(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Deniz Gök" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Deniz Gök" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Deniz Gök

Size Yaz Alaçatı Çeşme Cuppa Cuppa, Bize Zeytinyağlı Barbunya!

26 Haziran 2017

Henüz hedefim olan on kiloyu veremediğim için, bünyem yazın geldiğini reddediyordu. Taa ki yastığın sıcak olan tarafını çevirip, soğuk olan tarafına kafamı koyana dek… Ben rüyalardan rüya beğeneyim, belki de bir umut kendimi Miami’de kızgın kumlardan derin sulara attığımı görürüm diye uykuya dalmaya çalışıyordum, ertesi gün İstanbul’da uyanmayacakmışçasına.  Derken odamın içinde ARH pozitif kana susamış bir sivri sineğin vızıldamalarını duydum. Sinek hunharca bedenime konuyor, ben de mazoşist gibi sürekli kendime şaplaklar atıyordum. Tecavüz kaçınılmazsa bari zevk almaya bakayım dedim ama, bari şu sinir bozucu sesini çıkarmasaydı diye düşünmeden edemiyordum. Kendime aşırı kötü bir haberim vardı. Henüz on kilo verememiş olmama, hala her sabah İstanbul’da uyanmama, süt ötesi tenimin Eda Taşpınar bronzluğuna gelmemesine rağmen bu sefer gerçekten yaz gelmişti!

              Sabah olduğunda bugün bir çılgınlık yapayım ve işe gitmeyeyim dedim. Hazırlanıp bir an önce evden çıkmak için yataktan aslında Monaco prensesiymişim de haberim yokmuş gibi asil bir kalkış yaptım. Yatağımın altına bezelye koysalar hissederdim, öyle söyliyim. Bu sefer röpteşambırımı giyemedim, çünkü hava ve zemin buna hiç müsait değildi. Aynada kendimle karşı karşıya gelmemle, az önceki özgüvenimin ve Monaco prensesliğimin mağma seviyesine kadar inmesi bir oldu. Tüm gece lanet olası sinekle güçlerimizi birleştirip, eskiden Monaco prensesi olan gül gibi kızı adeta bir Feriştah’a benzetmiştik. Hadi elalemin sineği acımıyor yapıştırıyor, bir insan kendine nasıl bu kadar zarar verebilir diye düşünmeden edemiyordum. Yüzümde ve vücudumun bilimum yerinde beş parmağımın izi çıkmış, şaplaklardan şaplak beğenmiştim. Beni bu halimle anca ailem bağrına basar diye, ilk vapurla Büyükada’ya gitmeye karar verdim. Acımız büyük güneş gözlüklerimi taktım, bacaklarım ne kadar sinek ısırıklı ve şaplaklı olsa da mini şortumu giydim. Çünkü ben ne olursa olsun, mini şortumdan asla vazgeçmezdim! Hele gerçek sıcaklığın yirmi sekiz, hissedilen sıcaklığın artı bin beş yüz olduğu şu günde bana Mehmet Günsür bile gelse pantolon giydiremezdi.

                    Vapur iskelesine geldiğimde, görevli iskelenin önünde biriken bir milyor günü birlikçiye “ ne olur yalvarırım vapura binmeyin, gelmeyin artık vapur batacak” dercesine pandomim hareketleri sergiliyordu. Yirmi beş yıllık profesyonel adalı olarak kalabalıklar arasından sızarak vapura ulaşmayı başarmıştım. Vapur ağırlıktan sağa yatmıştı, içeride oturacak yer yoktu. Herkes belediye otobüsündeymiş gibi ayaktaydı. Vapura binmeyi başaranlar, ayakta olmalarını umursamadan haklı gururlarını yaşarken, iskelenin önünde biriken ve vapurdaki kalabalığın üç katı olan insanlar topluluğu ise buruk bir üzüntü içerisindeydi. Onları öyle görünce, aklıma küçükken  saatlerce top havuzunun kuyruğunda bekleyip, sonra yaşıtlarımdan daha iri olduğum için oyun alanına alınmadığım gelmişti. Allah düşmanımın başına vermesin diyip, adaya gitmek üzere denizz aşırı yolculuğuma başladım.

