İstanbul 1989, s. 62.
Yazıcı, Tahsin, “Ârif Çelebi”, DİA, III, İstanbul 1991, s. 363-364.
Yüksel, Hasan, “Tokat Mevlevîhânesi”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi (II.
Milletlerarası Osmanlı Devleti’nde Mevlevîhâneler Kongresi Özel Sayısı), II/2 (1996), s.
61-68.
230 | USAD Rauf Kahraman ÜRKMEZ
USAD, Bahar 2019; (10): 231-250
E-ISSN: 2548-0154
ÇAĞDAŞ TARİH YAZICILIĞINDA SELÇUKLULAR
СЕЛЬДЖУКСКАЯ ТЕМАТИКА В СОВРЕМЕННОЙ
ИСТОРИОГРАФИИ
Rauf A. Hüseyinov*
Çev. Dastanbek Razakov**
Yay. Haz. Gürkan Açıkgöz***
Öz
SSCB ülkeleri ve Selçukluların hâkimiyet kurduğu diğer ülkelerin tarihleri ile ilgili olarak 19.
yüzyılın sonlarından günümüze kadar birçok araştırma yapılmıştır. SSCB’de yapılan
araştırmalarda genel olarak iyi analiz edilen kaynaklar esas alınmış ve konulara çoğunlukla objektif
bir şekilde yaklaşılmıştır. Özellikle V. Gordlevskiy’nin, Küçük Asya Selçukluları ile ilgili eseri
kaynak yetersizliğine rağmen önemli bilgiler içermektedir. Batı Avrupalı tarihçilerin eserlerinde
belirli metodolojik kısıtlamalar olmasına rağmen, özel konulara tahsis edilmiş çalışmalar faydalı
sonuçlar içermektedir. Başta C. Cahen olmak üzere diğer tarihçilerin eserleri de bu açıdan
değerlendirilebilir. Türkiyeli tarihçilerin Selçuklular ile ilgili yapmış olduğu çalışmalarda da
metodolojik kısıtlamaların ve sübjektif yaklaşımların mevcut olduğu görülmektedir. Fakat İ.
Kafesoğlu, M. A. Köymen, O. Turan ve F. Sümer’in çalışmaları eleştirilebilir yönlerine rağmen
birçok kaynağın kullanıldığı ve önemli konuların ele alındığı çalışmalar olarak değerlendirilebilir.
Genel olarak Selçuklular ile ilgili yapılan çalışmalar; belirli yapılanmalar, atabegler kurumu,
dönemin etnografyası ve askeri-siyasi tarih gibi konulara odaklanmaktadır. Irak Selçukluları ve
Prof. Dr. Azerbaycan Milli İlimler Akademisi.
Doktora Öğrencisi, Dokuz Eylül Üniversitesi SBE Tarih (Ortaçağ) Anabilim Dalı, İzmir/Türkiye
dastan.razakov@mail.ru, https://orcid.org/0000-0002-5326-293.
*** Doktora Öğrencisi, Dokuz Eylül Üniversitesi SBE Tarih (Ortaçağ) Anabilim Dalı, İzmir/Türkiye
gurkanacikgoz90@hotmail.com, https://orcid.org/0000-0001-7184-0304.
*
**
Gönderim Tarihi: 06.05.2019
Kabul Tarihi: 23.05.2019
232 | USAD Dastanbek RAZAKOV & Gürkan AÇIKGÖZ
Azerbaycan İldenizliler Atabegliği gibi siyasi oluşumlar üzerinde ise yeterli derecede
durulmamaktadır. Selçuklular ile ilgili çalışma yapan uzmanlar arasında ülkeler arası bilimsel
temas ile iletişim ağının kurulması ve ortak bir çalışma yapılması gerekmektedir.
•
Anahtar Kelimeler
SSCB, Transkafkasya, Selçuklular, Ön Asya, Küçük Asya
Aбстракция
С конца 19 века до наших дней по истории стран СССР и других стран, где
господствовали сельджуки проводились многие исследования. Особенно, работа В.
Гордлевского по Мало- Азиатским Сельджукам, несмотря на нехватку ресурсов, содержит
важную информацию и фокусируется на многих важных вопросах. Исследования,
проводимые в СССР, основывались на хорошо проанализированных источниках, и к теме
был вполне объективный подход. Несмотря на некоторые методологические ограничения,
существуют исследования западноевропейских историков, посвященные специальным
темам которые включают полезные результаты. Работы других историков, особенно К.
Каена, также могут быть оценены в этом плане.
Турецкие историки в своих исследованиях по теме сельджуков показывают, что
существуют методологические ограничения и субъективный подход. Однако работы И.
Кафесоглу, М. А. Кёймена, О. Турана и Ф. Сумера можно оценить, как исследования, в
которых использовалось много источников и обсуждались важные вопросы, несмотря на их
критические аспекты. С другой стороны, политические структуры, такие как Иракские
Сельджуки и атабеки Ильдегизидов Азербайджана, недостаточно детально освещены.
Исследователям, изучающим сельджуков, необходимо создать научную сеть связи и
коммуникации между странами, а также проводить совместные исследования. В целом
исследования сельджуков сосредоточены на конкретных структурах, институте атабея,
этнографии периода и военно-политической истории.
•
Ключевые Cлова
СССР, Закавказье, Cельджуки, Передняя Азия, Малая Азия.
Çağdaş Tarih Yazıcılığında Selçuklular
| 233
GİRİŞ
SSCB döneminin ve günümüzün en önde gelen Selçuklu tarihçilerinden Rauf
Alişiroviç Hüseyinov, 1929 yılında Azerbaycan’ın Bakü şehrinde doğmuştur.
Bakü Devlet Üniversitesi Tarih Fakültesi’nde lisans eğitimini tamamlayan
Hüseyinov, 1951-1955 yılları arasında St. Petersburg’da “Aspirantura” 1 eğitimi
görmüş, “Türk Tarihinin Bir Kaynağı Olarak Süryani Mihail Kroniği” (1955)
konulu teziyle “Tarih İlimleri Adayı” derecesini almış, 1969 yılında tamamladığı
“Selçuklular ve Kafkasya“ başlıklı teziyle de profesörlük unvanını almaya hak
kazanmıştır. Daha sonraki yıllarda da ağırlıklı olarak Selçuklu dönemi olmak
üzere, Kafkasya ve Transkafkasya ülkeleri ile ilgili birçok makale kaleme alan,
aynı konular üzerine kitapları ve sempozyum-konferans bildirileri bulunan
Hüseyinov, günümüzde de Azerbaycan Milli İlimler Akademisi, Arkeoloji ve
Etnografya Enstitüsü’nde öğretim üyesi olup, bilimsel çalışmalarına devam
etmektedir.
Rusça’nın yanı sıra Türkiye Türkçesi, İngilizce ve Fransızca dillerinde
makaleler de kaleme alan Hüseyinov, çoğunlukla Ortaçağ Süryani kaynaklarının
ışığında Selçuklu dönemi ve Azerbaycan tarihi konularına ağırlık vermiştir.
Yazarın bu konular ile ilgili bazı çalışmaları şunlardır: Kafkaz i Seldjuki (Kafkasya ve
Selçuklular), Bakü, 2010 (en son baskı); Siriyskie İstoçniki XII-XIII Vekov ob
Azerbaydjane (Azerbaycanla İlgili XII-XIII. Yüzyıl Suriye Kaynakları), Bakü, 1960;
Istoriya Azerbaydjana, S Prevneyşih Vremen po 1920 god (V Soavtorstve) [Azerbaycan
Tarihi, Eskiçağ’dan 1920’ye Kadar (Kollektif Çalışma)], Bakü, 2000; “Les Sources
Syriaques des XIIe et XIIIe Siecles Concernantl’Azerbaidjan”, Bedi Katlisa-Revue de
Kartvelologie, Etudes Georgiennes et Cauasiennes, Vol. XV-XVI (No. 43-44), 1964;
“Seldjukskaya Voyennaya Organizatsiya” (Selçuklu Askeri Teşkilatı), Palestinskiy
Sbornik, 17, Moskova - Leningrad, 1967; “Malazgird ve Kafkaslar”, Tarih
Araştırmaları Dergisi, Sayı 10, Ankara, 1968; Seldjuki i Zakavkazye (Selçuklular ve
Transkafkasya), Avtoref. Dokt. Diss., Bakü, 1969; “İz İstoriyi Otnoşeniy Vizantiyi s
Seldjukami (Po Siriyskim İstoçnikam)” [Süryani Kaynaklarına Göre BizansSelçuklu İlişkileri], Palestinskiy Sbornik, 23, Moskova - Leningrad, 1971; “Oguzy,
Kypcaki i Azerbajdzan XI-XII vv.” (XI-XII. Yüzyıllarda Oğuzlar, Kıpçaklar ve
Azerbaycan), II. Sovyet Türkoloji Konferansının Materyalleri, 27-29 Eylül 1976, AlmaAta, 1980; “Byzantium, Seljuks, Transcaucasia”, Acts of the XVIIIth International
1
SSCB ülkelerinde yüksek lisans ile doktora arası seviyedeki bir eğitim-öğretim sürecinin karşılığı
olarak kullanılan terim.
234 | USAD Dastanbek RAZAKOV & Gürkan AÇIKGÖZ
Congress of Byzantine Studies. Selected Papers: Main and Communications. Moscow,
1991, Vol. I: History, Shepherdstown, USA, 1996.
SSCB ülkelerinde Selçuklu döneminin, üzerinde en fazla durulan ve nitelikli
çalışmalar yapılan bir tarihsel süreç olduğu belirtilebilir. V. V. Barthold’un yanı
sıra; A. A. Roslyakov, S. P. Tolstov, B. N. Zahoder, S. G. Agacanov, R. A.
Hüseyinov, Z. M. Buniyatov, G. Beradze, G. M. Kurpalidis, T. D. Hocaniyazov ve
diğer araştırmacıların, filolojik sorunlar ve diğer nedenlerden dolayı, Selçuklular
ve Oğuz-Türkmen tarihi konulu çalışmalarının maalesef çok az bir kısmı dilimize
kazandırılmıştır.
Dastan Razakov tarafından Rusça’dan tercüme edilen makale, R. A.
Hüseyinov’un, “Seldjukskaya Tematika v Sovremennoy İstoriografii”
(Tyurkologiçeskiy Sbornik, Moskova, 1970) başlıklı çalışmasıdır. Bu makalede,
yayınlandığı yıl olan 1970’e kadar, SSCB ülkeleri, Batı Avrupa ve Türkiye’de
Selçuklular ile ilgili yapılan çalışmalar genel bir analize tabi tutulmuş, metodoloji,
kaynak kullanımı ve bu çalışmalarda ele alınan konularla ilgili değerlendirmeler
yapılmıştır. Son olarak Selçuklu tarihçiliğinin o dönemki durumu hakkında
yorumlar yapılmış ve yazarın yapılması gerektiğini düşündüğü çalışmalar
hakkında önerilerde bulunulmuştur. 2
TERCÜME
ÇAĞDAŞ TARİH YAZICILIĞINDA SELÇUKLULAR
Rauf A. Hüseyinov*
Sovyetler Birliği, Yakın ve Orta Doğu halklarının 11.-12. yüzyıl tarihleri, bu
halkların güncel sorunları arasında önemli bir yer işgal eder, araştırmacılar
tarafından bu alana büyük ilgi gösterilmesine rağmen, bahsi geçen döneme tahsis
edilmiş ve yayımlanmış özel çalışmaların sayısı, günümüzde yetersiz bir
durumdadır.
Ch. Defremery’nin, Büyük Selçuklu hanedanının beşinci hükümdarı olan
Sultan Berkyaruk’un saltanatının tarihi ile ilgili çalışması, bu alanda yapılan ilk
Özet ve giriş kısımları ile köşeli parantezdeki ifadeleri tarafımızdan eklenen bu çalışmanın
yayınlanması sürecinde yardımlarını gördüğümüz Doç. Dr. Erkan Göksu hocamıza teşekkür
ederiz. (Dastan Razakov - Gürkan Açıkgöz)
* Prof. Dr. Azerbaycan Milli İlimler Akademisi.
2
Çağdaş Tarih Yazıcılığında Selçuklular
| 235
özel çalışmalar arasındadır.3 1853 yılında yayınlanan bu çalışma, artık eski
önemini ve değerini kaybetmiştir.
Günümüzde, Selçuklu dönemi tarihi yazıcılığı ile ilgili birçok çalışma sahası
ve bu dönem üzerine çalışmalar yapan araştırmacıların kullandıkları ortak bir
kaynak veri tabanı bulunmaktadır, fakat bu veriler çalışma konusunu ve çağın
fenomenini açıklama yöntemi ile ilgili farklı metodolojik yaklaşımları
bireyselleştirmektedir.
I.
Bolşevik Devrimi’nden önce Sovyet [ülkeleri] tarihçiliğinde, Selçuklu
dönemine tahsis edilen özel çalışmalar yapılmamıştır. Ancak, Yakın ve Orta
Doğu ile ilgili, özellikle de Barthold’un çalışmalarında Selçuklu konusu da ele
alınmıştır. Geniş kapsamlı kaynakların ve kendi dönemindeki mevcut verilerin
analizlerini yapan Barthold, Azerbaycan da dâhil olmak üzere, Türk dilli
halkların tarihlerinin en temel sorunlarını ortaya koymuştur. “Türkmen Halkının
Tarihinin Ana Hatları” adlı eseriyle, Selçuklular ile iç içe yaşamış olan bu halkın
tarih yazıcılığının temellerini atmıştır.
V. V. Barthold, birçok eserinde Kafkasya ve Kuzey İran bölgelerinin yanı sıra,
daha da önemli olarak Azerbaycan ve Dağıstan bölgelerinin tarihlerini de ele
almaktadır. O, ilk olarak, Transkafkasya, Orta Asya (Türkmenistan) ve komşu
bölgelerin tarihleriyle bağlantılı olarak, eski zamanlardan günümüze Azerbaycan
tarihinin ana hatlarını belirlemiştir.
Barthold’un eserleri, farklı terimlerin tarihçesiyle ilgili detaylı bir gezinti
olma özelliği taşımasının yanı sıra, ekonomik, etnik ve siyasi tarihle ilgili değerli
bilgi malzemesi içermektedir.
F. I. Uspenskiy, nispeten küçük hacimli bir çalışmasında, Türk dilli halkların
Orta Asya’dan Avrupa’ya ve özellikle bizim ilgi odağımızda olan Küçük Asya’ya
göç hareketlerini incelemektedir. Bizans İmparatorluğu’nun tarihini ele aldığı üç
ciltlik temel çalışmasında, özellikle 11.-12. yüzyıl Bizans tarihiyle yakından
bağlantılı olarak, Selçuklu tarihine de odaklanmıştır. 4
Marksist tarih metodolojisini temel alan Sovyet bilim adamları, Selçuklu
fetihleri ve hakimiyeti ile bağlantılı olarak Transkafkasya ve Orta Asya
halklarının tarihleri de dahil olmak üzere 11.-12. yüzyıl tarihlerinin araştırılması
hususuna bilimsel açıdan değerli katkılarda bulunmuşlardır. Sovyet tarihçilerinin
eserleri, iyi bilinen ve içerdikleri bilgi malzemesi karşılaştırmaya ve analize tabi
3
4
Ch. Defremery, Recherches sur le regne du sultan Barkiaroc, JA, ser. Vе, Cilt. I-II, 1853.
F. I. Uspenskiy, Dvijenie Narodov iz Tsentralnoy Azii v Evropu, Vizantiyskiy Vremennik, 1947, Cilt. I; aynı
yazar, İstoriya Vizantiyskoy İmperii, Cilt. III, Moskova-Leningrad, 1948.
236 | USAD Dastanbek RAZAKOV & Gürkan AÇIKGÖZ
tutulan kaynaklar temel alınarak kaleme alınmıştır. Onlar, dikkatlerini sadece
siyasi tarih ile ilgili meselelere değil, aynı zamanda feodal kurumlar, taşra
kurumları, köylülerin ve esnafların sömürülme biçimleri gibi devletin ve
toplumsal yapıların sorunlarına da yöneltmişlerdir.
Konu ile ilgili yapılmış araştırmalar arasında, V. A. Gordlevskiy’nin Sovyet
tarih yazıcılığında büyük bir öneme sahip olan ve benzeri olmayan, özet
niteliğindeki monografik çalışması, Küçük Asya Selçuklu Devleti’nin tarihine
tahsis edilmiştir.5 Yazarın, eserin giriş kısmındaki ifadelerine göre: “Yine de bu
giriş bölümü, benim tamamlanmamış, sözün yarısında kesintiye uğrayan, bazen
de meseleleri ortaya koymaktan açık bir şekilde kaçınmış olduğum solgun
denemelerimin, bağımsız bölümlerinin sağladığından daha fazlasını vaat
etmektedir.”6, dönemin incelenmesi konusunda yazar tarafından önemli
çalışmalar yapılmıştır. İlk olarak V. A. Gordlevskiy, Konya Selçukluları
örneğinde, 11.-12. yüzyıllar tarihi için önerilen genellemelerin gerçeklik ve
geçerliliğini kanıtlamaya çalışmış ve bunların, bahsi geçen dönemde mevcut
olduğunu göstermiştir. Ancak, yalnızca bu genellemelere yöneltilen soruların bir
kısmını yanıtlayamamıştır, bunun sebebi de kullanılan kaynak sayısının yeterli ve
fazla olmamasıdır. Bunun yanı sıra yazar, bilinen yazılı kaynakların da tümüne
ulaşamamıştır. Buna rağmen, V. A. Gordlevskiy’nin çalışması sadece Konya
Sultanlığı’nın değil, komşu ülkelerin tarihleriyle ilgili sorunların bir kısmının da
anlaşılması hususuna yeni bir katkı sağlamıştır. Yazar, Küçük Asya Selçuklu
Devleti tarihini birkaç aşamaya ayırmış ve bunları ayrı ayrı karakterize etmiş,
fatihlerin feodal durumlarının nasıl oluştuğunu göstermiş ve Selçuklulardaki
hiyerarşik yapıyı karakterize etmiştir.
V. A. Gordlevskiy, Küçük Asya Selçuklu Devleti’nin sosyal yapısının; köylü
ve zanaatkarların aşırı bir şekilde sömürülmesine dayandığını ve bu durumun
sınıf mücadelesinin alevlenmesine zemin hazırladığını özellikle vurgulamaktadır.
Devletin yükseliş ve çöküş dönemlerini ele alan V. A. Gordlevskiy, Konya
Sultanlığı’nın dahili tarihini ayrıntılı bir şekilde incelemekte; tarımsal ilişkiler ile
öncelikli olarak arazi kurumları -ikta- ve evrimi ile vakıflar ve uç beylerine
verilen toprak kategorileriyle ilgilenmektedir (sınır birliklerinin liderleri, aşiret
güçleri arasından seçilmekteydi). Yazar, arazi tasarrufunun sorunları, vergi
sistemi, devletin merkezinde bulunan sultanın otoritesi ve kabileler arasındaki
V. A. Gordlevskiy, Gosudarstvo Seldjukidov Maloy Azii, Moskova-Leningrad, 1941; aynı yazar: V.A.
Gordlevskiy, İzbrannıe Soçineniya, Cilt. I., Moskova, 1960. (Zdes Tsitiruetsya po “İzbrannım
Soçineniyam).
6 V. A. Gordlevskiy, Gosudarstvo Seldjukidov, s. 47
5
Çağdaş Tarih Yazıcılığında Selçuklular
| 237
ilişkiler üzerinde durmaktadır. Selçuklu Devleti’nde el sanatlarının, ticaretin ve
şehirlerin sahip olduğu önemi belirtmekte, ticari ilişkilerin evrimini ele almakta,
mali sistem, el sanatları ile ilgili üretimin sürdürüldüğü kurumlar, din, silahlı
kuvvetler ve sanat gibi alanlar bahis konusu edilmektedir. V. A. Gordlevskiy,
kendilerine oranla daha kültürlü bir çevreye giren Selçuklular’ın bu durumun
üzerlerindeki etkilerinin deneyimini yaşadıklarını, fakat bunun yanında, onların
bozkır göçebe karakteristik özelliklerinin birçoğunu korumuş oldukları sonucuna
ulaşmıştır. Genel olarak bu çalışma Selçukluların; Müslümanlar, Hristiyan Doğu
ve kısmen de Batı tarihindeki rolünün belirlenmesine katkıda bulunmuş ve
onların dünya tarihi, SSCB halkları ve özellikle Transkafkasya ve Orta Asya tarihi
açısından sahip oldukları önemi ortaya koymuştur. V. A. Gordlevskiy’nin
çalışması günümüzde de değerini kaybetmemiş ve sahip olduğu özel önemi
muhafaza etmiştir.
Selçuklu dönemi tarihi çalışmalarında, B. N. Zahoder, A. Yu. Yakubovskiy ve
I. P. Petrushevskiy, alana azımsanmayacak derecede katkı sağlamışlardır. Onlar,
çalışmalarının birçoğunda, sosyo-ekonomik, siyasi ve ideolojik tarih konularıyla
ilgilenmekte ve Selçuklu Devleti ile yan kollarının teşekkülü, kabile göçü ve
Türkmenlerin bu gelişmelerin yaşandığı süreçte oynadıkları role oldukça dikkat
etmektedirler.
B. N. Zahoder’in, Selçuklu tarihi üzerine yapmış olduğu çalışmalar arasında
en önemli olanı, 11. yüzyılın 2. yarısının seçkin bir devlet adamı ve Alparslan ile
Melikşah dönemlerinin veziri olan Nizamülmülk tarafından, Fars dilinde
yazılmış bir kaynak eser olan Siyasetname’nin Rusça çevirisidir. Bu siyasi içerikli
eser, Selçuklu egemenliğinin daha sonraki birkaç kuşak temsilcisi için yol
gösterici bir çalışma olmuştur. Bu yayın, kapsamlı bir giriş bölümü ile başlamakta
ve verimli yorumlar içermektedir.7
A. Yu. Yakubovskiy, birçok özel çalışmasında Selçuklu hareketi, XI. yüzyıl
Türkmen tarihi, Gazneliler ve Oğuz kabileleri arasındaki ilişkiler ve Selçuklularla
bağlantılı olarak Transkafkasya tarihinin sorunlarına değinmiştir.8
“Siaset-name. Kniga o Pravlenii Vazira XI Stoletiya Nizam al-Mulka”. Perevod, Vvedenie v İzuçenie
Pamyatnika i Primeçaniya Prof. B. N. Zahoder, Moskova-Leningrad, 1949. Yine bkz: B. N.
Zahoder, İstoriya Vostoçnogo Srednevekovya, Moskova, 1944: aynı yazar, Sredizemnomore i Perednyaya
Aziya s XI po XVIII vv. Moskova, 1940; aynı yazar, “Horasan i Obrazovaniye Gosudartsva
Seldjukov” ,VI., 1945, No. 5-6.
8 A. Yu. Yakubovskiy, “Kavkaz i İran v Epohu Rustaveli”, Pamyatniki Epohi Rustaveli, Leningrad, 1938;
aynı yazar, “Kitabi-Korkud” i Ego Znaçenie Dlya İzuçeniya Turkmenskogo Obşetsva v Epohu
Rannego Srednevekovya, Kniga Moego Deda Korkuta. Oguzskiy Geroiçeskiy Epos. Per. V. V. Bartolda,
Moskova-Leningrad, 1962; aynı yazar, Mahmud Gaznevi, “K Voprosu o Proishojdenii i Haraktere
7
238 | USAD Dastanbek RAZAKOV & Gürkan AÇIKGÖZ
I. P. Petrushevskiy, çalışmalarının birçoğunda arazi mülkiyeti ve tasarrufu,
köylüler ile esnafların durumunun yanı sıra özellikle ikta, mülk ve vakfın önemi
ile rolü, vergi sistemi ve vergi ödeyen sınıfın sömürülme şekli (köylülerin
durumunun evrimi) gibi konular üzerinde durmaktadır. 9
Orta Asya’da, öncelikli olarak Türkmenistan SSR’de Selçuklu konusuna ve,
Türkmenlerin ve Selçuklular ile uzun yıllar boyunca çeşitli yönlerden yakın
ilişkiler kurmuş olan diğer halkların tarihleri konularına da önem verilmektedir.
Özellikle, 9.-12. yüzyıllarda Orta Asya’daki Oğuz ve Türkmenlerin tarihiyle
ilgilenen S. G. Agadjanov’un, bu alan üzerine yaptığı birçok verimli çalışması
bulunmaktadır. Araştırmalarında, Oğuz tarihinin temel meselelerinden belirli
nitelikleri olan özgün konulara kadar, Türk dilli kabilelerin yaşamlarının çeşitli
yönleri üzerinde durmaktadır.10
11.-12. yüzyıllarda Türkmen savaş sanatı konusuyla özellikle meşgul olan A.
A. Roslyakov, ayrıca Selçuklular tarihi ile ilgili makaleler de kaleme almıştır. 11
Orta Asya etnograflarının çalışmalarında ulaştıkları sonuçlar, yaşam
sorunları ve kabile kompozisyonu gibi konular açısından dönemin tarihinin
anlaşılması hususuna katkı sağlamaktadır. Selçuklu konusu, ayrıca Türkmenistan
ve Özbekistan tarihi üzerine yapılan özet nitelikli çalışmalarda da ele alınmıştır. 12
Transkafkasya’daki bilim adamları, yıllar boyunca, söz konusu dönemin
tarihine büyük önem vermişlerdir. Özellikle yakın dönemde, Sovyet tarihçilerinin
Selçuklularla yakın ilişkili ve diğer sorunlarla ilgili olarak Transkafkasya’nın
problemlerine dikkat çekmesi, Selçukluların Kafkas halklarının yaşamlarında
Gaznevidskogo Gosudarstva”, Sb. “Ferdovsi. 934 - 1934”, Leningrad, 1934; aynı yazar,
“Seldjukskoe Dvijenie i Turkmenı v XI v”., İAN SSSR, OON, 1937, No. 4.
9 I. P. Petrushevskiy, “Beşkenidı-Pişteginidı, Gruzinskie Meliki Ahara v XII-Naçale XIII v.”, Materialı
po İstorii Gruzii i Kavkaza, Tbilisi, 1937, Sayı. 7; aynı yazar, Zemledelie i Agrarnıe Otnoşeniya v İrane
XIII-XIV vekov, Moskova-Leningrad, 1960; aynı yazar, Oçerki po İstorii Feodalhıh Otnoşeniy v
Azerbaydjane i Armenii v XVI-Naçale XIX vv., Leningrad, 1949; aynı yazar, “Hamdallah Kazvini kak
İstoçnik po Sotsialno-Ekonomiçeskoy İstorii Vostoçnogo Zakavkazya”, İAN SSSR, OON, 1937, No.
4.
10 S. G. Agadjanov, “Novıe Materalı o Proishojdenii Turkmen”, İzv. AN TurkmSSR, Seriya Obşestvennıh
Nauk, 1963, No. 2; aynı yazar, “Unikalnaya Medal s İzobrajeniem Sultana Muhammeda Togrulbeka”, İzv. AN TurkmSSR, Seriya Obşestvennıh Nauk, 1964, No. 4; S. G. Agadjanov ve K. N.
Yuzbashyan, “K İstorii Tyurkskih Nabegov na Armeniyu v XI v.”, Palestinskiy Sbornik, 1965, Sayı.
13 (76).
11 А. А. Roslyakov, “İz İstorii Voennogo İskusstva Turkmen”, Trudı Aşhabadskogo gos. Ped. İnstituta im.
M. Gorkogo, 1947. 1, İstoriçeskie Nauki; aynı yazar, Oçerki Voennogo İskusstva Turkmen X-XII vv.,
Kand. Diss, Aşhabad, 1947; aynı yazar, “Pervıe Seldjukidı”, İzv. Turkm. FAN SSSR, 1951, No. 3.
12 İstoriya Turkmenskoy SSR, Cilt. I, Kitap. I, Aşhabad, 1957; İstoriya Narodov Uzbekistana, Cilt. I, Taşkent,
1950; A. Karrıev i drugie, Oçerki iz İstorii Turkmenskogo Naroda i Turkmenstana v VIII-XIX vv.,
Aşhabad, 1954.
Çağdaş Tarih Yazıcılığında Selçuklular
| 239
oynadıkları rolden dolayı, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan tarihleri
açısından oldukça önemli bir husustur. Bu bağlamda, Selçuklu konusu ile ilgili
yapılan çalışmalara baktığımızda, bu konunun yerli halkların yaşamıyla
yakından ilişkili olarak değerlendirildiği görülmektedir. Araştırmayla ilgili bu
yaklaşımın haklı bir tutum olduğu söylenebilir, fakat 11.-12. yüzyılların
gerçekleriyle her zaman uyumlu olduğu söylenemeyecek olan bazı hükümlerin
yorumlanmasıyla ilgili kendine özgü bir iz bırakmaktadır. Özellikle, Selçuklular
tarafından kurulan devletler ve Transkafkasya ülkeleri (Gürcü Krallığı ile
Şirvanşahların ülkesi, Azerbaycan İldenizliler Atabegliği ile Irak Sultanlığı)
arasındaki ilişkiler her zaman objektif bir şekilde ele alınmamaktadır;
Selçuklularla bağlantılı olarak Transkafkasya tarihi, sadece bir durgunluk dönemi
ve feodal ilişkilerin evriminde bir gerileme olarak sunulmaya çalışılmaktadır.
Genel gelişim sürecinde Transkafkasya ülkelerinin her birinin tarihlerini ayrı bir
tablo halinde değerlendirme eğiliminin olduğu görülmektedir. Bu nitelikteki
hükümler, öncelikle Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan tarihleri ile ilgili
yapılan özet nitelikli çalışmalarda varlığını sürdürmektedir. Fakat bu çalışmaların
birçoğunda, 11.-12. yüzyıllarda Transkafkasya halklarının birçok açıdan ortak
olan sosyo-ekonomik, siyasi ve kültürel tarih sorunları objektif bir bakış açısıyla
ele alınmaktadır. A. A. Ali-zade13, I. P. Bekzadi14, M. H. Şarifli15, I. A. Orbeli16, L.
O. Babayan17, C. P. Pogosyan18, H. A. Mushegyan19, M. D. Lordkipanidze20, S. A.
А. А. Ali-zade, “K Voprosu o Polojenii Krestyan v Azerbaydjane v X-XIV vv.”, Trudı İnstituta İstorii i
Filosofii AN AzSSR, 1953, Cilt. III; aynı yazar, “K Nekotorım Voprosam, Otnosyaşimsya k İstorii
Vladçestva Seldjukidov na Srednem Vostoke i v Zakavkaze”, Voprosı İstorii Narodov Kavkaza,
Tbilisi, 1966; aynı yazar, Sotsialno-Ekonomiçeskaya i Politiçeskaya İstoriya Azerbaydjana XIII-XIV vv.,
Bakü, 1956.
14 İ. P. Bekzadi, Soçinenie Ravendi “Rahat-as-Sudur va Ayat-as-Surur” kak İstoriçeskiy İstoçnik (Azerbaycan
dilinde), Bakü, 1963; aynı yazar, “O Polojenii Krestyan Azerbaydjana v XI-XII vv.” (Azerbaycan
dilinde), Dokladı AN AzSSR, 1959, Cilt XV, No. 4; aynı yazar, “Çastnaya Sobstvennost Nazemlyu i
Vidı Nalogov v Azerbaydjane XI-XII vv.” (Azerbaycan dilinde), İzv. AN AzSSR, Seriya
Obşestvennıh Nauk, 1959, No. 4.
15 М. H. Şarifli, “Azerbaydjan v XI-XII vv.” (Azerbaycan dilinde), Trudı İnstituta İstorii AN AzSSR,
1957, Cilt. XII; aynı yazar, “Torgovlya i Torgovıe Puti Azerbaydjana XIII-XIV vv.” (Azerbaycan
dilinde), İzv. Az. FAN SSSR, 1944, No. 2-3.
16 I. A. Orbeli, “Albanskie Relefı i Bronzovıe Kotlı”, Pamyatniki Epohi Rustaveli, Leningrad, 1938; aynı
yazar, “Vostok i Zapad”, Vİ, 1965, No. 6; aynı yazar, “Problema Seldjukskogo İskusstva”, III
Mejdunarodnıy Kongress po İranskomu İskusstvu i Arheologii, Moskova-Leningrad, 1939; aynı yazar,
Razvalinı Ani, St. Petersburg, 1911.
17 L. O. Babayan, K Voprosu o Zakrepoşenii Krestyan v Armenii Domongolskogo Perioda, Erevan, 1961.
18 S. P. Pogosyan, Zakrepoşenie Krestyanstva i Krestyanskie Dvijeniya v Armenii v IX-XIII vv., Avtoref.
Dokt. Diss, Erevan, 1955.
19 H. A. Mushegyan, Denejnoe Obraşenie Dvina po Numizmatiçeskim Dannım, Erevan, 1962.
13
240 | USAD Dastanbek RAZAKOV & Gürkan AÇIKGÖZ
Meshia21, R. A. Mamedov22 ve birçok araştırmacı; köylüler ve esnafların durumu
ile bunların köleleştirilme süreci, vergiye tabi tutulmaları, arazi mülkiyeti ve
tasarrufu, şehirler, el sanatları, ticaret ve ticaret yolları, ticari-mali ilişkiler, ticari
ürün üretimi ve din siyaseti gibi bazı konular ve meseleler üzerine çalışmalar
yapmışlardır. Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan tarihleriyle ilgili olarak, aynı
konular üzerine yapılan özet nitelikli çalışmaların da varlığından bahsetmek
mümkündür23. Transkafkasya tarihçileri, hakkında objektif değerlendirmeler
yaptıkları Selçuklu fetihleri ve hakimiyetinin, fethedilen ülkelerin gelişimleri
açısından negatif sonuçlarını ortaya koymuşlardır. Aynı zamanda bu yazarların
birçoğu, Selçuklulara nispetle farklı zümrelerin yaşadığı, farklı dillerin
konuşulduğu ve farklı inançların mevcut olduğu yerlerde bile, bir nebze
yavaşlamış ve zayıflamış olmasına rağmen, siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel
alanlarda kalkınmanın devam ettiğini vurgulamıştır.
Transkafkasya tarihi üzerine yapılan genel nitelikli veya Selçuklularla ilgili
konuların her birinin ayrı ayrı ele alındığı monografik çalışmaların sayısı
günümüzde de fazla değildir. Bahsi geçen çalışmalar şunlardır: L. O. Babayan
(Moğol Öncesi Dönemde Ermenistan’da Köylülerin Köleleştirilmesi), S. P.
Pogosyan (9.-13. Yüzyıllarda Ermenistan’da Köylü Hareketleri ve Köylülerin
Köleleştirilmesi Üzerine), ayrıca B. N. Arakelyan’ın “9.-13. Yüzyıllarda
Ermenistan’da Şehirler ve El Sanatları” adlı çalışması (I, Erivan, 1958 - Ermeni
dilinde yayınlanmıştır). Fakat, önemli çalışmalar olmasına rağmen, bu eserlerde
daha ziyade dar kapsamlı konular ele alınmıştır. I. P. Bekzadi, Irak Sultanlığı’nın
çağdaşı olan Ravendi’nin, Fars dilinde kaleme aldığı kaynak eseri ile ilgili olarak
çalışmalarında Selçuklu konusuna geniş yer ayırmıştır. Bahsi geçen Ermeni
araştırmacıların aksine yazar tek bir kaynağı esas alarak, Azerbaycan’ın
Selçuklular tarafından fethi ve sosyo-ekonomik durumu da dahil olmak üzere,
10.-12. yüzyıllarda Azerbaycan tarihiyle ilgili bazı konular üzerinde durmuştur.
