(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Mehmet Özdoğan" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Mehmet Özdoğan" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Mehmet Özdoğan

Mehmet Özdoğan

Demet Akalın’a açık mektup

8 Temmuz 2017

Billur sesli Suriyeli vokalistleriniz olacak; siz izin verirseniz… Etrafınızdaki insanların mail kutuları onlardan gelen şarkı sözleriyle dolu olacak, “Demet Hanım’a ulaştırabilir misiniz?” notlarıyla gönderilmiş…

Çocukluğundan beri sizi izlemiş makyaj sanatçıları size makyaj yapmak için can atacaklar, iş isteyecekler… Belki de bir tanesinin işlerine, Youtube kanalına hayran kalacaksınız ve işe alacaksınız.

Belki bundan sonraki albümlerinizden birinde Arapça bir şarkı söyleyeceksiniz. O kadar çok hayranınız olacak ki bu ülkede; onlara kendi dillerinden ulaşmak isteyeceksiniz.

Bu, hep böyledir Demet Hanım…

Dünyanın her yerinde tarihler boyunca böyle olmuştur.

Azınlık hissettirilenlerin sahneyle, sanatla kurduğu bağ ve bu ‘var olduğunu göstermeye’ duyduğu ihtiyaç her zaman ‘çoğunluk’tan daha güçlüdür.

Ve onlar da var olduklarını göstermenin en orijinal, en takdire şayan yollarını bulacaklardır; tıpkı onlardan önce tarihin önümüze koyduğu binlerce ‘azınlık’ hikayesi gibi…

Siz talep ediyorsunuz, #Dönsünler diyerek bizzat onları muhatap alıyorsunuz konunun başka hiçbir muhatabı yokmuş gibi…

Yazının devamı...

Şeyma Subaşı nefretinin dört gizli sebebi

30 Haziran 2017

 

Çünkü biz ‘mesleksiz’ de zengin olan birçok kadını bağrımıza bastık, basıyoruz. O yüzden konuyu ‘emek’ten, ‘hak etmek’ten, ‘işe yaramak’tan tutmamakta fayda var.

Mesela Bihter… Kendisi başka bir yalıdan Ziyagil yalısına gelin gelmeseydi, bu ‘mesleksizliğiyle’ bu kadar idolleşebilir miydi? Diyelim, alt, orta veya üst-orta bir ailenin kızı olsaydı, öyle Amerikalarda filan okumasaydı ve gelin geldiği yalıda kocasının yeğeniyle aşk yaşasaydı şu anda bir ‘aşk mağduru’ olarak anılabilir miydi? Bihter’in gizli gücü ve ‘ayıp örter’i batık da olsa doğuştan gelen Yöreoğlu servetiydi.

O yüzden sebep, salt mesleksizlikten ziyade, babası o kadar da zengin olmayan mesleksizlerin zenginliği…   

Üç ay önce The Guardian’da Ben Tarnoff imzalı şahane bir yazı çıktı. Yazı özetle şundan bahsediyordu: “Yeni statü sembolü, ne kadar harcadığın değil, ne kadar çılgınca çalıştığın ve bunu gösterebilme kabiliyetin!” Yalan mı? Kendine yarattığın o suni ‘yoğunluklar’, “Öff yine mesai!” notuyla Instastory’e fırlattığın ördek dudaklar, “Benim bunlara ayıracak vaktim yok!” diye haykırırken yaşadığın tarifsiz ve bir o kadar manasız tatmin… Şeyma Subaşı, “Mesleğimin ne olacağına henüz karar vermedik, sosyallikten de namaz kılamıyorum” diyerek büyük oyunu bozuyor, hem ‘özünde kira yiyici, görünüşte butik sahibi’ o kitlenin, hem de bütün ‘sahte’ yoğunlukların meşruiyetini sarsıyor.

Çok mücevher… En güzel araba… Yatlar… Katlar… 100 bin dolarlık çantalar…

‘Koca parası yeme’ dinamikleri bunlar değil artık. Öyle olsa bile herkesi tavlamıyor, herkesi yeterince ‘uyuz’ edemiyor. Fazla demode bu devir için… Etse etse, içten içe eder; günümüz ‘cool’u kimseye açıktan açıktan “Allahım benim niye yok bu pırlantalardan?” diye dert yanamaz. Sıkıntı, bu devrin ortak, havalı ve en açıktan dile getirilebilen hayali olan “Dünyayı geziyorum, festivalden festivale hopluyorum”un el değiştirmesi… Şeyma Subaşı, onu nefretiyle var eden kitleyi mücevherleriyle o kadar da kaşıyamayacağının farkında; onları palmiyeleriyle, hindistan cevizleriyle dövüyor.