                     Bütün belirtiler yazın acımasızca geldiğini gösteriyor, sanki hayat bana “ Deniz’cim kırmızı ipli bikinini giyecek duruma gelmemiş olabilirsin ama kabul et artık yaz geldi, kaybettin!” diyordu. Hayır olamazdı, neyse daha Temmuz’a bir hafta vardı diye kendimi anlamsız yere teselli ediyor, aklım sıra Haziran’ı yazdan saymamaya çalışıyordum. Bu düşündüğüme kendim dahil hiç kimseyi inandıramam bir yana sanki bir haftada içime bir Adriana Lima kaçacaktı. Neysesine gelirsek, adaya vardım. Eve geldiğimde bir yuva yıkılmak üzereydi. Annem ve babam hunharca kavga ediyor ve birbirlerine, şimdi burada Monaco prensesliğimin el vermemesi sebebiyle yazamayacağım, ağıza alınmayacak laflar sarfediyorlardı. Başlarda havada uçuşan tabakları görünce, annem ve babam sirtaki kursuna mı yazıldı acaba ne kadan romantik diye sevinsem de, gerçek dünyaya dönmem an meselesi oldu. Kardeşimle araya girmeye çalıştık, ama babam “can güvenliğim tehlikede polisi arayın” diye, annemizi ispiklememizi isteyince, biz de daha çok genciz ömrümüz yardım ve yataklıktan çürümesin diye olay mahalinden hızlıca uzaklaştık. Taa ki evdeki huzur ve güven ortamı sağlanana kadar…

                 Herkes sessizleşip, sakinleşince bir aile mahkemesi kurduk, savunma ve iddia makamlarını dinlemek için kardeşimle yerlerimizi aldık. Bu kadar büyük bir kavganın yaşanmasına sebep olan şey ne çok merak ediyorduk. Herhalde babam annemi teyzemle filan aldattı diye düşündük. Ancak sorunun hiç de bu şekil olmadığını öğrendik. Babam buz dolabındaki suları içip, boş sürahileri masanın üzerinde bırakmıştı. Babam sürahileri doldurup buz dolabına geri koymadığı için, evde içecek bir damla soğuk su yoktu. Annem havadaki sıcaklığın da etkisiyle, güneşe ateş açan Adanalı insan sinir katsayısına ulaşmış, başta beyin olmak üzere tüm hücrelerini serinletecek soğuk suya babam yüzünden ulaşamayınca şuurunu kaybedip delirmişti. Olayı, her ailede olur böyle şeyler diyerek tatlıya bağlamaya çalıştık ve annemle babamın boşanmasını şimdilik erteledik. Yaz yüzünü bizim evde çok sert bir şekilde göstermişti…

                  Sıra akşam yemeği sofrasını hazırlamaya geldiğinde, müthiş bir heyecanla akşam yemekte ne var diye sordum anneme. O da çok güzel şeyler yaptım, zeytin yağlı fasulye ve barbunya dedi. Her yazın olduğu gibi bu yazın da onur konukları, daha ben oturmadan masadaki yerini almıştı. Babam annemle barış imzalamak istercesine gururla çok güzel bir karpuz aldığını, hatta özenle annem için seçtiğini söyledi. Hatta şekeri olan yemesin diye yersiz esprilerle ortamı ısıtmaya çalıştı bile diyebilirim. Şöyle söyliyim ve burayı hızlıca geçeyim, karpuzu kesip yediğimizde yaşadığımız hayal kırıklığını, yedi yıl önce Behlül Bihter’i reddettiğinde yaşamıştım. Annemle babamın boşanmasını bu sefer biz değil, aile bakanı bile gelse engelleyemezdi.

                 Babamın özenle seçtiği karpuzun yaşattığı hayal kırıklığını bir nebze olsun unutturmak ve ortamı tatlandırmak için dondurma almak üzere buzluğu açtım. Ve ne göreyim, buzlukta envai çeşit dondurma kutuları vardı. Ohh be dedim Deniz, bu sefer başaracaksın, bu sefer bu aile gün yüzü görecek! Bu aile neler atlattı yıkılmadı, bu yuvayı sen kurtaracaksın! Dememe kalmadan, kutuların içinden sırasıyla kıyma, bezelye ve barbunya fasulye çıktı. Kutuma gitmek istediğimi de kim söylemişti ben Hamdi Beyin teklifini duymak istiyorum desem de kimse inanmadı. Artık her şey için çok geçti…