Genel olarak, çeşitli konular hakkında iyi seçilmiş materyaller içermesine rağmen
çalışma, tarih yazıcılığından ziyade kaynak odaklı ve açıklayıcı bir niteliğe
sahiptir.
M. D. Lordkipanidze, “İz İstorii Sotsialnogo Razvitiya v Gruzii v XII v.”, Gruziya v Epohu Rustaveli,
Tbilisi, 1966; aynı yazar, Epoha Rustaveli, Tbilisi, 1966.
21 S. A. Meshia, Goroda i Gorodskoy Stroy Feodalnoy Gruzii, Tbilisi, 1959.
22 R. A. Mamedov, “İz İstorii Nahçevana X-XII vv. “(Azerbaycan dilinde), Materialı po İstorii
Azerbaydjana, Cilt. VI, Bakü, 1963; aynı yazar, Oçerk İstorii Goroda Nahçevana v Period Srednevekovya,
Avtoref. Kand. Diss, Bakü, 1965.
23 İstoriya Azerbaydjana, Cilt. I, Bakü, 1958; İstoriya Armyanskogo Naroda, Cilt. I, Erevan, 1951; N. A.
Berdzenişvili i drugie, İstoriya Gruzii, Cilt. I, Tbilisi, 1962.
20
Çağdaş Tarih Yazıcılığında Selçuklular
| 241
N. N. Shengelia24; Gürcü, Süryani, Ermeni, Bizans, Türk, Arap, Fars ve diğer
bazı kaynakları kullanarak, ilgi çekici çalışmalar yapmıştır. Yazar, sadece 11.
yüzyıl Selçuklu tarihini ve üç Selçuklu sultanı -Tuğrul Bey, Alparslan ve Melikşah
dönemlerini ele almıştır. O, “Didi Turkoba” (Büyük Türk Çağı) olarak
adlandırılan Gürcistan’daki Selçuklu hakimiyeti dönemine ağırlık vermiş ve
Gürcü kralları IV. Bagrat, II. Georgi ve IV. David’in (Kurucu) faaliyetlerini ele
almıştır.
11.-12. yüzyıllarda Transkafkasya’nın toponomisi, epigrafisi, arkeolojisi ve
nümizmatik konularına tahsis edilmiş bazı çalışmaların varlığından bahsetmek
mümkündür.25 Maddi kültür ile ilgili verilere dayanılarak, kaynaklardan elde
edilen bilgilerle birlikte bu çalışmalarda aynı zamanda temel el sanatları, ticari
alanların bulunduğu yerler, ticari ürünler, ticaret yolları, para ekonomisi ve
nitelikleri ile Türkleşmenin dil alanındaki yansımaları hakkında ilgi çekici
sonuçlara ulaşılmıştır.
II.
Farklı bir ekolün temsilcileri olarak değerlendirilebilecek olan Batı Avrupalı
uzmanların çalışmalarına, olgusal kaynaklar temel alınmasına rağmen, yine de
Selçuklu dönemi tarihinin ele alınması hususunda belirli bir metodolojik
kısıtlamanın damga vurduğu görülmektedir. Bununla birlikte, bunlar arasında en
iyi olanlar, kaynakların eleştirel bir şekilde yorumlanması söz konusu olduğunda,
taslakların oluşturulması ve sonuçlara varılması açısından faydalı çalışmalardır.
C. Cahen, A. Lambton, J. Sauvaget, V. Minorsky, B. Spuler, P. Wittek ve
diğerlerinin çalışmalarını, belirtilen hususlar açısından değerlendirebiliriz. Bu
yazarlar, ağırlıklı olarak dar kapsamlı ve özel konulara tahsis ettikleri
makalelerinde ulaştıkları sonuçlar ile ön plana çıkmaktadırlar.
P. Wittek’in nispeten küçük hacimli olarak değerlendirilebilecek olan ve
Selçukluların sosyo-ekonomik ve siyasi tarihlerinin bazı yönlerini olgusal
24
25
N. N. Shengelia, Seldjuki i Gruziya v XI v., Tbilisi, 1968 (Gürcistan dilinde).
M. М. Аltman, İstoriçeskiy Oçerk Goroda Gyandji, Bakü, 1949; Trudı Azerbaydjanskoy (Orenkalinskoy)
Arheologiçeskoy Ekspeditsii, Moskova-Leningrad, Cilt. I, 1959, III, 1965; İ. M. Djafar-zade, İstorikoArheologiçeskiy Oçerk Staroy Gyandji, Bakü, 1949; D. G. Kapanadze, Gruzinskaya Numizmatika,
Moskova, 1955; K. Kafadaryan, Gorod Dvin i Ego Raskopki, Erevan, 1952; Z. P. Maysuradze,
Gruzinskaya Hudojestvennaya Keramika XI-XIII vv., Tbilisi, 1954; E. A. Pahomov, Monetı Gruzii, St.
Petersburg, 1910; aynı yazar, Monetnıe Kladı Azerbaydjana i Drugih Respublik, Kraev i Oblastey
Kafkaza, Sayı. I-IX, Bakü, 1926-1966.
242 | USAD Dastanbek RAZAKOV & Gürkan AÇIKGÖZ
kaynaklara dayanarak ele aldığı Küçük Asya Selçukluları ile ilgili iki özel
çalışması, oldukça ilginç ve değerlidir.26
T. Talbot Rice’ın Küçük Asya Selçukluları ile ilgili monografik çalışması,
bağımsız bir anlam taşımamaktadır. Çalışmanın önemli bir kısmında, Küçük
Asya Selçuklu mimarisi ve sanatı ile ilgili materyaller ve ulaşılan sonuçlara yer
verilmiştir, fakat araştırmada bu dönem hakkında bazı ilginç değerlendirmeler
bulunmaktadır, özellikle 11.-12. yüzyıllara ait bazı kurumların ve şartların,
Osmanlı Türkiyesi’nde devlet yapısı ve toplumsal ilişkiler açısından ödünç
alındığı ileri sürülmektedir.27
J. Laurent, 1021-1081 yılları arasında Bizans ile Türk dilli kabilelerin ilişkileri
konusuna dikkat çekmek istemiştir, fakat sadece, sonrasında Küçük Asya ve
Transkafkasya’da Selçuklu hakimiyetinin kurulduğu Malazgirt Savaşı’nın (1071),
Ön Asya’nın askeri-siyasi tarihinin en önemli olaylarından biri olduğunu
üstünkörü bir şekilde belirtmektedir.28
V. Minorsky, birçok çalışmasında ve ilk olarak Şirvan ve Derbend tarihi ile
ilgili özel çalışmasında, Türk dilli kabilelerin yerleşimi, kabile kompozisyonu ve
sosyo-ekonomik durum hakkında bilgi veren önemli kaynaklarla ilgili
değerlendirmeler yapmıştır.29 Yazar, Transkafkasya’nın siyasi tarihi ile ilgili
olarak Sovyet tarih yazıcılığında varılan sonuçlar ile örtüşmeyen, anlaşılması güç
bazı hükümlere ulaşmıştır. Özellikle, 12. yüzyılda Şirvan Devleti ve Gürcü
Krallığı arasındaki ilişkinin doğası meselesini, iki devlet arasında bir eşitliğin
olmadığına inanarak yorumlamaktadır. A. A. Alizade, haklı olarak 12. yüzyılda
Transkafkasya’nın bu iki büyük devleti arasındaki ilişkinin dostça ve ittifaka
dayalı olduğuna inanarak ve tarihi gerçeklerle ilgili olarak bir önceki cümlede
belirtilen düşüncenin tutarsızlığına dikkat çekmiştir: “Mevcut yazılı kaynaklara,
nümizmatik ve epigrafik verilere dayanarak, 10.-13. yüzyıllarda, Şirvan üzerinde
bir Gürcü etkisinin (veya Şirvan’ın Gürcistan’a doğrudan bağlılığının) olmadığı
net bir şekilde ifade edilebilir.” Gürcü kralları, Şirvan’ın ekonomik, siyasi ve
kültürel açılardan sahip olduğu önemden faydalanma çabasıyla, çıkarları
P. Wittek, “Deux chapitres de l'histoire des turcs de Roum”, Byzantion, 1936, Cilt. XI; aynı yazar, Le
sultan de Roum, “Melange Emile Boisacq”, Bruxelles, 1938, Cilt. II (Annuaire de l'lnstitut de
philologie et d'histoire orientales et Slaves, VI).
27 Т. Talbоt Rice, The Seljuks in Asia Minor, Londra, 1961.
28 J. Laurent, Byzance et les turcs seldjoukides dans l'Asie Occidentale jusqu'en 1081, Paris - Nancy, 1913.
29 V. F. Minorskiy, İstoriya Şirvana i Derbenda X-XI vеkоv, Мoskova, 1963; V. Minorsky, A History of
Sharvan and Darband in the 10-11th Centuries, Cambridge, 1958; aynı yazar, Studies in Caucasian
History, London, 1953; aynı yazar, “Iranica”, Twenty Articles by V. Minorsky, Tehran, 1964.
26
Çağdaş Tarih Yazıcılığında Selçuklular
| 243
gereğince Şirvanşahlarla akrabalık ilişkileri kurmaya ve dostça geçinmeye
çalışmışlardır.30
A. Lambton’un, Büyük Selçuklular dönemine tahsis edilmiş olan küçük
hacimli çalışması, maalesef henüz yayınlanmamıştır. 31 Daha sonraki
çalışmalarında A. Lambton, yayınlanmamış olan çalışmasının içeriğini ve
konunun sınırlarını genişletmiştir. Özellikle, Selçuklu Devleti’nin idari yapısı,
yönetim, vergiler, vergi ödeyen sınıfın durumu ve arazi tasarrufu konularını ele
almıştır.32
C. Cahen’in birçok makalesi, dönemin karakteristik özelliklerinin yeniden
kurgulanması hususuna yardımcı olmaktadır. Bu özellikler, dikkat edilen
meselelerin bağlı olduğu bir amaç etrafında şekillenmekte ve Selçuklular ile
komşularının yaşamlarının çeşitli yönlerini etkilemektedir. Yazar, öncelikle
sosyo-ekonomik durumla ilgili olmak üzere ilginç sonuçlara ulaşmıştır. Ağırlıklı
olarak Küçük Asya Selçukluları (o dönemde Batı Avrupa’ya has özellikler ile bazı
ilginç karşılaştırmalar yaparak) üzerinde durmuştur; ulaştığı sonuçlar Ön
Asya’nın diğer bölgelerinin tarihleri (özellikle arazi tasarrufu ve toprak mülkiyeti,
siyasi yapı ve savaş sanatı) açısından da faydalı olarak görülebilir. C. Cahen’in,
Selçuklu tarihi ile ilgili konuların araştırılması açısından yeni bir gelişme olarak
değerlendirilebilecek olan son çalışması, Konya Sultanlığı’nın kuruluşu ve yıkılışı
(1071-1330) konularına tahsis edilmiştir.33 Bu özet nitelikli çalışma, Küçük Asya
Selçuklu dönemi tarihi üzerine yapılan uzun süreli ve çok yönlü bir araştırmanın
sonucunda tamamlanmıştır. Kaynak çalışmaları ve coğrafi koşullar,
Selçuklular’ın Anadolu’ya ilk akınları ve Anadolu’nun fethi, sosyo-ekonomik,
dini ve askeri durumlarla ilgili hususlar, sanat ve bilim, feodal beyler arasındaki
mücadeleler gibi konuların tümü Fransız Ortaçağ tarihçileri tarafından ilgi çekici
çalışmalarda, farklı bakış açılarıyla ele alınmıştır. C. Cahen bazı özel
çalışmalarında, Türk dilli kabilelerin tarihini ele almakta ve Ön Asya Selçuklu
tarihiyle ilgili geniş bir plan etrafında genellemeler yapmaktadır, fakat özellikle
Selçuklular’ın Yakın Doğu tarihindeki istisnai rolü meselesi ile ilgili olarak
А. А. Аli-zade, Ot Otvetstvennogo Redaktora, - kitapta.: V. Minorskiy, İstoriya Şirvana i Derbenda, s. 812; yine bkz: aynı yazar, Sotsialno-Ekonomiçeskaya i Politiçeskaya İstoriya Azerbaydjana, s. 357.
31 А. K. S. Lambtоn, Contributions to the Study of Seljuk Institutions, Unpublished Dissertation, London,
1939.
32 Bkz. А. Lambton’un çalışması: Landlord and Peasant in Persia, Londra, 1953; Islamic Society in Persia,
London, 1954; “The Administration of Sanjar's Empire as Illustrated in the Atabat al-Kataba”,
BSOAS, 1957, Vol. XX, s. 367-388.
33 С. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, London, 1968 (d Podrobnoy Bibliografiey).
30
244 | USAD Dastanbek RAZAKOV & Gürkan AÇIKGÖZ
vardığı sonuçlar hakkında onunla fikir birliği içinde olmanın her zaman mümkün
olmadığı söylenebilir.
Ortaçağ’da Müslüman doğunun sosyo-ekonomik ve siyasi tarihinin en
önemli hususlarının kuramsal olarak açıklanması amacıyla bazı çalışmalar
yapılmıştır. Bu tür çalışmalar arasında, Ortaçağ’da feodal toplumun gelişiminin
doğru anlaşılması amacıyla bir Müslüman şehri üzerine yapmış olduğu
incelemede34 L. Gardet, evrim yasalarını ve çok yönlü şehir yaşamı konusunu
açıklığa kavuşturmak için Marksist metodolojinin bazı ilkelerini kullanmaya
çalışmıştır. E. D. Ross tarafından konu ile ilgili yapılan genel nitelikli ve küçük
hacimli çalışmada Asya göçebelerinin faaliyetleri ele alınmaktadır. 35
Alan üzerine yapılan genel nitelikli çalışmalar arasında dikkat çekici
olanlardan biri de, 5. cildinde Selçuklu ve Moğol dönemi olaylarının özet şeklinde
verildiği “Cambridge İran Tarihi”dir.36 Bu çalışmada esas olarak üzerinde
durulan konular şu şekildedir: İran Dünyasının Siyasi ve Hanedan Tarihi (C. E.
Bosworth), Selçuklu İmparatorluğu’nun Sosyo-Ekonomik ve Feodal Yapısı (A.
Lambton), Din (A. Bausani), Şairler ve Nesir Yazarları (I. Rypka), Uygulamalı
Sanat (O. Grabar), İran’da Pozitif Bilimler (E. S. Keenedy). Bu çalışmalarda,
meselelerin tümü eksiksiz bir şekilde aydınlatılamamaktadır, bu durumun
materyal yetersizliğinden kaynaklandığı söylenebilir. Özellikle, Irak Sultanlığı ve
Azerbaycan İldenizliler Atabegliği üzerinde yeterli derecede durulmamaktadır;
halbuki, 12. yüzyıl İran ve komşu ülkelerin tarihlerinde Irak Selçukluları ve
Atabegler önemli bir rol oynamışlardır.
III.
Türkiyeli tarihçiler Selçuklu konusuna büyük önem vermektedirler. Son 10
yıl içinde modern burjuva tarihçiliğinin metodolojik kısıtlamalarının en belirgin
bir şekilde görüldüğü Türkiye’de birçok monografik çalışma yapılmış ve
makaleler yayınlanmıştır. Bu, hem incelemeye alınan dönemin değerlendirilmesi
hem de birçok meselenin gelişimi ile ilgili bir durumdur. Bahsi geçen
çalışmalarda,
kanıt
niteliğindeki
kaynakların
objektif
bir
şekilde
değerlendirilmemesi dikkat çekici bir husustur. Türkiyeli yazarlar, özellikle
dönemi idealleştirmeleriyle ön plana çıkmaktadırlar; onlar Ortaçağ tarihçilerinin
savunmacı nitelikli eserlerinden etkilenmişlerdir. Dönemin kendine özgü
süreçlerinin genel olarak değerlendirilmesi hususunda, Ortaçağ’daki Türk dilli
L. Gагdеt, La cite musulmane, Paris, 1954.
E. D. Rоss, Aldred Lectures on Nomadic Movements in Asia, London, 1929.
36 The Cambridge History of Iran, Vol. 5. The Saljuq and Mongol Periods, Ed. by J. A. Boyle, Cambridge,
1968.
34
35
Çağdaş Tarih Yazıcılığında Selçuklular
| 245
kabilelerin ayırt edici özelliklerinin kanıtlanmaya çalışıldığı, önemli olaylar
hakkında yapay bir şekilde hazırlanan kronolojik kaymaların olduğu
gözlemlenmektedir. Selçuklular tarihi ile ilgili birçok önemli konu hakkında
yaptıkları yorumlar hakkında onlarla hemfikir olmak mümkün değildir.
Türkiyeli bilim adamlarının eserlerinde, çoğu zaman keyfi yapılanmaların
üzerinde çok fazla durulmakta, bazen sosyo-ekonomik, siyasi, askeri ve ideolojik
tarih ile ilgili yapılan bölümlemelerin tartışılabilir olduğu görülmektedir.
Selçuklu dönemindeki Türk dilli nüfusun modern Türkiye’nin oluşumunda
oynadığı rolün, konuya yukarıda belirtilen şekilde yaklaşılması hususu ile
doğrudan ilişkili olduğu söylenebilir. Esasında, siyasi, sosyo-ekonomik tarih ve
dil alanında önemli bir evrim olan, Türk kabilelerinin hakimiyetinin kurulduğu
Küçük Asya’nın yerli nüfusunun yaşamında meydana gelen değişimlerin
yaşandığı dönem 11.-12. yüzyıllardır.
Ancak, ülke dışında yapılan çalışmaların etkisiyle Türkiye tarihçiliği, yavaş
yavaş birçok olumsuz tezahürden kurtulmaktadır. Türk tarihinin ele alındığı
dergilerde, Sovyetler ve yurtdışındaki ülkelerin uzmanlarının çalışmaları yeniden
yayınlanmaya başlamıştır; meslektaşların kaynakları ve eserleri hakkında daha
eleştirel bir bakış açısına yönelimin başladığı görülmektedir.
İ. Kafesoğlu’nun çalışması ağırlıklı olarak 11. yüzyılın 2. yarısı Selçuklu siyasi
tarihi konusuna tahsis edilmiştir; eser, Melikşah’ın saltanatı dönemine odaklı bir
çalışmadır. Yazar haklı olarak, Dandanakan’da Gazneliler’e karşı kazanılan
zaferin; Horasan’da Selçuklu hakimiyetinin kuruluşunun, İslam ülkelerindeki
Selçuklu fetihlerinin başlangıcı olduğunu belirtmektedir. Fakat eserde, bazen
fetih sürecinin asıl gelişiminin önüne geçen olayların kronolojisinde kesinlik
bulunmamaktadır.
İ.
Kafesoğlu
özellikle,
İran,
Küçük
Asya
ve
Transkafkasya’daki Selçuklu istilasının, asıl gerçekleştiği bilinen tarihten daha
erken bir süreçte başladığını belirtmiştir.37
M. A. Köymen’in Büyük Selçuklu Devleti tarihi konusundaki çalışması 38, İ.
Kafesoğlu’nun çalışması ile benzerlik göstermektedir, fakat eserin bölümlerinde
temel içeriğin tahsis edildiği siyasi olaylar açısından daha geniş kapsamlıdır.
Yazarın yaptığı temel hatalardan biri, Müslüman Doğu’daki en önemli devletin
Türk dilli kabileler tarafından kurulduğu tezini kanıtlama çabası içinde olmasıdır.
Yazar aynı zamanda, halifelik gibi bir siyasi oluşumun erken Ortaçağ’daki ve 12.
yüzyıldan sonraki varlığı ile Moğollar tarafından kurulan devletleri göz ardı
İ. Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul, 1953; aynı yazar,
Harezmşahlar Devleti Tarihi, Ankara, 1956.
38 М. А. Köуmen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Cilt II, Ankara, 1954.
37
246 | USAD Dastanbek RAZAKOV & Gürkan AÇIKGÖZ
etmektedir. Burada hatalı olan bir diğer görüş şudur ki; M. A. Köymen, Doğu’dan
Batı’ya defalarca gerçekleştirdikleri göç hareketlerinin iyi bilinmesine rağmen,
Türklerin bulundukları bölgeye [Yakın Doğu] eski dönemlerde geldiğine
inanmaktadır. O, yapmış olduğu geniş kapsamlı çalışmada, 12. yüzyılın 2.
yarısında Irak Sultanlığı’nın kaderi açısından çok önemli bir rol oynayan
Azerbaycan İldenizliler Atabegliği’ne yer vermemiştir.
M. A. Köymen’in çalışmasında görülen eksikliklerin, İ. Kafesoğlu’nun
eserinde de mevcut olduğu görülmektedir. Yazarların yukarıda belirtilen
çalışmalarının her ikisi de farklı kaynaklardan elde edilen birçok olgusal materyal
içermekte ve Türk tarih yazıcılığının gelişiminde bir aşama olarak ön plana
çıkmaktadır.
O. Turan’ın Selçuklular tarihi ve Türk-İslam kültürü üzerine yapmış olduğu
çalışması birkaç önemli bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm dönemin siyasi
tarihine tahsis edilmiştir ve bağımsız bir anlam taşımamaktadır. Sosyo-ekonomik
tarih bölümü genel olarak Konya Sultanlığı’na tahsis edilmiş ve bir önceki
bölümden daha iyi bir şekilde hazırlanmıştır, fakat bununla beraber yeni bir katkı
sağlamamaktadır. Eserin kendine özgü en ilginç kısmı; kültür, ideoloji, mimari,
sultanların İsmaililerle ilişkileri ve ilmi gelişmelerin anlatıldığı bölümdür.
Çalışmanın bu bölümü bir eklektizm damgası taşımakta ve bütüncül bir izlenim
bırakmamaktadır. Ancak, yazarın birçok farklı kaynağı kullanmış olduğunun
belirtilmesi gerekir; Küçük Asya Selçukluları’nın fetihlerinin karakteristiği, Yakın
Doğu’nun Türkleşmesi ve Oğuzların göç hareketi hakkında ilginç ve isabetli
açıklamalar yapmıştır.39
Selçuklu konusunun ele alındığı eserler ile paralellik göstermeyen en son
yayınlardan biri, F. Sümer’in Oğuzlar hakkında yapmış olduğu çalışmadır. 40
Yazar, Oğuzların siyasi tarihi, kabileleri ve örgütlenmeleri ile Oğuz Destanı’nı ele
almaktadır. Oğuzların tarihine tahsis edilen ilk kısmın doyurucu bir derleme
olması, sadece bilinen materyallere değil aynı zamanda kabileler ve
örgütlenmeleri ile ilgili ve daha ilginç, özgün olan bölümün, Türkiye dışındaki
birçok araştırmacının erişemeyeceği 16. yüzyıl arşiv verilerine dayanmasından
kaynaklanmaktadır. F. Sümer, Oğuzların sosyo-ekonomik yaşamının yeniden
kurgulanması amacıyla, dikkatini destan üzerine yöneltmiştir. Fakat bu spesifik
yaklaşım, Selçuklu toplum yaşamının gerçek resminin tam bir portresinin
yeniden oluşturulmasına olanak sağlamamaktadır. Yazarın önemli metodolojik
39
40
О. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, Ankara, 1965.
F. Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Tarihleri, Boy Teşkilatı, Destanları, Ankara, 1967.
Çağdaş Tarih Yazıcılığında Selçuklular
| 247
hatalarından biri, hem eserin başlığına hem de metne yansıtılan Oğuz ve
Türkmen tanımlamalarıdır.
Türkiyeli tarihçilerin eserlerindeki mevcut temel eksiklikler, haklı objektif
eleştirilerin konusu olmuştur. Özellikle O. Turan, İ. Kafesoğlu’nun Selçuklu
konusu hakkındaki çalışma döngüsünü gözden geçirmiş ve onun çalışmalarını
karşılaştırmalı ve sığ bir şekilde değerlendirmiştir. O, Kafesoğlu’nun, 11-12.
yüzyıl tarihiyle ilişkili sorunları çözemediğini ve diğer yazarlardan hatalarıyla
birlikte çok fazla ödünç bilgi aldığını öne sürmektedir. 41 Bazı kategorik ifadelerini
bir yana bırakacak olursak O. Turan’ın, İ. Kafesoğlu’nun Selçukluların fetihleri ve
hâkimiyetleri ile ilgili olarak Ön Asya tarihini oldukça öznel bir şekilde
inceleyerek yaptığı çalışmasını, doğru bir şekilde değerlendirdiğini kabul etmek
gerekir.
Bununla beraber, O. Turan’ın yukarıda belirtilen çalışması eleştirel bir analize
tabi tutulmuştur. A. Ateş, geniş kapsamlı bir incelemesini, düzensel zayıflığını
belirtmiş olduğu bahsi geçen çalışmanın bilimsel eksikliklerinin belirtilmesine
tahsis etmiştir. Eleştirmen haklı olarak, O. Turan’ın araştırmasının yeni bir katkı
sağlamadığını belirtmektedir.42
O. Turan, bazen tarihsel gerçeklere bakılmaksızın, istedikleri hususları gerçek
olarak sunma eğiliminde olan Türkiyeli tarihçilerin en önde gelen temsilcisidir.
O, öznel bakış açısını “Ortaçağ Türkleri Arasında Dünya Hakimiyeti Fikri”
başlıklı makalesinde açık bir şekilde ortaya koymuştur. Orhun Yazıtları
dönemindeki Türk dilli kabileler ile Selçuklular dönemi Türklerinin düşüncelerini
güçlendiren ve giderek zihin yapılarına hâkim olan bir gerçekliğe dönüştürülen
fikrin varlığını kanıtlamaya çalışmaktadır. Yazar, Türk feodal toplumunda
sömüren ve sömürülenlerin sosyal bir dayanışma içinde olduğunu düşünerek,
askeri göçebe seçkinler ile sıradan emekçiler arasında bir uzlaşmazlığın varlığını
reddetmektedir.43 O. Turan’ın dile getirdiği fikirler yeni değildir; Z. Gökalp ile
Pan-Türkizm ve Pan-Turanizm’in diğer taraftarlarının belirttikleri hususların
tekrarıdır. Bununla beraber yazar, dönemin sosyo-ekonomik tarihi hakkında ilgi
çekici belgelerin bulunduğu veya toprak hukuku sorunlarını ve gayrimüslimlerin
durumunu incelediği bir yayın döngüsünün sahibi olma durumundadır. 44
О. Тuran, “Selçuklular Hakkında Yeni Bir Neşir Münasebetiyle”, TTKB, 1965, C. XXIX.
A. Ateş, (Eleştiri) “О. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti”, Ankara, 1965, Şarkiyat
Mecmuası, İstanbul, 1968, VI.
43 О. Тuгаn, “The Ideal of World Domination Among the Medieval Turks”, Studia Islamica, Paris, 1955,
Vol. IV.
44 Bkz. О. Tuгan, “Le droit terrien sous les Seldjoukides de Turquie”, Revue des etudes islamiques, Paris,
1949; aynı yazar, “Les souverains seldjokides et leurs sujets non-musulmans”, Studia Islamica,
41
42
248 | USAD Dastanbek RAZAKOV & Gürkan AÇIKGÖZ
Selçuklu dönemi tarihinin sorunları aynı zamanda, aralarında A. Z. V.
Togan45 ve İ. H. Uzunçarşılı’nın46 da bulunduğu belirtilmesi gereken diğer
Türkiyeli tarihçilerin de dikkatini çekmiştir.
Ch. Defremery’nin eserinin kaleme alınışından bu zamana kadar devam eden
yüzyıl içinde Selçuklu tarihi yazıcılığı konusuna son verirken, bu zaman dilimi
içinde geniş kapsamlı materyallerin, bilinen ve erişilebilen yeni kaynakların
toplanmış olduğunu belirtebiliriz. Selçuklu konusu hakkında birçok araştırma
yapılmıştır; fakat dönemin aydınlatılması hususundaki dengesizlik, bazı kilit
sorunlar hakkında özel çalışmaların yapılmaması, daha çok araştırma yapmak
için fazla geniş alan sağlamamaktadır. Sadece spesifik yapı, atabegler kurumu,
dönemin etnografyası ve askeri işler gibi konular hakkında açıklamalar
yapılmıştır. Şehir hayatı çalışmalarının; şehrin el sanatları ve ticari, ekonomik ve
siyasi, entelektüel, kültürel ve yönetim açılarından merkez olarak önemli bir rol
oynadığı 11.-12. yüzyıllar tarihinin anlaşılmasına yardımcı olacak en önemli
meselelerden biri olması durumu devam etmektedir. 1071 Malazgirt Savaşı,
dönemin siyasi tarihinde önemli bir gelişmedir; fakat yeterince
aydınlatılamamıştır. Irak Sultanlığı tarihçiliği gelişmemiş bir durumdadır,
Azerbaycan İldenizliler Atabegliği ise tek taraflı olarak sunulmaktadır. Başta
Küçük Asya ve Transkafkasya’daki Türk dilli kabileler ile ilgili olmak üzere,
dönemin etnografyası hakkında iyi çalışmalar yapılmamıştır. Türk dilli
kabilelerin 11.-12. yüzyıllarda Ön Asya’ya, özellikle de Küçük Asya ve
Transkafkasya’ya göçleri meselesi net bir şekilde açıklığa kavuşturulmamıştır.
Araştırmacılar düzensiz infiltrasyonu kitlesel göçlerden daima ayırmamakta,
kimi zaman da fetih ve yer değiştirme olaylarına dengeli bir şekilde ağırlık
vermemektedirler. Bu durumda toponomik veriler, belirtilen türde kafa karıştırıcı
konuların çözümü açısından yardımcı olmaktadır. Aynı zamanda
Transkafkasyalıların, başta Azerbaycan’ın ve Ön Asya’nın diğer bölgelerinin dil
açısından Türkleşmesi sorununun açıklığa kavuşturulması hususunda da katkı
sağlamaktadır.
“Selçuklular ve Ön Asya” konusu temelinde, Selçukluların 11.-12. yüzyıllarda
dünya tarihindeki yerinin belirlenmesi hususuna yardımcı olunması amacıyla
ortak bir özel çalışma yapılmasının zamanı artık gelmiştir. İldenizliler ve diğer
Paris, 1953, Cilt. I; aynı yazar, “Türkiye Selçuklularında Toprak Hukuku”, TTKB, 1948, Cilt. XII;
aynı yazar, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, Ankara, 1958.
45 A. Z. V. Togan, “Azerbaycan Etnografisine Dair”, Azerbaycan Yurt Bilgisi, 1933, Cilt. 11; aynı yazar,
Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1946, C. I.
46 İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, İstanbul, 1941.
Çağdaş Tarih Yazıcılığında Selçuklular
| 249
atabeg hanedanları ile Irak Sultanlığı’nın tarihi gibi ilgi çekici ve hemen hemen
hiç çalışılmamış konular kendi araştırmacılarını beklemektedir. Arazi mülkiyeti
ve tasarrufu, süzerenlik ve vassallik, askeri tarih, vergi ödeyen sınıfın statüsü,
ticari-mali ilişkiler gibi konulara tahsis edilen çalışmalar özel bir çalışma döngüsü
ile yapılabilir.
Özet olarak, 11.-12. yüzyılların sosyo-ekonomik, siyasi, askeri, ideolojik, etnik
ve kültürel tarihi hakkında özel çalışmalar yapılması ve insanların ilgi duydukları
bu konuları geniş bir çerçevede sahiplenmeleri gerekmektedir. Böyle kompleks
bir işin gerçekleştirilmesi için araştırma eşgüdümünün ve SSCB’nin farklı
şehirleri ile yurtdışında 11.-12. yüzyıllar tarihi hakkında çalışan araştırmacılar
arasında bilimsel temasların kurulması gerekmektedir.
250 | USAD Dastanbek RAZAKOV & Gürkan AÇIKGÖZ
USAD, Bahar 2019; (10): 251-266
E-ISSN: 2548-0154
BATI ANADOLU’DA İLK SELÇUKLU FAALİYETLERİ
(1025-1081)
THE FIRST ACTIVITIES OF SELJUKS IN WESTERN ANATOLIA
(1025-1081)
Adnan ESKİKURT*
Öz
Bizans İmparatorluğu’nu VII. yüzyıl sonrasında bir bölgesel güç haline getiren thema sistemi, II.
Basileios’un 1025 yılında ölümü sonrası zayıflamaya başlamıştır. Devletin savunma ve vergi toplama nizamının
sarsıldığı bu süreçte; yeteneksiz ve müsrif kişiler yönetime gelmiş, büyük arazi sahibi aristokratlar güçlenip
themaların askeri aristokrasisi ile rekabete girişmiş, saray entrikaları ve isyanlar çoğalmıştır. Ayrıca ordu
mevcudu azalmış, asker mülkleri büyük toprak sahiplerinin eline geçmiş ve asker köylüler vergi verir hale
getirilmişlerdir. Yine themaların başındaki eyâlet valisi yetkilerine sahip strategosların yetkileri azalmış ve
stratiotesler de belli bir meblağ karşılığı askerlikten muaf tutulmaya başlanmışlardır. Böylece devletin istikrarı
zedelenmiş, askerî kudreti de azalmıştır. Bu hususlar IX. Konstantinos Monomakhos (1042-1055) döneminden
itibaren ücretli asker kullanımını açıklamaktadır.
Bizans İmparatorluğu Doğu sınırlarında Selçuklular ve Batı sınırlarında da Peçenek, Uz ve Kumanlar ile
karşılaşmalar yaşayacağı dönemin başlangıcında, 1054 yılındaki Schisma hadisesi nedeniyle Batı Dünyası’nın
desteğini kaybetmiş ve Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı olma iddiasından uzaklaşmış bir devletti. Thema
teşkilâtının çöküşüne bağlı askerî zafiyet de devletin Doğu sınırlarına yönelik Selçuklu akınlarını önleme
Doç. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ ABD, İstanbul/Türkiye,
adnaneskikurt@gmail.com, https://orcid.org/0000-0003-4592-1308.
*
Gönderim Tarihi: 21.05.2019
Kabul Tarihi: 26.06.2019
252 | USAD Adnan ESKİKURT
yeteneğini ortadan kaldırmıştı. Bu durum mahir askerlerin kumandanı işbilir Selçuklu mülȗk ve ümerasının
faaliyetlerini kolaylaştırmıştır. Selçukluların 1071 yılında Malazgirt’te kazandıkları büyük zafer de Anadolu
Yarımadası içlerinde hızla ilerlemelerine imkân sağlamıştır. Selçuk Bey’in soyundan gelen Kutalmışoğulları da
Alp Arslan’ın zaferden bir yıl sonra ölümü ile tarih sahnesine çıkmışlardır. Aralarından Mansȗr ve kardeşi
Süleymanşâh Anadolu içlerinde fetihler yaparak Batı Anadolu’da başkenti İznik (Nikaia) olan yeni Selçuklu
Devleti’nin temellerini atmışlardır.
