(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Murat Yetkin" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Murat Yetkin" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Murat Yetkin

Murat Yetkin

ABD’nin İdlib suçlaması altında ne var?

1 Ağustos 2017

Niye gülmesin ki? ABD Başkanı Donald Trump’ın Rusya’ya yaptırımları onaylamasına cevap olarak Rusya ilk adımda 755 Amerikalı diplomatın ülkeyi terk etmesini istedi; Rusya’nın ABD’de 450 kadar diplomatı vardı, sayı onunla eşit olmalıydı.

İlginç olan Rusya’dan gelen açıklamalarda “Şimdi sırası mıydı? Suriye’de ne güzel işbirliği yapıyoruz” hatırlatmasının olması. Rus diplomasisinde bunun anlamı “Bizi biraz daha zorlarsanız Suriye’de külahları değiştiririz” demektir.

Rusya halen Suriye’deki Beşar Esad rejiminin en önemli dayanağı durumunda. Bütün Orta Doğu, Akdeniz ve Kuzey Afrika’yı kapsayan Tartus deniz üssü ve Suriye iç savaşı sırasında kurup yerleştirdiği Hmeymim hava üssü yanı sıra, güçlü bir istihbarat/özel kuvvet varlığı bulunuyor Suriye’de. Ayrıca İran Devrim muhafızları, Hizbullah ve Nusayri milisler de Rusya’nın Suriye’de eli kolu sayılır, tabii Suriye silahlı kuvvetlerinden geriye kalanları da saymalıyız.

Özetle Rusya ile arayı bozmuş bir ABD’nin Suriye’de rahat hareket etmesi mümkün değil.

Keza bugün ABD piyadesi olarak IŞİD’e karşı savaşan PKK/YPG milislerinin böyle bir durumda, Şam’la iyi bir anlaşma karşılığında Amerikalıları yarı yolda bırakacağını da doğal karşılamak lazım.

Zaten Ankara’dan iki de bir yükselen “Afrin’e girdik gireceğiz” sesleri altında PKK’nın ABD’ye “Biz sizin için ölürken siz bizi Türkiye’ye karşı savunmuyorsunuz” –hadi şantajı demeyelim- siteminde bulunmadıklarını var saymak da saflık olur.

İşte bu ortamda daha önce Barack Obama’nın sonra Donald Trump’ın IŞİD ile mücadele özel temsilcisi olan Brett McGurk, 29 Temmuz Cuma günü Washington’daki Orta Doğu Enstitüsünde Ankara’nın tüylerini diken diken eden bir konuşma yaptı ve mealen şunları söyledi:

McGurk’ün bu konuşmasından sonra Türkleri aramasına gerek bırakmadan Dışişleri Müsteşar Yardımcısı Sedat Önal, McGurk ile “Ne söyleyeceksen söyle ama şunları da dinle” kıvamında bir konuşma yaptı. Önal konuşmada, yine mealen şunları söyledi:

Yazının devamı...

İsrail’le gerilimin başka hassas boyutları var

31 Temmuz 2017

Bunun bir işareti de dün İstanbul’da Saadet Partisi’nin çağrısıyla yapılan Kudüs Mitingiydi. Erdoğan bir yandan kendi doğrusunu savunmaya çalışır, diğer yandan krizi uluslararası zemine yayarak kontrol altına almaya çalışırken, AK Parti tabanına etki imkânı olan muhafazakâr, İslamcı, milliyetçi çevreler onu İsrail’e karşı daha sert tavra zorluyor.

Neler olduğunu anlamak için krizin nasıl geliştiğini hatırlayalım.

Erdoğan’ın bu adımı atarken bir amacı, başta da vurguladığımız gibi Suudi Arabistan ve Mısır gibi Sünni Arap ülkelerinin de bir tavır almasını sağlamak, almıyorlarsa da bunun bütün Müslüman ülkeler tarafından görülmesini sağlamak.

Erdoğan böylelikle sorunu uluslararası zemine yayarak hem dış, hem de iç politikadaki yükünü azaltmayı hedefliyor.