                Bu akşamı böyle kapatalımdı, bu aile artık bir yaz faciasını daha kaldıramazdı. Tüm yaşanan bu acı olayların üzerine bir sünger çekip, klimayı sonsuza kadar açıp ailecek uykuya daldık. Sabah uyandığımda, haftanın #denizzasiri hikayesini yazmalıyım diye düşündüm. Ama o da ne, boynumu kıpırdatamıyordum. Acaba geçen gün “ yiyorum yiyorum ama kilo almıyorum” diyen kız için düşündüğüm fesatlıklar yüzünden mi çarpılmıştım. Yok yok, bu olsa olsa en az bir hobbit kadar kısa boylu olmasına rağmen dünyanın en yakışıklı ve en uzun boylu sevgilisine sahip olan kızın arkasından yaptığım dedikodular yüzündendir diye düşündüm. Medyum Keto gelse benim kadar çarpılamazdı çünkü. Derken arkamda hala hunharca çalışmakta olan klimayı fark ettim. Ee etme bulma dünyası Deniz, sen o kadar dedikodu yaparsan, üzerine milyorlarca para verdiğin klima gelir seni çarpar işte, kala kalırsın böyle yamuk yumuk diyip, bütün fizik kurallarına ve bilime karşı gelip, olayı farklı bir bakış açısıyla değerlendirdim. Neyse ama pişman değildim, yine olsa yine var gücümle dedikodu yapardım. Çünkü bence, en az bir hobbit kadar kısa boylu olan kızların, uzun boylu erkeklerle sevgili olması devlet nezdinde yasaklanmalıydı. Çarpılmama rağmen, fikrim değişmemişti.

Yazının devamı...

Tam Güvenicem, Bi Gülme Geliyo!

19 Haziran 2017

Dünya üzerinde özellikle tatile giderken benim kadar hızlı hazırlanan bir kadına asla rastlayamazsınız. Kendimi övmeyi sevmem ama on dakikada tatil çantası hazırlama rekorunu elimde bulundurduğumu her yerde söylemeden edemem. Neysesine gelirsek, otel odasında küflenmiş olduğunu fark ettiğim ıslak bikinilerimi de çantama attığıma göre Bozcaada’ya doğru yola çıkmam için hiçbir engel kalmamıştı. Liseden beri hayalimiz olan, kız kıza tatil fikrini hayata geçirmek üzere en yakın arkadaşlarımla buluştum. Arabamıza bindik ve bize en kısa yolları göstereceğim diye kuş uçmaz kervan geçmez yolların hepsine itinayla sokan navigasyonumuzu açıp yola koyulduk. Bu arabada uyumak, bir şarkıyı üst üste çalmak, hız yapmak, sosyal medyaya girmek yasak; dedikodu yapmak, grubun tatil motivasyonunu harekete geçirecek şarkıları itinayla çalmak ve navigasyon olmasına rağmen sesli yol tarifi yapmak zorunluydu.

İstanbul’dan çıkmış olmanın verdiği heyecanla, yol boyunca gördüğümüz tüm yeşillik ve çiçeklik alanlara, ağaçlara, kuşlara daha önce hiç görmemişçesine hayranlıkla şaşırdık. Aaa ağacın yeşilliği, aa çiçeğin güzelliği, aa kuşa bak uçuyor derken, bir baktık Bozcaada’ya gelmiştik. Otelimize yerleşmeden önce arabımızı park edecek bir alan aradık ve o da ne eşşek kadar “ücretsiz otopark” yazılı bir tabela bizi selamlıyor, Bozcaada’ya hoşgeldiniz dercesine… Öncesinde acaba yanlış mı yazdılar diye düşünsek de otopark gerçekten ücretsizdi. Sonrasında bize şoking bir fatura çıkarmasınlar diye bi güvenemedik ve oradaki insanlara sorduk. Bu otopark and için ki ücretsiz mi dedik. Onlar da and içtiler ki otopark ücretsizdi.  Ve ben iki günlük tatil boyunca, otoparkın neden ücretsiz olduğuna anlam veremedim. Hala düşünüyorum ama geçerli bir sebep bulamıyorum.