Çünkü insan, ona atfedilen değerler üzerinden tatminini bulur. Söylüyor işte; “Kötü yorum okuyunca mutlu oluyorum” diyor. Döngü böyle… Birilerinden nefret ediliyor. Nefret eden kitlenin hemen bir nefret edeni çıkıyor. Yeni nefret etme sebebi kah elitizm oluyor, kah kıskançlık… Sonra düşmanın düşmanı dost oluveriyor. Dostluk sıkı takipçiliğe, “Helal olsun”lara evriliyor. Yarısı nefret, yarısı karşı nefretten 1,5 milyon takipçi çıkıyor ortaya.

Yazının devamı...

Üç sene önceydi… Aylardan hazirandı

27 Haziran 2017

2 Haziran’da şöyle bir not düşmüşüm: “Çok şahane bir şey yapıyoruz biz burada dijital gazetecilik adına… Yakında siz de göreceksiniz. Çok heyecan! Aşırı heyecan!”

Çok çalıştık, didindik, herkes ayakta tutmaya çalıştı ama kimse göremedi o işi. Sonra ben gazeteciliği bıraktım, reklam yazarı oldum.  

7 Haziran’da Massive Attack konserindeymişiz. Vay efendim neden bu kadar dandik bir kapanış şarkısı seçmişler de; ses sistemi çok kötüymüş de… Bileti beleş bulduğumuzdan utanmayıp, “Bu ne rezalet!” diye konuşmuşuz da konuşmuşuz.

Artık kimse gelmiyor buralara. Adını sanını duymadığımız zırtapoz DJ’ler bile WhatsApp’tan ayrılık mesajı atan acımasız sevgililer gibi “Kendimi güvende hissetmiyorum, iptal ediyorum; çok özür!” yazıp yok oluyorlar.

10 Haziran’da, işinden ayrılan gazeteci bir arkadaşımın kendi girişimiyle çıkardığı yeni dergisini kutlamak için Kuruçeşme’de toplanmışız.

Güzel bir hatıra olarak kaldı o dergi de. Fazla sanattı, fazla şehirdi; bunların pek bir karşılığı yoktu artık.

13 Haziran’da Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’dan Altın Palmiye kazanan filmi Kış Uykusu’nu izlediğimi belirtmek için arkadaşlarımla bir sinema salonunda check-in yapmışım. Sonra filmden çıkmışız, uzun uzun üstüne konuşmuşuz. Sonra bir de Facebook’ta uzunca yazı yazıp, Haluk Bilginer’in oynadığı aşırı elitist Aydın karakterini yerden yere vurmuşum.

An itibariyle hislerim: “Açaydım gollarımı Aydın, gitme diyeydim”

Yazının devamı...

Bence neyi savunduğuna dikkat et!

23 Haziran 2017

Tam minimalizme sarıyorsun, “Tüketim çılgınlığıma bu beyaz kanepeyle son vereceğim” derdindesin, gururla Facebook’tan eşyalarını dağıtacağını duyuruyorsun; sonra biri kalkıp, “Canım bunların hepsi İsveç’in oyunu. Sana o dümdüz çantayı, bembeyaz sehpayı, o düz tişörtü satmak için…” diyor. 

Tam avokadoya sarılıyorsun. “Oh, hem hayvana kıymıyorum, hem de şahane protein alıyorum” diyorsun; tahini de üstüne sürüp Instagram’a koydun; “Hayatım, sen biliyor musun Meksika’da kaç bin ağaç kesilmiş bu avokado çılgınlığı için. Üstelik avokado ağaçları normalden 3 kat daha fazla su harcıyormuş!” diyerek proteinini kursağında bırakıyor.

“Koşayım ben en iyisi, herkes koşuyor” diyorsun, İsviçreli bilim adamlarından yürüyorlar: “Bir araştırma okudum; insan doğası koşmak için yaratılmamış. Hem kas kaybediyormuşsun hem de çok koşanlar hızlı ölüyormuş”

“Artık büyük kahvecilere para yedirmiyorum, mahalledeki kahveciden her hafta Guatemala kahvesi alıyorum” diye lafa giriyorsun, “Bu sefer kesin iyi bir şey yaptım galiba” heyecanı içindesin; Guatemala’da kahve işçilerinin günde 1 dolara 16 saat çalıştıkları hatırlatılıyor.