•
Anahtar Kelimeler
Batı Anadolu, Selçuklular, Bizans İmparatorluğu, Thema Sistemi, Süleymanşâh
•
Abstract
The theme system that transformed the Byzantine Empire into a regional power after the seventh century
began to decline after the death of Basil II in 1025. During this period of turmoil, when the state system of
defence and tax collection was shaken, unskilled and extravagant rulers came to power, big landowning
aristocracy opposed the military aristocrats in themata, strengthening themselves, court intrigues and rebellions
intensified. Besides, the number of the soldiers under arms decreased, big landowners took possession of the
properties of the soldiers and the peasant soldiers forced to pay tax. In addition, the powers of the strategoi, who
acted as military governors at the head of themata also decreased, and the stratiotai also began to be exempted
from military service for a certain sum. As the stability of the state was damaged, its military capacity decreased.
These factors explain why the Byzantine State resorted to the use of mercenaries from the period of Konstantinos
Monomakhos IX. (1042-1055).
Byzantine Empire was a state that no longer had the support of the Western world as a result of the schism
of 1054 and alienated its claim to become the heir to the Roman Empire at the beginning of the period when it
would face the Seljūqs (Oghuz) on the eastern frontiers and with the Patzinak, Uz (Oghuz) and Cumans on the
western borders. Military weakness due to the collapse of the theme organization also prevented the interception
of the Seljūq raids on the eastern borders of the state. This situation facilitated the activities of the efficient Seljūq
mulūk and umerā, who were commandant of talented soldiers. Also the great victory won by the Seljūqs at
Manzikert in 1071 allowed them to advance rapidly in the Anatolian Peninsula. The sons of Qutalmish
(Qutlumush) who were the descendants of Seljūq Bey, were going to take the stage in history one year after the
victory of Alp Arslan. Among them, Mansūr and his brother Sulaimān Shāh laid the foundations of the new
state of Seljūqs in Western Anatolia, creating İznik (Nikaia) as its capital, during their conquests in Anatolia.
•
Keywords
Western Anatolia, Seljūqs, Byzantine Empire, Theme System, Sulaimān Shāh
Batı Anadolu’da İlk Selçuklu Faaliyetleri (1025-1081) | 253
Bizans İmparatorluğu VI. ve VII. yüzyıllarda Sasaniler ve Müslüman
Araplarla yaptığı mücadelelerde başarısız olmuş, sınırlarını korumak ve
kayıplarını telafi etmek için VII. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’da Toros
silsilesi ve Anti Torosların kuzey batısındaki bölgelerde toprağa dayalı idarî,
askerî ve iktisadî mahiyeti ile dikkatleri çeken thema1 (çoğulu themata) sistemini
kurmuştur. Bizans bu sayede hedeflerine ulaşmış, ancak sonraki yüzyıllarda
izlenen yanlış politikalar ve sivil-askeri bürokrasi arasındaki çekişmelerle sistem
çökme noktasına gelmiştir. 1071 Malazgirt Savaşı sonrası Bizans’ın Anadolu’yu
savunmaktan aciz kalması ve Selçuklu emirleri ile beylerinin yarımada içlerinde
Batı Anadolu’ya kadar ulaşıp hızla egemen güç haline gelmeleri bu durumu
ortaya koymaktadır. Hazırlanan bu çalışma, 1071 Malazgirt savaşı sonrası
yarımada içlerine yönelik Selçuklu ilerleyişi sırasında Türkiye Selçuklu
Devleti’nin kurucusu I. Rükneddin Süleymanşâh b. Kutalmış’ın (öl. 1086) Batı
Anadolu’daki faaliyetlerini konu edinmektedir.
Ankara’da 1941 yılında gerçekleşen Birinci Türk Coğrafya Kongresi’nde
ülkemiz yedi ana coğrafî bölgeye ayrılmış ve bunların hudutları tayin edilmiştir. 2
Bu tayin esasları çerçevesinde Batı Anadolu’nun kabaca Güney Marmara ve Ege
bölgesi (Ege ve İç Batı Anadolu bölümleri) hudutları dahilindeki bir alanı ifade
ettiği görülür. Daha kaba bir tabirle, kuzeyde Sakarya Nehri ağzından güneyde
Dalaman Çayı’na doğru çizilecek bir hattın batısında kalan bu saha Anadolu
Yarımadası’nın batı kısmını teşkil eder.3
1. Selçukluların Anadolu’ya Gelişi Öncesi Bizans’ın Durumu
İmparator II. Basileios’un 1025 yılındaki ölümüne kadar Doğu ve Batı’daki
meselelerde söz sahibi bölgesel bir güç durumunda olan Bizans, bu tarihten
itibaren güç kaybetmesine sebep olan bir dizi problemle yüzleşmek zorunda
kalmıştır. Zira bu tarihe kadar yaşananlar Bizans kamuoyunda devletin yenilmez
bir durumda olduğu algısını yerleştirmiş ve adeta bir rehavet devresinin temelleri
atılmıştı. Herakleios döneminden (610-641) beri sorunsuz işleyen thema
sisteminin çözülmeye başladığı bu devirde büyük toprak sahibi kesim ile
1
2
3
Thema terimi hakkında bkz. Murat Keçiş ve Cüneyt Güneş, “Bizans’ın Anadolu’daki Yeni Düzeni:
Thema Sistemi’nin Ortaya Çıkışı ve Problemler”, Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştırmaları Dergisi (Sıtkı
Koçman Anısına Armağan), Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, c. 19, sayı 43, Muğla 2018, s. 95-107.
T.C. Maarif Vekilliği, Birinci Coğrafya Kongresi 6-21 Haziran 1941, Raporlar, Müzakereler, Kararlar.
Ankara 1941, s. 77.
Adnan Eskikurt, Anadolu Medeniyetleri ve Coğrafya (Marmara Üniv. SBE basılmamış doktora tezi),
İstanbul 2013, s. 208.
254 | USAD Adnan ESKİKURT
mücadele başarı ile yapılamamış, köylü ve asker arazilerinin idaresinde baş
gösteren problemler nihayette devletin savunma ve vergi toplama nizamında
sıkıntılar yaşamasına yol açmıştır. Yeteneksiz ve müsrif kişilerin devleti yönettiği
bu devirde büyük arazi sahibi aristokrat sınıfın, bilhassa da bunun sivil kesiminin
giderek güçlenmesi ve eyaletlerdeki askerî zadegân ile rekabete girişmeleri birçok
saray entrikasına ve isyanlara fırsat vermiş, böylece devletin istikrarı zedelenmiş
ve askerî kudreti azalmıştır.4
Bu dönemde büyük toprak sahipleri devletin vergi gelirinin en önemli
dayanaklarından birini teşkil eden yarı-hür (paroik) köylüleri kendi arazilerinde
kullanarak bunların vergileri ve diğer ödemelerinden yararlanmaya
çalışmışlardır. XI. yüzyıl ortalarından itibaren pronoia sisteminin zuhuru da ayrı
bir sorun teşkil etmiştir. Bu uygulama, Ostrogorsky’nin ifadesine göre belirli bazı
hizmetlere mükâfat olarak Bizans devlet erkânının idaresine hayatları boyunca
bütün gelirleri kendilerine tahsis olunmak üzere arazi tevcihleri anlamına
gelmektedir. Bunu, vergilerin kimi bölgelerde kendi çıkarlarını önde tutan
mültezimler eliyle toplanmaya başlaması ve ayarı düşük nomisma darbına
girişilmesi ile birlikte değerlendirdiğimizde devletin nasıl önemli vergi kayıpları
yaşadığını tasavvur etmek güç değildir.5
Bu gelişmelerde en ağır darbeyi Bizans Ordusu’nun aldığı şüphesiz ortadadır.
Zira askerî aristokrasinin nüfuzunu kırmak için ordu mevcudunun azalması ve
gelir elde etmek için asker köylülerin vergi verir hale getirilmeleri dikkate
alınmamıştı. Üstelik önceden thema strategosları aynı zamanda eyalet valisi
yetkilerine de haiz iken artık themalar yargıçları yönetimde ön plana çıkmışlardı.
Ayrıca XI. yüzyılda artık asker mülklerinin bir kısmı büyük toprak sahipleri eline
geçmiş, stratioteslerin bir kısmı da belli bir meblağ karşılığı askerlik hizmetinden
muaf olabilmişti. Böylece thema birlikleri güç yitirmiş, thema kelimesi eyalet
stratiosleri ordusunun birlikleri anlamında kullanılmaz olmuştu. 6
Mikhail Psellos, Mikhail Psellos’un Khronographia’sı, çev. Işın Demirkent, TTK., Ankara 1992, s. 194197; Ioannes Zonoras, Tarihlerin Özeti, çev. Bilge Umar, Arkeoloji ve Sanat yay., İstanbul 2008, s.
47, 51, 61, 79-86, 95-96, 101, 103-106; Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, çev. Fikret Işıltan,
TTK Ankara 1991, s. 296-299.
5 Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 305-306. Pronoia kavramı ve sistemin XII. ve XIII.
yüzyıllardaki durumu için ayrıca bkz. Peter Charanis, "Economic Factors in the Decline of the
Byzantine Empire”, The Journal of Economic History, c. 13, sayı 4, Cambridge University Press,
Cambridge 1953, s. 418-419; Alexander Kazhdan, “State, Feudal and Private Economy in
Byzantium”, Dumbarton Oaks Papers, c. 47, Dumbarton Oaks, 1993, s. 83-100; Alexander Kazhdan,
“Pronoia: The History of a Scholarly Discussion”, Mediterranean Historical Review, 10:1-2, (DOI:
10.1080/09518969508569689), 1995, s. 133-163; Mark C. Bartusis, Land and Privilege in Byzantium The
Institution of Pronoia, Cambridge University Press, Cambridge 2012.
6 Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 307.
4
Batı Anadolu’da İlk Selçuklu Faaliyetleri (1025-1081) | 255
Bizans bu nedenlerle IX. Konstantinos Monomakhos zamanında (1042-1055)
ücretli askerlerden (Norman, Varaeg, İngiliz) müteşekkil bir orduya ihtiyaç duyar
hale gelmişti. Bu dönemde Türk asıllı general Georgios Maniakes’le 7 Doğu’da ve
Sicilya’da Araplar karşısında elde edilen başarılar yanı sıra Ani’nin
imparatorluğa ilhakı yaşanacak son zaferler idi.8 Zira Bizans’ı Batı’da Peçenek, Uz
ve Kumanların yaratacağı sorunlar bekliyordu. Doğu’da da Oğuzların Kınık
boyuna mensup Selçuklular yeni ve taze bir güç olarak Müslümanların saflarına
katılıyorlardı. Üstüne üstlük Roma ve İstanbul kiliseleri arasındaki ayrışma ve
birbirlerini karşılıklı olarak aforoz etmeleri de bu dönemde (1054 Schisma) patlak
vermişti ki, bu Bizans’ın Roma’nın mirasçısı cihanşümul bir devlet olma iddiasını
ve Batı kamuoyu nezdindeki itibarını zayıflatan ve siyaseten yalnızlaştıran bir
gelişme olacaktı.
2- Selçukluların Anadolu İçlerinde İlerleyişi
1 Eylül 1057 tarihinde Anadolu askeri asalet sınıfının temsilcisi I. Isaakios
Komnenos’un tahta çıkması ve aldığı sıkı tedbirler (israfı önleme, ölçüsüz
bağışlarla devletin elinden çıkmış arazilerin müsaderesi vb.) ile devlet doğu ve
batı sınırlarını bir süre koruyabilir hale geldi. Ancak izlediği politika sebebiyle
memur aristokrasisi, kilise ve yandaşları arasında muhaliflerinin çoğaldığı bir
sırada, 1059 yılında tahtını kaybetti.9 Yerine geçen X. Konstantinos Dukas (10591067) iyi niyetli bir hükümdar olmasına rağmen döneminde sivil aristokrasi
yeniden güçlendi, artan devlet ve saray masrafları için ordu ihmal edildi, vergiler
iltizam usulü ile toplandı, hatta memuriyetler para ile satılır oldu.10
Bu sıralarda İran’da hâkimiyetlerini kurup nüfuzlarını hızla hilâfet merkezi
Bağdat’a ve Suriye-Filistin bölgesine kadar yayacak olan Selçuklular, Van Gölü
Havzası (Vaspurakan), Kars yöresi (Vanand) ve Gürcistan’da (İberia) Bizans ve
Gürcü kuvvetlerine üstünlük sağlamaya başladılar. Ayrıca, Bizans
hâkimiyetindeki Urfa, Diyarbakır, Mardin yöresi (Mezopotamya), Trabzon yöresi
(Khaldia), Malatya (Melitene), Şebinkarahisar (Koloneia) ve Fırat boyları Selçuklu
akınlarına maruz kaldı.11
Mikhail Psellos, Mikhail Psellos’un Khronographia’sı, Ek. V, s. 257-259.
Ani’nin Bizans topraklarına katılması hakkında bkz. Cüneyt Güneş, Bizans Anadolu’sunda Askerî ve
İdarî Bir Sistem: Thema Sistemi (VII. Yüzyıldan XI. Yüzyıla Kadar), Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Doktora tezi), Muğla 2018, s. 369-371.
9 Mikhail Psellos, Mikhail Psellos’un Khronographia’sı, s. 197-198; Ioannes Zonoras, Tarihlerin Özeti, s.
110-111; Mikhael Attaleiates, Tarih, çev. Bilge Umar, Arkeoloji ve Sanat yay., İstanbul 2008, s. 7172, 78-79; Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 314-315.
10 Mikhail Psellos, Mikhail Psellos’un Khronographia’sı, s. 216; Ioannes Zonoras, Tarihlerin Özeti, s. 115,
117; Nikephoros Bryennios, Tarihin Özü, çev. Bilge Umar, Arkeoloji ve Sanat yay., İstanbul 2008, s.
35-36; Mikhael Attaleiates, Tarih, s. 80-81, 85-86.
11 Mikhael Attaleiates, Tarih, s. 87-88.
7
8
256 | USAD Adnan ESKİKURT
Selçukluların mahir askerlere sahip olmaları yanında, vaktiyle Bizans’ın Doğu
Anadolu’daki yerel kuvvetleri ilhak etmesi neticesinde arada bir tampon gücün
kalmamış olması ve İmparator IX. Konstantinos Monomakhos’un İberia’da
konuşlu olup çevre yörelerdeki devlet arazilerinin gelirleri ile maaş ve giderleri
karşılanan Bizans müttefiki orduyu bu imkândan mahrum bırakıp zayıflatmış
olması, ayrıca Peçenek ve Oğuz kitlelerinin Balkanlar’daki hareketliliği nedeniyle
Bizans’ın askeri ilgisini bu bölgeye çevirmek zorunda kalması da gelişmelerde rol
oynuyordu.12
1064 yılında Ani, 1067’de Kilikia (Osmaniye, Adana, İçel illerinin tamamını,
Karaman, Antalya ve Hatay illerinin bir bölümünü içine alan bölge)13 ve Kayseri
(Kaisareia), Malatya (Melitene) ve Antakya (Antiokheia) dirayetli ve işbilir mülȗk ve
ümeranın idaresindeki Selçuklu akınları sırasında kolay hedef oldular. Zira
Bizans’ta askeri harcamalar kısılmış, yönetim beceriksiz idareciler eline geçmişti.14
İmparator X. Konstantinos’un 1067 yılındaki ölümü ile devletin yönetimini
oğulları Mikhail, Andronikos ve Konstantinos’un naibesi olarak karısı
Eudokia’nın ellerine kaldı. Fakat fazla zaman geçmeden kudretli bir askeri
yönetime taraftar olanların baskısı ile 1068 yılında general rütbesi taşıyan
Kappadokia asilzâdesi Romanos Diogenes ile evlenmek zorunda kaldı. Böylece
tahta çıkan IV. Romanos, Bizans’ın Balkanlar’daki arazilerinden, Phrygia’daki
Anatolikon themasından, Lykaonia ve Kappadokia’dan topladığı askerlerden
müteşekkil orduyu ücretli Frank ve Rus askerleri, Peçenekler ve Ermenilerle
takviye ederek Anadolu içlerine yönelip Selçuklu akınlarını önlemeye yönelik
bazı seferler düzenledi ve 1068 ile 1069 yıllarında bazı kısmi başarılar elde etti.
Ancak 1071 yılında Malazgirt’te uğradığı bozgun sonunu getirdi ve tahtını
kaybetti.15
Mikhael Attaleiates, Tarih, s. 56, 92-95, 100-102.
Bkz. Adnan Eskikurt, Anadolu Medeniyetleri ve Coğrafya, s. 20.
14 Mikhael Attaleiates, Tarih, s. 88-91, 103.
15 Mikhail Psellos, Mikhail Psellos’un Khronographia’sı, s. 226-230; Ioannes Zonoras, Tarihlerin Özeti, s.
125-138; Nikephoros Bryennios, Tarihin Özü, s. 54-55; Mikhael Attaleiates, Tarih, s. 100, 105-128,
132-144; İbnü’l Cevzî, El-Muntazam fî Târihi’l-Ümem’de Selçuklular (H. 430-485/1038-1092), çev. Ali
Sevim, TTK., Ankara 2014, s. 98-99; Sıbt İbnü’l Cevzî, Mir’âtü’z-Zamân Fî Târîhi’l-Âyân’da
Selçuklular, çev. Ali Sevim, TTK., Ankara 2011, s. 168-169; İbnü’l Adîm, Bugyatü’t-taleb fi Tarihi
Halep, çev. Ali Sevim, TTK., Ankara 1976, s. ٤٢-٤٢, ۱۳, 67; İbnü’l Adîm, Zübdetü’l-Haleb Min Târîhi
Haleb’de Selçuklular (H. 447-521-1055-1127), çev. Ali Sevim, TTK., Ankara 2014, s. 28-29; Sadruddin
el-Hüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, çev. Necati Lügal, TTK., Ankara 1999, s. 32-35;
İmadeddin el-Kâtib el-İsfahânî (Bondârî ihtisarı), Zubdat al-Nusra ve Nuhbat al ‘Usra, çev.
Kıvameddin Burslan, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, TTK., Ankara 1999, s. 37-39; İbn alKalânisi, History of Damascus 363-555 a.h. (ed. H. F. Amedroz), Leyden 1908, s. ۹۹; İbnü’l-Esîr, ElKâmil Fi’t-Tarih, çev. Abdülkerim Özaydın, c. X, Bahar yay., İstanbul 1991, s. 71; Reşîdü’d-Dîn
Fazlullah, Cami’ü’t-Tevârih, c. II, cüz 5, çev. Ahmed Ateş, TTK., Ankara 1960, s. 32; Reşîdü’d-Dîn
12
13
Batı Anadolu’da İlk Selçuklu Faaliyetleri (1025-1081) | 257
Aynı yıl tahta çıkan VII. Mikhail Dukas’ın (1071-1078) iktidarı Bizans’ın
Anadolu’da hâkim olduğu yerlerin Selçuklu emirleri ve Türkmen beyleri
tarafından hızla fethedildiği bir dönem oldu. Zira IV. Romanos ile Sultan Alp
Arslan arasında akdedilen anlaşma imparatorun ölümü ile bozulmuş, vaatlerin
yerine getirilmemesi ile de Selçuklular düzenleyecekleri harekâtlar için hukuki
bir zemin elde etmişlerdi.16
3-Selçukluların Batı Anadolu’ya Gelişi ve Yaşananlar
Kaynaklarda farklı görüşler17 bulunsa da umumiyetle kabul gören görüşe
göre, Sultan Alp Arslan’ın vefatı (1072), ile göz hapsinde tuttuğu amcazadesi
Kutalmış Bey’in çocukları Mansȗr ve Süleymanşâh da fırsat bulup Anadolu’ya
gelmiş ve burada istikballerini tesise başlamışlardı.18 Diyarbakır, Urfa-Bire(cik)
tarafları, Antakya, Tarsus ve Suriye-Filistin bölgelerindeki faaliyetleri netice
vermeyince, Alp İlig ve Dolât’ı (Devlet) geride bırakıp kendilerini destekleyen
Yabgulu (Yâvgıyye, Nâvakiyye) Türkmen kitleleri ile Anadolu içlerine
yöneldiler.19 Bizans’ın toprağa bağlı asker sisteminin çökmüş olması ve Sakarya
boylarına kadar uzanan ve başarılı harekâtlar yapan Artuk Bey’in Büyük Selçuklu
Sultanı Melikşah emri ile 1073 yılında merkeze geri çağırılması, ayrıca Bizans taht
kavgaları sebebiyle Mansȗr ve Süleymanşâh ciddi bir direnişle karşılaşmadan
Bizans şehirlerini birer birer fethederek Batı’ya doğru ilerlediler. 20 Öyle ki,
Kutalmış, El-basan ve Kavurt’a mensup Türkmenlerin Anadolu içlerine
ilerleyişinin hız kazandığı 1074 yılında devletinin çaresizliğini kabul eden
Fazlullah, Cami’ü’t-Tevârih (Selçuklu Devleti), çev. Erkan Göksu, H. Hüseyin Güneş, Selenge yay.,
İstanbul 2011, s. 110-111; Muhammed b. Hâvendşâh b. Mahmûd Mîrhând, Ravzatu’s-Safâ fî Sîreti’lEnbiyâ ve’l-Mülûk ve’l-Hulefâ (Tabaka-i Selçûkiyye), çev. Erkan Göksu, TTK., Ankara 2015, s. 90-92,
95; Ahmed b. Mahmud, Selçuknâme, haz. Erdoğan Merçil, Bilge Kültür Sanat yay., İstanbul 2011, s.
99, 104, 107-108; Urfalı Mateos, Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), çev.
Hrant D. Andreasyan, TTK., Ankara 1987, s. 141-143, 329; Gregory Abû’l-Farac (Bar Hebraeus),
Abû’l-Farac Tarihi, çev. Ömer Rıza Doğrul, c. I, TTK., Ankara 1987, s. 321; İbnü’l-Ezrâk, Târihu
Meyyâfârikîn, thk. Kerim Faruk el-Huli ve Yusuf Baluken, Nȗbihar yay., İstanbul 2014, s. ٢۳۳;
Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 316-319, 150-170.
16 Ioannes Zonoras, Tarihlerin Özeti, s. 142-143; Nikephoros Bryennios, Tarihin Özü, s. 71-72; Mikhael
Attaleiates, Tarih, s. 171-173.
17 Sadruddin el-Hüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, s. 49; Reşîdü’d-Dîn Fazlullah, Cami’ü’t-Tevârih
(Selçuklu Devleti), s. 106-107.
18 Georgios Kedrenos (Ioannes Skylitzes’ten naklen), Synopsis Historiarum, nşr. I. Bekker, Corpus
Scriptorum Historiae Byzantinae (CSHB), II, Bonn 1839, s. 732; Mikhael Attaleiates, Tarih, s. 262263; Gregory Abû'l-Farac (Bar Hebraeus), Abû’l-Farac Tarihi, c. I, s. 328.
19 Sıbt İbnu'l-Cevzî, Mir’âtü’z-Zamân Fî Târîhi’l-Âyân’da Selçuklular, s. 201-202; Kerimüdddin Mahmud-i
Aksarayi, Müsâmeretü'l-Ahbâr, çev. Mürsel Öztürk, TTK., Ankara 2000, s. 11; Anonim Selçuknâme,
Tarîh-i Âl-i Selçuk, çev. Halil İ. Gök-Fahrettin Coşguner, Atıf yay., 2014, s. 28, 35-36; Osman Turan,
Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi yay., İstanbul 1993, s. 46-50.
20 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 53.
258 | USAD Adnan ESKİKURT
İmparator VII. Mikhail Dukas, Batı ülkelerinden ücretli asker desteği alabilmek
için Papa VII. Gregorius’tan yardımcı olması talebinde bulundu. Zira 1072-1073
yılında Isaakios Komnenos’un Anadolu orduları başkomutanı rütbesi
(domestikos ton skholon tes anatoles) verilerek çıktığı, Kayseri şehrine kadar
uzanan ve Türk akınlarını önlemesi beklenen seferi de başarılı olamamıştı. 21
Mansȗr ve Süleymanşâh’ın Anadolu’daki faaliyetleri, dönemi konu edinen
kaynaklara kısmen yansımıştır. Meselâ İbnü’l Ezrak’a göre; Malatya, Kayseri,
Aksaray, Konya, Sivas ve bütün Rum’u fethedip hâkim olmuşlardır. 22 Süryani
Mihael’e göre de Malazgirt savaşı sonrası Kappadokia ve Pont ülkelerini, İznik ve
İzmit’i fethetmişlerdir.23 Anonim Selçuknâme’nin kaydına göre de Konya’yı vali
Mârtâvkustâ’dan ve Konya (Kȗnyâ) batısındaki Takkeli Dağ’da bulunan Gâvale
(Gevâle) Kalesi’ni de Rȗmânȗs Mâkrî’den almış, ayrıca birçok kaleyi fethedip
İznik’e kadar ilerlemişlerdir.24 Azimî’nin belirttiğine göre de 1075 yılında İznik
(Nîkiye) ve ona tabi yöreleri fethetmişlerdir.25 Ancak Sıbt İbnü’l Cevzî ise İznik’in
fethi için Aralık 1084 gibi geç bir tarihi verir.26
Yine Hayton bütün Türkiye şehir ve kalelerini fethedip hâkimiyetini
kurduktan sonra Süleymanşâh adını aldığını bildirir.27 Anna Komnena ise
Nikephoros Botaniates tahta çıktığında Türklerin Karadeniz, Marmara, Adalar
(Ege) Denizi ve Akdeniz arasındaki bütün beldelere girip hâkim olduklarını,
doğu ordularının da öteye beriye dağıldığını söylemektedir.28 Sur’lu William’da
da boğazlardan Suriye’ye kadar uzunluğu otuz, genişliği on veya on beş gün
süren bu memlekete ve bütün şehirlerine sahip oldu. Gemileri olsa idi Türkler
İstanbul’u da alabileceklerdi şeklinde kayıtlar yer almaktadır.29
Bizans ekonomisinin bozulduğu, yanlış uygulamalarla hayatın pahalılaştığı,
ekmek fiyatları ve işçi ücretlerinin yükselmesi ile devlet içerisinde gayrı memnun
bir kitlenin ortaya çıktığı bu süreçte peş peşe askerî isyanlar patlak vermiştir.
Bunlardan ilki, Bizans Ordusu’ndaki ücretli Norman askerlerin reisi Roussel de
Alexander Daniel Beihammer, Byzantium and the Emergence of Muslim Turkish-Anatolia, ca. 1040-1130,
Birmingham Byzantine and Ottoman Studies, Routledge, London-New York 2017, s. 207.
22 İbnü’l-Ezrâk, Târihu Meyyâfârikîn, s. ٢٢٥.
23 Michel le Syrien (Süryani Mihael), Chronique De Michel Le Syrien, Fr. çev. J. B. Chabot, c. III, Paris
1905, s. 172.
24 Anonim Selçuknâme, Tarih-i Al-i Selçuk, s. 35-36.
25 Azimî, Azimî Tarihi Selçuklularla İlgili Bölümler, c. I, çev. Ali Sevim, TTK., Ankara 1988, s. 21.
26 Sıbt İbnu'l-Cevzî, Mir’âtü’z-Zamân Fî Târîhi’l-Âyân’da Selçuklular, s. 261.
27 Hayton, “La Flor Des Estoires Des Parties D'Orient”, Recueil Des Historiend Des Croisades, Documents
Armeniens, c. II, Paris 1906, s. 143.
28 Anna Komnena, Alexiad, çev. Bilge Umar, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1996, s. 25-26.
29 William, Archbishop of Tyre, A History of Deeds Done Beyond The Sea, çev. Emily Atwater Babcock ve
A. C. Krey, c. I, Columbia University Press, New York 1943, s. 78-79.
21
Batı Anadolu’da İlk Selçuklu Faaliyetleri (1025-1081) | 259
Bailleul ve Ioannes Dukas’ın isyanı olup, Artuk Bey ve onun ayrılışı ardından
kalabalık bir ordu ile Anadolu’ya giren Emir Tutak’ın verdiği destekle isyan
Bizans idaresi tarafından bertaraf edilebilmiştir.30 Bizans’ın bu isyan sırasındaki
zafiyeti, o sıralar Kızılırmak vadisi boyunca kuzeybatı yönünde ilerleyerek
Paphlagonia ve Boukellarion themalarında Karadeniz sahilindeki Ereğli’ye
(Herakleia) değin faaliyet gösteren Türkmenlere Sakarya Nehri Vadisi’nden
Bithynia’ya sokulma ve akınlarını Kadıköy (Khalkedon) ve Üsküdar’a
(Khrysopolis) kadar genişletebilme fırsatı vermiştir. Ayrıca Bizans’ın
egemenliğini yitirdiği eski arazilerinde Fırat boylarından itibaren Kilikia,
Lykaonia, güney Phrygia ve Pisidia’yı aşıp Menderes Nehri Vadisi’ne değin
uzanan akınlar da devam etmekteydi.
Bizans 1077 yılından itibaren yeni isyanlarla sarsılmıştır. Bunlardan ilki
Nikephoros Botaneiates tarafından Ekim ayında başlatılmış ve hızla mevcut
imparator VII. Mikhail’i sevmeyen büyük bir kitlenin desteğini kazanıp başarıya
ulaşmıştır. İkincisi de Kasım ayı gibi Bizans’ın Rumeli Ordusu’nu peşine takıp
kendisini imparator ilan eden ancak hedefine ulaşamayan Nikephoros
Bryennios’un isyanıdır.31 Ayrıca Basilakios’un başarısız bir isyanı vardır.32
Bizans’ın Anatolikon theması komutanı ve valisi olan Nikephoros Botaneiates,
Ekim ayı gibi toplayabildiği 300 savaşçı ile birlikte Afyon ve Kütahya üzerinden
İzmit’e doğru ilerlemeye başlamış, İmparator VII. Mikhail de ona karşı birlikte
hareket etmek için Süleymanşâh ile anlaşmıştı. Ancak Botaneiates ve maiyeti
Süleymanşâh’ın askerlerinin kurduğu pusulardan kurtulup İznik’e ulaşmayı
başardılar. Botaneiates, İstanbul’a gidebilmek için evvelce Bizans’a sığınmış olan
Alp Arslan’ın eniştesi Emir Elbasan’ın yardımı ile kendisinden daha büyük askeri
kuvvete sahip Mansȗr ve Süleymanşâh’ın desteğini kazanmayı başardı. Böylece
ordusu daha güçlenmiş bir şekilde İstanbul önlerine ulaştı ve 1078 yılında da
kolayca tahta çıkmayı başardı.33
Yeni imparatoru Nikephoros Bryennios’un isyanının bastırılmasında da
destekleyen Kutalmışoğulları, bu işbirliği karşılığında Batı Anadolu’da kuzeyde
İstanbul Boğazı’na ve batıda Kapıdağ Yarımadası’ndaki Kyzikos’a (Kapıdağ
Yarımadası güney kıyısında) kadar uzanan bir kesimde İznik merkezli bir
Nikephoros Bryennios, Tarihin Özü, s. 73-110; Ioannes Zonoras, Tarihlerin Özeti, s. 143-146; Mikhael
Attaleiates, Tarih, s. 187-196, 201-202, 208-209; Anna Komnena, Alexiad, s. 16-23.
31 Mikhael Attaleiates, Tarih, s. 240-252, 257-258, 279-289; Anna Komnena, Alexiad, s. 23-34.
32 Anna Komnena, Alexiad, s. 34-40.
33 Ioannes Zonoras, Tarihlerin Özeti, s. 148, 150-152; Nikephoros Bryennios, Tarihin Özü, s. 119-142;
Mikhael Attaleiates, Tarih, s. 202-203, 213-216, 238-239, 259-273.
30
260 | USAD Adnan ESKİKURT
egemenlik tesis etmişlerdi.34 Ancak III. Nikephoros Botaneiates’in tahta çıktığı yıl
Melikşah’ın emri ile bölgeye gönderilen Emir Porsuk’un Mansȗr’u ortadan
kaldırması sonrası Süleymanşâh İznik’te kontrolü sağlayıp tek başına hüküm
sürmeye başladı.35 Bunun en önemli kanıtı da bir kaynağın İmparator
Botaneiates’in Trakya’da isyan halindeki Bryennios’a karşı yardım talep etmek
için gönderdiği elçilerini Süleymanşâh’ın 1078 yılında İznik’te kabul ettiğini
bildirmesidir.36
Süleymanşâh’ın hâkimi olduğu bölgedeki gücü 1080 yılından itibaren daha da
artmış olmalıdır. Zira Urfalı Mateos’un bildirdiğine göre anılan yılın başında
konar-göçer Türkmen kitleleri Batı’ya doğru Anadolu içlerine ilerlemiş ve
Bizans’ın yarımadadaki otoritesi tamamen yok olmuştu. 37
Çok geçmeden Bizans’ta başlayan yeni bir taht kavgası Süleymanşâh’a
hâkimiyet sahasını daha da genişletme fırsatı vermiştir. Hadise İmparator
Botaneiates’in iktidârına karşı bulunan ve o sıralar İstanköy’de (Kos Adası)
bulunan Nikephoros Melissenos’un batıda Ege Denizi’ne kadar hâkim duruma
gelmiş olan Süleymanşâh ile irtibata geçmesi ve yardımına başvurması ile
meydana gelmiştir. Kurulan ittifak ile eski Asia, Phrygia ve Galatia
eyâletlerindeki bazı Bizans şehirlerinin Süleymanşâh’a teslim edilmesi
öngörülüyordu.38
Şüphesiz bu gelişme sonrası Botaneiates de harekete geçti ve 1080 yılında
bölgeye bir ordu sevk etme kararı aldı. İsyanı bastırmak üzere gönderilen bu
ordunun önünde iki seçenek vardı. Bunlardan biri bir Selçuklu garnizonu
tarafından savunulan İznik’i kuşatmaktı. Bir diğeri de Süleymanşâh ile birlikte
Eskişehir’de (Dorylaion) bulunan Melissenos üzerine yürümekti. İznik üzerine
ilerleme kararı alan Bizans Ordusu buradaki savunma direnci karşısında
Aslında durumu en iyi Prenses Anna ortaya koymaktadır. Kaydına göre bu isyan sırasında ülkede
Bizans egemenliği artık son bulmuştu. Buna göre; “Doğu’daki (Anadolu) birlikler, her yere sızmış
olan ve Karadeniz ve Çanakkale Boğazı ile Ege Denizi ve Suriye Denizi (Kuzeydoğu Akdeniz),
Saros/Seyhan ve diğer ırmaklar, özellikle Pamphylia (Antalya yöresi), Kilikia boyunda akan ve
Mısır Denizi’ne (Akdeniz Körfezi kıyıları) dökülen ırmaklar arasındaki ülkenin hemen hemen
tümüne egemen bulunan Türkler sebebine, öteye beriye dağılmış durumda idiler.” Anna
Komnena, Alexiad, s. 25-26, 29, 31-33, 66.
35 İmaddedin el-Kâtib el-İsfahânî, Zubdat al-Nusra ve Nuhbat al ‘Usra, s. 69; Sadruddin el-Hüseynî,
Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, s. 49; Gregory Abû'l-Farac (Bar Hebraeus), Abû'l-Farac Tarihi, c. I, s.
328-329; Ioannes Zonoras, Tarihlerin Özeti, s. 150. Kutalmışoğulları ile Melikşah arasındaki anlaşmazlık
ve Emir Porsuk’un bunlar üzerine yaptığı sefer hakkında bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında
Türkiye, s. 56-60.