İstanbullu olmak otoparkın neden ücretsiz olduğuna anlam verememektir diyerek otelimize doğru yola koyulduk. Odalarımıza yerleştiğimizde, burayı hızlı geçmem gerekirse benim küflü bikinim yüzünden ufak çapta bir oksijen problemi yaşadık. Neyseki yeri geldiğince küflü peynirlere dünyanın parasını veriyorsunuz diyerek anlamsız bir şekilde üste çıkmaya çalışsam da, bu bikiniyi çöpe atacağım poşete yazık diyerek, Serdar Ortaç’a da minik bir selam çaktım. Karga kardeşler bile mamalarını yemeden yola çıktığımız için doğru dürüst bir kahvaltı yapamamıştık. Şükela bir kahvaltıyla bu tatile harika bir başlangıç yapalım dedik ve deniz kenarında bir restorana oturduk. Beş kişilik kahvaltı söyledikten sonra, akıllara bombastik bir soru takılmıştı. Menemen de kahvaltıya dahil mi? Ardından sesler teker teker yükselmeye başladı. Çaylar da kahvaltıya dahil mi? Kahveler de kahvaltıya dahil mi? İstanbul’dan gelen insanlar olarak, anlaştığımız kişi başı kahvaltı fiyatını, türlü ekstralarla aşarak şoking bir hesapla karşı karşıya kalmak istemiyorduk. Bizim masayla ilgilenen kişi, sakin olun şampiyonlar dercesine yüzümüze bakıyor ve her sorumuza “dahil efendim” “ ne isterseniz, dert etmeyin efendim” şeklinde cevap veriyordu. Adama tam güveneceğiz ama bir gülme geliyor ve İstanbullu olduğumuzu hatırlıyorduk. Ve tekrar tekrar teyit aldık, söylediğimiz her şey 30 TL’nin içinde dimi!

İstanbullu olmak, her restoranda kazıklanacağını düşünüp gardını almak demektir diyerek, dünyanın en büyük ve en kahvaltıya dahil olan menemenini bitirip plaja doğru yola çıktık. Plaja geldiğimizde cüzdanlarımızı çıkardık ancak ödeme yapabileceğimiz her hangi bir giriş veya sorumlu bir kişi bulamadık. Oradan geçen birilerine “ plaja giriş için nereye ödeme yapmamız gerekiyor?” diye sorduk ama “ yazııııık bunlar İstanbul’dan geliyor herhalde” bakışlarının ardından plaja girişin ücretsiz olduğunu öğrendik. Bir yaşımıza daha girmiştik… Plaja giriş ücretsiz ama şezlonglardan alacakları parayla her halde acısını çıkarırlar diye düşünmeden edemedik. Sonuçta biz İstanbulluyduk, hiçkimseye güvenemezdik. Bu yüzden yanımıza açılan kapanan sandalyelerimizi de aldık. Ama şezlongların 10 TL olduğunu öğrenince ne yalan söyleyeyim utandık.

“Su soğuk ama girince alışıyorsun” isimli şarkıma klip çekerken, fazla kilolarımla kameralara yakalandıktan sonra, dünyanın en güzel güneşini batırmak için polente fenerine gittik. Neden beş kişilik bir kız grubuyla tatilde olduğumu sorguladığım dakikalardaydık. Aşırı romantik bir yerdi ve bir daha gelinecek yerler listesine adını altın harflerle yazdırmıştı. Batarken güneş ardında tepelerin elveda vakti geldi teletabilerin diyerek polente fenerinden ayrıldık. Grubun yemek işlerinden sorumlu devlet bakanını bir panik hali sarmıştı. Güneşi batıracağız diye akşam yemeği için rezervasyon yaptırdığımız saati kaçırmıştık. Acaba rezervasyonumuz iptal olmuş muydu? Ya tüm masalar hemen dolup taştıysa ve biz saatlerce boş masa beklemek zorunda kalırsak kuyruklarca diye düşünmeden edemiyorduk. Acaba bu akşam aç mı kalmıştık? Panikle restoranı aradık ve güneşin ne kadar güzel battığından bahsedip, rezervasyon saatimizi geciktirdiğimiz için bin bir özür diledik. Ardından bize ivedilikle başka masa ayarlamaları için yalvardık. Konuştuğumuz kişi şoka girmiş olmalı ki bir süre sessiz kaldı ve  usulca masamızın bizi beklediğini iletti.