Kalpli emojilerle iştahlı iştahlı Kanada Başbakanı Justin Trudeau’nun bir aksiyonunu paylaşıyorsun Facebook’ta, altına birisi “Bu adam bu yıl Suudi Arabistan’a 15 milyar Kanada doları değerinde silah sattı, haberin var mı?” diye yorum yazıyor.

Çok kısaca şunları söylüyor sana bu yeni evrenin:

Avokadoyu sev, ye, sür ama Instagram’ında evreni kurtarmış gibi davranma.

Yine koş hobi olarak ama mutluluğun, sağlığın için yap bunu. Aslına bakarsan kimseye göstermeden de gerçekleştirebileceğin bir eylem bu.

Yazının devamı...

Tarkan olmanın dayanılmaz hafifliği

20 Haziran 2017

Eğer piyasanın gülü popçulardansanız ve yeni albümünüzle paçozluğun sınırlarını yeniden zorladıysanız, “Bunlar sanatçı değil tüccar tüccar, kaale almayınız!” derler.

Ama eğer Tarkan’sanız ve müzik hayatınızın en ‘silik’ albümünü çıkardıysanız, “Tarkan şarkıları zamanla sevilir, sabret inci tanem; SEVECEKSİN!” derler.

Oysa pop şarkıları zamanla sevilmez… Sevdirilir.

Arabada radyoyu açtığında illa ki onu duyarsın, televizyonu açtığında klibi döner, magazin programlarının VTR’lerinin fon müziği olur, Spotify’ın ilk 50 listesine girer; haftalık keşif listene sızar, Youtube “Öneriyoruz, mutlaka dinlemelisin bebeğim” diye gözüne gözüne sokar.

Olmadı mı? Senden daha zevkli olduğuna inandığın biri “Saçmalama be! Mis gibi şarkı işte” der. Bir bakmışın, sevmişin…

İyi de neden bu albümü bize sevdirmek için bu kadar uğraşsınlar ki?

Y kuşağının Tarkan’ın yeni albümünü haddinden fazla olumlama sebepleri gayet anlaşılabilir aslında... Mirgün Cabas’ın son kitabında verdiği “Eski Türkiye’nin son yılı: 2001” tarihi, tam da Tarkan’ın ellerinde ziller; tozu dumana kattığı tarihti mesela. Ve evet, hala ‘Kuzu Kuzu’nun olmadığı bir düğün, bir Türkçe pop gecesi yapayalnızdır.

Tarkan, sekstir; seksten ‘legal’ olarak bahsedebilme özgürlüğüdür. Bu albümde kesinlikle olmayan –belki biraz ‘Kedi Gibi’de - ama aslında sadece onun bir şarkıya yerleştirebileceği ‘sözleri’ vardır Tarkan’ın… Kimse bu ülkede kolay kolay “Gel gel gel güzelim, gel hiç acımayacak!” diyemez. Başkası olsa feministi ayrı, muhafazakârı ayrı döver. Ama söz Tarkan’ın ağzından çıkıyorsa, pekâlâ “Yatakta ayıp olmaz”a varabilir genel kanı.

Yazının devamı...

Dünyanın en garip aşk hikayesi

16 Haziran 2017

Ne olursa olsun, gözüne o kalemi çekmeyi ihmal etmemişti. Boyası gelmiş ama bir güzel taranmış saçları, kaşından dudağına kadar inen upuzun çiziği olabildiğince kapatıyordu.

Kocasıyla göz göze değilken bakışları bomboştu. Göz göze kaldıklarında da hayatımda kimsenin gözünün içinde görmediğim bir şefkat… Kimse kimseye o kadar kocaman “Canım” diyemezdi.

Her şeyini biliyordu. Belli aralıklarla bağırıp yerinde zıplıyordu eşi. O ataklar gelmeden, sinyalleri sadece o alabiliyor ve hemen dirseklerinden sıkıca tutup “Tamam, tamam… Canım benim, tamam” diyordu. Yüzündeki koca çiziğe rağmen ona tüm gücüyle gülümseyerek yaklaşmaktan hiç çekinmiyordu.

Acaba başlarına bu hastalık gelmeden de bu kadar cesur bir kadın mıydı?

Kocasını hastanenin güler yüzlü personeli kontrol için içeri aldığında acilin kapısında çömelip küçük küçük hıçkırarak ağlamaya başladı. Ağlarken yok olmak istiyordu büyük ihtimalle. Ve çok büyük ihtimalle yıllar içinde edindiği bir yetenekti bu. O sırada olabildiğince az yer kaplamak için çömeliyordu, olabildiğince az ses çıkarmak için içine içine hıçkırıyordu.