36 Nikephoros Bryennios, Tarihin Özü, s. 147-148.
37 Urfalı Mateos, Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), çev. Hrand D.
Andreasyan, TTK., Ankara 1987, s. 156.
38 Nikephoros Bryennios, Tarihin Özü, s. 173; Anna Komnena, Alexiad, s. 81-82.
34
Batı Anadolu’da İlk Selçuklu Faaliyetleri (1025-1081) | 261
oyalanırken, Süleymanşâh ve müttefiki Melissenos da hızla buraya ulaştılar. Bu
durum üzerine Bizans askerleri ricata mecbur kaldılar ve müttefikler de
arkalarından ilerleyerek İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakası sahiline vardılar.
Ancak bir süredir tahta çıkma hesapları yapan, devletin Avrupa kıtasında kalan
kısmını teklif eden eniştesi Melissenos’u reddeden ve onu caesar unvanı vaat
ederek oyalayan Alexios Komnenos erken davranarak tahta çıkmayı başardı
(1081).39 İlginç olan, birçoğu ücretli Alman savaşçılardan oluşan yabancı
askerlerin koruduğu İstanbul’a giren Alexios’un birliklerinin de yabancı asıllı
askerlerden müteşekkil olması idi.40
Süleymanşâh bu gelişmeler sırasında Marmara sahilleri, İstanbul Boğazı’nın
Anadolu yakası ve çevresinde tam bir hâkimiyet elde etmeyi başardı. Hatta
İstanbul Boğazı’nda bir de gümrük tesis edip geçen gemilerden geçiş resmi
almaya başladı. Yeni imparatorun bazı küçük birliklerle onları püskürtmeyi
denemekten başka bu duruma karşı koyacak gücü yoktu. Zaten Bizans’ın
Balkanlarda Normanlar karşısındaki vaziyeti de iyi değildi. Ancak giriştiği küçük
çaplı harekâtlarla başarı kazanıp, Selçuklu askerlerini Anna Komnena’nın
ifadesine göre Bithynia’da İzmit’in (Nikomedeia) güneyine dek çekilmek zorunda
bıraktı. Yine Anna’ya göre armağanlar (mühim miktarda para) vermeyi ve
Selçuklularla hududun Drakon Suyu41 olmasını kabul ederek Süleymanşâh’ı bir
Nikephoros Bryennios, Tarihin Özü, s. 174-181.
Ioannes Zonoras, Tarihlerin Özeti, s. 158-159; Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 324.
41 Osman Turan bu akarsuyun Kırkgeçit Deresi (Dil Deresi) veya Bozburun Yarımadası’nı ayıran çay
olduğu konusunda Ramsay ve Chalandon’a ait görüşler bulunduğunu, ancak aslında Dragos
(Orhan) Tepe yanındaki bir dere olması gerektiğini ileri sürmüştür. En önemli dayanağı da
Süryani Mihael’in İzmit’i (Nikomedeia) İznik ile birlikte Süleymanşâh hâkimiyetinde
göstermesidir. Eğer sınırın Kırkgeçit Deresi veya Bozburun’daki akarsu olması durumu kabul
edecek olursak bunların konumları Süryani Mihael’in ifadesi ile örtüşmemektedir. Öyle ise bugün
Orhantepe (Dragos) batı yanında akan ve Maltepe ile Kartal ilçeleri arasında doğal sınır
oluşturarak denize dökülen dere üzerinde de durulmalıdır. Ayrıca İzmit’in Selçuklu-Bizans
münasebetlerindeki durumu da hatırlanmalıdır. Zira Süleymanşâh’ın ölümünü (1086) müteakip
İznik’te yerini alan ve 1081 Anlaşması’nı bozarak Bizans arazilerini fethe girişen Ebȗ’l-Kasım’ın
İstanbul Boğazı ve Marmara sahillerine akıncılarını sevk etmesi ile Bizans-Selçuklu çatışmaları
yeniden başlamıştır. Süleymanşâh döneminde uygulanan taktiği uygulayarak karşı saldırıya
geçen Bizans birlikleri Drakon Çayı’nı aşarken Selçuklu birlikleri çekilmiş olmalıdır. İzmit de
düşman ilerleyişi (Kios/Gemlik üzerine Manuel Boutoumites’in denizden ve Tatikios’un da
karadan gönderildiği Bizans saldırısı) sırasında elden çıkmış olmalıdır. Nitekim Emir Porsuk’un
50.000 kişilik bir ordu ile bölgeye ilerlediği haberi üzerine Bizans Ordusu çekilmiş ve Ebu’lKasım’ın kuvvetleri şehri geri almıştır. Bunun üzerine İmparator I. Alexios Komnenos ittifak
kurma bahanesiyle onu İstanbul’a çağırmış ve ziyareti sırasında gizlice inşa ettirdiği Gebze’deki
Pelekanon (Eskihisar) Kalesi sayesinde yöreye yeniden hâkim olmayı başarmıştır. Michel le Syrien
(Süryani Mihael), Chronique De Michel Le Syrien, c. III, s. 172; Anna Komnena, Alexiad, s. 196-200;
William Mitchell Ramsay, The Historical Geography of Asia Minor, Royal Geographical Society
39
40
262 | USAD Adnan ESKİKURT
anlaşma yapmaya ikna etti. Böylece Bizans Türkiye Selçuklu Devleti’ni tanıyan
ilk devlet oldu.42
Kaynaklardaki sınırlı bilgilerden anlaşıldığı üzere, Selçuklular Batı
Anadolu’da faaliyete geçtiklerinde Bizans’ın bölgedeki birçok eski theması askerî
anlamda sükût etmişlerdi. Bununla birlikte 1081 yılında tahta çıkan İmparator I.
Alexios Komnenos askeri gücünü arttırma gayesi ile Anadolu’daki bölge
komutanlarına (toparkhes) mektuplar yazarak bölgelerinde güvenliği sağlayacak
askerleri bırakıp diğerleri ile derhal İstanbul’a gelmelerini istemiştir. Bunlar
arasında Karadeniz Ereğlisi (Herakleia Pontike), Bartın, Karabük, Kastamonu,
Çankırı, Sinop illerini muhtevi bölge (Paphlagonia) komutanı Dabatenos ve
Kappadokia ve Khoma (Menderes) bölge komutanı Bourtzes vardı. İşte İmparator
I. Alexios’un yaptığı bu çağrıdan 1081 yılında bile bazı bölgelerde Bizans
otoritesinin henüz tamamen sona ermediği anlaşılmaktadır. 43 Ancak bu olay
sonrasında buralar da artık kesin olarak Selçuklular eline geçmiştir denilebilir.
Nitekim Süleymanşâh’ın Antakya seferine çıkarken İznik’te vekili olarak bıraktığı
Ebȗ’l-Kasım’ın kardeşi Ebȗ’l-Gâzi’yi Kappadokia’ya vâli tayin etmesi bu duruma
bir işarettir.44 Yine 1096 yılında başlayan I. Haçlı Seferi sırasında Güney
Marmara’daki İznik (Nikaia), Edremit (Adramytteion) vb. yöreleri içine alan
Selçuklu hâkimiyeti sona ererken, İmparator Alexios Komnenos’un sevk ettiği
Ioannes Dukas komutasındaki birlik de Ege bölgesinde; İzmir (Smyrna), Ephesos
(Selçuk), Sardeis (Manisa), Alaşehir (Philadelphia) ve Denizli (Laodikeia), Honaz
(Khonai) ve Homa (Khoma/Gümüşsu) taraflarını Türklerden ele geçirmiştir. 45 Bu
yerleşmelerin Süleymanşâh döneminde Türkler tarafından ele geçirilmiş olması
ihtimali yüksektir. Bizans İmparatoru I. Alexios Komnenos’un 1081 Anlaşması ile
Anadolu’yu çaresizce Türklere terk etmiş olması buna bir işarettir. Bu durumda
Süleymanşâh’ın Antakya seferine çıkarken yerine bıraktığı ve ölümü (1086)
sonrası devleti bir süre idare eden Ebȗ’l Kasım ve kardeşi Ebȗl Gâzi’nin
iktidârları (1086-1092) sırasında 1086 yılından itibaren İzmir, Urla (Klazomenai),
Foça (Phokaia) ve çevresinde bir beylik kurma faaliyetine giren Çaka Bey’in Ege
bölgesinin yukarıda bahsedilen kesimlerinin Selçuklu hâkimiyetinde olmasından
Supplementary Papers, c. IV, London 1890, s. 188; Ferdinand Chalandon, Essai Sur Le Règne
D'Alexis Ier Comnène (1081-1118), ed. A. Picard Et Fils, Mémoires Et Documents Publiés Par La
Société De L’École Des Chartes, IV, Paris 1900, s. 72 (dipnot 2); Osman Turan, Selçuklular Zamanında
Türkiye, s. 61, 62, 84-85; Yusuf Ayönü, Selçuklular ve Bizans, TTK., Ankara 2014, s. 78-81; Bilge Umar,
Türkiye’deki Tarihsel Adlar, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1993, s. 224-225; Rezan Çelebi, Maltepe’nin Tarihi
Dokusu (İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Y. Lisans tezi), İstanbul 1995 s. 2, 6.
42 Anna Komnena, Alexiad, s. 124-126.
43 Anna Komnena, Alexiad, s. 119.
44 Anna Komnena, Alexiad, s. 197.
45 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 95.
Batı Anadolu’da İlk Selçuklu Faaliyetleri (1025-1081) | 263
dolayı rahat hareket ettiğini ve Adalar (Ege) Denizi’nde faaliyet gösterme şansı
bulduğunu ileri sürmek de mümkün görünmektedir.
SONUÇ
Selçukluların Batı Anadolu’daki İlk faaliyetlerini ele alan bu çalışmada,
Bizans’ın İmparator II. Basileios’un 1025 yılındaki ölümü sonrası bölgesel bir güç
olma özelliğini yitirdiği, buna bağlı olarak bir dizi dâhili problemle karşılaştığı
tespit edilmiştir. Bu problemleri; thema sisteminin çözülmeye başlaması, köylü ve
asker arazileri ile ilgili problemler çözülememesi, ayrıca devlet savunma ve vergi
toplama konularında sıkıntılar yaşanması olarak sıralamak mümkündür. Yine
güç kazanan büyük arazi sahibi aristokratların eyaletlerdeki zadegân ile rekabete
girişmeleri, yarı hür köylüleri kendi arazilerinde kullanıp vergi ve diğer
ödemelerinden yararlanmaları, saray entrikaları ve isyanlar devletin istikrarı ve
askerî kudretinin ortadan kalkmasının diğer sebepleri olarak sıralanabilir.
Ayrıca XI. yüzyıl ortalarından itibaren devletin ekonomik zararları artarak
devam ederken, sivil aristokrasi ve bürokratların askerî aristokratların gücünü
kırmaya yönelik girişimleri ile ordu mevcudu da azalmış, asker köylüler vergi
verir hale getirilmişlerdir. Bu gelişmeler İmparator IX. Konstantinos
Monomakhos zamanında devletin ücretli askerlere mecbur hale gelmesinin temel
nedenleri olarak gözükmektedir.
Batı’da Peçenek, Uz ve Kumanlar, Doğu’da da Müslümanlığı kabul eden
Selçuklular siyaset sahnesindeki yerlerini aldıkları bu süreçte, Bizans 1054
yılındaki Schisma olayı ile Batı dünyasının da desteğini yitirmiş, Doğu
sınırlarındaki tampon idarelerin ortadan kaldırılması ise bunların yerel
kuvvetlerinin desteğini ortadan kaldırmıştır.
I. Isaakios Komnenos döneminde durumu düzeltme niyetiyle yapılan
girişimler kısmen sonuç verdi ise de ardılı X. Konstantinos Dukas zamanında
sivil aristokrasinin yeniden güçlenmesi, devlet ve saray masrafları için ordunun
ihmal edilmesi, vergilerin iltizam usulü ile toplanmaya başlanması, hatta
memuriyetlerin para ile satılır olması ile işler daha kötü hale geldi. Bizans ve
Gürcü kuvvetleri bu sıralarda Van Gölü Havzası, Kars yöresi ve Gürcistan, Urfa,
Diyarbakır, Mardin, Trabzon, Malatya, Şebinkarahisar ve Fırat boylarında
Selçuklular karşısında mağlubiyetler almaya başladılar.
İmparator X. Konstantinos’un 1067’deki ölümü sonrası çaresiz kalan karısı
Eudokia, Romanos Diogenes ile evlenerek ve onu imparatorluk makamına
getirerek devletin kötü gidişatını durdurmaya çalıştı. Ancak bu yeni hükümdarın
çabaları da sonuç vermedi ve 1068 ve 1069 yıllarında bizzat katıldığı sonuçsuz
kalan seferlerden sonra, büyük bir ordu hazırlayarak Türkleri Anadolu’dan
264 | USAD Adnan ESKİKURT
uzaklaştırmayı planladı. Ancak ordusu Sultan Alparslan karşısında 1071 yılında
feci bir bozguna uğradı. Kendisi de bir süre sonra hayatını kaybetti.
Anadolu’nun Selçuklu mülȗk ve ümerasının akınlarına maruz kaldığı sırada
Bizans tahtına çıkan VII. Mikhail Dukas’ın bu kötü durumu önleyecek gücü
yoktu. Bu durum, Bizans’ın askerî ve ekonomik açıdan büyük bir şok içerisinde
olduğunu bize göstermektedir. Nitekim durumu kabullenemeyen bazı thema
strategosları da çareyi taht değişikliğinde görerek isyan etmeyi planlıyorlardı.
İşte bu sıralarda uzun süredir Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın
gözetiminde bulunan Kutalmışoğulları da onun 1072 yılındaki ölümü ile
istikballerini tesis için İran’dan Anadolu’ya hicret etmişlerdi. Bir süre Güneydoğu
Anadolu ve Suriye-Filistin bölgelerindeki mücadelelere katılmışlar, nihayette
aralarından Mansȗr ve Süleymanşâh Anadolu içlerinde Batı’ya doğru ilerleme
kararı almışlardı. Bu sıralarda Sakarya boylarına kadar başarılı akınlar yapmakta
olan Artuk Bey’in Melikşah emri ile merkeze çağırılmış olması da işlerini
kolaylaştırmış ve bunun sonucunda Anadolu’yu yurt tutma yarışına girişmiş
birçok diğer Türkmen beyi gibi kolaylıkla birçok yerleşmenin denetimini
sağlayarak Güney Marmara’ya değin ilerlemişlerdi.
Anna Komnena’nın kayıtlarından anlaşıldığı üzere Türklerin Anadolu’nun
her yöresine akınlar düzenlediği ve yerleşik Bizans güçlerinin çaresiz kaldığı bu
süreçte son bir çaba ile hazırlanıp Isaakios Komnenos komutasında 1073 yılında
Anadolu’ya gönderilen ordunun da başarısız olması, İmparator VII. Mikhael’i
Papa VII. Gregorius’tan ücretli asker talebinde bulunmak zorunda bırakmıştır. Bu
durumda bilhassa themalarda yaşayan sivil ve askerlerden imkânı olanların
yaşadıkları yerleri ve vazifelerini terk ederek Bizans elindeki daha güvenli
kesimlere göç ettiklerini düşünmek mümkündür. Ayrıca Bizans’ın bu hareketlilik
sonucu ekonomisinin bozulduğunu ve hayat pahalılığının kitleleri gayri memnun
hale getirdiğini de söyleyebiliriz. Durumdan yararlanmaya kalkan kimselerin
sebep oldukları isyanların ardında şüphesiz bu hususların rolü olmalıdır. Bu
süreçte Roussel de Bailleul ve Ioannes Dukas’ın isyanları Anadolu’daki Selçuklu
emirlerinin yardımları ile bastırılabilmişse de, 1077 yılında thema strategosları
Nikephoros Botaneiates ve Nikephoros Bryennios’un isyanlarını bastırmak
mümkün olmamış ve Mansȗr ile Süleymanşâh’ın desteğini kazanan Nikepheros,
1078 yılında İstanbul’da tahta çıkmayı başarmıştır. Verdiği destek sayesinde
Kutalmışoğulları’nın birlikleri de Batı Anadolu’da kuzeyde İstanbul Boğazı ve
batıda Kyzikos’a (Kapıdağ Yarımadası güney kıyısında) kadar uzanan bir sahada
İznik merkezli bir egemenlik tesis etmeye muvaffak olmuşlardır. Ancak aynı yıl
Emir Porsuk’un Kutalmışoğullarından Mansȗr’u ortadan kaldırması sonrası,
Batı Anadolu’da İlk Selçuklu Faaliyetleri (1025-1081) | 265
Süleymanşâh’ın tek başına iktidar olduğu ve 1080 yılından itibaren Anadolu’ya
yeni gelen Türkmen kitleleri ile gücünün arttığı görülür. Bunun en önemli
göstergesi İmparator Botaniates’e karşı isyan eden ve tahtı ele geçirmeye çalışan
Melissenos’un ondan destek talep etmesidir. Nitekim her ne kadar onun desteğini
alan Melissenos hedefine ulaşamamış ve tahtı I. Alexios Komnenos’a kaptırmış
olsa da, Süleymanşâh bu sayede eski Asia, Phrygia ve Galatia eyâletlerindeki
henüz Türkler eline geçmemiş şehirlere kolayca egemen olabilmiştir.
Süleymanşâh’ın bu süreç sırasında İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasına
kadar uzanan hâkimiyeti pekişmiş, hatta boğazdan gelip geçen gemilerden geçiş
resmi almaya başlamıştır. Zor durumda olan ve bunun için henüz Türkler eline
geçmemiş yörelerin komutanlarını birlikleri ile yanına çağıran yeni imparator I.
Alexios bir hile ile Türkleri kıyıdan uzaklaştırmaya muvaffak olmuştur. Ancak
Balkanlarda Norman tehlikesi baş gösterince planından vazgeçmiş ve
Süleymanşâh’ın desteğini sağlamak adına 1081 yılında onunla Drakon Suyu
Anlaşması’nı yapmak zorunda kalmıştır. O, kaynaklardaki bilgilere göre böylece
Süleymanşâh’ın hâkimiyetini ve Türkiye Selçuklu Devleti’ni tanıyan ilk
hükümdar olmuştur.
266 | USAD Adnan ESKİKURT
KAYNAKÇA
Ahmed b. Mahmud, Selçuknâme, haz. Erdoğan Merçil, Bilge Kültür Sanat yay., İstanbul
2011.
Anna Komnena, Alexiad, çev. Bilge Umar, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1996.
Anonim Selçuknâme, Tarîh-i Âl-i Selçuk, çev. Halil İ. Gök-Fahrettin Coşguner, Atıf yay.,
2014.
Ayönü, Yusuf., Selçuklular ve Bizans, TTK., Ankara 2014.
Azimî, Azimî Tarihi Selçuklularla İlgili Bölümler, c. I, çev. Ali Sevim, TTK., Ankara 1988.
Bartusis, Mark C., Land and Privilege in Byzantium. The Institution of Pronoia, Cambridge
University Press, Cambridge 2012.
Beihammer, Alexander Daniel., Byzantium and the Emergence of Muslim Turkish-Anatolia, ca.
1040-1130, Birmingham Byzantine and Ottoman Studies, Routledge, London-New
York 2017.
Chalandon, Ferdinand., Essai Sur Le Règne D'Alexis Ier Comnène (1081-1118), ed. A. Picard Et
Fils, Mémoires Et Documents Publiés Par La Société De L’École Des Chartes, IV,
Paris 1900.
Charanis, Peter., "Economic Factors in the Decline of the Byzantine Empire”, The Journal of
Economic History, c. 13, sayı 4, Cambridge University Press, Cambridge 1953, s. 412424.
Çelebi, Rezan., Maltepe’nin Tarihi Dokusu (İstanbul Üniv. SBE basılmamış yüksek lisans tezi),
İstanbul 1995.
Eskikurt, Adnan., Anadolu Medeniyetleri ve Coğrafya (Marmara Üniv. SBE basılmamış
doktora tezi), İstanbul 2013.
Georgios Kedrenos (Ioannes Skylitzes’ten naklen), Synopsis Historiarum, nşr. I. Bekker,
Corpus Scriptorum Historiae Byzantinae (CSHB), II, Bonn 1839.
Gregory Abû’l-Farac (Bar Hebraeus), Abû’l-Farac Tarihi, çev. Ömer Rıza Doğrul, c. I, TTK.,
Ankara 1987.
Güneş, Cüneyt., Bizans Anadolu’sunda Askerî ve İdarî Bir Sistem: Thema Sistemi (VII.
Yüzyıldan XI. Yüzyıla Kadar), Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü (Basılmamış Doktora tezi), Muğla 2018.
Hayton, “La Flor Des Estoires Des Parties D'Orient”, Recueil Des Historiend Des Croisades,
Documents Armeniens, c. II, Paris 1906.
Ioannes Zonoras, Tarihlerin Özeti, çev. Bilge Umar, Arkeoloji ve Sanat yay., İstanbul 2008.
İbnü’l Adîm, Bugyatü’t-taleb fi Tarihi Halep, çev. Ali Sevim, TTK., Ankara 1976.
İbnü’l Adîm, Zübdetü’l-Haleb Min Târîhi Haleb’de Selçuklular (H. 447-521-1055-1127), çev. Ali
Sevim, TTK., Ankara 2014.
İbnü’l Cevzî, El-Muntazam fî Târihi’l-Ümem’de Selçuklular (H. 430-485/1038-1092), çev. Ali
Sevim, TTK., Ankara 2014.
İbnü’l-Esîr, El-Kâmil Fi’t-Tarih, çev. Abdülkerim Özaydın, c. X, Bahar yay., İstanbul 1991.
İbnü’l-Ezrâk, Târihu Meyyâfârikîn, thk. Kerim Faruk el-Huli ve Yusuf Baluken, Nȗbihar
yay., İstanbul 2014.
İbn al-Kalânisi, History of Damascus 363-555 a.h. (ed. H. F. Amedroz), Leyden 1908.
Batı Anadolu’da İlk Selçuklu Faaliyetleri (1025-1081) | 267
İmadeddin el-Kâtib el-İsfahâni, Zubdat al-Nusra ve Nuhbat al ‘Usra (Bundari İhtisarı/Irak ve
Horasan Selçukluları Tarihi), çev. Kıvameddin Burslan, TTK., Ankara 1999.
Kazhdan, Alexander., “State, Feudal and Private Economy in Byzantium”, Dumbarton Oaks
Papers, c. 47, Dumbarton Oaks, 1993, s. 83-100
Kazhdan, Alexander., “Pronoia: The History of a Scholarly Discussion”, Mediterranean
Historical Review, 10:1-2, (DOI: 10.1080/09518969508569689), 1995, s. 133-163
Keçiş, Murat ve Güneş, Cüneyt, “Bizans’ın Anadolu’daki Yeni Düzeni: Thema Sistemi’nin
Ortaya Çıkışı ve Problemler”, Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştırmaları Dergisi (Sıtkı
Koçman Anısına Armağan), Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, c. 19, sayı 43, Muğla
2018, s. 95-107.
Kerimüdddin Mahmud-i Aksarayi, Müsâmeretü'l-Ahbâr, çev. Mürsel Öztürk, TTK., Ankara
2000.
Michel le Syrien (Süryani Mihael), Chronique De Michel Le Syrien, Fr. çev. J. B. Chabot, c. III,
Paris 1905.
Mikhael Attaleiates, Tarih, çev. Bilge Umar, Arkeoloji ve Sanat yay., İstanbul 2008.
Mikhail Psellos, Mikhail Psellos’un Khronographia’sı, çev. Işın Demirkent, TTK., Ankara 1992.
Muhammed b. Hâvendşâh b. Mahmûd Mîrhând, Ravzatu’s-Safâ fî Sîreti’l-Enbiyâ ve’l-Mülûk
ve’l-Hulefâ (Tabaka-i Selçûkiyye), çev. Erkan Göksu, TTK., Ankara 2015.
Nikephoros Bryennios, Tarihin Özü, çev. Bilge Umar, Arkeoloji ve Sanat yay., İstanbul
2008.
Ostrogorsky, Georg., Bizans Devleti Tarihi, çev. Fikret Işıltan, TTK., Ankara 1991.
Ramsay, William Mitchell., The Historical Geography of Asia Minor, Royal Geographical
Society Supplementary Papers, c. IV, London 1890.
Reşîdü’d-Dîn Fazlullah, Cami’ü’t-Tevârih, c. II, cüz 5, çev. Ahmed Ateş, TTK., Ankara 1960.
Reşîdü’d-Dîn Fazlullah, Cami’ü’t-Tevârih (Selçuklu Devleti), çev. Erkan Göksu, H. Hüseyin
Güneş, Selenge yay., İstanbul 2011.
Sadruddin el-Hüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, çev. Necati Lügal, TTK., Ankara 1999.
Sıbt İbnu'l-Cevzî, Mir'âtü'z-Zamân fî Târîhi'l-Âyân'da Selçuklular, çev. Ali Sevim, TTK.,
Ankara 2011.
T.C. Maarif Vekilliği, Birinci Coğrafya Kongresi 6-21 Haziran 1941, Raporlar, Müzakereler,
Kararlar. Ankara 1941.
Turan, Osman., Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi yay., İstanbul 1993.
Umar, Bilge., Türkiye’deki Tarihsel Adlar, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1993,
Urfalı Mateos, Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), çev. Hrand D.
Andreasyan, TTK., Ankara 1987.
William, Archbishop of Tyre, A History of Deeds Done Beyond The Sea, çev. Emily Atwater
Babcock ve A. C. Krey, c. I, Columbia University Press, New York 1943.
268 | USAD Adnan ESKİKURT
USAD, Bahar 2019; (10): 269-286
E-ISSN: 2548-0154
ORTA ASYA’DA CENGİZLİ HANEDANLARIN
DEVLETLEŞME SÜRECİNDE ESKİ İNANÇ
UNSURLARININ ROLÜ
THE ROLE OF OLD BELIEF ELEMENTS IN THE STATEBUILDING PROCESS OF CHINGGISID DYNASTIES IN
CENTRAL ASIA
Zahide AY*
Öz
Türklerin ve Moğolların, devletli döneme geçişlerinde, eski inanç unsurlarından aldıkları en
önemli unsurun, “yönetici soyun, meşruiyetini Tanrıdan aldığı prensibi” olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Bunun bir örneği, Göktürklerdeki Açina soyu, diğer bir örneği de Moğollardaki
Cengizli soyudur. Bu makalede, Cengiz Han’la birlikte devletleşme sürecine giren Moğol devletinin
ve sonrasında Orta Asya’da kurulan bütün Müslüman Türk devletlerinin bir tür anayasası olan
Cengiz Yasası’nın oluşmasında eski inanç unsurlarının nasıl bir etkisi olduğu üzerinde
durulacaktır. Bu yapılırken de, Oğuz Kağan kökeni üzerinden kendini tanımlayan Selçuklu ve
Osmanlı devlet geleneği ile Cengizli soyu üzerinden kendini tanımlayan Orta Asya devlet geleneği
arasındaki görüş ayrılığı vurgulanacaktır.
Anahtar Kelimeler
Moğollar, Türkler, Cengiz Han, Oğuz Kağan, Cengiz Yasası, Devletleşme.
*
Dr. Öğr. Üyesi, Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşerî Bilimler Fakültesi, Tarih Bölümü, ,
Konya/Türkiye, ayzahide@yahoo.com, https://orcid.org/0000-0002-4978-4462.
Gönderim Tarihi: 31.05.2019
Kabul Tarihi: 13.06.2019
270 | USAD Zahide AY
Abstract
It is asserted that the most important element of the Turks and Mongols took from their old
belief elements is "the principle that the ruling dynasty takes its legitimacy from God" in the
transition of the Turkish and Mongol tribes to the state-building process. An example of this is the
Ashina line among the Kok-Turks, and another example is the Chinggisid dynasty among the
Mongols. In this article, we will focus on the influence of ancient beliefs on the formation of the
Chinggisid Yasaq, a kind of constitution of the Mongol Empire which entered into the statebuilding process during the reign of Chingghis Khan and of all Muslim Turkish states onwards
which were established in Central Asia. In this study, the disagreement between the Seljukid and
Ottoman state tradition, which gained legitimacy through emphasizing their origins related to
Oghuz Kaghan, and the Central Asian state tradition situating itself on the Chinggisid legacy will
be emphasized.
Keywords
Mongols, Turks, Chinggis Khan, Oghuz Kaghan, Chinggisid Yasaq, State-Building Process
Orta Asya’da Cengizli Hanedanların Devletleşme Sürecinde Eski İnanç
Unsurlarının Rolü| 271
GİRİŞ
Bu çalışmanın başlamasında, öne çıkan soru şuydu? Orta Asya’nın Türk dilli
halkları açısından bakıldığında Cengizli bir liderliğe bağlı olmak doğal kabul
edilirken, dolayısıyla Moğol istilaları sonrası gelişen bir tür yarı Moğolluk
durumu yadırganmazken, onların bu durumu, Horasan üzerinden İran ve
Türkiye’ye gelen Türk dilliler tarafından, neden asla kabul edilemez bir şeydir?
2015 ve 2016 yılında Doğu Türkistan’da gerçekleştirdiğimiz saha
araştırmamız sırasında, iki şey dikkatimiz çekmişti. Uygurlar arasında (bu arada
Uygurlardan kasıt, eski Toharistan topraklarında yer alan Kaşgar, Yarkent ya da
Hoten bölgesinde yaşayanlardan ziyade, Çin’in İç Moğolistan eyaletine yakın
olan Turfan ve Kumul (Hami) bölgesinde yaşayanlardır) Moğolluk motifleri de,
Zerdüştilik motifleri de gözlenmekteydi. Üstelik onlar bunu reddetmemekte,
hatta Uygurluklarının bir parçası olarak doğal kabul etmekteydiler. Bizde ise her
ikisi de reddedilir. Selçukluluk, hanedan olarak Oğuz Kağan kökeninden olmakla
açıklanırken; topluluk olarak da, Moğol unsurları öncesine giden bir Horasanlılık
kökeni (Horasan’dan göç etmiş olma durumu) vurgulanır ki, bu Horasanlılık
durumu daha ziyade İslamlaşma tarifi üzerinden yapılır. Horasanlılık durumu
bize birçok şey söyler aslında. Bunların en başında da, Orta Asya’da gelişen
güneyli Müslümanlığının Moğol istilaları sonrası evresinin, kendini Kıpçak dilli
kuzeyli hakların İslamlaşmasından ayıran bir söylem biçimi olmasıdır. Bu
makalede, Orta Asya’daki bu kuzeyli ve güneyli halklar ayrımının, İslamlaşma
üzerindeki etkisinden ziyade, devletleşme üzerindeki etkisi üzerinde
durulacaktır. Gerçekten de güneyli Müslümanlığı kendini Karahanlılar,
Gazneliler, Selçuklular hattı üzerinden Moğol istilaları öncesine dayanan bir
kronolojiyle tarif ederken; kuzeyli Müslümanlığı, tam da Moğol istilaları
sonrasında İslam’a giren ve devletleşme boyutunda da kendini Cengizli bir
soydan gelmek üzerinden tarif eden bir Müslümanlaşmayı ifade etmektedir.
Öyle ki, Cengizli olmak, Orta Asya’da 19. yüzyılda bile hala önemli olagelen
bir durumdu. Timurlu topraklarının batı kesimleri yani Anadolu ve İran
sahasında artık meşru soy, Oğuz soyluluk gerektirse de, Orta Asya’da bu
gelenek, Cengizli soyluluk prensibi üzerinden geçerli olmuştur. İslam öncesi
dönemlerin göçebe toplumlarında soyun kökeni, devlet kurmada meşruiyet
açısından çok önemliydi. Selçuklular artık İslam’a geçmişti ve Abbasi
hanedanının hala hayatta olduğu bir dönemde, yaşayan bir soyla ortaya
çıkamazdı. Onun yerine soylarını, İslam öncesi zamanlara ait efsanevi bir
272 | USAD Zahide AY
karakter olan Oğuz Kağan’a dayandırmaları oldukça makul bir çözümdü.
Moğollar ise, henüz İslam’a girmemişlerdi. Bizzat Cengiz Han’ın soyu tek başına
kutsallık için yeterliydi. Peki soyu diğer soylardan önemli kılan ne idi? Burada
İslam öncesi inanç unsurlarından bazı semboller öne çıkmaktaydı. Özellikle dağ
kültü ve kurt kültü gibi unsurlar bunların başında gelmekteydi.
Türklerin ve Moğolların Devletleşme Süreçlerinde Eski İnanç
Unsurlarının Rolü:
Gök-Tanrı inancının temsil ettiği dağ kültü ve kurt kültü gibi unsurlar,
Türklerin ve sonrasında Moğolların devletleşme süreçlerinde, çok temel bazı
roller üstlenmiş görünmektedir. Bize göre, dağ motifi daha genel bir temsiliyet
bulmuş, birleştirici olmada çok önemli bir figür olagelmiştir. Kurt motifi ise
özelde hanedanı, dolayısıyla da genelde devleti temsil etmiştir. Tıpkı Göktürk
hanedanının kurucusu Açina soyunun kurt sembolünü kullanması gibi. Ama
farklı boyları ortak bir gelenek duygusuyla asıl birleştirici olan dağ motifi olmuş
görünmektedir.
Türk ve Moğol geleneklerinde önemli bir rol oynadığını gördüğümüz
dağların en ünlüsü Ötüken’di. 6. yüzyıl Çin kayıtlarına göre, Göktürk hakanı
daima Ötüken’de otururdu.1 Emel Esin, Türk kağanının, gök tanrısı Tengri Kan’a
mümasil ve ondan kut almış bir hükümdar olduğunu, mekan bakımından da,
göğe yakın, Altın-dağ diye anılan bir zirvede, Ötüken-yış’ta, mukaddes bir ormanlı
dağda oturduğunu söyler.2 Orhun yazıtlarında da, Ötüken ormanından daha
üstün bir yer olmadığı yazar. 3 Bu durumda öyle görünüyor ki, Ötüken, aslında
bizim fiziki haritada gösterebileceğimiz somut bir dağ değildir. O daha ziyade,
kutsallığı temsil eden, bölgenin o sıradaki en yüksek yerine verilen addır. Böyle
bakınca, Ötüken denildiğinde, büyük ihtimalle coğrafi açıdan farklı dönemlerdeki
farklı yerlerden bahsetmiş oluyoruz. Ancak anlaşıldığı kadarıyla Göktürk devleti
ile Uygur devleti aynı Ötüken’i kutsal dağ olarak kullanmışlardır. Bu da, bu
ikisinin, aslında hanedan değişikliği yaşamış aynı devlet olmasından
kaynaklanmaktadır ki, Göktürk devletinin içinden çıkan Uygurlu hanedanı,
kendi hükümetini kurduğunda, hükümet merkezini aynı yerde, Ötüken’de
kurmuştur.
Emel Esin, Orta Asya’dan Osmanlıya Türk Sanatında İkonografik Motifler, Kabalcı Yayınları, İstanbul,
2004, s. 32.
2 Emel Esin, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul,
1978, s. 88.