Dış politikada manzara az çok belli, ama iç politikada daha karışık.

CHP, HDP ve MHP de İsrail hükümetini yaptıklarından dolayı kınıyorlar, ama Erdoğan’ın baş ağrısı onlarla değil; daha çok (MHP Genel Merkez dışındaki) milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı parti, grup ve hatta cemaatlerle.

Nasıl siyasi rakipleri Netanyahu’nu Türkiye’ye karşı daha sert davranmaya itiyorsa, Saadetinden BBP’sine İHH’sından (15 Temmuz askeri darbe girişimiyle birlikte devletten tasfiye edilmekte olan) Fethullahçıların yerini almaya talip diğer İslami cemaat üyelerine dek pek çok kesim de Erdoğan’ı daha sert bir çizgiye çekmek için adeta rekabet içinde görünüyorlar.

Erdoğan’ın 2019 hedefiyle AK Parti’yi yeniden yapılandıracak olması, milliyetçi, muhafazakâr, İslamcı kesimde “yeni AK Parti’de” yer tutma, ya da ittifaklar siyasetiyle konum kazanma iştahını kabartmış durumda. 16 Nisan referandumuyla kendisini de yüzde 50 artı 1 oya bağlayan Erdoğan, bu kesimi bir şekilde 2019 sandığında yanında görmek istiyor.

Yazının devamı...

Gazeteci tutuklamak son bulmalı

29 Temmuz 2017

Dün İstanbul 27’inci Ağır Ceza mahkemesindeki duruşmalarının beşinci gününde tutuklu gazeteci meslektaşlarımızın morali yüksekti. Hâkim Abdurrahman Orkun Dağ’ın ara verdiği sırada jandarmaların arasından da olsa arkadaşlarımızla hal hatır sorma fırsatı bulduk.


Kendisi de gayet formda görünüyordu ama Kadri Gürsel “Kilo vermişsin biraz” diye takıldı; en son bir yıl kadar önce görüşmüştük. Biz de Tayfun İçli ile Murat Sabuncu’nun özenle şekil verilmiş sakalına takıldık. Ahmet Şık’ın da morali iyiydi “Herkese selam” diye seslendi sıranın sonundan.


Akşam saatlerinde gazetede çalışırken savcı Hasan Bölükbaşı’nın her üçünün tutukluluğunun da devamını istediği haberi geldi. Üstelik Ahmet Şık’ın “Savunma değil, itham” diyerek verdiği ifade için de suç duyurusunda bulunulmuştu.


Yazının devamı...

Erdoğan’ın aklında yeni bir şey mi var?

28 Temmuz 2017

Hayır, dış politikadaki son gelişmeler değil kast ettiğim. Neticede İsrail çıkışı sonuç aldı, İsrail Mescidi Aksa etrafındaki parmaklıkları ve metal detektörlerini kaldırdı, Filistinliler içeri girdi, Ankara’dan da “durumu koruyalım” mesajı geldi. Almanya ile geçen hafta başlayan kriz, her iki taraftan yatırımcıların devreye girmesiyle yatışmaya başladı. Suriye’de işlerin Ankara açısından iyiye gittiği söylenemez pek, özellikle Guta’da muhaliflerle Beşar Esad güçleri arasında ateşkesin Mısır’ın devreye girmesiyle sağlanabilmesinden sonra; ama dramatik bir gelişme de yok.

Gerçi daha çok iç siyasete, Türkiye’nin izleyeceği yöne dair olacağı izlenimi veren yeni Erdoğan hamlesinin işaretlerinden birisi dış politikayı da ilgilendiriyor.

Son Dışişleri büyükelçi atamalarında Merve Kavakçı’nın Kuala Lumpur Büyükelçisi atanması böyle bir işaret olabilir.

Kavakçı, biliyorsunuz 1999’da Fazilet Partisinden milletvekili seçildiğinde zamanın Başbakanı Bülent Ecevit ve DSP grubunun protestosu sonucu milletvekili yemini ettirilmemiş, seçilip geldiği halde vekil olmaya hak kazanamamıştı.