Dün, Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin bahçesinde karşılaştığım ve hiç konuşmadığım bu kadınla ilgili dünya kadar merak ettiğim şey vardı.

Bir insan, onca yıl aynı şeyi yaşadıktan sonra hala nasıl ağlamaya devam edebilirdi? Hem de bu kadar içten. Hem de bu kadar “Bakın çığlık çığlığa ağlıyorum” demeden. Öylece, orada alabileceği en küçük halini alıp… Titreyen elleriyle güneş gözlüklerini takıp…

Günde kaç kere ağlıyordu böyle?

Yazının devamı...

‘Adamlık’ müessesesi

9 Haziran 2017

Hayatımda kimseye vurmadım. Kimse de bana vurmadı. Cüssem her zaman iddialıydı; sanıyorum biraz da o yüzden. Annemle babam, hayatları boyunca “Bu çocuğa sizinkilerden farklı bir şey yedirmiyoruz, sormayın artık!” temalı basın toplantıları düzenlemek zorunda kaldı eşe dosta.

Ancak bu avantajımın beni nereye kadar idare edebileceğini bilmiyordum. Uyuzdum çünkü. Derslerim de baya iyiydi. Çok arkadaşım vardı. Çok gülüyordum, aşırı eğleniyordum. Kesin bir noktada birisi sebep göstermeye ihtiyaç duymadan ağzımı burnumu kıracaktı.

Olmadı ama.

Mesela lisede biri ebeme küfretti, “Ya baya da iştahlı söyledin ama ben tanımıyorum açıkçası ebemi…” diye karşılık verdim. Çocuk dayanamayıp güldü, konu oracıkta kapandı.

Telefonum denize düştüğünde, sigorta yaptırdığımız şirket “Bunu karşılamıyoruz!” dedi. Kendileriyle tek kelime konuşmayıp babamla dava ettik, üç kuruşluk telefon için iki yıl boyunca hak hukuk peşinde koştuk, bir de üstüne emsal karar çıkarttık.

Alkollüyken beni başka yollardan giderek dolandıran taksiciye, “Abijjim şimdi şöyle yapıyoruz. Ya sen bu 13 lirayı alıyorsun, ya da ben polisi arayıp ‘Dolandırıldım’ diyorum. Gece uzuyor da uzuyor. Benden 20 lira fazla alacağım derken, 200 liradan oluyorsun sonra…” demeyi de bildim anında ayılıp…

Sürekli kavga edip asla uyutmayan üst komşularımın kapısına “Bu bir boşanma avukatının numarası. Ya siz bu numarayı arayın, ya da ben bir sonraki kavganızda polisi arayacağım” diye not bıraktım. Oklavayla tavana vurmadım ya da tam kavga anında kapıyı filan yumruklamadım.

Bu meseleleri bu şekilde çözerken, doğru bir şey yapıyormuşum gibi de hissetmedim. Olması gereken oluyordu.

Yazının devamı...

Arkadaşlar, çok acil bu yazıyı okur musunuz?

2 Haziran 2017

Hafta sonu sırf direktör cc’lemek için mail atanlar…

Gece saat 12’ye “Bir iki cevap yaz toplu mail gruplarına” diye kendine alarm kuranlar…

Mükemmel bir fikri olduğunu düşünen ve saat kaç olursa olsun acilen övülmeyi bekleyen şımarık junior’lar…

Pazar sabahı 9’da kan arayışındaymış gibi ‘ÇOK ACİLLLL!’ çığlıkları atanlar…

Ama en kötüsü de hayatında artık yapacak daha iyi bir şey kalmadığından, sosyalleşme niyetiyle mesaiye kalanlar...

Hayatımız fazla mesai yüzünden eriyip gidiyorsa, sizin de emeğiniz büyük.

Eğer hayatlarımız elimizden çalınıyorsa, Türkiye 48 saatle fazla mesaide bir dünya markasıysa, bir yılda toplam yıllık iznimizin iki katı kadar fazla mesai yapıyorsak, biraz da sizin eseriniz.

Nasıl kanıksadıysak reklamlarda fazla mesaiye methiyeler düzülüyor artık. Çok çalışkan olduğu için evine gidemeyen ve hayatını şirketine adayan anne babaya güzellemeler, “Gece gündüz sizin için çalıştık ve bu şahane ürünü yarattık” diyenler… İşte bizi her geçen gün ‘esnek saatlere zaten uyumlu olmamız gerektiğine’ ikna edenler onlar aslında.

Yazının devamı...
Mehmet Özdoğan Kimdir?

Mehmet Özdoğan