3 Orhun Abideleri, haz. Muharrem Ergin, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2011, ss. 5, 57.
1
Orta Asya’da Cengizli Hanedanların Devletleşme Sürecinde Eski İnanç
Unsurlarının Rolü| 273
Anlaşıldığı kadarıyla, Ötüken Göktürklerle birlikte literatüre girmiştir. Asıl
genel adı Tanrı-kut’tur. Bugün, Tanrı dağlarındaki, haritalarda Bogdo-ola gibi
Moğolca bir adla geçen yüce ve kutlu dağın adı, Doğu Türkistan Türkleri
tarafından Tanrı-kut dağı adı ile anılmaktadır.4 Yine anlaşıldığı kadarıyla bu
dağların şöhreti, uzun zaman sonrasında bile biliniyordu. Örneğin Kaşgarlı
Mahmud, Divanü Lugati’t Türk’te Ötüken’i, Uygur ülkesine yakın Tatar
bozkırlarında bir yer adı olarak kaydetmiştir. 5 Uygurlarda ötken, “kutsal ülke”
anlamını almıştır.6 Büyük ihtimalle Moğolların yeryüzü tanrıçası İtügen/Etügen’e
de adını vermiştir.7 Öyle ki, 13. yüzyıla gelindiğinde Moğolların da, dağları, inanç
sistemleri içerisinde en yüksek yerde tuttuklarını görüyoruz. Cengiz Han
devrine ait olayları destanımsı bir mahiyette anlatan Moğolların Gizli Tarihi adlı
eserde, Moğolların atalarının doğum yeri olarak Burkan Haldun adında bir dağ
adı geçer. Burkan, borkan’dan gelmektedir, boz-kan’ın da “gri Efendi” den geldiği
düşünülür.8 Gizli Tarih’te, Cengiz Han’ın ceddi olarak gösterilen Börte
Çine(bozkurt)’nin yurdunu Burkan Haldun’da kurduğu anlatılır. 9 Yine Gizli
Tarih’te, Cengiz Han’ın, “Haldun-Burhan’ın yardımıyla, bir kırlangıcın hayatı gibi,
hayatım kurtuldu… Bundan sonra Burhan-Haldun için, her sabah tapınmalıyım. Bunu
neslim ve neslimin nesli böyle bilsin” dediği kaydedilmiştir.10
Dağ motifinin yanısıra ikinci önemli motif olarak değerlendireceğimizi
söylediğimiz kurt motifi ise, eski Türklerde ve bunu onlardan alan Moğollarda,
hayvan motifleri arasında daima en önemli rolü temsil eden motif olmuştur. 581
yılı civarına ait Sogdca yazılmış bir Bugut yazıtının yer aldığı dikilitaşın
tepesinde bir çocuğu emziren dişi bir kurt tasviri vardır.11 Bu yazıta göre, Tuküeler, Hsiung-nuların özel bir koludur. Aile adları A-çina (Asena)’dır. Komşu bir
devlete yenilmişler ve bu devletin askerleri on yaşındaki bir erkek çocuk dışında
tüm aileyi yok etmişlerdir. Askerler bu çocuğun gençliğine acıyarak onu
öldürmemiş, onun yerine ayaklarını kesip otla kaplı bir bataklığa atmışlardır.
Orada bir dişi kurt, onu etle beslemiştir. Böylece çocuk büyümüş, sonra da kurtla
Bahaaddin Ögel, Türk Mitolojisi, c. 2, 2014, s. 559. TTK Yayınları, Ankara
Mahmûd el-Kaşgarî, Divânü Lugati’t Türk, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2007, s. 382.
6 Roux, Türklerin Ve Moğolların Eski Dini, s. 158.
7 Moğolların Gizli Tarihi, çev. Ahmet Temir, TTK Yayınları, Ankara, 1995, s. 51.
8 Roux, Türklerin Ve Moğolların Eski Dini, s. 159.
9 Moğolların Gizli Tarihi, s. 3.
10 Moğolların Gizli Tarihi, s. 41.
11 Jean-Paul Roux, Moğol İmparatorluğu Tarihi, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2001, s. 67; aynı yazar,
Türklerin ve Moğolların Eski Dini, s. 199.
4
5
274 | USAD Zahide AY
çiftleşerek dişi kurdu gebe bırakmıştır. Çocuğun hala yaşadığını öğrenen
hükümdar onu öldürtmek için adamlarını göndermiştir. Adamlar çocuğun
yanında dişi kurdu görünce onu da öldürmek istemişlerse de, dişi kurt hemen
Turfan kağanlığının kuzeyinde bulunan bir dağa kaçmış, buradaki düz bir ovada
yer alan bir mağaraya sığınmıştır. Gebe olan dişi kurt burada on çocuk dünyaya
getirmiştir.12 Her bir çocuk farklı bir soyadı almıştır. Bunlardan birisi de A-çina
adını almıştır.13
Gumilev’e göre, A-çina kelimesi, Çince ve Moğolcadan türeyen bir kelimedir.
Moğolcada “çino”, kurt demektir. Çincede bir saygı ifadesi olan “a” takısıyla
birlikte A-Çino haline gelen kelime “asil kurt” anlamına gelmektedir. Çin
kaynaklarında, A-çina hanlarının tebasından Tu-küe diye bahsedilmektedir. Bu
kelime, “Türk” kelimesi ile Moğolcadaki ler-lar ekine karşılık kullanılan “üt”
ekinin birleşmesinden oluşmaktadır.14 Gumilev, Moğolistan’ın Altay dağlarının
eteklerinde Hunların ardılları olan ve Türkçe konuşan halkların yaşamakta
olduğunu, bu bölgeye sonradan gelen prens A-çina ve ailesinin konuştuğu dilin
ise başlangıçta Moğolca olduğunu söyler. A-çina’nın adamları bu yerli halka
“türk-üt” adını vermişler. A-çina ailesi ve çevresindeki beş yüz aile, Türkçe
konuşulan böyle bir ortamda yaşıyor olmanın da getirmiş olduğu sebeple, bir
yüzyıl gibi bir süre içinde, Moğolcadan sadece unvan isimlerini koruyup
tamamen Türkçe konuşur hale gelmişlerdir.15 Bu teze göre, başlangıçta Moğolca
konuşan göçmen A-çina ailesi ile Türkçe konuşan yerli halkın kaynaşması öyle
mükemel olmuştur ki, bu kaynaşmadan A-çina ailesine mensup Bumin ve İstemi
adındaki iki kardeşin kurduğu Göktürk Kağanlığı doğmuştur.
Göktürklerde bu derece ön plana çıkmasına rağmen, Oğuzname olarak da
bilinen Dede Korkut’ta da, kurt kültünü hatırlatan ancak birkaç cümleye tesadüf
edebiliyoruz. Bunların başında “kurdun yüzü mübarektir” cümlesi gelmektedir.16
Ayrıca, kahramanlar ve onların savaş sırasında gürleyip haykırmalarının kurda
Efsanede sözü edilen bu mağara, 8.yüzyıldan sonra Ergenekon olarak kaydedilmiştir. Bkz.
Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları
Vakfı, İstanbul, 2001, s. 43.
13 Denis Sinor, “Kök Türk İmparatorluğunun Kuruluşu ve Yıkılışı”, Erken İç Asya Tarihi, çev. Talat
Tekin, İletişim yayınları, İstanbul, 2000, s. 397; Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, s. 199; aynı
yazar, Orta Asya’da Kutsal Bitkiler ve Hayvanlar, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2005, s. 305; Peter
Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, Karam Yayınları, Ankara, 2002, s. 95, L.N. Gumilev, Eski
Türkler, çev. Osman Karatay, Selenge Yayınları, İstanbul, 2004, ss. 35-36; Ahmet Taşağıl, Kökö
Tengri’nin Çocukları, Bilge Kültür Sanat, İstanbul, 2013, s. 125.
14 Gumilev, Eski Türkler, s. 36.
15 Gumilev, Eski Türkler, s. 36.
16 Dedem Korkudun Kitabı, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2006, s. 44.
12
Orta Asya’da Cengizli Hanedanların Devletleşme Sürecinde Eski İnanç
Unsurlarının Rolü| 275
benzetildiği “yeni bayırın kurduna benzer idi yiğitlerim” cümlesini görüyoruz.17 Z.V.
Togan, Reşideddin Oğuznamesi’nin tahlil kısmında, kurdun, Göktürk hanlarının
ceddi ya da ceddesi olmasına karşılık, Uygurlar ve Oğuzlarda sadece seferlerde
yol gösteren yeleli bir erkek bozkurt olduğunu söyler. 18 Oğuz destanlarında kurt
kültüne bu kadar az değinilmesinin nedeni belki de, kurt motifi hakkında
yukarda söylediğimiz, özelde hanedanı, dolayısıyla da genelde devleti temsil
etmesinden kaynaklanıyor olabilir. Devletli dönemde kurt motifi daha çok ön
plana çıkarken, dağılma dönemlerinde boylar arasında daha başka hayvan
motifleri, mesela geyik motifi, daha birleştirici olagelmiş gözükmektedir.
Önemli bir nokta olarak şunu da hatırlatmak gerekirse, Göktürklerle birlikte
bir hanedan sembolü haline gelmiş olan kurt motifi, aslında daha sonraki
topluluklarda tek başına kullanılmak yerine, geyik motifi ile bir arada
geçmektedir. Örneğin, Kırgız Manas destanında yer alan Er-töştük’te bu iki motif
bir arada geçmektedir.19 Doğada birbirine zıt olan bu iki hayvan, avcı ve avın
temsilcileri olan kurt (çino) ve dişi geyik (maral), Asya göçebe uluslarının en eski
imgelerindendi.20 Hatta geyiğin, Moğolistan ve kuzeyinde (Orhun-Selenge
bölgesinde) yaşayan kabileler arasında, kurttan önceki kutsanmış hayvan motifi
olduğu görüşü ileri sürülebilir. Şöyle ki, geyiğin kutsal kabul edildiği zamanlar,
henüz bir devletin ortaya çıkmadığı zamanlardı. İsenbike Togan’a göre,
boylardan devletli döneme geçiş, genellikle hiyerarşik yapıdaki boylar için söz
konusu olabilmiştir. Bu teze göre, hiyerarşik yapıda olmayan boylar, devlet
düzenine geçişe direnç gösterirken, hiyerarşik yapıdaki boylarda, boy gelenekleri,
Dedem Korkudun Kitabı, s. 140.
Z.Velidi Togan, Oğuz Destanı: Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili, Enderun Kitabevi, İstanbul,
1982, s. 134. Şunu unutmamak gerekir ki, Oğuzname, her ne kadar en saf Türk gelenekleriyle dolu
olsa da, bugüne ulaşması Moğollar aracılığıyla olmuştur. Hatta Roux’a göre, Oğuz Kağan’ın
askeri başarıları, gerçekte Türk tarzına uyarlanan Cengiz Han’ın başarılarından başka bir şey
değildir. Zaten, bizim elimizdeki Oğuzname ve Dede Korkut versiyonları da, yazılış tarihleri
itibariyle Moğolların egemen olduğu 14. yüzyıla aittir. Demek oluyor ki bizler, göçebe bozkır
geleneğini ifade eden unsurlarla dolu Dede Korkut destanlarından, aslında Moğollar sayesinde
haberdar olmuşuz. Bkz. Roux, Türklerin Ve Moğolların Eski Dini, s. 37; M. Fuad Köprülü, Türk
Edebiyatı Tarihi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1981, s. 54; A. Togan, Oğuz Destanı: Reşideddin
Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili, ss. 117-127; Abdülkadir İnan, “Destan-ı Nesli Çengiz Han Kitabı
Hakkında”, Makaleler ve İncelemeler I. Cilt, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1998, ss. 204-205.
19 Roux, Moğol İmparatorluğu Tarihi, s. 67; aynı yazar, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, s. 203; aynı
yazar, Orta Asya’da Kutsal Bitkiler ve Hayvanlar, s. 309.
20 Roux, Moğol İmparatorluğu Tarihi, s. 67.
17
18
276 | USAD Zahide AY
ordu-devlet düzeni içerisinde sürdürülebilmiştir.21 Boyların, kendi içlerinden bir
boyun lideri etrafında, tek çatı altında toplanması olarak değerlendirebileceğimiz
devletli dönemler, önce Hunlar, sonra da Göktürkler döneminde söz konusu
olmuştur. Yukarda sözü edildiği gibi, efsaneye göre Göktürkler (A-çina
hanedanı), esaretten bir bozkurt önderliğinde çıkmışlardı. Böylece kurt,
Göktürklerin tuğlarında kullandıkları simgeleri haline gelmişti. Bu konuda Çin
kaynakları, “Türkler, kağanlık otağının girişine, kurt başlı bir bayrak dikerlerdi”
demektedir.22 Geyik motifine tekrar dönecek olur isek, Göktürklerin tuğlarında
kurt motifini kullanmalarıyla, geyik motifinden vazgeçtikleri anlamını
çıkarmamamız gerektiğini belirtmeliyiz. Onlar tuğlarında geyiği de
kullanırlardı.23 Böylece kurt, “devlet”i (gerçekte Tu-küelerin dahil olduğu
budun’u) temsil ederken, geyik de, tek tek bütün boyları (diğer budunları), yani
eski düzeni temsil etmiş oluyordu.
Öyle anlaşılıyor ki, kabile federasyonlarının ve imparatorlukların kuruluşu,
genelde egemen olan boyun söylencelerini ön plana çıkarmış, diğerlerini ya silmiş
ya da unutturmuştur. Seçilen söylence zamanla daha yaygın hale gelerek, çoğu
kez yeni boylarca da benimsenmiştir. Federasyona yeni girenler, zamanla
kendilerini aynı inanç çerçevesi içinde, egemen boyun ardılları olarak kabul
etmişlerdir. Tu-küelerde de durum bu şekilde gerçekleşmiştir. Egemen budunun
sancağındaki sembol ki, Göktürklerde bu sembol kurt idi, bütün budunların
sembolü haline gelmeye başlamıştır.
Aynı kurt sembolü, Cengiz Han tarafından da, geyik motifi ile bir arada
kullanılmaya özen gösterilerek. Moğoların Gizli Tarihi adlı eserde de geçmektedir.
Bu şekilde bir nevi, hanedanı temsil eden kurt ile boyları (eski düzeni) temsil
eden geyik yan yana getirilerek eşitlenmiştir aslında. Gizli Tarih şu sözlerle başlar:
“Çinggis Han’ın ceddi, Yüksek Tanrının (ebedi Tengrinin) takdiriyle yaratılmış
bozkurt(Börte Çine) idi, eşi beyaz bir dişi geyik (Koa Maral) idi”.24 Bir başka
Cengizname versiyonunda, Gizli Tarih’te de geçen Alan-lua’nın, kocası Duban
Bayan’ın vefatından sonra, semavi boz bir kurttan gebe kaldığı anlatılır. 25 Yine
İsenbike Togan, Flexibility and Limitation in Steppe Formations: The Kerait Khanate and Chinggis Khan,
E.J. Brill, Leiden, 1998, ss. 60-123.
22 Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, Cilt 7, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991, s. 25.
23 Esin, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, s. 94.
24 Moğolların Gizli Tarihi, s. 3.
25 İnan, “Destan-ı Nesli Çengiz Han Kitabı hakkında”, s. 206; Dedem Korkudun Kitabı, Kabalcı Yayınları,
İstanbul, 2006, s. 1169.
21
Orta Asya’da Cengizli Hanedanların Devletleşme Sürecinde Eski İnanç
Unsurlarının Rolü| 277
Gizli Tarih’te, Cengiz Han’ın ceddinden Bodonçar’ın, yiyecek sıkıntısı çektiği bir
zamanda, yiyeceğini kurtlarla paylaştığı anlatılır.26
Cengiz Han’ın ceddi hakkında aktarılan hikayeler, sadece kurt ve geyik
sembolleriyle ilgili değildir. Türklerden alındığı aşikar bir başka ilginç efsanede
de, bu sefer kurt kültü ya da geyik kültü yerine dağ motifi ön plana çıkarılarak
Reşidüddin’de şu şekilde kaydedilmiştir: “Kendi zamanından iki bin yıl kadar önce
Moğollar, komşularıyla yaptıkları bir savaşın sonunda toptan öldürülmüşlerdi. Bu
katliamdan yalnızca iki erkek ve eşleri kurtulmuştu. Bunlar, her yanı yüksek dağlar ve
içine girilemeyen ormanlarla çevrili bir vadide, verimli Ergenekon vadisinde soylarını
başlatıp çoğaldılar. Çok uzun bir süre kendi başlarına yaşadılar. Sayıları toprağın onları
besleyemeyeceği kadar arttığında, oradan ayrılmak zorunda olduklarını anladılar. Bir
geçit aradılar, ancak bulamadılar. Dağda bir demir madeni vardı. Madencilikle az da olsa
uğraştıklarından, yeteri kadar maden eritirlerse kendilerine bir yol açabileceklerini
düşündüler… Uzun çabaların sonunda maden erimeye başladı ve bir gedik oluştu...
Çingis Han’ın nesli de o dağı, demir eritmelerini ve demirciliği unutmazlar…”27
Reşidüddin’in aktardığı bu hikayenin de bize gösterdiği üzere, eski Oğuz,
Göktürk ve Uygur hükümdarlarının sülalelerine dair Türk kavimleri arasında
söylenen hikayeler, Moğollarla birlikte artık Cengiz Han adı etrafında toplanarak
aktarılmıştır. Öyle ki Orta Asya’daki dağların çoğu, Türkçe ve Moğolca
“mübarek, mukaddes, büyük ata, büyük hakan” anlamlarına gelen sıfatlarla
anılmaktadır.28 Hatta Moğollar da, tıpkı Tu-küeler gibi kendilerine Köke Moğol
(kök Moğol=gök Moğol) diyorlardı.29 Moğolların, dağ motifinin yanısıra, Tengri
dinini ve bu dinin en önemli iki motifi olan dağ ve kurt motiflerini de Türklerden
aldıklarını söyleyebiliriz. Bütün bunlar bize gösteriyor ki, ancak Cengiz Han’la
birlikte devletli bir döneme girecek olan Moğollar, devletli döneme geçebilmek
için, tıpkı daha önce Göktürklerin yaptığı gibi, geçmişi simgeleyen eski
totemist/şamanist geleneklerin daha ötesine geçmeliydiler. Göktürkler bunu, “kut
anlayışı” olarak da bilinen, hanedanın yönetme meşruiyetini Tanrıdan aldığı
mesajını destekleyen her türlü argümanı (kurt kültü, dağ(Ötüken) kültü gibi)
kullanarak sağlamışlardır. Aynı şey, Cengizli Moğollar için de, eski töre ve
Moğolların Gizli Tarihi, s. 9.
Reşidüddin Fazlullah, Camiü’t-Tevarih, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, (Milli Eğitim Basımevi’nde
basılmış fakat neşredilmemiştir), Türk Tarihi Kurumu Kütüphanesi, kayıt no: 36394, ss. 133-137;
Roux, Moğol İmparatorluğu Tarihi, s. 65.
28 Ümit Hassan, Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, s. 100.
29 Roux, Türklerin Ve Moğolların Eski Dini, s. 200.
26
27
278 | USAD Zahide AY
kaidelerin devamı niteliğindeki Cengiz Han Yasası olarak bilinen yasa(k) ile
sağlanacaktır.
Cengizli Hanedanlar Üzerindeki İslam Öncesi İnanç Motiflerinin Etkisi ve
Bunun İslami Dönemdeki Yorumlanışı:
Gizli Tarih’e göre Cengiz Han’ın bazı zor zamanlarında Burhan Haldun dağına
çıkarak Tengri’nin sesini dinlediğini biliyoruz. 30 O, bu şekilde, Teb Tengri (büyük
şaman)’ye ihtiyaç duymadan da kendisinin Tengri ile ilişki kurabildiğini halkına
göstermiş oluyordu. Yine İgnayeff’in Orenburg vilayeti Müslümanları arasında
gördüğü bir başka Çingisname nüshasında bu konuda, “Timuçin padişahlığa tengri
tarafından seçilmiştir” denmektedir.31 Bu şekilde, hükümranlık hakkının, Tengri
tarafından Cengiz Han'a bahşedilmiş olmasıyla, hükümdarlığın Cengiz Han
sülalesinden gelmesi anlamını da ihtiva eden Yasa ilan edilmiş ve bu durum,
Moğolların ve daha sonraki yüzyıllarda Orta Asya'da devlet kuran Türklerin
meşruiyet ilkesi olmuştur.
Ancak Yasa’nın hayata geçirilebilmesi için eski geleneklerde bazı
düzenlemeler yapılmalıydı. Bu düzenlemelerden biri de, Cengiz Han’ın kurduğu
ordu düzeniyle ilgiliydi. Cengiz Han, kendisine bağlı birliklerin, heterojen hale
getirilen boylardan oluşturulmasını istemiş, bunu da başarmıştı. Bunun birkaç
sebebi olabilirdi. Moğol geleneğinde önemli yeri olan Şamanların etkisini kırmak
için; ya da kabile geleneğinde, en yaşlı olanın sözünün geçmesi geleneğini,
yaşlının sözünün değerini hakemlik, arabulucuk konumuna indirgeyerek, liderlik
rolünü genç ve güçlü olanın üstlenmesini sağlamak için olabilirdi.
Devletli döneme geçilebilmesi için, Moğol geleneğinde önemli yeri olan
şamanların siyasi otoritesinin siyasi liderlere, dolayısıyla boy beylerine geçmesi
gerekiyordu. Moğollarda büyük şaman (teb-tengri), Cengiz Han döneminde ve
Cengiz Han’dan önceki dönemlerde beki’dir. Bu kelime “güçlü” anlamına da
gelen, Türkçedeki beg(bey) şeklindedir.32 Türklerdeki beg-yabgu-han-kağan dörtlüsü
arasındaki hiyerarşik ilişkinin benzerinin Moğollarda da olduğunu görüyoruz.
Henüz devletli olunmayan zamanların, ya da devletin parçalandığı fetret
dönemlerinin aşiret reisine karşılık gelen beg, devletli dönemin ise en alt birimini
temsil ediyordu. Şöyle ki, bu beglerden biri, eğer aynı boydan gelen diğer
aşiretler üzerinde egemen oluyorsa, o beg yabgu oluyordu. Yabguluk, aynı boy
içinde yer alanlar için geçerli olduğundan, daha ziyade egemen soyun(beg
Moğolların Gizli Tarihi, ss. 40-41.
İnan, “Destan-ı Nesli Çengiz Han Kitabı Hakkında”, Makaleler ve İncelemeler I. Cilt, (Azerbaycan Yurt
Bilgisi yıl 3, Nr. 25, 1934), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1998, s. 199.
32 Roux, Türklerin Ve Moğolların Eski Dini, s. 66.
30
31
Orta Asya’da Cengizli Hanedanların Devletleşme Sürecinde Eski İnanç
Unsurlarının Rolü| 279
ailesinin) yaşı daha büyük olan beg’i tarafından temsil ediliyordu. Eğer başka
boyların da katıldığı federatif devletli döneme geçildiyse, bu defa da, içlerinde
yabgunun da yer aldığı hanedandaki beglerden siyasi başarı göstereni, Han ve de
Kağan oluyordu. Kağan, aynı zamanda bir beg ve bir han’dı. Bu durumda, aynı
zamanda bir beg de olan yabgu, bu hanlardan yaşı büyük olandı. Göktürkler
örneğinden yola çıkılarak, yabgu’nun, ülkenin batı kanadını yöneten han olduğu
kanısına varılmıştır. Oysa Selçuklular örneğine bakarsak, ülkenin batı
topraklarını yöneten Tuğrul Bey’in yabgu olmadığını, onun yerine doğu
topraklarını yöneten amcası Musa’nın -ancak diğer büyük amca Arslan’ın
ölümünden sonra- yabgu olduğunu görürüz. Büyük ihtimalle Göktürk
örneğindeki, doğu topraklarının hakimi Bumin yerine, İstemi’nin boy için yabgu
kabul edilmesinin sebebi, ülkenin batı topraklarını yönetmesinden değil, ailenin
en yaşlısı olmasından kaynaklanıyordu. Moğoların Gizli Tarihi’den de anladığımız
kadarıyla, devlet kurulmadan önceki dönemde soy içinde yaşlıların sözü
geçiyordu ki, bu da Türklerdeki yabgu’ya karşılık gelmektedir. Devlet
kurulduktan sonra ise artık, eski düzenin begleri/yeni düzenin noyanları, hangi
soydan geldiklerine göre değil, devlete bağlılıklarına göre değerlendirileceklerdir.
Soy konusu, bundan böyle, ancak devleti temsil eden hanedan için (Cengiz Han
soyu için) geçerliydi. Tıpkı Göktürklerdeki A-çina ailesi örneğine benzer bir
şekilde, burada da, ebedi Tengri’nin hükümdarlık “kut”unu Cengiz Han’ın soyuna
vermiş olduğuna inanılıyordu.33 Bu sayede bundan sonra artık Cengiz Han’ın
yeni getirdiği kurallar, devlet idaresinin, -ki devlet idaresinden kasıt, aslında
ordu idaresidir- yürütülmesinde Yasa halini alacaktır.
Cengiz Han’ın 1227’deki ölümünden Kubilay’ın 1294’teki ölümüne kadar ki
süre içinde, kaynaklardan, ilk dönem Moğol hanları arasında, başlarda
Hıristiyanlığın diğer dinlere nazaran daha fazla rağbet gördüğü izlenimi edinilse
de, Moğol hanedan mensupları için en başta önemli olan, Yasa’ya bağlılıktır.
İnançları, siyasi eğilimleri Yasa’dan sonra geliyordu. Güyük Han'ın Hıristiyanları
kayırıcı, Müslümanları dışlayıcı din politikasının ardından, yeni Moğol Hanı
Mönke, Hıristiyan bir anneden doğmuş olmasına rağmen Cengiz Han Yasası’na
uymuş ve başta Müslümanlara olmak üzere, bütün dinlere aynı mesafede
durmuştur.34 Zamanla Moğol hanları arasında İslamlaşmanın diğer dinlere
33
34
Moğolların Gizli Tarihi, ss. 135-136.
Başkent Karakurum'da farklı dinlerin temsilcileri ile yaptığı toplantılar, onun gösterdiği toleransın
bir kanıtıdır. Din görevlilerini Yasa’ya uymaya zorlamamıştır. Hiç kimsenin dini inancından
dolayı yargılanmasına izin vermemiştir. Belki de bu yüzden, başta Budist ve Hıristiyanlar olmak
280 | USAD Zahide AY
nazaran daha kalıcı olmaya başladığı zamanlar da bile Yasa’ya bağlılık her zaman
geçerli olmuştur.
İslam’a geçmek, tıpkı Selçuklular örneğinde olduğu gibi, artık hanedana
bağlılığı değil, İslam’a bağlılığı getiren bir durumdu aslında. Hal böyleyken,
İslam’a geçen bu hanedanlar, halifenin yani Abbasi hanedanının
temsilcileri/emirleri gibi hareket edebiliyorlardı. Ancak Cengizli hanlıkların
İslam’a geçtikleri dönemde, artık Bağdat ayakta değildir. Memlükler, her ne
kadar Abbasi ailesinin koruyuculuğunu üstlenmiş olsalar da, bizzat hilafeti ilan
etmiş değildir. Öyle olunca da, öncelik İslam’a geçip, ardından da Cengizli
soydan olanın en meşru olması gibi bir durum söz konusu olmuştur. Bundandır
ki, yaklaşık bir yüzyıl içerisinde İslamlaşacak olan üç Moğol Hanlığında da
İslamlaşma, zahiri bir Müslümanlık şeklinde arz etmiş, gerçekte bütün Moğol
hanlıkları sonuna kadar Yasa’ya bağlı kalmışlardır. Örneğin İlhanlı Olcaytu’nun,
“İslamiyeti kabul edince işimiz tersine döndü, eski dinimiz ve Çingis Han’ın yolu daha
sağlam idi” dediği rivayet edilir.35
İlhanlı hanlarının Cengiz Han Yasası’na bağlılığı ile ilgili haberler Memlük
kaynaklarına da yansımıştır.36 Bu kaynaklardan, İlhanlı hanlarının İslam’a
geçişlerinde stratejik bir yaklaşımın da söz konusu olduğunu çıkarsayabiliyoruz.
Örneğin İlhanlı Teküder’in Müslüman olmasında rolü olan Şeyh ‘Abd elRahman’ın, Teküder’in Müslüman olmasının ardından Memlüklere getirdiği
mektupta, Memlüklerin artık Müslüman olan Moğollara itaat etmeleri önünde bir
engel kalmadığı mesajı da yer almıştır.37
üzere, her din, onu kendine yakın bulmuştur. Bkz. Bertold Spuler, İran Moğolları, çev. Cemal
Köprülü, Türk tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1987, s. 59.
35 Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1981, s. 230.
36 Bu konu hakkında bkz. David Ayalon, “The Position of the Yasa in the Mamluk Sultanate”, Studia
Islamica XXXVI, Paris, 1971, ss. 151-180; aynı yazar, “Al-Maqrizi’s Passage on the Yasa under the
Mamluks”, Studia Islamica XXXVIII, Paris, 1973, ss. 107-156; Reuven Amitai-Preiss, “Ghazan, Islam
and Mongol Tradition: A View From the Mamluk Sultanate”, Bulletin of the School of Oriental and
African Studies, University of London, Vol. 59, No. 1 (1996), ss. 1-10; Cüneyt Kanat, “İlhanlı
Hükümdarı Teküdar’ın Müslümanlığı Kabulü ve Memlük Devletindeki Yankıları”, Türk
Araştırmaları Dergisi, 12, (2002), ss. 233-247; Judith Pfeiffer, “Reflections on a ‘Double
Rapprochement: Conversion to Islam Among the Mongol Elite During the early Ilkhanate”,
Beyond the Legacy of Genghis Khan, ed. Linda Komaroff, Brill, Leiden-Boston, 2006, ss. 369-389.
37 Adel Allaoche, “Tegüder’in Kalavun’a Ültimatomu”, çev. Mustafa Uyar, Dil ve Tarih-Coğrafya
Dergisi, XLVI/1 (2007), ss. 243-254; Mustafa Uyar, “İlhanlı Hükümdarlarının İslam’a Girmesinde
Rol Alan Türk Sufileri: İlhan Tegüder ve Gazan Han Devirleri”, Belleten, cilt LXXVI, Sayı 275
(Nisan 2012) s. 16.
Orta Asya’da Cengizli Hanedanların Devletleşme Sürecinde Eski İnanç
Unsurlarının Rolü| 281
Yine İlhanlı Gazan Han’ın İslam’a geçişinde, Altınordu Hanlığı ile
aralarındaki rekabetin rolü olduğu düşünülebilir.38 Bu rekabet bir yönüyle
aslında, Cengizli soyundan Cuci nesli (Altınordu) ile Tuluy nesli (İlhanlılar)
arasındaki üstünlük mücadelesidir. Şöyle ki, Cengiz Han Yasası’na göre, başta bir
büyük kağan bulunduğu müddetçe -ki Pekin’de bulunuyordu-, İlhanlı,
Altınordu, Çağatay hanlıkları için büyük kağana bağlı olmak hala önemliydi. Bu
durum 1294’te Kubilay Han’ın ölümüyle değişir ki, Gazan’ın başa geçişi tam da
bu dönem (1295)’de olmuştur. Doğudaki büyük han Kubilay Han’ın 1294’teki
ölümüyle, İlhanlı Gazan Han, her ne kadar İslami bir devletin temellerini atmış
olsa da, bozkır geleneklerinden hiçbir zaman vazgeçmemişti. Bir yandan İslam
dininin fıkhi kaidelerine mümkün olduğunca riayet edilirken, özellikle devlet
işleri ve askeri alanda ise eski Moğol geleneklerine ve Cengiz Yasası’na riayet
ediliyordu. Örneğin, Gazan Han, bir yandan Memlük seferine çıkmadan önce,
savaşın zaruri olduğuna dair din adamları ve alimlerden fetva alma ihtiyacı
duyarken, diğer yandan Memlükler karşısında alınan yenilgide rolü bulunan
emirlerin Cengiz Yasası’na göre yargılanıp cezalandırılmalarını istemiştir.39 Demek
oluyor ki bundan sonra artık Cengizli olunsa da, bilhassa dış meselelerde
Müslüman olmak da bir o kadar önemli olacaktır. Özellikle, Abbasi halifesinin
koruyuculuğunu üstlenen Memlüklü rakibe karşı, hem Müslüman hem Cengizli
olmak ayrı bir önem arz edecek, bundan böyle İlhanlılar rakipleriyle mücadelede,
Müslüman yandaşlardan da askeri destek görebileceklerdir.40 Ayrıca Moğol
hanlar ve beyler (ya da noyanların) arasındaki mücadelede de, İslam’a geçmiş
olmak, Cengiz Yasası’na bağlı olmak kadar önem arz edecekti. Nitekim Amitai’ye
göre, Gazan Han’ın İslam’a geçişindeki motivasyonun en önemli sebebi, Baydu
ile arasındaki iktidar mücadelesinde, kendisinden önce Müslüman olmuş
Moğolların desteğini almak istemesidir.41 Hanlıklar arasındaki mücadelede ise,
hala Cengiz Yasası’na göre hareket edilmekte olduğundan, her ne kadar İslam’a
geçilmiş olunsa da, Cengizli olmanın, hala daha fazla önem arz ettiğini
belirtmeliyiz.
Bert G. Fragner, “Ilkhanid Rule and Iranian Political Culture, Beyond the Legacy of Genghis Khan, ed.
Linda Komaroff, Brill, Leiden-Boston, 2006, s. 73.
39 Osman G. Özgüdenli, “İlhanlılar’da Hükümranlık Telȃkkisi ve Hükümdar Algısı”, Marmara Türkiyat
Araştırmaları Dergisi, V/1, (2018), ss. 81-82.
40 Osman G. Özgüdenli, Moğol İranında Gelenek ve Değişim: Gâzân Hân ve Reformları (1295-1304),
İstanbul 2009, s. 156-160.
41 Amitai, “Ghazan, Islam and Mongol Tradition: A View From the Mamluk Sultanate”, s. 1.
38
282 | USAD Zahide AY
Bu arada, Moğol hanlıklarının, 13-14. yüzyıllarda dünya tarihinde
sergiledikleri askeri ve siyasi üstünlüğün, Moğol kültürünün korunması
açısından bakıldığında, aynı şekilde olmadığını söylemek gerekir. Kubilay
Hanlığı hariç, diğer üç hanlığın zamanla İslamlaşması ve sonucunda Türkleşmesi,
Moğolluğun sadece Moğolistan’dan ibaret olması gibi bir gerçekliği ortaya
çıkarmıştır. Herhalde, yayıldıkları topraklarda bıraktıkları en büyük miras,
bundan sonra Orta Asya’da kurulacak devletler açısından, hanedanın Cengizli
bir soydan gelme prensibinin kök salması olmuştur. İbn Arabşah, bu durumu
“Çingis Han’ın kabilesinden çıkan yöneticiler “ilhan” ve “sultan” ünvanı taşırlardı.
