Pişmiş aşa soğuk su katma !
İcat çıkarma başımıza…
Çomak sokma dönen tekere…
“Bir sen mi akıllısın ?” dedirtme kendine.
Bu kent;
Türk dilinin en güzel yakıştırmalarından biridir
ve doğrusu, “Sebilhâne bardağı”dır, malûm.
Sıra sıra dizilmeyi, dizilenleri (ve az biraz da, kuru kalabalığı) tarif eder.
Çeşme, Sebil, Şadırvan (ve hattâ çeşmelerden evlere su taşıyan kişiler olan ”Saka”lar…),
“Selçuklu ve Osmanlı’nın, kadîm su kültürü”ne sembol olmuş sözcüklerdir.
İstanbul’dan yayılarak gelişen su mimarîsi, zirvede “sebil” görünümüyle somutlanmıştır.
2007’den beri kullandığım; “Kornişon” sınıfındaki aracımı vizeye götürdüm. İlk dakikalarda, her şey yolunda görünüyordu. Ama muayene hattının sonuna doğru, teknisyenlerin yüzü asıldı. Aracımla doğrudan ilgilenen arkadaş, birkaç kez kapıları açtı ve içeriye baktı; pek mutlu gözükmüyordu. Sonra başka arkadaşlarını çağırdı yanına. Onlar da (kişi başına ve ayrı ayrı olmak üzere…) birkaç kez kapıları açıp içeri baktılar. Onların da yüzünde aynı hayal kırıklığı vardı. Yetmedi, âmirlerini çağırdılar; o da geldi, kapıyı açtı; Sağdan ve soldan birkaç kez, dikkatle içeriyi kontrol etti. Hayli sıkıntılı ve mutsuz görünüyordu; yüzündeki dehşet ifadesini saklamaya çalışarak masasına döndü. Hepsinin, beden dillerine yansıyan endişe giderek büyüyordu…
Ayaklarımın beni arabama doğru sürüklediğini hatırlıyorum. “10 yıldır kullandığım aracın içinde, herkesi bu kadar heyecanlandıran ve ürküten ne olabilir ?” düşüncesiyle kapıyı açtım. Gözlerimi kapattım ve bir besmele çekerek korka korka başımı uzattım içeriye. “Game of Thrones” efektiyle karışık bir “sürprize” hazır vaziyette, yavaşça açtım gözlerimi… Ne mi gördüm ? “Bond, James Bond…” Yani, bildiğim, bildiğiniz otomobil ! Arka tarafa iki büklüm olmadan geçemediğiniz, Misafirlere “aman başınızı vurmayın, ayağınız takılmasın…” diye tenbih ettiğimiz; “Hobbit Style”, çoktan 200 bin kilometreyi devirmiş arabam… “Senin aklının, bilgi ve görgünün yetmediği, anlayamadığın bir şeyler var ya, haydi hayırlısı…” diyerek, çaresizlik içinde, beklemeye başladım.
Bir 10 dakika sonra, heyet halinde bana doğru yürümeye başladılar. “Hastayı kaybettik, başınız sağolsun…” renginde bir teessür vardı yüzlerinde. Allah için, çok naziklerdi. Benim arabamla ilgilenen teknisyen, arkadaşlarından bir adım kadar öne çıktı ve kötü haberi söyleyiverdi: “Beyefendi, aracınızda ağır bir kusur tespit ettik; bunu gidermeniz lâzım…”
“Yapmayın ! Sorun nedir ?” /
E pek normal ! “Şehr-i Fuar”ın, “fuarlı günlerine ilişkin” (başta trafik olmak üzere…)
başka hiçbir meselesi olmadığına göre,
mesele haline getirilecek yapay bir şeyler icat etmek icap eder.
Pek çok tarifi bulunmasına rağmen siyaset,
“ileri gelenlerle, ileri gidenlerin mücadelesi”
Ve pek çoğumuz, nezaketimizden, “asıl düşündüğümüzü,
kullanmak istediğimiz -ağız dolusu ve okkalı- sözcüklerle” anlatamıyoruz ya ?
Bu sefer tersini yapmaya karar verdim.
Eski bir dostun, “şunu düşünüyorum” cümlesinden yola çıktım.
“Trafik, bu kadar mı rezil edilebilir ?
Bu kadar mı yavaş ve laubali çalışılabilir ?