Ecevit ve DSP grubu Kavakçı’nın başının kapalı olmasının Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden laikliğe aykırı olduğunu düşünüyorlardı.

Kavakçı’nın onunla birlikte Genel Kurul salonuna girip yanında duran, bugün “FETÖ üyesi olarak 15 Temmuz darbe girişiminden haberli olmak” suçlamasıyla tutuklu olarak yargılanan Nazlı Ilıcak dışında doğru dürüst savunanı olmamıştı.

Bu olay o dönem çok tartışılmış ve Fazilet bünyesinden çıkan AK Parti’yi 2002’de iktidara taşıyan yolda iz bırakmıştı.

Kavakçı, kısa süre önce ABD vatandaşlığından yeniden Türk vatandaşlığına kabul edildi ve 26 Temmuz’da Türkiye Cumhuriyetini Malezya’da temsil etmek üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından görevlendirildi.

Yazının devamı...

Gazeteci arkadaşlarımın bırakılacağını umuyorum  

27 Temmuz 2017

 

 

Çünkü sadece 23 Temmuz’dan bu yana yargı karşısında tutuklu olarak yargılanan 11 meslektaşımızdan 9’u basın kartı sahibi. Daha doğrusu yargı karşısına çıkarılmak için bekledikleri 267 gün öncesine dek öyleydiler, eğer Basın Yayın Genel Müdürlüğü o arada bir de yıllarını mesleğe vermiş arkadaşlarımızın basın kartlarını iptal etmişse, bunun yasal karşılığı olsa da bir meşruiyeti olamaz.


Diğer davalardan basın kartı sahibi meslektaşlarımızdan kartları “çalışmıyor” diye, ya da başka gerekçelerle iptal edilenler olup olmadığı bilgisi yok. Eğer öyleyse de gazetecilik mesleğinin Başbakanlık Basın ve Yayın Genel Müdürlüğü tarafından verilen kartlara bağlı olmadığını, onların yalnızca yasal olarak belli yerlere girmek işlevi olduğunu hatırlatmakta da fayda var. Zamanında “irtica” fişlemeleriyle basın kartı verilmemiş olan meslektaşlarımızın şimdi bu uygulamaya da karşı çıkmalarını beklemek saflık sayılmamalı.


Kadri Gürsel gibi hayatının 35 yılını gazeteciliğe vermiş bir meslektaşım, arkadaşım hâkim karşısında kendisine gelen ve cevaplamadığı anlaşılan mesajların ByLock kullanıcısı Fethullahçılara ait olduğunu nereden bileceği sorusuyla savunma yapıyorsa ortada yalnız bir hukuk sorunu değil, bir insaf, bir vicdan sorunu da var demektir.


Yazının devamı...

Basın özgürlüğü adına harika bir gün, değil mi?

24 Temmuz 2017

Bu aslında 108 yıllık geçmişe sahip bir konu. İkinci Meşrutiyet 1908’de İkinci Abdülhamit’in baskıcı rejimine son verirken, basın üzerindeki resmi sansürüne de son vermişti. Kutlanan oydu. Yoksa Türkiye’de basın, tarihinin hiçbir döneminde belki biraz, o da nispeten, 60’ların sonu 70’lerin başı, biraz 90’ların sonu ve 2000’lerin başı dışında tam olarak özgür oldu demek zor.

Tesadüfe bakın ki Cumhuriyet gazetesinin yazar ve yöneticileri Türk basınında resmi sansürün kaldırılışının 108’inci yıldönümünde mahkeme önüne çıkıyorlar; tutuklanışlarının tam 267’inci gününde, ilk kez.

Meslektaşlarımız birbirinden ayrı iki terör örgütüne, hem Fethullah Gülen’in devlet içindeki yasadışı örgütlenmesine (FETÖ) hem de yasadışı PKK’ya aynı anda yardım etmek ve casusluk yapmakla suçlanıyor.