Çünkü onlar Türklerin Kureyşi idi” şeklinde tespit etmiştir.42
Orta Asya’da meşruiyet açısından Cengizli bir soydan gelme prensibi,
Cengizli hanlıkların yıkılmasından sonra da önem arz etmeye devam etmiştir. Biz
bunu Emir Timur örneğinde açıkça görüyoruz. Cengizli bir soydan biri olmayan
Timur, Çağatay Hanlığı’nı devirip başa geçtiğinde “han” ünvanını kullanmamış,
onun yerine “emir” ünvanını kullanmaya devam etmiştir. Buna karşılık, Cengiz
Yasası’nın boylar üzerindeki etkisi halen devam ettiğinden, Cengizli soyundan bir
prensesle evlenmeye özellikle itina etmiştir. İbn Arapşah bu konu hakkında,
“Timur, Çingis Han’ın yasalarına sıkı sıkıya bağlıydı ve ona göre bu yasalar İslam
fıkhının fürûları gibiydi. Çingis Han yasalarına göre hareket ederdi ve bunları şeriattan
üstün tutardı” demektedir.43 Hatta Çağataylıların, Deşt-i Kıpçak, Hitay ve
Türkistan halklarının ve avam tabakasının tamamının, Cengiz Han yasalarını
şeriattan üstün tuttuğunu ekler.44
Timurlu devletinden sonra ise, eski Türk ve Moğol dünyasının egemen
olduğu topraklarda iki soy, hükümdar olarak ön plana çıkacaktır. Bunlardan,
örneğin Osmanlı’da mitolojik karakterli Oğuz Kağan kökenli bir soydan olma
prensibi ön plana çıkarken, Timurlu devletinin dağılması sonucu ortaya çıkan
Babürlülerde, Şeybanilerde ve Şeybaniler sonrasında kurulan hanlıklar ile
Altınordu’nun dağılmasından sonra kurulan hanlıklarda ise Cengizli soydan
gelme prensibi 19. yüzyıla kadar varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Timurlu
soyundan gelerek Hindistan Muğal devletini kuran Babür, hatıralarının bir
yerinde “Önceleri bizim ata ve babalarımız, Çingis töresine şaşılacak derecede riayet
ederlerdi. Mecliste, divanda, ziyaret ve yemekte, oturmak ve kalkmakta bu töreye karşı
İbni Arapşah, Acâibu’l Makdûr Makdûr (Bozkırdan Gelen Bela), çev. Ahsen Batur, Selenge Yayınları,
İstanbul, 2012, s. 50.
43 İbni Arabşah, Acâibu’l Makdûr, s. 431.
44 İbni Arapşah, Acâibu’l Makdûr, s. 431.
42
Orta Asya’da Cengizli Hanedanların Devletleşme Sürecinde Eski İnanç
Unsurlarının Rolü| 283
hareket etmezlerdi” demektedir.45 Babur’ün çağdaşı olan Mirza Haydar Duğlat da,
Uluğ Bey’in töre(yasa)ye karşı gösterdiği ilgiyi, “Mirza Uluğ Bey, Emir Hudaydad’a
dedi: Kimse Çingis Han’ın töresini senin kadar çok bilmiyor. Bu konudaki her şeyi bilmeyi
arzuladığımdan, ne olur onun bütün kaidelerini bana söyle” dediğini aktarmaktadır.46
Öyle anlaşılıyor ki, Cengiz Han’ın ölümünden sonra, kabile
geleneklerine(töre) göre miras olarak kalan yurtlar(ülüş), kendi törelerine göre ve
hatta Cengiz Han devri yasalarına göre yönetilirken, yeni fethedilen yerlerde ise
yeni töreler uygulanmıştır. Gerek Hülagü’nün gerekse Kubilay’ın yeni
fethettikleri yerlerde, bu fethedilen yerlerin yerleşik kültürüne uygun politikalar
üretilmişti. Batu(Altınordu)’ya ve Çağatay’a düşen topraklar ise, Cengiz Han’ın
1227’de ölümü üzerine ülüş edilen topraklardı ve töreye göre yönetilmeliydi.
Dikkat edilirse, meşruiyet için Cengizli bir soydan gelme prensibinin uygulandığı
topraklar, hep bu iki hanlığın, Altınordu ve Çağatay Hanlığı’nın ardılları
arasında gözlenmiştir. Aynı durum, Ön Asya’da, kökenlerini Moğol karşıtlığı,
Selçuklu torunu olma gibi prensiplerle açıklayan Osmanlı’da Oğuz soyu
üzerinden sürdürülmüştür. Bu ikisinin yan yana olduğu bir örnek ise, Osmanlı
ve Kırım Hanlığı’dır ki, Osmanlı, hanedandan, soyun devamını sağlayacak hiçbir
erkek kalmazsa, Cengizli bir soydan gelen Kırım hanlarının bu görevi
üstlenmesini vasiyet etmiştir.
SONUÇ
Görüldüğü gibi, eski Türklerin ve Moğolların, devletli döneme geçişlerinde,
eski inanç unsurlarından aldıkları en önemli unsur, “dağ kültü” ve “kurt kültü”
ile pekiştirilerek ortaya çıkmış olan “yönetici soyun, meşruiyetini Tanrıdan aldığı
prensibi” olmuştur. İslamlaşmayla birlikte bu durum, yöneticinin meşruiyetini
tanrıdan aldığı kısmı terk edilse de -çünkü artık İslamiyete geçilmiştir-, ilk Moğol
kağanı Cengiz Han’ın soyundan gelinmesi prensibine dönüştürülerek 19. yüzyıla
kadar varlığını devam ettirmiştir.
Çalışmamızın başında, bizi bu çalışmaya sevk eden problemin, Doğu
Türkistan’daki Uygurlar arasında gözlenen Moğolluk ve Zerdüştilik motiflerinin,
Uygur dünyasındaki kabul görüşü üzerine olduğunu söylemiştik. 1949 yılında
kurulmuş olan Çin Halk Cumhuriyeti’nde bugüne kadar en çok okunan roman
ünvanını elinde bulunduran Jiang Rong’un 1960’lı yıllarda İç Moğolistan’da
Moğol kabileleri arasında geçirdiği kendi anılarından kurguladığı Wolf
Totem(Kurt Totemi) adlı romanı, bizim 2015 ve 2016 yılında Doğu Türkistan’da
45
46
Gazi Zahireddin Muhammed Babur, Baburnâme, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2006, s. 361.
Mirza Haydar Duğlat, Tarih-i Reşidi, s. 233.
284 | USAD Zahide AY
Uygurlar arasında gözlediğimiz durumu teyit etmektedir.47 Romanda, kurdun
Moğol kültüründeki yeri ve onun Gök-Tengri tarafından kutsanmış bir hayvan
oluşu, ayrıca, Cengiz Han’ın onlarca savaşı kurt sürülerinin yaşam biçiminden
esinlenerek kazanmış olduğu fikri işlenmiştir.
Bir kere daha hatırlatmak gerekirse, Çin’in İç Moğolistan eyaletine yakın
Turfan ve Kumul bölgesi Uygurları arasında Moğolluk izlerine rastlanırken,
Doğu Türkistan’ın eski İrani toprakları olan Kaşgar, Yarkent, Hoten bölgesi
Uygurları arasında ise Zerdüştilik motiflerine rastlanmaktadır. Bu makalede,
sorumuzdaki Moğolluk etkisinin tarihsel ve kültürel boyutlarının devlet
yönetimindeki etkisi üzerinde durulmuş, Türk dilli ve Moğol dilli kabileler
arasındaki birçok motifin (Tengri dini, dağ kültü, kurt kültü) ortaklığı ve Cengiz
Han sonrasında da, bu geleneklerin İslamlaşmaya yedirilerek nasıl devam
ettirildiği üzerinde durulmuştur. 48
47
48
Adı geçen roman, 2014 yılında Fransız yönetmen Jean-Jacques Annaud tarafından senaryolaştırılıp
sinema filmi de yapılmıştır.
İrani bir motif olan Zerdüştilik etkisi ise, ayrı bir çalışmanın konusu olarak ele alınacaktır. Ancak
Zerdüştilik etkisinin devlet yönetiminden ziyade folklorik unsurlarda etkili olduğu
görülmektedir.
Orta Asya’da Cengizli Hanedanların Devletleşme Sürecinde Eski İnanç
Unsurlarının Rolü| 285
KAYNAKÇA
Allaoche, Adel, “Tegüder’in Kalavun’a Ültimatomu”, çev. Mustafa Uyar, Dil ve Tarihcoğrafya Dergisi, XLVI/1 (2007), ss. 243-254.
Amitai-Preiss, Reuven, “Ghazan, Islam and Mongol Tradition: A View From the Mamluk
Sultanate”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, University of London,
Vol. 59, No. 1 (1996), ss. 1-10.
Ayalon, David, “The Position of the Yasa in the Mamluk Sultanate”, Studia Islamica XXXVI,
Paris, 1971, ss. 151-180.
___, “Al-Maqrizi’s Passage on the Yasa under the Mamluks”, Studia Islamica XXXVIII,
Paris, 1973, ss. 107-156;
Babur, Gazi Zahireddin Muhammed, Baburnâme, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2006.
Dedem Korkudun Kitabı, haz. Orhan Şaik Gökyay, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2006.
Esin, Emel, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, Edebiyat Fakültesi Matbaası,
İstanbul, 1978.
___, Orta Asya’dan Osmanlıya Türk Sanatında İkonografik Motifler, Kabalcı Yayınları, İstanbul,
2004.
Fragner, Bert G. “Ilkhanid Rule and Iranian Political Culture, Beyond the Legacy of Genghis
Khan, ed. Linda Komaroff, Brill, Leiden-Boston, 2006, ss. 68-80.
Golden, Peter, Türk Halkları Tarihine Giriş, Karam Yayınları, Ankara, 2002.
Gumilev, L.N. Eski Türkler, çev. Osman Karatay, Selenge Yayınları, İstanbul, 2004.
Hassan, Umit, Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, Doğubatı, 4. Baskı, Ankara, 2011.
İbni Arabşah, Acâibu’l Makdûr (Bozkırdan Gelen Bela), çev. Ahsen Batur, Selenge Yayınları,
İstanbul, 2012.
İnan, Abdülkadir, “Destan-ı Nesli Çengiz Han Kitabı Hakkında”, Makaleler ve İncelemeler I.
Cilt, (Azerbaycan Yurt Bilgisi yıl 3, Nr. 28, 1934), TTK Yayınları, Ankara, 1998, ss.
204-206.
___, “Destan-ı Nesli Çengiz Han Kitabı Hakkında”, Makaleler ve İncelemeler I. Cilt,
(Azerbaycan Yurt Bilgisi yıl 3, Nr. 25, 1934), TTK Yayınları, Ankara, 1998, ss. 198203.
Kanat, Cüneyt, “İlhanlı Hükümdarı Teküdar’ın Müslümanlığı Kabulü ve Memlük
Devletindeki Yankıları”, Türk Araştırmaları Dergisi, 12, (2002), ss. 233-247.
el-Kaşgarî, Mahmûd, Divânü Lugati’t Türk, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2007.
Köprülü, M. Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1981.
Mirza Haydar Duğlat, Tarih-i Reşidi: Geride Bıraktıklarımızın Hikayesi, çev. Osman Karatay,
Selenge Yayınları, İstanbul, 2006.
Moğolların Gizli Tarihi, çev. Ahmet Temir, TTK Yayınları, Ankara, 1995.
Orhun Abideleri, haz. Muharrem Ergin, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2011.
Ögel, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, Cilt 7, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,
1991.
___, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Yayınları, İstanbul, 2001.
Ögel, Bahaaddin, Türk Mitolojisi, Cilt 2, TTK Yayınları, Ankara, 2014.
286 | USAD Zahide AY
Özgüdenli, Osman G., Moğol İranı’nda Gelenek ve Değişim: Gazan Han Ve Refomları (12951304), Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2009.
___, “İlhanlılarda Hükümranlık Telakkisi ve Hükümdar Algısı”, Marmara Türkiyat
Araştırmaları Dergisi, V/1, (2018), ss. 73-91.
Pfeiffer, Judith, “Reflections on a ‘Double Rapprochement: Conversion to Islam Among the
Mongol Elite During the early Ilkhanate”, Beyond the Legacy of Genghis Khan, ed.
Linda Komaroff, Brill, Leiden-Boston, 2006, ss. 369-389.
Reşidüddin Fazlullah, Camiü’t-Tevarih, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, (Milli Eğitim
Basımevi’nde basılmış fakat neşredilmemiştir), Türk Tarihi Kurumu Kütüphanesi,
kayıt no: 36394.
Roux, Jean-Paul, Moğol İmparatorluğu Tarihi, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2001.
___,Türklerin Ve Moğolların eski Dini, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2002.
___, Orta Asya’da Kutsal Bitkiler ve Hayvanlar, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2005.
Sinor, Denis, “Kök Türk İmparatorluğunun Kuruluşu ve Yıkılışı”, Erken İç Asya Tarihi, çev.
Talat Tekin, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, ss. 383-424.
Spuler, Bertold, İran Moğolları, çev. Cemal Köprülü, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,
1987.
Taşağıl, Ahmet, Kök Tengri’nin Çocukları, Bilge Kültür Sanat, İstanbul, 2013.
Togan, A. Zeki Velidi, Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1981.
___, Oğuz Destanı: Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili, Enderun Kitabevi, İstanbul,
1982.
Togan, İsenbike, Flexibility and Limitation in Steppe Formations: The Kerait Khanate and
Chinggis Khan, E.J. Brill, Leiden, 1998.
Uyar, Mustafa, “İlhanlı Hükümdarlarının İslam’a Girmesinde Rol Alan Türk Sufileri: İlhan
Tegüder ve Gazan Han Devirleri”, Belleten, cilt LXXVI, Sayı 275 (Nisan 2012) ss. 730.
USAD, Bahar 2019; (10): 287-308
E-ISSN: 2548-0154
İDEAL BİR TÜRKMEN (OĞUZ) LİDERİ: MELİK İMÂD EDDÎN DÎNAR
AN IDEAL TURKMEN (OGHUZ) LİDER: MALIK EMAD AD-DIN
DÎNAR
Behzad JAFARİ *
Öz
Türk milleti tarihe çıkışından bu yana devlet kavramını hep önemsemiştir. Onlar gittikleri her
yerde diğer halklar üzerinde hâkimiyet kurmuşlardı. Yaşadıkları “atlı-göçebe” hayat tarzı gereği,
daima savaş ve akınlara hazırlıklı olmuşlardı. İşte bu yaşam şartlarını, fırsata çeviren Türkler,
güçlü erler olarak yetişiyorlardı. Nitekim Orta Asya’nın bozkır sahalarında tabiatın çetin ve
amansız koşullarına göğüs geren Türkler sanki sürekli askerî eğitime tâbi tutuluyormuş gibiydiler.
Bu nedenledir ki İslamiyet’i kabul eden Türkler, İslam’a yeni bir can vererek, İslam’ın en güçlü
kuvvetleri oldular. Böylece perişan hâlde olan İslam Dünyası, Selçuklularla tekrar parlak dönemini
yaşayabildi. Selçukluların esasını teşkil eden Oğuz Türkmenlerinin çoğu, ağır göçler hâlinde batıya
doğru akın ettiler. Oğuzların küçük bir kümesi ise Selçuklunun çöküş dönemine kadar Orta
Asya’da yaşamlarına devam etseler de, yerli hükümdarların tazyikleri neticesinde, ana vatanlarını
terk ederek Sultan Sancar’ın topraklarına geldiler. Selçuklu Devleti’nin esası olan Oğuzlar, bu
devletin yıkılışına da sebep oldular.
*
Yüksek Lisans Öğrencisi, Ankara Hacı Bayramı Veli Üniversitesi, Ortaçağ Tarihi A.B.D, Ankara/Türkiye,
behzad.jafari@gazi.edu.tr, http://orcid.org/0000-0002-8123-3329.
Gönderim Tarihi: 03.03.2019
Kabul Tarihi: 20.05.2019
288 | USAD Behzad JAFARİ
İşte bu Oğuzlar arasında, dedesi “Kol Beyi” olan Melik Dînar da vardı. Büyük Selçuklu
Devleti yıkıldıktan sonra Oğuzların büyük bir kısmı dağılarak perişan olduysa da bir kısmı Melik
Dînar’ın Kirman’a gelişiyle yeni bir devlet kurabildiler. Bu devletin başında bulunan Melik
Dînar’ın tarihi şahsiyeti ile ilgili araştırmalar oldukça sınırlıdır. Melik Dinar’ın tarihî şahsiyeti
incelenirse Kirman bölgesindeki Oğuzların da tarihi aydınlanabilir. Çalışmamız Melik Dinar’ın
karakterini bir kahraman ve devlet başkanı olarak ele alacaktır.
•
Anahtar Kelimeler
Oğuz Türkleri, Melik Dînar, Devlet ve Hâkimiyet, Selçuklular, Kirman
•
Abstract
The Turkic peoples have always emphasized on the concept of the state since their
emergence in history. They established their sovereignty on local people wherever they went. The
necessity of “horse-nomadic” lifestyle demanded them to be always ready to invade and fight. This is
why the Turks turned these living conditions into opportunities and grew up as powerful heroes. As
the Turks who shielded their chest against the extreme conditions of the Middle Asian steppes’
nature seemed to be constantly on military training.
That is why the Turks who accepted Islam, became the most powerful forces of Islam by
breathing a new spirit into Islam. Therefore, the world of Islam, which was declining, was able to
experience a brilliant period with the Seljuqs. Many of the Oghuz Turkmens, who formed the basis
of the Seljuk Empire, flooded westwards in the form of large migrations. Some of these migrations
took place by the Oghuz Turks, who emigrated from their homeland to the land of Sultan Sanjar
under the pressure of the domestic rules. The Oghuz Turks who formed the foundation of the Seljuk
government caused the fall of this government as well.
Malik Dînar, whose grandfather was "Kol Beyi”, was among these Oghuz Turks. However, a
large group of Oghuz Turks were dispersed after the collapse of the Seljuk Empire, but another
group of them, with the arrival of the Malik Dînar, was able to establish a new government.
Research on the personality of Malik Dînar, who was the head of government, is extremely limited.
By examining Malik Dînar’s historical character, the history of Oghuz Turks that have been in
Kerman can also be clarified. Our research will study the character of Malik Dînar as a hero and
president of government.
•
Keywords
Oghuz Turks, Malik Dinar, Government and Sovereignty, Seljuqs, Kerman
İdeal Bir Türkmen (Oğuz) Lideri: Melik İmâd ed-Dîn Dînar| 289
GİRİŞ
Her devletin başlangıç, altın çağ (zirve dönemi) ve çöküş dönemleri olduğu
gibi Selçuklu Devleti’nin de sonu Sultan Sancar’ın ölümüyle başladı. Selçuklu
Devleti’nin çöküşüne sebep olan Oğuz Türkleri başlangıçta bu devletin esasını da
teşkil etmişlerdi.
Selçuklu Devleti’nin yıkılışına sebep olan Oğuzlar Mavera ün-Nehir’de
yaşamaktaydılar. Boydaşları göç etse de bunlar orada yaşamaya devam ettiler.
Ancak Kara-Hitay hükümdarı ile Sultan Sancar arasında yapılan savaş sonrası
Oğuzlar, Sultan Sancar’a destek verdiklerinden dolayı, Kara-Hitay devletine bağlı
olan Karluklar tarafından Belh ve Huttelan bölgesine kovuldular. Böylece yurt
arayışında olan Oğuzlar, Sultan Sancar’ın topraklarına ayakbastılar. Ama bu
durum bazı devlet adamlarını hoşnut etmedi.
Nitekim Sultan Sancar’ın Belh valisi olan Emir Kumaç tarafından Oğuzların
üzerine “şahne” ve “haraç memuru” olarak görevlendirilen şahsın onlardan
zulümle daha fazla vergi istemesinden dolayı, Oğuzlar şahneyi öldürdüler. Bu
olaydan sonra Emir Kumaç, Oğuzlardan onun bölgesini terk etmelerini istese de
olumlu cevap almadı.1 Oğuzlar, ne savaşa meyilliydiler ne yurt tuttukları
toprakları terk etmek istediler. Onların tek amacı bir bölgeyi yurt edinme ve
huzur içerisinde yaşamaktı. Ancak her ne kadar kendilerini Sultan Sancar’ın
“hassa (özel) raiyyeti” görseler de ne yazık ki bu görüş karşılıklı değildi. Faruk
Sümer’in söylediği gibi; sanki Sultan kendi kökenini unutmuştu ve devlet
adamlarının tahrikiyle kendi boyu olan Oğuzları yeryüzünden silmek istiyordu. 2
Öyle ki, beş – on bin çadırlık bir toplum üzerine 100.000 süvarilik ordu
göndermesi bunun ispatıdır. Oğuzlar her ne kadar Sultan Sancar’ı savaştan
vazgeçirmek isteseler de bunu başaramadılar. Onların hedefi isyan çıkarmak
değildi. Nitekim Emir Kumaç ile aralarında vuku bulan savaşın nedeni itaatsizlik
değil, sadece başlarına tayin olan şahnenin zulümlerine karşı koymaktı. 3 Ancak
Emir Kumaç muhtemelen kendi çıkarlarına göre Sultan Sancar’ı ikna ederek
10.000 kişilik ordusuyla üzerlerine yürümüştü. Böyle bir durumda Oğuzların iki
seçeneği vardı; ya teslim olup, tuttukları yurdu bırakacak ve celayi-vatan (vatan
olan toprağı terk etmek) edeceklerdi ya da var güçleriyle savaşıp aile ve
varlıklarını koruyacaklardı. Oğuzlar ikinci yolu seçtiler ve Selçuklu Devleti’ne
karşı koymalarının ya da başka bir ifade ile “isyan” etmelerinin ağır bedelini de
el-Şebankare, Mecme ül-Ensab, Tahran 1363 h.ş. , s. 111.
Faruk Sümer, Oğuzlar, Ankara 1972, s.115.
3 el-Şebankare, a.g.e , s. 111-112.
1
2
290 | USAD Behzad JAFARİ
ödediler. Selçuklu ordusu ile aralarında gerçekleşen savaşta 100.000 kişilik
Selçuklu ordusu, az sayıda Oğuz Alpleri karşısında bozguna uğradı ve Sultan
Sancar esir alındı.4
Bu olaydan anlaşılan, Oğuzlar ne Selçuklu ordusundan korkuyorlardı ne de
isyan etmek istiyorlardı. Onların gayesi yurtsuz kalmama ve huzur içinde
yaşamaktı. Dolayısıyla boy beylerinin söylediği gibi; bugünkü ifadesiyle “nefsi
müdafaa” gerekçesiyle kendilerini savundular. Ayrıca Sultan Sancar’ın bir sultan
olarak zafiyete uğradığı da anlaşılabilir. Zira Sultan Sancar bir Türk hükümdarı
olarak en büyük yargıç durumunda olmasına rağmen Oğuzlara karşı zulmü göz
ardı ederek sadece devlet erkânının sözlerine kulak verdi. Öyle ki, Oğuzların
hiçbir teklifini veya iltimasını/yakarışını kabul etmeyerek savaş başlattı. Öte
yandan “adalet mülkün temelidir” anlayışına sahip olan Türkler, Selçuklu
Sultanının olaya derhal müdahale edip zulmü bertaraf etmesini bekliyorlardı.
Ancak sanki şaşaalı devlet ortamında kararında ısrarcı olan Sultan Sancar’ın
basireti bağlanmıştı.
Böylece yurt edinmekten gayrı amacı olmayan cesur ve alp Oğuzlar ne Sultan
Sancar ve ne ondan sonra Selçuklu Devleti başına geçirilen Sultan Mahmud
tarafından değerlendirilmedi. Oysaki Oğuzlarda Tuti (Dudu) Beg ve Kokut Bey
gibi nüfuzlu kol beyleri ve Selçuklu sipeh-salarlarından daha yiğit ve yürekli
Melik Dinar gibi beyler ve komutanların olduğu da bilinmektedir. Şayet, eğer
Sultan Sancar Oğuzları “raiyyet/sırada halk” olarak değerlendirmeyip, devletinde
hizmetine alsaydı Selçuklu Devletinin kaderi daha farklı olabilirdi ve
Harzemşahlar öylece kolay Selçuklu mirasına konmazlardı. Böylece hem Oğuzlar
başsız kalıp memleketi yağmalanmazdı hem de Sultan Sancar gücüne güç katmış
olurdu. Nitekim daha önce Sultanın, Gûrlar’la arasındaki savaşta, Oğuzlar,
Selçuklu ordusuna geçmekle savaşın kaderi değişti ve Gûr ordusu yenilgiye
uğradı.5
Filhakika araştırmacılar, Oğuzların bu olaydan daha sonraki tavırlarına
nazaran onların isyan ettiğine ve Sultan’a itaat ettiklerinde samimi olmadıklarına
dair çıkarımlarda bulunmuştur. Hâlbuki tek hatalı varsa o da Sultan Sancar’ın bir
sultan olarak etraflı incelemeden, sadece devlet adamlarının ısrarı ile aldığı yanlış
karardaki ısrarıdır. Öte yandan bu durumu değerlendirirken Oğuzların, boydaşı
olan Selçuklu Sultanı tarafından ötekileştirilmesi ve onların acınacak durumları
da göz önünde bulundurulmalıdır. Ayrıca bu konuda onların hayat tarzının da
4
5
el-Ravendi, Rahatü’s Sudur ve Âyetü’s Sürur, Tahran 1364 h.ş. , s.179.
Sümer, a.g.e, s. 114.
İdeal Bir Türkmen (Oğuz) Lideri: Melik İmâd ed-Dîn Dînar| 291
önemi vardır. Zira yaşadıkları hayat tarzı gereğince yerleşik hayata geçmeden
önce hayvancılığın yanı sıra akın ve yağma ile ekonomilerini ayakta tutuyorlardı.
Nitekim onlardan önce İran bölgesine göç eden boydaşları da yerleşik hayat
yaşayan halk üzerinde aynı tavrı sergilemişlerdi. İran’ın batısı ve Azerbaycan
bölgesinde, Oğuz Türkmenlerinin yaptıkları yağmalar ve verdikleri zararlar
yüzünden zor durumda kalan yerli halk, Tuğrul Bey’e şikâyete gitmişlerdi.
Tuğrul Bey ise bu durumu göz önüne alarak Türkmenlere Anadolu’nun
kapılarını göstermişti.6
Ayrıca Kirman’a akın eden Oğuzların, zamanla ekonomilerinin sadece
hayvancılık ve akınlarla temin olamayacağını fark ederek kışlaklarda çiftçilik
yapmış olmaları ve bir kısmının da yerleşik hayata geçtikleri bilinmektedir.7
Sultan Sancar’ı esir alan Oğuzlar onu tutukladıktan sonra karşısına geçip yeri
öperek, ona itaatlerini bildirmişler ve onunla savaşmak istemediklerini tekrar dile
getirmişlerdir. Fakat Sultan artık geç olmuştu. Yaklaşık üç yıl dört ay Oğuzların
elinde olan Sultan Sancar nihayet kurtulup kaçabilse de tekrar o şaşaalı dönemine
geri dönemedi ve 1157 yılında vefat etti.8
Sultan Sancar esir alındıktan sonra Horasan Bölgesi Oğuz beyleri arasında
paylaşıldı. Bunlardan Serahs Melik Dinar’ın elindeydi.9 Ancak Sultan’ın ölümüyle
başlayan güç mücadelesi ve akabinde birliğin bozulmasından faydalanan Sultan
Şah Horasan bölgesini zapt etmeye kalktı. Sultan Şah, 1173’te Sarahs’a yürüdü ve
Melik Dinar kendisini zor kurtardı. Melik Dinar’ın maiyetinde olan Oğuz
haşem10inin bir kısmı ayrılarak Kirman ve Fars bölgelerine gittiler. Bunlardan
Kirman bölgesine giden boyların başında Samsam ve Bulak vardı. 11 Melik Dinar
ise Serahs’ı bırakıp Bestam’a geçti. Bir süre orada bulunan Melik Dinar
Harzemşah Tekeş’in Irak’a yürümesi esnada Nişabur’a Toğan Şah’ın yanına
geçti.12
Nişabur’da ise Toğan Şah’ın ölümünden sonra oğlu Sancar Şah’ın babasınıa
kıyasla otoriteyi kaybetmesi Melik Dinar’ın canını sıktı. 13 Diğer taraftan Kirman’a
Salim Koca, Dandanakan’dan Malazgit’e, Giresun 1997, s. 93-94.
el-Habizi, Selcukiyan ve Guzz der Kirman, Tahran 1343 h.ş. , s. 137.
8 el-Ravendi, Rahatü’s Sudur ve Âyetü’s Sürur, Tahran 1364 h.ş. , s.179-184; el-Hüseyni, Zübdetü't
Tevarih, Tahran 1380 h.ş. , s. 154.
9 Sümer, a.g.e, s.122.
10 Birinin maiyetinde ve hizmetinde bulunan yakınları ve has hizmetçileri ve toplum, halk ve ordu gibi
anlamları olan Arapça kökenli bir isimdir.
11 el-Habizi, a.g.e., s. 126-127.
12 Sümer, a.g.e., s.120-123.
13 a.g.e., s. 123.
6
7
292 | USAD Behzad JAFARİ
giden Oğuz kümesinin yaptıklarından sarsılan Mücahid Kubenani defalarca
mektup yazarak Melik Dinar’ı Kirman’a davet etti. Böylece 24 Aralık 1185
tarihinde Melik Dinar, Kirman’a doğru yürüdü. 14
Kısa bir sürede Kirman’ı zapt eden Melik Dinar yaklaşık on senelik devletini
kurdu. Bu devlet, Kirman’da uzun süre yaşanan iç savaşlar sonunda tanrı bağışı
olarak algılandı. Kirman, Selçuklu Devletinin harabelerine oturan Melik Dinar
çetin bir politika izlemeliydi. Bozulan düzeni yeniden kurma, dağılan halkı
birleştirme, acı milleti doyurma, isyanları bastırma ve yeni bir devlet teşkilatı
kurma Melik Dinar’ın en önemli sorumluluğuydu.
Melik Dinar Kirman’a geldiğinde nerdeyse 50’li yaşlarında olmalıydı.15
Horasan’da değerli tecrübeler elde etmiş ve bir hükümdar olarak nasıl bir politika
yürüteceğini de biliyordu.
Ayrıca kurduğu yeni devletin bir meşru devlet olarak tanımlanması için
zaruri özellikler sahip olması gerekmektedir. Dolayısıyla Melik Dinar’ı bir Türk
hükümdarı olarak ve kurduğu yeni devleti de bir Türk Devleti niteliğinde olup
olmadığını değerlendirmek bu makalenin başlıca amacıdır.
1. BİR DEVLET BAŞKANI OLARAK MELİK DİNAR
Melik Dinar, ideal bir Türk hükümdarı, devlet başkanı olmakla birlikte aynı
zamanda toplumun da yol göstericisi ve lideriydi. Türk hükümdarı toplumu için
sadece çağının olaylarını değil, gelecekte olabilecekleri de değerlendirip öyle
kararlar alırdı. Başında bulunduğu devletin ve toplumun geleceğine yönelik
kararlar almak zor olmakla birlikte bunu, başarabilenin de iyi yetişmiş, yetenekli,
bilgili ve tecrübeli olması gerekir ki Türk hükümdarları bu vasıfları kendinde
taşıyan seçilmiş kişilerdi. Bundan dolayı, Türk hükümdarının bazı yüksek
vasıflara sahip olması gerekiyordu. Bunların başında cesur, kahraman, bilge,
erdemli, adaletli, donanımlı ve zeki olmak geliyordu.16
Yeni bir Türk devletinin kurulması ve onun devlet olarak tanımlanması için
başta devlet başkanı olacak kişinin özellikleri, yukarıda verilen hususiyetlere
intibak etmesi gerekmektedir. Bu özelliklerin yanı sıra yeni kurulan devletin bir
Türk Devleti olarak tanımlamada devlet teşkilatı da ele alınmalıdır.
Kirman’da Kavurdoğulları Devleti’nin çökülüşünden sonra yeni bir Türk
devleti kuruldu. Bu devletin temelini oluşturan unsur aynen Selçuklu Devleti’nde
olduğu gibi Oğuz Türkleriydi. Bu devletin başında Oğuzların Üçoklar kolundan
el-Kirmani, İkd ul-Ûla lil-Mûkif-il Âla, Tahran 1340 h.ş., s. 17; el-Habizi, a.g.e., s. 160.
Sümer, a.g.e., s. 124.
16 Koca, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilâtı”, s.1458.
14
15
İdeal Bir Türkmen (Oğuz) Lideri: Melik İmâd ed-Dîn Dînar| 293
olan Hızır oğlu İshak (DadBeyi 17) oğlu Şemseddin Tuti (Dudu) Beg oğlu
Muhammed oğlu Melik İmaded-Din Dinar gelmekteydi.18
Melik Dinar Kirmana gelmeden önce, Mavera-ün Nehir ve Horasan
bölgelerinde bir boy beyi olarak bilinmekteydi. Dinar’ın babası Muhammed Bey
ile ilgili mevcut kaynaklarda neredeyse bilgi bulunmamaktadır. Sadece Sultan
Sancar ile savaşan Oğuz beyleri arasında Muhammed adlı bir komutandan
bahsedilmektedir. Fakat o şahsın Melik Dinar’ın babası olacağı ihtimali pek kabul
edilebilir değildir. Lakin mevcut kaynaklardan anlaşılan Dinar’ın babasının daha
erken bir tarihte ölmesi gerekir. Zira Sümer’e göre H.548 (M.1172-1173) yılında
Merv ve Serahs, Dinar’ın elinde olduğu için o tarihlerde Tuti Beğ’in öldüğü
anlaşılıyor.19 Merv’in daha önce Tuti Beğ’in elinde olduğu da bilinmekteydi.
Ayrıca Merv şehrinin Horasan yönetiminde “başkent” niteliğinde olmasının yanı
sıra, Tuti Beğin kol beyi gibi önemli mevkiye sahip olduğu da bilinmektedir.
Dolayısıyla babadan oğula intikal eden yönetim sistemi ile Tuti Beğ’den sonra
Merv şehrinin yönetimi oğlu Muhammed’e geçmeliydi. Fakat bu tarihte Merv
Melik Dinar’ın elinde olduğu için babasının daha erken bir zamanda öldüğü
anlaşılmaktadır. Ayrıca İkdül Ala’da Melik Dinar’ın babası Muhammed Bey’in
Oğuzlar tarafından öldürülmesi de kaydedilmiştir.20
Böylece Melik Dinar’ın, Kirman’a gelmeden önce devlet teşkilatında yer alıp
mühim bir yönetici olarak önemli tecrübeler edinmiş olması gerekir. 21 Nitekim
Afdaleddin de bu konuyu vurgulayarak Melik Dinar’ın daha önceden taht ve tac
sahibi olduğunu kaydetmiştir. Dolayısıyla Melik Dinar, Kirman’da devlet başına
geçerken bir lider olarak ne yapacağını çok iyi biliyordu. Nitekim hayatında hep
hayalini kurduğu; kuracağı devletin, Kirman’a gelince en baştan kendisine karşı
koyabilecek bir güç görmeyince, artık o hayali gerçekleştirmenin vaktidir diye
Eski Türk-İslam devletlerinde, yargı ve adaletten sorumlu olan devlet adamı. bk. Atçeken, Zeki &
Bedirhan, Yaşar, Selçuklu Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi, Konya 2012.
18 Sümer çalışmasında Tuti Beğin soyağacını şöyle vermektedir: “Oğuzların başlarında bulunan
asilzadelerden Hızır oğlu İshak oğlu Şemseddin Ebu Şuca Tuti Beğ en nüfuzlu beğ gibi görünüyor”. Ayrıca
Melik Dinar’ın babasının adı kaynaklardan “Muhammed” olarak bilinmektedir. Ancak bu
makaleden önce Muhammed’in babasının kim olduğuna dair araştırmalarda bilgi
bulunmamaktaydı. Muhammed’in babasının Tuti Beğ olduğuna dair Hafız Ebru’nun eserinde
değerli bilgiler mevcuttur. O, bu bilgiyi şöyle aktarmıştır: “İmad ed-Din Dinar b. Muhammed b.