Çünkü bu başlığı farklı kılan,
İçindeki “şehir” vurgusu,
ya da bir “orta öğretim” kurumu olduğunu anlatma niyeti değil.
Adını “Atatürk”ten alan okulların,
“bağımsızlık karakterimdir…” diyen ayrıcalıklı hallerini
anlatmak için kaleme alındı...
Körfez’de, su yolunun bu kadar kısır kullanılmasına anlam veremiyorum.
Tramvay seçeneğinin hâlâ hoş bir kent mobilyası ayrıntısından ve Eskişehir özentisinden öteye geçemeyeceği kanaatindeyim.
Bu kentte bilinçli veya bilinçsiz sanatın ve sanatçının bu kadar değersiz kılınmasını içime sindiremiyorum.
Sporun (masa tenisi ve buz patenindeki göstermelik çalımlar dahil) yerel yönetimlerin “umurunda olmamasını ayıplıyorum.
İzmir’in hiçbir şey için politika üretememesine içerliyorum.
Bu kültürel altyapının vizyon sahibi (yeterince) yerel yönetici yetiştirememesini yadırgıyorum.
“Yontulmuşlar ve yontulmamışlar” üstüne, geçenlerde yazdığım yazının daha mürekkebi kurumadan, bu iki “figür”, tâlihsiz ülkemin gündeminde yine karşı karşıya geldi. Buradaki “ironi ve kara mizah”, ben kendimi bildim bileli, eline geçirdiği çeşitli aletler ile heykellere saldıranların, “aklî dengesinin yerinde ve mevcut aklının da yeterli olmadığı”nın (standart bir şekilde) anlaşılmasıdır (?!) Bu durumdan bir vazife çıkarttım. “Kesici ve delici âletler” üstüne üretilmiş “Deyim ve Atasözleri” arasında küçük bir gezinti yaptım ve gördüm ki, “kazma, balta, nacak, orak, keser…” (hattâ bu yazıda konu edilmeyen, kılıç, bıçak, iğne, çuvaldız, mızrak…) gibi âletler için üretilmiş, türetilmiş, yakıştırılmış veya uydurulmuş, hemen hepsi kalıplaşmış ve insanımızı tasvir eden onlarca cümle var. Deyim ve Atasözü ayrımını ince ince dikkate almadan, bu insan tiplerini genelleyeceğim…
Meselâ, “Oldu olacak, kırıldı nacak…” kabullenişi; görünüşte, “olanlar oldu, iş işten geçti, yaşananlar geri dönülemeyecek bir hâl aldı. Artık bunu kabul etmek lâzım…” anlamında kullanılır. Oysa ve pekâlâ, herhangi birinin, “ana rahmine düşmesi tâlihsizliği”ni, yıllar sonra yâd etmeniz gerektiğinde de, bu deyimin sözel zenginliğine müracaat edip, meseleyi “ağzınızı hiç küfüre filân bulaştırmadan” hicvetme şansınız vardır.
“Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner…” iddiası, popüler kültür tarafından, son yıllarda, “bir gün hesabı sorulur, intikamı alınır…” hoyratlığı içinde bozuluma uğratılmış olmakla birlikte, aslında, “…kimi şeylerin, sürekli olarak tasarlandığı gibi olamayacağını, bir gün gelip tersinin de gerçekleşebileceği”ni anlatmak için sarf edilir. Ama siz niyete bakın ! Oysa ve pekâlâ, herhangi birinin, “beklenmeyen, yadırgatıcı, beceriksiz, seviyesiz ve hayal kırıklığı yaratan halleri”ni tarif için de bu deyime sarılabilir; hattâ kişinin döneklik hali yerince vahimse, kendisini buradan alıp, (-oradan oraya boş gezmekten kurtulamadı- anlamındaki) “bir baltaya sap olamadı…” deyiminin kollarına da bırakabilirsiniz. Böylece, bu durumdaki kişinin, “keserle sap arasında, belirsiz, kaypak, omurgasız ve dönüşümlü bir karakteri olduğu”nun altı da, kuvvetlice çizilmiş olur.
Bunun beraber, “Attan düşene yorgan döşek, eşekten düşene kazma kürek…” mukayesesine yüklenen anlam, birden çoktur. Ama yaygın olarak, “Attan düşenin, bu kazayı yaralanmakla atlatabileceği, eşekten düşenin ise ölüm tehlikesi bulunduğu” yakıştırması kullanılır.