Gerekçesi, 2015 yılında yaptıkları MİT kamyonlarının 2014 başında Suriye iç savaşında çarpışan muhalif örgütlere askeri malzeme taşırken jandarma tarafından basılması haberi. Daha doğrusu, şimdi AK Parti hükümetiyle eski müttefikleri Fethullahçıların çatışmasının bir parçası olduğu görülen haberin daha önce yayınlanmış ama sonradan milli güvenlik gerekçesiyle mahkemece kısıtlanmış bölümlerine dair ayrıntılarının yayınlanması.

Haberi Cumhuriyet’e basan o dönemin Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar, Ankara Temsilcisi Erdem Gül ile bir süre hapis yattıktan sonra tahliye edilip Almanya’ya gitmişti; dönerse yeniden tutuklanması muhtemel. Can’ın hapishane anılarında haber kaynağının Fethullahçılar değil de bir CHP milletvekili olduğunu yazması, malum, olayların akış yönünü değiştirmişti. Polis Can’ın telefonuyla CHP milletvekili (hatta o dönem Hürriyet Genel Yayın Yönetmenliğinden ayrılmış, ama henüz milletvekili seçilmemiş olan) Enis Berberoğlu’nun telefon sinyallerinin o günlerde bir araya geldiğini bulmuştu. Buluştukları yer de Cumhuriyet bürosuydu.

Enis bu “kanıt” nedeniyle terör örgütüne yardımcı olmak ve casusluk suçlamalarıyla yargılandıktan sonra 14 Haziran’da 25 yıl hapse mahkûm edildi ve Maltepe cezaevine kondu. Bu mahkûmiyet, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun 25 günlük Ankara-İstanbul “Adalet Yürüyüşüne” başlamasını tetikledi.

Burada önemli bir parantez açmak zorunluluğu var. Enis’in kızı Dilara Berberoğlu, Güneş gazetesinin 20 Temmuz’da birinci sayfasında hedefe kondu. “Babasının izinde” başlığı altında “Mülteci Hakları Merkezinde” çalışan genç avukat Dilara aleyhine, çalıştığı yerin Avrupa Birliği’nden (AB) mülteciler için mali yardım aldığı (ki hükümet de bunu istiyor) yazılıyordu. Aynı AB Uluslararası Af Örgütüne de yardım ediyordu. Dolayısıyla geçen hafta Büyükada’da tutuklanan –ve birisinin Alman olması nedeniyle Almanya ile yeni bir kriz başlatan- insan hakları savunucularıyla bağlantılı sayılırdı. Sahipliğini AK Parti MKYK üyesi, inşaat müteahhiti ve savunma sanayicisi –Enis Berberoğlu’nu da şahsen tanıyan- Ethem Sancak’ın yaptığı gazeteye göre onlar “casus” olduğuna göre bunlar da casus sayılırdı. Bu örneğin işlerin ne kadar çirkin noktalara gidebileceğine dair bir işaret olmayacağını umalım.

Devam edersek, bugün yargılanmaya başlayacaklar arasında olan dış politika yazarı Kadri Gürsel, benim de üyesi olduğum Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Türkiye şubesi başkanıdır. Mesleki hayatı boyunca terör eylemlerinin karşısında durmuş, hem PKK eylemlerini, hem Fethullahçıların yasa dışı işlerini kınamış bir gazetecidir.

Yazının devamı...

Sıcak Analiz: Yeni 6-7 Eylül kışkırtmasına dikkat

21 Temmuz 2017

Herkesin barışçı olduğu, şiddete dökülmediği sürece protesto gösterisi yapma hakkı var ve olmalı; Anayasanın 34’üncü maddesi böyle söylüyor.

Ancak dün akşam göstericiler sinagogun kapısını tekmeleyip, taşlamış ve göstericiler adına konuşan, kendisini Alperen Ocakları İstanbul İl Başkanı Kürşat Mican olarak tanıtan kişi ajans haberlerine göre şunları söylemiş: “Siyonistler aklını başına alsınlar. Bizim kardeşlerimizin ibadet özgürlüğünü engellemesinler. Nasıl orada bizim ibadet özgürlüğümüzü engelliyorsanız, biz de sizin burada ibadet özgürlüğünüzü engelleriz. Nasıl bugün burada durduysak, yarın da geliriz. Buradan içeriye giremezsiniz.”