Tuti Beğ…”. Daha fazla bilgi için bk. el-Hâfî, Coğrafya-i Hafız Ebru, Tahran, 1378.
19 Sümer, a.g.e., s. 120.
20 el-Habizi, a.g.e., s. 184.
21 Örneğin; Horasan’a gelmeden önce 20.000 süvarilik birliğe komutanlık etmiş; Horasan bölgesinde
boy beyi olarak yönetici olmuş; Serahs ve Bistam’a hâkim olmuş; Nişabur’daToğan Şah’ın yanında
görev yapmıştır.
17
294 | USAD Behzad JAFARİ
düşünüp ve muhtemelen bu yüzden şu sözü söylemiştir: “Artık burası (atlarımızı)
“dizginleme” menzilidir. Zira buraya kadar afiyette vardıysak Kirman’ı kazanmışız
demektir.”22
Öte yandan Muhammed b. İbrahim’in söylediği gibi Melik Dinar Habiz’e
vardıktan sonra geldiği günden itibaren Muhammed Şah’ın hiçbir emir ve
isteklerine uymaz ve hep kendisine şunu söylemiştir:“Kirmanın padişahı o günden
beri benim”23
Melik Dinar’ın bu sözüne nazaran onun da ideal bir Türk Kağanı gibi
geleceği görebilen ve basiretli bir lider olduğu düşünülmelidir. Nitekim
Afdaleddin’in verdiği bilgilerden de anlaşılan o, ileri görüşlü ve üstün basiretli
bir liderdi.
Selcukiyan ve Guzz der Kirman’ın yazarı Melik Dinar’ın kim olduğundan
bahsederken onu bu sözlerle tanımlıyor: “Melik Dinar çok cesur, yürekli ve mert
biriydi. Onun bu özellikleri cihana yayılmıştı.”24
İşte Muhammed b. İbrahim’in verdiği bu bilgilerden de anlaşıldığı gibi Melik
Dinar ideal bir Türk devlet başkanı özelliklerine sahipti. Bu anlamda Melik
Dinar’ı bir Türk devlet başkanı olarak tanımlamak amaçlı makalede, onun en
önemli liderlik kabiliyetlerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
1.1. Cesur ve Alp Olması
Eski Türklerde ideal bir liderden istenilen en önemli özellik onun “cesur” ve
“kahraman” olmasıydı. Zira Türk lideri, toplumun bir devlet çatısı altında
toplanması, isyanları bastırması, düzeni sağlaması, akın ve savaşlarda zafer
kazanması ve en önemlisi de Türk toplumunun istiklalinin korumasından
sorumluydu.25
Melik Dinar’ın cesur ve yürekli olduğu kaynaklardan açıkça anlaşılmaktadır.
Öyle ki Kirman’a geldikten sonra kısa bir süre içerisinde tüm ülkeyi zapt ederek
uzun bir süre kargaşaların ve başına buyrukların yerli halka çektirdikleri acı ve
dehşeti gidererek düzen ve huzuru tekrar sağlaması onun cesareti ve
dirayetinden kaynaklanmaktaydı.26
1.2. Bilge Olması
Bilge, yüksek kavrayış, derin düşünce ve büyük sezgi gücünü ifade eden
kavramdır. Ayıca hemen belirtmek gerekir ki liderde olması lâzım olan bilgelik
el-Habizi, a.g.e., s. 161.
Aynı yer.
24 Aynı yer.
25 Koca, a.g.m., s. 1459.
26 el-Kirmani, a.g.e., s. 36.
22
23
İdeal Bir Türkmen (Oğuz) Lideri: Melik İmâd ed-Dîn Dînar| 295
kavramı genel anlamda bir bilgelik değildi. Zira onun bilge olması yani düşünce
ve tasavvurları sadece devletin ve milletin geleceği ile ilgiliydi.27
Melik Dinar hakkında “Kamil aklı ve şamil adaleti vardı. Padişahlık
yönteminde basiretli görüşleri vardı. Bilge bir lider olmak için aydın zihne
sahipti” ifadesini kullanan Muhammed b. İbrahim, eserini Melik Dinar’dan beş
asır sonra kaleme almıştı. Muhammed’in Kirmanlı olduğu ve Oğuzlara karşı
büyük bir kin tutuğu düşünüldüğünde, Melik Dinar’a atfedilen bu özellikler ona
övgü olarak değil, aksine onun zatında bulunan vasıflar olarak
değerlendirilmelidir.28
Melik Dinar bir lider olarak diğer hükümdarlar gibi lehv ve laib’le (oyun ve
eğlence) uğraşan birisi değildi. Onun meclisinde hep ulema ve bilgeler ve
sanatçılarla doluydu. Önemli meseleleri bilim ve hikmet adamları ile danışmıştı. 29
O, yüksek kavrayış, ileri görüş, üstün zekâ, marifet ve dirayete sahip bir liderdi.30
Kendisi ayrıca sanattan ve edebiyattan anlardı. O, hitabeti ustaca kullanan,
şiirden anlayan ve Farsçaya, Afdaleddin gibi bir usta yazarı şaşırabilecek
derecede hâkim birisiydi. Şiirimsi hitabe tarzı vardı ve akıcı ve cezbedici
konuşurdu. Bu hitabe sanatını orduya moral vermek ve yüreklendirmek amaçlı
kullandığı da pek muhtemeldi.31
1.3. Erdemli Olması
Türk hükümdarının önemli özelliklerinden birisi de onun yüksek ahlakî
değerler ve üstün meziyetlerle donanmasıdır.32 Bu özellik, onun halkına rol
model mevkiinde bulunduğu için ayrıca önem taşımaktadır. Öte yandan erdemin
en belirgin özelliği cesaret ve alplıktır.33 Afdaleddinin söylediği gibi hayâ ve
ihsan, cesaret ve mertliğin sonucudur.34 Dolayısıyla bir liderin diğer faziletleri,
cesur ve kahraman olduğu takdirde anlam kazanır. Oysaki cesur ve alp olmayan
hükümdar liderliğin ilk görevi olan devlet ve halkına tehdit oluşturan güçlere
karşı koyma cesaretine sahip olmazsa diğer faziletleri onu sıradan bir birey
durumuna düşürür.
Koca, a.g.m., s. 1459.
el-Habizi, a.g.e., s. 161.
29 el-Kirmani, a.g.e., s. 26.
30Detaylı bilgi için bk. el-Habizi, Selcukiyan ve Guzz der Kirman, Tahran 1343 h.ş.
31 Daha fazla bilgi için bk. el-Kirmani, İkdul Ûla Li-Mevkifil Ala, Tahran 1340.
32 Koca, a.g.m., s. 1459.
33 Aynı yer.
34 el-Kirmani, a.g.e., s. 35.
27
28
296 | USAD Behzad JAFARİ
İhsan yapan, yufka yürekli, merhametli ve tez acıyan, ince, hassas ve temiz
inançlı (hüsn-i itikad= Tanrı’ya kalpten inanma) yapısı35 olan Melik Dinar bu
özellikleri cesareti ile bağdaştırdığında ideal bir Türk devlet başkanı imajını
ortaya koymuş oluyordu.
Afdaleddin, Melik Dinar’ın yufka yürekli, ince, hassas ve temiz inançlı
olduğunu anladığı bir olayı şöyle özetlemektedir: “Bir gün Raver’de yaşayan
meşhur kârî Kuran olan Cemaleedin Ebubekir ile birlikte (Melik Dinar’ın) bargâh-i alaya
gittik. Kârî, Kuran’dan birkaç ayet okudu. (Dinar’ın) yüzünden vecde geldiği
anlaşılıyordu. Gözyaşı yüzüne aktı. O durumda vecde tahammül edebilmek için birkaç
defa Tanrı’dan yardım istedi. (Melik Dinar’ın bu durumundan) Anladım ki, bu padişah
aşırı merhametlidir ve Oğuzların raiyyete (halk) verdiği o acılar, padişahın huyuna
uygun değildir.”36
1.4. Adaletli Olması
“Adalet mülkün temelidir” anlayışı olan Türk milletinin kağanlarının
adaletle hükmetmeleri en berceste sorumluluklarındandı. Türk kağanı, yurdu ve
idaresinde olduğu devlette adaletin sağlanmasından bizzat kendisi mesul
görünüyordu. Öte yandan Türk hükümdarı, en büyük yargıç durumunda olup;
bu sıfatla yüksek mahkemeye başkanlık ederdi. Ayrıca adaletin olduğu yerde
yetenekler parlar, huzur sağlanır, ekonomi gelişir ve devleti ve halkı idare etmek
de kolay olur idi.
Melik Dinar’ın gerçekten adaletli olduğunu ispat etmeye çalışan Afdaleddin,
iyi bir yöntemle bunu kanıtlamıştır. O, Kirman’ın Melik Dinar gelmeden önceki
durumunu ondan sonraki vaziyeti ile karşılaştırmıştır. Bunu birkaç örnek vererek
kaydetmiştir. “Şehirlerin imarı, sultanın adaletine bağlıdır” cümlesini esas alan
Afdaleddin bu kıyaslamayı şöyle yapmıştır: “O padişahın adaletini ve insafını
gösteren emarelerden şu kifayet eder ki, bundan önce bu bölgede (Kirman) köpekler insan
yerdi ve insanlarda (açlıktan) köpek yerdi. Yollarında ise rüzgâr bile (korkusundan) yolcu
edeni olmasaydı geçemezdi. Cinler de silahsız dolaşamazdı. Bugün ise nimetlerin madeni
ve rahatlık ve güncenin yurdudur.”37
“On günde bir çuval ekmek bulamayan birisi, şimdi her gece köpeğine on çuval
ekmeği yem olarak veriyor.”38
Ayrıca Afdaleddin’e göre adaletin sonucu ise memleketin imarı ve Araz-i
Mevatın yeniden ihya olunmasıdır. Melik Dinar, Kirman’a gelirken Raver
fazla bilgi için bk. el-Kirmani, İkd ul-Ûla lil-Mûkif-il Âla, Tahran 1340 h.ş.
el-Kirmani, a.g.e., s. 29.
37 el-Kirmani, a.g.e., s. 23-24.
38 a.g.e., s. 24.
35Daha
36
İdeal Bir Türkmen (Oğuz) Lideri: Melik İmâd ed-Dîn Dînar| 297
bölgesinde suyu bol ve yeri elverişli görünce oradaki çiftçilere, “neden yerleri
ekmiyorsunuz” diye sormuş. Onlar da aşırı korkudan ve hayvanlara zarar
gelmesinden çekindiklerini söyleyince, Melik Dinar da, artık o dönem geçti ve o
zorluklar geçmişte kaldı diyerek, tekrar hayvanları devreye sokup, imara
başlamalarını emretmiştir. Ayrıca buradan anlaşılan ve Afdaleddin’in de doğru
tespit ettiği üzere, eğer imara ve memleketin abat olmasına özen göstermesi
Dinar’ın zatında olmasaydı, şimdilik başkalarının idaresinde olan bir bölgenin
kötü durumda olduğunu dert etmezdi.
Böylece Melik Dinar’ı adaletli bir hükümdar ve zalimlere aman vermeyen bir
Türk lider olarak tanımlamak mümkündür. O, ne kendisi zulmeder ne
maiyyetinde bulunan Oğuzlara haddini aşmasına müsaade eder ne de diğer
başına buyrukların zulmüne tahammül ederdi.
1.5. Toy Vermesi
Eski Türk devletinin ayrılmaz bir parçası olan Toy verme, Türk kağanının
yükümlü olduğu en önemli sorumluluklarından birisiydi. Öyle ki Tanrı bağışı
olan Ülüg veya Ülüş’ün (kısmet, nasip, pay) Türk Kağanına verilmesiyle Türk
yurdunda bolluk ve bereket artıyordu. Böylece Türk Kağanı da, Göktürk yazıtları
ifadesiyle “ aç milleti doyuruyor, çıplak milleti giydiriyordu”.39
Melik Dinar da bir Türk hükümdarı olarak bu görevi iyi biliyordu. O,
Kirman’a gelince gösterdiği başarılar ve sağladığı düzenle ülke genelinde açlar
doydu ve çıplaklar giyindi. Fakat bununla yetinmeyip genel bahşişlerde de
bulunmuştur. Ancak kaynaklarda Melik Dinarın yaptığı bu bağışlara “Toy” adı
verilmemişti. Afdaleddin, Melik Dinar’ın açları doyurmasını güzel bir ifade ile
şöyle özetlemiştir: “Onun has hizmetçileri ve tüm halk bundan önce fakirlik ve ihtiyaç
içerisinde olsalar da bu saatten sonra, hepsi zenginlik arşına yaslandılar. Tüm açlar
doydular. Kirman’ın eyaletlerinden ve köylerinden milletine o kadar pay, bahçe ve tarla
verdi ki tüm açlar doydular ve aç mide kalmadı. Genel bağışından hiçbir dilenci nasipsiz
olmadı.”40
1. 6. Devlet ve Hükümdarlık Sembolleri
Eski Türklerde hükümdar belirli hükümdarlık ve hâkimiyet sembolleri
almaktaydı.41 Bu semboller hükümdardan hükümdara farklılık gösterse de
genellikle bir devleti ve hükümdarı tanımlamak için önemli semboller farklılık
göstermezdi. Bunlar “unvan”, “otağ”, “taht”, “tuğ”, “bayrak”, “kemer”, “kılıç”,
Koca, a.g.m., s. 1456.
el-Kirmani, a.g.e., s. 35.
41 Koca, a.g.m., s. 1457.
39
40
298 | USAD Behzad JAFARİ
“yay” ve “toy” gibi sembollerden ibarettir.42 Ayrıca Türklerin İslamiyet’i kabul
ettikten sonra, Müslüman devletlerin idaresinde uzun süreliğine kalma niyetleri
yoktu ve bu ilk fırsatta hükümeti devir alarak göstermişlerdi. Bu devletleri ele
alan Müslüman Türk hükümdarları, devletinin içeride ve dışarıda meşru bir
iktidar olarak tanınması ve kabul edilmesi için belirgin hâkimiyet ve
hükümdarlık sembolleri kullanmışlardı. Bunlar; “unvan ve lâkaplar”, “sikke
(para), “hutbe”, “tıraz/hil’at”, “saray”, “taht ve taç”, “bayrak ve sancak”, “çetr”,
“yüzük”, “tuğra ve tevki” ve “kemer” gibi önemli unsurlardır.43
Böylece yeni bir hükümdar bu sembollerle kendi hükümdarlığını meşru
kılardı. Ancak kurulan hâkimiyetin, yeni ve müstakil bir devlet olarak
tanımlanması için devlet teşkilatı ve unsurları da önemliydi. İşte yeni kurulan bir
hâkimiyetin devlet olarak tanımlanması için aşağıdaki unsurlara sahip olmalıydı.
Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür:
1.6.1. Hutbe
1 6.2. Sikke
1.6 .3. Divansalari (Bürokrasi)
1.6 .4. Ordu
1.6.5. Ferman
1.6.6. Elçi gönderme ve elçi kabul etme (Dış ilişkiler)
1.6.1. Hutbe
Devleti meşru kılan ve halk içre duyuran İslami bir unsurdur. Hutbe,
hükümdarın idaresini kabul eden hâkimiyetinin ulaştığı her yerde, camilerde,
Cuma ve bayram namazlarında, hükümdarın adı, unvanı ve lâkapları
zikredilerek hatip tarafından okunurdu. 44
Melik Dinar, Kirman’a geldikten sonra iki farklı yerel hâkim tarafından adına
hutbe okutulmuştur. Bunlardan ilki, Kubenan valisi Mücahided-Din
Kubenani’nin babası Nasireddin Kurd tarafından Melik Dinar’ın gelişinde,
hâkimiyetini kabul ettiği için okunmuştur. Diğeri ise daha sonralar Melik Dinar
“germsîr”e (Kirman’ın kışlak bölgeleri) gidince Bem hâkimi Emir Sabık Ali Sehl
tarafında adına hutbe okutulmuştur. Bunların dışında Kirman’ın ele geçen her
yerinde Melik Dinar’ın adı ve lâkaplarına hutbe okunduğu bilinmektedir.45
Aynı yer.
Koca, “İlk Müslüman Türk Devletlerinde Teşkilat”, s.258; Ali Sevim & Erdoğan Merçil, Selçuklu
Devletleri Tarihi, Ankara 2014, s. 612-619.
44 Koca, a.g.m., s.258.
45 el-Habizi, a.g.e., s. 166.
42
43
İdeal Bir Türkmen (Oğuz) Lideri: Melik İmâd ed-Dîn Dînar| 299
1.6.2. Sikke
Sikke (altın veya gümüşten darp/basılan maddi para) vasıtasıyla dönemin
ekonomik durumunu ve hükümdarın siyasi statüsünü öğrenmek mümkündür.
Dolayısıyla sikkelerden hükümdarın bağımsız olup olmadığı anlaşılabilir.46
Melik Dinar’ın bağımsız hükümdar statüsünde olduğu, kendi adına hutbe
okunmasından ve sikke darp olunmasından anlaşılmaktadır. Daha önce hutbe
unsuru ele alındığında Melik Dinar’ın adına iki kere farklı kişiler tarafından
hutbe okutulduğundan bahsedildi. İşte aynı şahıslar tarafından Melik Dinar’ın
adına sikke darp olunduğu da bilinmektedir.47
1.6.3. Divansalari (Bürokrasi)
Hükümdar her ne kadar başarılı ve dirayetli olsa da devlet işleri yürümesi
için düzenli bürokrasisi olmalıdır. Evet, Türk kağanı, devlet başkanı olarak iç ve
dış siyasetleri düzenler, savaş ve barış kararı verir, savaş ve akınlarda ordulara
komuta eder, elçiler gönderir, elçiler kabul eder, devlet kademesindeki görevlileri
tayin veya azlederdi.48 Ancak bunca işlerden sorumlu ve yürütme yetkisi olan
hükümdarın bu işleri tek başına yapamayacağı açıktır. Bu yüzden seçilmiş
şahıslar tayin etmeli ve sürekli onların yaptıklarını kontrol etmelidir. Ancak bunu
yaparken kötü niyetli insanların vesveselerine de kulak vermemelidir. Nitekim
Melik Dinar’ın kararlarında bağımsız davranması ve kötü niyetle, onunla diğer
devlet adamlarının arasını bozmak için “koğuculuk” (söz taşımacılık) yapanları
dinlememesi, bunun en iyi örneğidir.49
İşte bu cümleden olmak üzere Melik Dinar’ın devlet kademesinde görevli
kimseler hakkında kısa bilgilendirme konunun anlaşılmasında yardımcı olacaktır.
1.6.3.1. Vezir
Melik Dinar, Kirman’a gelir gelmez burasının kendine mülk olacağını liderlik
yeteneği ve ileri görüşüyle anlamıştı. Bu nedenle vakit kaybetmeden Nasih edDin Ebu Zahir’i veziri olarak tayin etmişti. Bu kararı ile yeni devletin kuruluş
mesajını vermekteydi.
Ayrıca daha sonraki bir tarihte Nasih ed-Din’in yerine Kavam ed-Din
Mesud’u ve Kavam ed-Din’in yerine ise Hâce Cemal’i tayin ettiğini ve onu da
azlederek, ilk ve en son veziri olan Nasih ed-Din Ebu Zahir’i eski makamına tayin
ettiği anlaşılmaktadır. Melik Dinar vezirlerini seçerken veya görevden alırken,
kimsenin koğuculuğunu dinlemez ve sadece liyakati ve ülkenin maslahatını
Koca, a.g.m., s. 258.
el-Habizi, a.g.e., s. 166.
48 Koca, “Eski Türklerde Devlet Geleneği”, s. 1460.
49 el-Habizi, a.g.e., s. 172.
46
47
300 | USAD Behzad JAFARİ
düşünerek karar verirdi. Kaynaklardan edinen bilgilere dayanarak, Nasih edDin’in yaklaşık yedi yıl (iki ayrı zamanda, ilk tayin edildiğinde 1,5 sene ve son
tayin edildiğinde ise 6 sene), Kavam ed-Din’in iki yıl, Hâce Cemal’in ise yaklaşık
iki yıl vezir olarak görev yaptıkları bilinmektedir.50
1.6.3.2. Vekil-i der
Hükümdarın has naibi olarak hükümdar ve vezir arasında vasıta olarak
görev yapardı. Melik Dinar, Nasih ed-Din’i veziri olarak tayin ettikten sonra Hâce
Cemal’i vekil-i deri olarak görevlendirdi. Hâce Cemal, Kavam ed-Din Mesud’un
ölümü ve kendisinin vezir olarak tayin edilmesine kadar vekil-i der olarak görev
yapmış ve vezirlik görevi tekrar Nasih ed-Din’e devredilince tekrar eski görevi
olan vekil-i der makamına geçmiştir. Anlaşılan Hâce Cemal Melik Dinar’ın
ölümüne kadar bu görevde hizmet etmiştir.51
1.6.3.3. Divani İnşa
Bu divanın görevi iç ve dış yazışmaları üstlenmek ve devletin çeşitli
görevlere atanmalara ve iktâlara ait olan vesikaları vermektir. Divanın başkanına
Sahib-i Divan-ı İnşa veya Münşi denir.52 Kirman Selçuklularından Divan-i İnşa’da
görev alan tecrübeli devlet adamı, Afdaleddin Kirmani, Melik Dinar’ın hem has
tabibi hem de Hâce Cemal’in vekil-i der görevindeyken münşisi olup ve daha
sonra Kavam ed-Din’in de Divan-i İnşa’sında münşi olarak görev almıştır.53
1.6.4. Ordu
Melik Dinar öncelikle bir komutan olarak ordu düzeninin ne kadar önemli
olduğunu iyi biliyordu. Yetenekli komutanları ona Kirman’ı zapt etmede ve
ülkeyi iç ve dış tehditlere karşı savunmada yardımcı oluyorlardı. İster
kendisinden önce Oğuz haşemi ile Kirman’a gelen komutanlar, isterse kendi
maiyetinde Horasan’dan buraya gelen sipehsalarlar, Melik Dinar’ın ordusunda
saf almaktaydılar. Kaynaklarda bu komutanlardan bazıları kaydedilmiştir.
Bunlardan en önemlileri; Emir İzzeddin Zekeriya, Samsam, Bulak, Emir
Cemalettin Haydar, Emir Şemseddin Tatar, Emir Seyfeddin Alp Arslan ve
Mendek gibi komutanlar idiler.54
1.6.5. Ferman
Fermanlar, içeriği her ne olursa olsun, eğer devlet başkanından verilmişse
kesinlikle uygulanmalı ve kanun hükmünde sayılmaktaydı. Bu fermanlar kendi
Daha detaylı bilgi için bk. el-Habizi, a.g.e., s.160-184.
Daha fazla bilgi için bk. el-Habizi, a.g.e., s.160-186.
52 Atçeken, a.g.e., s. 215-216.
53 Julie Scott Meisami, Persian Historiography, Tahran 1391 h.ş., s.124.
54 el-Habizi, a.g.e., s. 126-190.
50
51
İdeal Bir Türkmen (Oğuz) Lideri: Melik İmâd ed-Dîn Dînar| 301
kendiliğine devlet alametlerinden idi. Dolayısıyla eğer bir hâkimiyet varsa onun
devlet olarak tanımlanabilmesi için etrafa ferman ve emsallar da gönderilmiş
olması gerekir. Yazılan fermanların başına Divan-ı İnşa’da hükümdarın nişan ve
tuğrası çekilirdi.
Melik Dinar dönemini kaleme alan kaynaklarda, yer yer gönderilen
fermanlardan bahsedildiğine rastlamak mümkündür. Örneğin; Hâce Cemal kendi
durumunu Melik Dinar’a arz ettikten sonra, Melik bir ferman yazarak olayın
büyümesine mani olmak istemişti.55
1.6.6. Elçi gönderme ve elçi kabul etme
Devletin iç ve dış ağları olan elçiler, ulaşımın zor olduğu dönemde devlet
işlerinin kolaylaşması için önemli rol oynamaktaydı. Elçi gönderme veya elçi
kabul etme devlet alametlerinden sayılmaktadır.
Devlet başkanı, ona tabi olan eyalet ve vilayetler tayin ettiği valilere veya
komşu ülkelere önemli konularda elçi gönderirdi. Nitekim Melik Dinar devlet
başkanı olarak defalarca elçiler görevlendirmişti. Dolayısıyla, ister iç işleri olsun
isterse dış ilişkiler olsun kaynaklarda Melik Dinar’ın elçi gönderdiği
kaydedilmiştir. Örneğin; Melik Dinar komşu hükümetleri olan Kîs Adası (Kiş) ve
Hürmüz Adası hâkimlerinden elçi kabul etmiştir. Hürmüz’den gelen elçi Melik
Dinar’a, Hürmüz’e girmezse yıllık haraç vereceklerini teklif etmişti. Ayrıca Kîs
Melik’i bu durumdan haberdar olunca Melik Dinar’a elçiler göndermiş ve
tekliflerde bulunmuştur.56
1. BİR DAHİ KOMUTAN OLARAK MELİK DİNAR
Her kültür kendisini koruyacak ve varlığını devam ettirecek insan tipini
yetiştirmeye çalışır. Atlı-göçebe Türk kültürünün ideal insan tipi cesur ve
kahraman insandı.57
Atlı-göçebe hayatı yaşayan Türk boyları hayat tarzı gereği ister avcılık, ister
ise savaşlarda hayatî özelliklere sahip olmak zorundaydı. Hayatta kalabilmek ve
tabiatın zor koşullarına veya yavuz düşmanın gücüne karşı koyabilmek, cesaret,
korkusuzluk ve savaşçılık gibi özellikler gerektirmekteydi. Başka bir ifade ile
söylemek gerekirse, Türkler yaşamlarını sürdürebilmek için daima askeri eğitim
almak ve her zaman hazırlıklı olmak zorundaydılar.
“Ok ve yay”ın Türklerin hayatında kutsal ve önemli yeri vardı. O dönemin
en gelişmiş silahı bu cenk aletleri idi. Bu silahı en iyi derecede kullanabilen Türk
cengâverleri avcılık, akıncılık ve savaşlarda üstünlük kazanıyor ve düşmanlarını
a.g.e., s. 173.
a.g.e., s. 174-183.
57 Koca, “İdeal Bir Türk Hükümdarı”, s. 80.
55
56
302 | USAD Behzad JAFARİ
kolaylıkla bertaraf ediyorlardı. Nitekim Oğuzlar, Gazneliler dönemi ilk kez
Horasan bölgesine indiklerinde Gazneli Sultan Mahmud’un Tus valisi olan
Arslan Cazib, sultanın Oğuzlara güvendiğini tenkit ederek şu tavsiyelerde
bulundu: “Bu Türkmenleri neden bölgeye getirdin? Bu yaptığın yanlıştır. Şimdi ya
tümünü öldür veya bana ver, ok atamasınlar diye erkeklerinin parmaklarını kat
edeyim!”58 Arslan Cazib’in bu tavsiyesinde Türklerin nasıl tecrübeli okçu oldukları
ve nasıl düşmanlarını endişelendirdikleri apaçık görünmektedir.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun sonunda isyan çıkaran Oğuzlar da bu
kaideden istisna olmayarak cesur ve başarılı komutanları ile Sultan Sancar'ın
büyük ordusuna karşı koyarak 100.000 kişilik Selçuklu ordusunu perişan edip,
Sultan Sancar'ı esir almışlardı. Oğuz birliği Tûti (Dudu) Beg ve Korkut Beğ’in
komutasında iken Dinar, Bahtiyar, Arslan, Çakır ve Mahmud gibi boy beyleri de
bu ordunun alplarından idiler.59
Yukarıda adı geçen bu alpların her birisi Selçuklu başkomutanları ile aynı
güce sahiplerdi. Dolayısıyla bu güç ölçümünü iyi anlamak için Oğuzların gözüyle
bakmak gerekir. Oğuzlar kendi birliklerinde bulunan her kişiyi Sultan Sancar’ın
Sipahsalarları (Başkomutan) ile eşit değere sahip olduklarını düşünüp Sultan
Sancar’ı savaştan vazgeçirmek için yazdıkları mektupta önemli vaatler sunarak
şu cümleyi de eklemişler: “… Sultan bizim günahımızı af etsin diye 100.000 dinar
(para) ve 100 Türk gulam (köle) veririz. Zira Sultan bu kölelerden her hangisini
öldürürse bir Kumaç sayılır.”60 Oğuzların bu sözlerinden anlaşıldığı gibi savaşa
meyilli olmayışları, Selçuklu ordusundan korktuklarından değil, aksine Sultan
Sancar’a olan saygıları, devlet anlayışlarından ve mevcut huzuru bozmama
isteklerinden kaynaklanmaktaydı.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu bozguna uğratan Oğuz komutanlarından
biri olan Dinar’ın, bir kahraman cengâver olarak komutanlık özellikleri ve
komuta ettiği birlik veya ordunun savaş taktikleri detaylı bir şekilde ele
alınmalıdır. Bu değerlendirme eski Türklerde kozmolojik devlet anlayışı ve ideal
devlet teşkilatına dayanarak açıklanmalıdır.
2.6. Yiğit ve Kahraman Olması
Türkler, sosyal hayatta babadan oğula geçen, yani irsî bir liyakat
tanımazlardı. Her genç yerini ve hatta adını kendisi kazanmak zorundaydı. 61
Aynen Afdaleddin’in yazdığı gibi Dinar çocukluktan beri hep mücadele halinde
el-Gerdizi, Zeynül-Ahbar( Tarih-i Gerdizi), Tahran 1363 h.ş., s. 411.
Sümer, a.g.e., s. 114.
60 el-Nişaburi, Selçukname, Tahran 1332 h.ş., s. 49.
61 Koca, “Eski Türklerde Devlet Geleneği”, s. 1458.
58
59
İdeal Bir Türkmen (Oğuz) Lideri: Melik İmâd ed-Dîn Dînar| 303
olmuş ve hiç dinlenmeden babaları gibi savaşarak nam kazanmıştır. Öyle ki,
yatağı atının sırtı ve yastığı kalkanı olmuştur. Dinar, Mavera-ün Nehir
bölgesindeyken 20.000 kişilik bir birliğe komutanlık etmiştir.62 Böylece kendisinin
ne kadar başarılı ve tecrübeli bir komutan olduğunu göstermiştir.
Afdalaeddin’in İkdul Ala’da, Dinar hakkında verdiği bilgilerde övgü ve
mübalağa dolu cümleler kullansa dahi içeriğinde önemli ve inkâr edilemez
çıkarımlar bulunmaktadır. Bu övgüleri göz ardı ederek gerçekçi bir tarihçi
gözüyle bakılırsa Dinar’ın cesur, kahraman ve yürekli bir komutan olduğu
anlaşılır. Binaenaleyh, Dinar ordusunun hep ön safında yer alarak saldırı ve
savaşları komuta etmiştir. ‘‘Gerçekten de Türk kağanı, devletin merkezinde
oturan ve sadece emirler veren bir kimse değildir. O, her türlü mücadelede en ön
safta bulunuyor ve verdiği emri de ilk önce bizzat kendisi icra ediyordu. Zira
Türk hükümdarı giriştiği her mücadelede başarının her şeyden ilk önce kendi
cesaretine bağlı olduğunu çok iyi biliyordu. Öte yandan, o kendisinin göstereceği
cesaret ve kahramanlıkla, hiç kuşkusuz arkasından gelenleri de etkileyerek onları
teşvik edeceğinin ve cesaretlendireceğinin de bilincindeydi”.63 Nitekim
Afdaleddin de sanki Türk kağanının komutanlık özelliklerine vakıfmış gibi Dinar
hakkında şu ifadeleri kullanmaktadır: “O padişahın iyi adetlerinden biri de sürekli
ordusunun önünde bulunması ve haşeminin öncülüğünü yapmasıdır. Her yerde
padişahlar ordularının kılıç sallamalarını izlerken, Dinar ise kılıç sallarken ordusu onu
izler.”64
İkdul Ala’nın yazarı Dinar’ın cesareti ve kahramanlığını göstermek için birkaç
olayı kaydetmektedir. Onlardan birisi Dinar’ın, Yezd Atabeyliğinin himayesinde
olan hisarda bulunan Mücahid Oğullarının ayaklanmasından dolayı, isyanı
bastırmak ve hisarı ele geçirmek için yaptığı seferde gerçekleşmiştir. Afdaleddin,
bu olayı ve dinarın gösterdiği cesareti şöyle özetliyor: “ Dinar, Yezd haşemi elinde
olan hisarı almak için ordusunu Raver hududuna yürüttü. Adeta alışkanlık haline gelmiş
olan hızlı ve güçlü hücumla hisarın kapısına vardı. Kalenin içinde kalabalık Türk
topluluğu, çavuşlar, süvariler ve piyade erler bulunmaktaydı. Dinar, kendisi ile
maiyetinde olan az sayıda askerleriyle savaşa başladı. Savaş heyecanından sarhoş gibi olan
dinar o kadar kaleye yaklaştı ki kaleden atılan bir ok mübarek yüzüne isabet etti. Dinar
kendi eliyle kırdı ve peykan (temren= okun ucu) sol yanağında kaldı. Bu olaydan sonra
el-Kirmani, a.g.e., s. 19.
Koca, a.g.m., s. 1459.
64 el-Kirmani, a.g.e., s. 33.
62
63
304 | USAD Behzad JAFARİ
Dinar’ın heybeti ve cesurluğundan korkan kaleliler, hisardan dışarı çıkıp kendi elleriyle
kale anahtarlarını teslim ettiler.”65
Bu olaydan anlaşılan Dinar’ın sergilediği bu kahramanlık tıpkı ideal Türk
liderinin karakterinde bulunan cesaret ve kahramanlıkla örtüşmektedir. Dinar,
öncelikle bir Türk hükümdarı olarak bu tür mücadelelerde başarının kendi
cesaretinden aslı olduğunun farkındaydı. Bu nedenle ordusunun ön safına
geçerek kendi başına korkmadan hızlı bir şekilde kale kapısına yaklaşarak
ordusunun sayıca azlığını başarısızlık sebebi olmadığını ordu birliğine göstermek
istemiştir. Diğer taraftan yüzüne ok isabet ederken hiç taviz vermeden sadece oku
kırarak sanki bir şey olmamış gibi davranması düşmanı utanç verici bir vaziyette
koymuştu. Dolayısıyla Dinar’ın bir hükümdar olarak cesaret ve kahramanlığı
sadece yazarın övgü ve mübalağası olmadığı ve bunu yaptıklarına dayanarak
gerçek bir bilgi olarak ortaya koyduğu anlaşılmaktadır.
Dinar’ın kahramanlığından söz ederken Afdalledin’in aktardığı diğer olay ise
Berdsir’de
gerçekleşmektedir.