Yani bu eylemde yalnızca şiddet ve şiddeti artırarak sürdürme tehdidi yanı sıra Anayasanın 24’üncü maddesiyle güvenceye alınmış ibadet özgürlüğüne engelleme tehdidi de var; eylem sonunda gözaltına alınan, ifadesine başvurulan ise olmamış.

Eylemcilerin İsrail hükümetinin Mescid-i Aksa’ya yönelik bir tasarrufu üzerine sokağı hareketlendirenlerin Türkiye’deki Yahudi toplumunu ve ibadet özgürlüğünü hedef almaları yalnızca yanlış değil, çok da sakıncalı.

Mescid-i Aksa’daki gelişmelere Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan en üst düzeyde müdahil olmuş vaziyette. Erdoğan dün 20 Temmuz’da hem Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, hem de İsrail Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin’i arayarak tepkisini dile getirmiş bulunuyor. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın bugün Cuma namazı sırası ve sonrasında meydana gelebilecek tepkiler konusunu dile getirdi.

Bu konuda çeşitli derneklerin, baskı gruplarının bugün Cuma namazı sonrası protesto gösterisi çağrısında bulunuyor. Şiddet içermediği sürece Anayasal haklarıdır. Ancak tepkiler şiddet tehdidi içerecek şekilde Türk toplumunun parçası, vatandaşları olan Yahudi toplumuna yönelmemeli.

Yazının devamı...

Almanya krizi ciddi

21 Temmuz 2017

Krizin son perdesi 19 Temmuz gecesi Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi Ali Kemal Aydın’ın Alman Dışişleri Bakanlığına çağrılmasıyla tırmanmaya başladı. Aynı saatlerde Alman basınına Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in Türkiye ile krizi çözmek amacıyla “tatilini yarıda keserek” Berlin'e döndüğü duyurulmuştu.

Büyükelçi Aydın’a diplomatik nezaketle uğraşacak zaman olmadığı özellikle vurgulanarak ültimatom gibi bir protesto notası verildi. Notada Türkiye’de tutuklu bulunan Alman vatandaşlarının derhal serbest bırakılması isteniyordu.

Bu kişiler Die Welt gazetesinin Türk asıllı Alman vatandaşı muhabiri Deniz Yücel, Etkin Haber Ajansının Kürt kökenli Türk-Alman vatandaşı tercümanı Meşale Tolu ve geçen hafta Büyükada’daki Uluslararası Af Örgütü semineri sırasında gözaltına alınıp ardından tutuklanan insan hakları savunucusu Peter Steudner idi.

Dün akşamüzeri Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Almanların Türkiye’ye tutukluları serbest bırakmak için 21 Temmuz öğle vaktine dek süre verdiklerini de söyledi.

Yoksa ne yapacaktı Almanya?

Onu da Çavuşoğlu ona cevap vermeden önce Berlin’de bir basın toplantısı düzenleyen Gabriel vermişti. Türkiye’ye yeterince sabretmişlerdi, ama böyle gitmezdi. Türkiye’ye seyahat yasağını da, yatırımları da, yardımları da gözden geçireceklerdi.

Çavuşoğlu ise Suriyeli mülteciler için “vermediğiniz yardımı mı kesmekle tehdit ediyorsunuz?” diye sordu. Türklerin öldürmekten yargılanan neo-Nazi NSU örgütü davasının on yıldır sürdüğünü söyledi. Tutuklu Alman vatandaşlarının casusluk şüphesi altında olduklarını tekrarladı; onları Türkiye’ye gelen milyonlarca Alman turistle karıştırmamak lazımdı.

Tabii bu arada Türkiye’nin Almanya’dan ısrarla istediği 15 Temmuz kanlı askeri darbe girişimi sonrası Almanya’dan siyasi iltica talebinde bulunan –ordudan atılmış- subayların durumu var. Çavuşoğlu “Bizim parlamentomuzu bombalayanı terörist saymıyor” diye yakındı.

Yazının devamı...