Berdsir
kalesini
kuşatırken
gösterdiği
kahramanlıktan hayranlık duyan kalede yaşayanlar Dinar’ın cesareti ve savaşçı
özelliğini şöyle söylerler: “Bu padişah ülkeyi hakkıyla ele geçirmiş. Kirman’ın
hükümdarlığı ona anasının ak sütü gibi helaldir, öyle ki biz savaş süresi boyunca kaftan
ve zırhına isabet eden 18 oku saydık.”66
İşte aslen Kirmanlı olan Selcukiyan ve Guzz der Kirman’ı yazan Muhammed
b. İbrahim, kitabın Melik Dinar’ın Padişahlığı ve Evlatları kısmında Dinar’ın
Kirman’a gelişini yazarken sanki Kirman ordusunun Dinar karşısında utanç
verici bozgununun kabahatini örtbas etsin diye bu yenilgiyi kadere bağlayarak şu
ifadeleri kullanmaktadır: “Dinar’ın Berdsir’e varış haberini alan 300 kişilik bir birlik
onun geçişine manî olmak için Habiz’e gittiler. Dinar’la aralarındaki mesafe kısalınca
Kirman birliğinde karşı koymak takati kalmadı. Dinar’ın maiyetinde 80’den fazla kişi
yoktu. Hepsi yol yorgunuydu. Kirman birliği ise sayıdan daha fazla olup, hepsi asude olsa
da, Hak Teâlâ Dinar’ın işini düzelttiği için ona karşı koymak imkânsız oldu.” 67
Aynı yazar diğer bir yerde, Bem bölgesi hükümdarı olan Emir Sabık Ali
Sahl’ın, Dinar Kirman’a gelmeden önce Oğuzlarla yaptığı savaşta 700 kişiyi esir
aldığını söylemiştir. Ancak bir sene sonra 1186’da Dinar’ın 80 kişilik birliğine
karşı aciz olmuştur. Bunun gibi olaylara bakılırsa Dinar’ın hakikaten de
el-Kirmani, a.g.e., s. 21-22.
el-Kirmani, a.g.e., s. 44-45.
67 el-Habizi, a.g.e., s. 160.
65
66
İdeal Bir Türkmen (Oğuz) Lideri: Melik İmâd ed-Dîn Dînar| 305
kahramanlığı dillere destan olmuş ve kendisi gelmeden önce Kirman’da yerli
hükümdarlar üzerine korku salmıştır.68
2.7. Ordu ve Savaşları
Eski Türklerde diğer milletlerden farklı olarak askerlik sadece özel bir meslek
değildi. Şahsını, ailesini ve malını korumak isteyen herkes asker olarak yetişmek
zorundaydı.69 Gerçekten de yaşadıkları tabiat iklimi ve hayat tarzları gereği
daima savaşa hazır olmaya gerek duyan Türk aileleri, çocuklarını erken
yaşlardan itibaren askeri eğitime tabi tutmak zorundaydılar. Bu yüzden yetişkin
her birey birer savaşçı vasıflarını taşımakta olup her boy kendi varlığını devam
ettirebilecek bir birlik oluşturabilirdi. Oysaki diğer milletlerde askerlik özel bir
meslek göründüğünden dolayı bozguna uğramış ordu dışında Türklere karşı
koyabilecek güç bulunmuyordu. Aksine Türklerde, her boyun çadır başına bir
cesur savaşçısı kendi ailesinden beslenerek her daim savaşa (savunma/saldırma)
hazırdı. Nitekim Oğuzların Sultan Sancar ile yaptığı savaştan önce, Sultanın
raiyyeti (halkı) olarak vergiye tabi oldukları zaman yıllık 24 bin koyun vermek
zorundaydılar. Bu da onların sayılarının, kaynaklarda verilen 40 bin çadırdan
daha az bir rakamda olduğunu göstermektedir. 70 Öte yandan Oğuzlar
savaşmaktan çekindikleri için Sultana iki kez ağır teklifte bulunmuşlardır.
Birincisi Emir Kumaç’a her çadır başı 200 dirhem vermeyi teklif etmişler.
İkincisinde ise Sultan Sancar’a 100.000 dinar önermişlerdir.71 Buna binaen eğer
tahmin yürütmek gerekirse, her dinarın yaklaşık 10 dirhem değerinde olduğu
bilinmektedir. Dolayısıyla önerilen rakamın, dirhem değeri 1 milyon dirhem
olmalıydı. Bu da her çadırın 200 dirhem vermesine denktir ki, bu takdirde Oğuz
çadırlarının sayısı 5000-10.000 arasında bir rakam olmalıdır. Nitekim Emir
Kumaç’ın oğlu ile birlikte 10.000 kişilik bir ordu düzenleyip Oğuzların üzerine
yürüdüğü ve yenildiği göz önünde tutulursa yürütülen tahminin gerçeğe yakın
olduğu anlaşılır.
Türklerde savaş ve gerekli harp aletlerinin başında at ve silâh geliyordu.
Onların savaşlarındaki başarıları, bu iki aracı çok iyi kullanmalarından
kaynaklanmaktaydı.72 Bunların farkında olan Dinar orduya ve savaş teçhizatına
önem vermekteydi. Afdaleddin bu meselenin paraya dayandığını anladığı için
Melik Dinar’ın hazineye önem verdiğini şöyle yorumlamaktadır: “Padişahın hazine
el-Habizi, a.g.e., s. 161.
Koca, a.g.m., s. 1467.
70 Sümer, a.g.e., s. 113-114.
71 Sevim, a.g.e., s. 281.
72 Koca, a.g.m., s. 1468.
68
69
306 | USAD Behzad JAFARİ
biriktirmekten başka çaresi yoktur. Orduyu güçlü tutabilmek ve askerlerin gönlünü almak
için hazinenin bol olması gerekir. Zira başka toprakları zapt etmek ve güçlü düşmanı
yenebilmek ancak güçlü ordu ile gerçekleşir.”73
Bu konuda kaynak kıtlığından detaylı bilgiler vermek zordur. Ancak mevcut
kaynaklar üzerinden yola çakarak şöyle bilgilere rastlanmak mümkündür.
A.Savaş silahına ilgi
B.Silah kullanma
A. Savaş silahlarına ilgi
Ok ve yay savaşın kaderini belirleyecek derecede önemlidir. Türkler, bu
silahları çok iyi derecede kullanabildikleri için çok uzak mesafeden düşmandan
alabilecekleri en ufak bir tehdit olmadan karşısındakini bertaraf etmeyi iyi
biliyorlardı. İşte çocukluktan haşır neşir oldukları bu silaha başka bir ilgileri
vardı. Nitekim Dinar da yukarıda bir parçası aktarılan olayda kaleyi kuşattıktan
sonra yüzüne ok isabet etmiştir. Bu olaydan sonra kaledeki herkesi özgür
bırakarak af fermanı vermiştir. Oysaki herkes büyük bir katliam beklerken,
kimseye bir ok bile harcatmadan, kimsenin de zarar görmesine izin vermeyen
Dinar, ok atan çavuşu huzuruna çağırmıştır. Dinar, huzuruna çıkan çavuşa yayın
kalitesinden ve sertliğinden sormuştur. İşte bu kadar kısa bir bilgiden anlaşılan,
acı ve kan içinde olan Dinar’ın o soruyu iletmekten niyeti ok ve yayın önemini
göstermektir.74
B. Silah kullanma
Silah kullanımı kadar, üretiminde kullanılan malzemenin kalitesi de
önemlidir. Savaşlarda ele yatkın olması, kullanım kolaylığı ve darbelere dayanıklı
olması şarttır. Ayrıca iyi bir savaşçı mücadele esnasında gerekirse birden fazla
silah türüyle savaşabilmelidir. Zira savaş meydanında olası durumlarda bazen
aynı silahla cenk etmek veya geri çekilmek mümkün olmayabilir. Ayrıca taktik
gereği silah değiştirmek zaruri olur. Örneğin; kılıçla yakın mesafeden cenk
edilirken düşman askerleri geri çekilerek sizi pusuya düşürebilir. Bu nedenle
savaşçı daha fazla ilerlemeden mızrak veya ok gibi silahlarla saldırıya geçmelidir.
Bu nedenle iyi bir savaşçı birden fazla silah türüyle savaşırsa anında savaşın
kaderini değiştirebilir. Dolayısıyla birden fazla silah türüyle savaşabilen
cengâverleri olan bir ordu, sayısı az olsa bile, her savaşçısı bir kişinin
yapabileceklerinden daha fazlasını yapar ve ordunun uygulamada, düşmana
karşı kendi sayısının iki veya üç katı etki yaratabilir.
73
74
el-Kirmani, a.g.e., s. 36.
a.g.e., s. 22; el-Habizi, a.g.e., s. 164.
İdeal Bir Türkmen (Oğuz) Lideri: Melik İmâd ed-Dîn Dînar| 307
İşte çocukluk yıllarından beri akıncı ve savaşçı olan Türk komutanı Melik
Dinar’ın iyi bir askeri eğitim aldığı görülmektedir. Öyle ki savaş meydanlarında
hiç pes etmeden başarıyı kazanmayı iyi biliyordu. Bu başarıları, uzun yılların
savaş tecrübeleri ve kendisinin iyi bir savaşçı olmasına borçlu idi. Dinar birden
fazla silah türüyle savaşmayı iyi biliyor ve o silahları ustaca kullanıyordu. Daha
önce belirtildiği üzere Melik Dinar savaşlarda iyi kılıç sallardı ve bu kabiliyetine
hem ordusu hem de düşmanları hayranlık duyardı. Ayrıca Dinar’ın ok ve yaydan
iyi anladığı ve kullanabildiği görünmektedir. Ayrıca Dinar’ın ustaca mızrak
attığına da kaynaklarda rastlamak mümkündür. Örneğin; Muhammed b.
İbrahim, eserinde Mücahit Oğullarının isyan olaylarını kaydederken Dinar’la
isyancılar arasında vuku bulan savaşı şöyle özetlemektedir: “31 Ekim 1188 yılında
Pazartesi günü (Dinar maiyetinde olan birliğiyle beraber)Raver’e doğru hareket ettiler.
Zira Yezd gulamlarıKubenan’ı (Kuhbenan) ele geçirdikten sonra Raver’i zapt etmek
niyetindeydiler. Kasımın 3’ü Perşembe günü 150 kişilik hepsi demir zırhlar giyinmiş bir
birlik Dinar ile karşılaştılar. Dinar’ın maiyetinde olan birliğin sayısını az görünce
cesaretlendiler ve hamle ettiler. Ancak yenilgiye uğradılar. Ardından Dinar bir Mızrak
istedi ve Yezd birliğinin en meşhur savaşçısını tek bir atışla öldürdü. O, ölünce düşman
birliği tamamen bozguna uğradı ve Kubenan’a kaçtılar.”75
SONUÇ
Türklerin, “atlı-göçebe” hayat tarzının gereği, yetişen her birey, cesur, alp ve
güçlü bir savaşçı olarak yetişmekteydi. Zira Orta Asya’nın bozkır tabiat ve
ikliminin zor koşulları ile daima mücadele edebilen insan tipi bu vasıflara sahip
olmalıydı.
Melik Dinar da bozkır sahasının yetiştirdiği insan tipiydi. O, Horasan’a
gelmeden önce Mavera ün-Nehir bölgesinde 20.000 kişilik bir birliğe komutanlık
yapmıştı. Böylece ömrünün çoğu savaşlar, akınlar ve yönetimle geçen Oğuz
komutanı Melik Dinar, 50’li yaşlarında Kirman’a gelince, kısa sürede burayı
tamamen idaresi altına almayı başardı. Filhakika söz konusu Melik Dinar’ın
karakteri incelendiğinde, onun ne kadar başarılı bir lider olduğu anlaşılır.
Melik Dinar’ın ne kadar bilgili ve donanımlı olduğu kaynaklardan
anlaşılmaktadır. O, yüksek kavrayışlı, ileri görüşlü, üstün zekâlı, marifetli ve
dirayetli bir lider idi. Onun meclisi, hep ulema (bilim adamları) ve sanatçıların
olduğu bir meclisti. Dinar, zulme karşı, merhametli, adaletli, erdemliydi. O, böyle
üstün ahlaki özellikleri sözde değil uygulamada da göstermişti.
75
el-Habizi, a.g.e., s. 170.
308 | USAD Behzad JAFARİ
Melik Dinar’ın bir devlet başkanı statüsünde adaletli bir hükümdar olduğu,
kendi döneminde yazılan kaynaklardan oldukça daha sonra kalem alınan
kaynaklardan da anlaşılmaktadır. Nitekim Kirmanlı Muhammed b. İbrahim,
Oğuzlara karşı kin tutmasına rağmen, Dinar’ın adaletli bir hükümdar olduğunu
ifade etmektedir. Ayrıca, kendi döneminde yazılan İkd ul-Ûla’da, Dinar’ın adaletli
olduğunu ispatlayan deliller sunularak bu konu kaydedilmiştir.
O, Kirman’a gelince çoğu savaşlara bizzat katılıp, komutayı ele almıştı. Aynı
Afdaleddin’in söylediği gibi, yatağı atının sırtı ve yastığı ise kalkanı olmuştur.
Melik Dinar cesur bir komutan olarak bu özelliğini birkaç savaşta sergilemişti. O,
sadece iyi savaşmıyor aynı zamanda sihahdan ve ordu düzeninden de iyi
anlıyordu.
Türk İslam devlet alametlerinden çoğu Melik Dinar’ında kurduğu devlette
mevcut idi. Böylece onun kurduğu bu devlet, meşru bir Türk devleti olarak kabul
edilebilir. O, ideal bir Türk devlet başkanı özelliklerine kısmen sahipti.
Dolayısıyla yaklaşık 10 yıl süren hükümdarlığında sağlayabildiği huzur, refah ve
düzen ile Kirman tarihine kazınmış bir dönem olarak anılabilir.
Nitekim eğer hastalıktan erken vefat etmeseydi adını büyük bir Türk Devleti
olarak Türk tarihi sayfalarına yazmış olurdu. Muhtemelen bu devletin adı ise
“Dinarlılar”, “Al-Dinar” veya “Dinar Oğulları” olarak kaydedilecekti.
İdeal Bir Türkmen (Oğuz) Lideri: Melik İmâd ed-Dîn Dînar| 309
KAYNAKÇA
Atçeken, Zeki & Bedirhan, Yaşar, Selçuklu Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi, Eğitim Yay.,
Konya 2012.
Ayan, Ergin, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda Oğuz İsyanı, Kitabevi, İstanbul 2013.
el-Gerdizi, Zeynül-Ahbar( Tarih-i Gerdizi), nşr. Abdulhayy Habibi, Doyay-e Ketab, Tahran
1363 h.ş.
el-Habizi, Selcukiyan ve Guzz der Kirman, nşr. Mohammad Ebrâhîm Bâstânî Pârîzî,
Ketabfroushi Tahuri, Tahran 1343 h.ş.
el-Hâfî, Coğrafya-i Hafız Ebru, nşr. Sadık Seccadî. c. 3, Miras-i Mektub, Tahran 1378 h.ş.
el-Hüseyni, Zübdetü't Tevarih, Farsçaya Çev. Ramazan Ali Ruhullahi, İl-i Şahseven
Bağdadi, Tahran 1380 h.ş.
el-Kirmani, İkd ul-Ûla lil-Mûkif-il Âla, Neşriyat-i Husn-i Mutun-i Edebiyat-i Farsi 2, Tahran
1340 h.ş.
Koca, Salim, “İdeal Bir Türk Hükümdarı ve Başkomutanı Olarak Oğuz Kağan”, Selçuk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Konya Ağustos 2011, s. 75-116.
---------------, Dandanakan’dan Malazgit’e, Kişisel, Giresun 1997.
---------------, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilâtı”, Türkler, c. 2, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara 2002, s. 823-844.
---------------, “İlk Müslüman Türk Devletlerinde Teşkilat”, Türkler, c. 5, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara 2002, s. 147-162.
Köymen, Mehmet Altay. “Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihinde Oğuz İsyanı”, Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, c.5, S.2, Ankara 1947, s. 563-660.
Meisami, Julie Scott, Persian Historiography, Farsçaya Çev. Mohammad Dehghani, Mahi
Neşr, Tahran 1391 h.ş.
Merçil, Erdoğan, Kirman Selçukluları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1989.
el-Nişaburi, Selçukname, Golaleh Khaver, Tahran 1332 h.ş.
el-Ravendi, Rahatü’s Sudur ve Âyetü’s Sürur, nşr. Muhammed İqbal ve Mucteba Minevi,
Emir Kebir, Tahran 1364 h.ş.
Sevim, Ali & Merçil, Erdoğan, Selçuklu Devletleri Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara 2014.
Sümer, Faruk, Oğuzlar, Ankara Üniversitesi DTCF, Ankara 1972.
el-Şebankare, Mecme ül-Ensab, nşr. Mir Haşim Muhaddis, Emir Kebir, Tahran 1363 h.ş.
310 | USAD Behzad JAFARİ
USAD, Bahar 2019; (10): 311-316
E-ISSN: 2548-0154
İBN FAZLAN SEYAHATNÂMESİ’NE GÖRE İTİL BULGARLARI
SOLMAZ, Sefer (2018), İbn Fazlan Seyahatnâmesi’ne Göre İtil Bulgarları, İstanbul: Çizgi
Kitapevi Yayınları/Çimke Basımevi, s. 152, ISBN-978-605-196-201-6
Fadime KOÇAK*
Dr. Öğretim Üyesi Sefer Solmaz,
lisansı Ankara Üniversitesi Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi, Tarih Bölümü’nde
bitirdi (1990). Selçuk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Ortaçağ Tarihi Ana
Bilim Dalı’nda Yüksek Lisans (1993) ve
Doktora eğitimini tamamlayan (2001)
Sefer Solmaz bugün Selçuk Üniversitesi
Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı öğretim
üyesidir. Dr. Öğretim Üyesi Sefer Solmaz
tarafından kaleme alınan ‘İbn Fazlan
Seyahatnâmesi’ne Göre İtil Bulgarları’
Çizgi Kitapevi tarafından 2018 yılında
okuyucuların istifadesine sunulmuştur.
*
Yüksek Lisans Öğrencisi, Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Karaman/Türkiye, fadimeoksuz95@gmail.com, https://orcid.org/0000-0002-3351-3561.
Gönderim Tarihi: 10.04.2019
Kabul Tarihi: 12.06.2019
312 | USAD Fadime KOÇAK
Eserin kapağında Abbasi elçilik heyetinin İtil Bulgar ülkesinde karşılanışının
minyatürü bulunmaktadır. Arka kapağında ise İbn Fazlan Seyahatnâmesi’nin
Türkler hakkında kısa, öz ve çarpıcı ifadelerin bulunduğu aktarılırken İtil
Bulgarlarının yanında birçok Türk kavmi hakkında da bilgiler içerdiğinden
bahsedilmektedir.
Eser okuyucuyu kitaba hazırlayan güzel bir giriş ve akabinde yazılan üç kısa
bölümden oluşmaktadır. Eserini İbn Fazlan’ın Seyahatnâmesi’ne göre kaleme
alan Yazar, seyahatnâmenin birçok Türk kavim ve devletleri hakkında önemli
bilgiler içerdiğini aktarmaktadır. İtil Bulgarları hakkında fazla malumat
bulunmadığını ve İbn Fazlan’ın bu alandaki boşluğu doldurması açısından
kıymetli olduğuna değinmektedir.
Yazar, dünyanın köklü milletlerinden olan Türklerin tarih sahnesine
çıktıkları anayurtları ve göç ettikleri bölgelerde yeni devlet ve medeniyetler inşa
ettiklerini söylemektedir. Ancak, Türklerin yazı kültürü olmadığını bu sebeple
komşu devlet ve milletlerin aktardıklarıyla bugün tarihi aydınlattığımızı ortaya
koymaktadır. Seyyahların Türk tarihi açısından aydınlatıcı yazılarına değinerek
bu kişileri şöyle nakletmektedir; Priskos, Zamarkhos, Plano Carpini, W. Rubruck,
Marco Polo, İbn Battûta, Evliya Çelebi ve İbn Fazlan’dır.
Üç kısa bölümden oluşan eserde sade ve anlaşılır bir dil kullanan yazar,
eserini okuyucuları sıkmayacak bir üslupla kaleme almaktadır. Yazar, kaleme
aldığı eserinde İbn Fazlan Seyahatnâmesi’nden elde ettiği bilgileri
değerlendirerek, İtil Bulgarlarının bilinmeyen ve anlaşılamayan yönlerinin ortaya
konulduğunu belirtmektedir.
Giriş kısmında Bulgar adı ve Bulgarların kökenine değinen yazar daha sonra
İtil Bulgarlarının nasıl ortaya çıktığını belirtmektedir. Burada İtil Bulgarlarının
nasıl İslamlaştığı üzerinde yoğunlaşan yazar, birçok dönem tarihçisi ve günümüz
yazarlarının bu konu hakkında görüşlerini aktarmaktadır. Çağdaş müelliflerden
İbn Rüste, Mes’ûdi, İstahrî, İbn Havkal, Makdisî, İdrîsi, el-Bekrî, Gerdizî, Ebû
Hâmid el-Gıranâtî, Yakut el-Hamavî ve XIX. y.y. yazarlarından Şehabeddin-i
Mercanî’dir.
Bulgarların
İslamlaşması
ile
ilgili
günümüz
modern
araştırmacılarından ise Z. Z. Miftakov, A.N. Kurat, İ. Kafesoğlu, N. Yazıcı, Z.
Kitapçı, O. Karatay ve D. Koç gibi yazarların görüşlerini ortaya koyarak bunlar
arasındaki tezat ve birleştirici unsurları ortaya koymaya çalışmaktadır.
Eserinin birinci bölümünde ise İtil Bulgarlarının “Siyasi-İdari ve Askeri
Yapı”sına değinen yazar, yalnız İbn Fazlan Seyahatnâmesi’ne bağlı kalmayarak
bazı yerlerde İtil Bulgarlarını eski Türk Devlet gelenek ve görenekleriyle
karşılaştırmaktadır. Burada hükümdar Almuş’un, Abbasi elçilik heyeti adına
İbn Fazlan Seyahatnâmesi’ne Göre İtil Bulgarları | 313
düzenlenen ziyafette hükümdar yemeden hiç kimsenin yemeğe başlamadığını
ancak hükümdarın lokma verdiği kişiye bir sofra geldiğini İbn Fazlan’dan
naklettikten sonra bu durumu eski Türkler ile karşılaştırmaktadır. Bu durumun
biraz farklı gibi gözükse de eski Türk adetlerinde olan ‘orun ve ülüş’ sistemine
dayandığını belirten yazar, İbn Fazlan’ın ayrıntılı bilgi vermediğini ancak ziyafete
katılanların mevkilerine uygun sofraya oturduklarını (orun) ve hükümdarın
kendilerine ikram ettiği et üzerine önlerine sofra geldiğini aktarmaktadır. Yazar,
ziyafet sofrasında bulunanların mevkilerine göre hayvanın uygun kısımlarının
(ülüş) kendilerine ikram edildiğini söyler.
Yazar’ın bir başka karşılaştırması ise, İbn Fazlan’ın, İtil Bulgar hükümdarı
Almuş’un iri cüsseli, insana korku veren bir sesinin olduğunu nakletmiştir. İbn
Fazlan’ın bu tarifinin Abbasilerdeki Boğa el-Kebîr ve Boğa es-Sağîr’e benzeterek
Türk liderlerinin iri cüsseli, tok sesli ve heybetli olduğunu öne sürmektedir.
Yazar, eserin ikinci bölümün de İtil Bulgarlarının Sosyo-Ekonomik
Hayat’larına değinmektedir. İbn Fazlan’ın bölge insanları hakkındaki görüşlerine
yer veren yazar, İbn Fazlan’ın, İtil Bulgar halkının yüz renklerinin farlı
olduğundan dolayı hastalık sahibi olduklarına kanaat getirdiğini ve bu duruma
çok şaşırmış olduğunu nakletmektedir. Ayrıca İtil Bulgarlarında kadın ve
erkeklerin bir arada aynı nehirde yıkandıklarını ve birbirlerinden kaçmadıklarını
nakleden İbn Fazlan’a eleştirel yaklaşmaktadır. Burada İbn Fazlan’ın
seyahatnâmesini ilgi çekici kılmak adına böyle fantastik bir hikaye yazdığına
değinen yazar, Türk gelenek ve göreneklerinde hiçbir zaman bu gibi durumla
karşılaşılmadığını da belirtmekten kaçınmamaktadır.
Yazar, eserinde İbn Fazlan’ın İtil Bulgarları hakkında verdikleri bilgilerin
çoğunda küçümseme, pis, kaba ve ahlaksız olduklarına vurgu yaptığını
belirtmektedir. Bu durum üzerine yoğunlaşan yazar İbn Fazlan’ın
seyahatnâmesinde bu tarz bilgiler vermesinin nedeni olarak Abbasi devlet
yönetiminin halifenin Türk asıllı annesi Şağab Hatun’un elinde olmasından
kaynaklandığını ileri sürmektedir. Abbasi devlet yönetimindeki Türkleri küçük
düşürmek ve onlardan öç almak için eserinde böyle malumatlar verdiği
yorumunu yapmaktadır.
Yazar, eserinde İbn Fazlan’ın İtil Bulgarlarının yıldırım düşen eve asla
yaklaşmadıklarını ve bunun yanında içinde insan, eşya vb. ne varsa öylece
bıraktıklarını söyler. Buna da Türklerdeki doğa olayları karşısında korktukları
için tabiat olaylarını kutsallaştırdıklarını söylemektedir. Bunun dışında İbn
Fazlan’ın şaşırdığı bir başka olay ise zeki insanların asılmasıdır. Fazlan bunu
Tanrıya insan kurban etmek şeklinde aktardığı halde yazar, Türklerde Tanrıya
314 | USAD Fadime KOÇAK
insan kurban edilmediğini, bu olayın, zeki kişilerin Tanrıya hizmet bağlamında
asıldığını söylemektedir.
Yazar, eserinde İbn Fazlan’ın İtil Bulgarlarındaki matem adetlerine de
değinerek ölen kişinin yakınlarının en vahşi şekilde bağırarak ağladıklarını
nakletmiştir. Bu kişilerin hür adamlar olduğunu ve onların matemleri bitince
ardından kölelerin gelerek kendilerini kırbaçladıklarını aktarmaktadır. Bunun
dışında dikkat çeken bir başka durum ise ölen kişinin çadırının kapısı üzerine
bayrak asılması ve iki sene bu matemin devam ettiğini nakletmektedir. Matemin
ise iki sene sonunda bittiğin de kapısı üzerindeki bayrağın indirilip, çadır
halkının saçlarını kestiklerini ve bir ziyafetle matem havasından çıktıklarını
nakletmektedir. Yazar, bu bilgilerin İtil Bulgarlarının sosyal statülerine ve
ekonomik durumlarına göre cenaze törenleri yaptıklarına ve onların hayat
şartlarını yansıttığı şeklinde değerlendirir.
Eserin üçüncü bölümü, İtil Bulgarlarının Kültürel ve Dini Hayatlarına
ayrılmıştır. Yazar, seyahatnâme de İtil Bulgarlarının giyimleri hakkında bilgi
verilirken halifenin hediyelerinden sonra kalpaktan bahsedildiğini aktarmıştır.
Yazar, İbn Fazlan’ın ‘kalansuva’ şeklinde naklettiği kalpağın Türklerin giydikleri
şapka olduğunu söylemiştir. İtil Bulgarlarının dini hayatları hakkında yazar, İbn
Fazlan’ın hutbe de hükümdar adını ‘Ey Allah’ım, Bulgar hükümdarı Yılvatar’ı
ıslah et’ şeklinde zikredilmesinin yanlış olduğunu ve hükümdarı uyardığını
aktarmıştır. Bu konuyu ayrıntılı bir şekilde değerlendiren yazar, hutbede ‘Ey
Allah’ım, Bulgar hükümdarı Yılvatar’ı ıslah et’ şeklindeki ifade üzerine durmuş
ve bunu İbn Fazlan’ın şu şekilde düzelttiğini nakletmiştir: Hüküm sahibinin
ancak Allah olduğu için hutbe de Allah’tan başkasının böyle anılamayacağını,
halife için bile hutbelerde Allah’ın kulu ve halifesi denilmekle yetinildiğini söyler.
Bunun dışında yazarın üzerinde durduğu bir başka konu ise hükümdarın adıdır.
Bulgar hükümdarının İbn Fazlan’a kendi adının hutbe nasıl okunmasının caiz
olduğunu sorar. İbn Fazlan’ın kendi ve babasının adıyla okunmasının caiz
olduğunu belirtince hükümdar, kendi adının bir kâfir tarafından verildiği için,
hutbede okunmasını istemediğini belirtir. Bundan sonra halifenin adını sorar ve
halifenin adını almasının doğru olup olmadığını bilmek ister. Fazlan; doğru
olacağını söyleyince kendi adını Ca’fer babasının adını da Abdullah olarak
değiştirdiğini bildirir. Yazar, burada hükümdarın dini terminolojiye hâkim
olarak konuşmasına dikkat çeker. Caiz, kâfir ifadelerinin ne anlama geldiğini iyi
bilmekte ve hükümdarın dini bilgisinin iyi olduğu şeklinde değerlendirmektedir.
Yazarın, eserinde tartıştığı bir başka konu ise kamet meselesidir. İbn
Fazlan’ın kamet hakkında bilgi verdiğini ve Hanefi mezhebine göre iki defa
İbn Fazlan Seyahatnâmesi’ne Göre İtil Bulgarları | 315
okunan ifadeleri birer defa okunmasını istediğini aktarmaktadır. Nihayetinde
Hanefi mezhebinde ezanda olduğu gibi namazın başı ve sonu hariç kamet
ifadelerinin ikişer defa tekrar edildiğini söyleyen yazar, bunu İtil Bulgarlarının
İslam’ı, Hanefilerden öğrendikleri şeklinde yorumlamaktadır. İbn Fazlan’ın
kameti birer defa okunmasını söylediği hatta halifenin sarayında da birer defa
okunuyor demesi üzerine değiştirilmiştir. Ancak daha sonra kamet tekrar ikişer
defa okunmuştur. Yazar, burada dikkat çeken hususun İbn Fazlan’ın halifeyi de
kullanarak bunu dayatmasının nedeni üzerine durmaktadır. Abbasilerin ve İbn
Fazlan’ın Şafii mezhebine bağlı olduklarını ve muhtemelen Bulgarlardan kendini
üstün görme, onların hiçbir şeyini beğenmeme ve her şeylerine müdahale hakkını
kendinde görme psikolojisinden kaynaklandığı sonucuna varmaktadır.
Eserin sonuç kısmında İtil Bulgarlarının nasıl Müslüman olduğu hakkında
bilgi veren yazar, İtil Bulgarlarının ticaret yoluyla İslamlaştığını fakat hangi
tarihte Müslüman oldukları konusunda kesinlik olmadığını söylemektedir.
Ekler kısmıyla İtil Bulgarlarının coğrafyası, komşu devletleri, Abbasi
devletinin coğrafi haritası ve İtil Bulgarlarının soy kütüğü verilerek okuyucunun
istifadesine sunulmuştur.
Yazar, eserini kaleme alırken birçok yerde de naklettiği gibi İbn Fazlan
Seyahatnâmesi, İtil Bulgarları hakkında noksan kaldığını söylemektedir. Bu
sebeple aydınlatıcı bazı bilgiler aktaran Seyahatnâmenin, birçok muasır kaynakla
karşılaştırılarak değerlendirilmemesi eserin eksik yönünü göz önüne sermektedir.
Ancak, seyahatnâmelerin Türk tarihi açısından önemli olduğu ve ülkemizde
yeni yeni hak ettiği değeri gördüğü bir dönemde böyle güzel bir eserin Türk
tarihine kazandırılması elbette İtil Bulgarları hakkında yeni kapıların açılacağını
bizlere göstermektedir.
316 | USAD Fadime KOÇAK
USAD, Bahar 2019; (10): 317-322
E-ISSN: 2548-0154
ULUSLARARASI SELÇUKLU TARİHİ VE
TARİHÇİLİĞİNİN TEMEL MESELELERİ SEMPOZYUMJU
(4-6 NİSAN 2019- KONYA)
INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE MAIN ISSUES OF
SELJUK HISTORY AND HISTORIOGRAPHY
(4-6 April 2019- KONYA)
Selma DÜLGEROĞLU*
Türk Tarih Kurumu, Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları Merkezi ve
İstanbul Üniversitesi iş birliğiyle Konya’da düzenlenen “Uluslararası Selçuklu
Tarihi ve Tarihçiliğinin Temel Meseleleri Sempozyumu” 4-6 Nisan tarihleri
arasında Konya Bayır Diamond Hotel’de gerçekleştirilmiştir.
Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze kadar Selçuklu tarihi ve
tarihçiliğinin temel meselelerinin tespit edilerek ortaya konulduğu, çözüm
yollarının bilimsel bir zeminde tartışıldığı sempozyum, Selçuk Üniversitesi
Selçuklu Araştırmaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. Mehmet Ali Hacıgökmen,
Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Refik Turan, İstanbul Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Mahmut Ak’ı temsilen Prof. Dr. Muharrem Kesik, Selçuk Üniversitesi
Rektörü Prof. Dr. Mustafa Şahin ve Konya Valisi Cüneyit Orhan Toprak’ın açılış
konuşmaları ile başlamıştır.
Açılış konuşmalarının ardından Antalya Olgunlaşma Enstitüsü’nün
hazırladığı kadim tarihimizi gelecek kuşaklara aktaracak olan Anadolu Selçuklu
Dönemine Ait Giysi Replikaları sergisi açılışı gerçekleştirilmiştir.
*
Doktora Öğrencisi, Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ Anabilim Dalı, Konya/
Türkiye, sdulgeroglu@selcuk.edu.tr, https://orcid.org/0000-0002-9908-3031.
Gönderim Tarihi: 26.06.2019
Kabul Tarihi: 26.06.2019
318 | USAD Selma DÜLGEROĞLU
Prof. Dr. Refik Turan’ın moderatörlüğünde Prof. Dr. Mikail Bayram, Prof. Dr.
Tuncer Baykara, Prof. Dr. Abdülkerim Özaydın ve Prof. Dr. Salim Koca’nın
katıldığı açılış panelinin ardından, Mehmet Altay Köymen, Osman Turan ve
Fuad Köprülü salonlarında, Selçuklu tarihçiliğinin önde gelen yerli yabancı 90
akademisyenin katılımıyla 17 oturumda iki gün süre ile Selçuklu tarihi meseleleri
ve çözüm yolları üzerine konuşmalar yapılmıştır.
Üçüncü gününde düzenlenen Beyşehir gezisi kapsamında Eşrefoğlu Camii ve
Kubâdâbâd Sarayı’na gidilerek Selçuklu sanatı yerinde incelenmiştir.
Uluslararası Selçuklu Tarihi ve Tarihçiliğinin Temel Meseleleri Sempozyumu| 319
Fotoğraf 1- Protokol Konuşmaları
Fotoğraf 2- Anadolu Selçuklu Dönemine Ait Giysi Replikaları Sergisi Açılışı
320 | USAD Selma DÜLGEROĞLU
Fotoğraf 3- Anadolu Selçuklu Dönemine Ait Giysi Replikaları Sergisi
Fotoğraf 4- Açılış Paneli
Uluslararası Selçuklu Tarihi ve Tarihçiliğinin Temel Meseleleri Sempozyumu| 321
Fotoğraf 5- Sempozyum Kapanış
Fotoğraf 6- Kubâdâbâd Sarayı
322 | USAD Selma DÜLGEROĞLU
Fotoğraf 7- Eşrefoğlu Camii