İstanbullu olmak rezervasyon saatini geçirince panik olmayı ve kuyruklarca boş masa beklemeyi göze almayı gerektirirdi diyerek restoranın yolunu tuttuk. Güneşi batırırken milyorlarca fotoğraf ve video çektiğimiz için telefonlarımızın şarjı bitmişti. Restoranda telefonlarımızı şarja bıraktık ama uzun bir süre telefonlarımız çalınmasın diye kontrol etmekten yemek yiyemedik. Garson halimize acımış olmalı ki, gönül rahatlığıyla yemeğimizi yiyebileceğimizi, burada evlerin kapılarının bile kitlenmediğini söyledi. İstanbul’da yaşayan insanlar olarak, herhangi bir yerin, evlerinin kapılarının kitli olmayacak kadar güvenli olacağına inanamıyorduk.

Tamam ya İstanbul’dan gelmiştik, hiçkimseye güvenmiyorduk ama artık ayıp etmeye başlamıştık. Bir an olsun kendimizi bırakalım, rahat edelim, sorgulamayalım İstanbul’da değil, Bozcaada olduğumuzu fark edelim dedik ama hesap geldiğinde “ nakit yoksa, yarın sabah havale yaparsınız” diyen garson yüzünden adadaki son şokumuzu yaşadık. Hadi biz İstanbulluyuz siz dahil hiç kimseye güvenmiyoruz, siz bize neden güveniyorsunuz kardeşim diyemedik. Belki yarın sabah paranızı ödemeden bu adadan çekip gideceğiz hiç diyemedik. İnsanlar o kadar tatlı, o kadar güvenilir, o kadar huzur dolu bir yerde yaşıyordu ki, onları da kendi karmaşık, gürültülü ve kirlenmiş hayatlarımızla lekelemek istemedik.

Tatil dönüşü çok daha iyi anladık ki, bizi bu şehrin koşuşturmacası, kalabalıklar, iş hayatlarımız sadece fiziken yormamış. Biz ruhen de bayağı yorulmuşuz. Hiç kimseye güvenmeyen, sürekli diken üstünde olan, devamlı bir yerlere yetişmeye çalışan insanlar haline dönüşmüşüz. O yüzden karar verdik, böyle tatlı, minik, huzurlu, mutlu ve güvenilir insanların yaşadığı yerlere daha sık gitmeyecek adeta  “kaçacaktık” ve hatta sığınacaktık. En azından iki gün, hiç kimsenin bir yerlere yetişmek için koşturmadığı, kapısı kitli olmadan rahat uyuduğu yerlerde nefes alacaktık. Bugün pazartesi, belki birçoğunuz çoktan iş başı yaptı, iki arada bir derede bu yazıyı okuyor. Belki bir çoğunuz işe gitmek için 1.köprüyü kullandığı için hala trafikte, bari trafiği #denizzasiri bir hikaye okuyarak değerlendireyim diyor. Şu koşuşturmalı hayata kısa bir mola verme fikrini bir düşünün derim. Alternatif bir hayat her zaman mümkün! Hiç kimseye güvenmiyor olabilirsiniz, ama bana güvenin =) Haa Bozcaada fotoğraflarımı merak edenleri @denizzgok instagram hesabımda beklerim. Mutlu haftalaar. Örtmen geldi byee…

Yazının devamı...

Canım Hiç Öpmiim Çok Aşığım

12 Haziran 2017

Hava o kadar kelebekliydi ki tam aşık olmalık bir gün diye düşündüm. Böyle çimlerde yuvarlanmalı, ağaçların arasında Ediz Hun’culuk Hülya Koçyiğit’çilik oynamalı, kumsalda koşmalı su fışkırtmalı bir gün yani anlayacağınız. Derken Kardiler Whatsapp grubum aniden bir coşma yaşadı. Meteor yağmuru gibi düşüyordu mesajlar ekranıma. Mesajı kaydırdım ki bir de ne göreyim!

               Keşke içimden başka bir şey geçirseymişim diye düşündüğüm dakikalardaydık. Meselağsına gelirsek yazdığım kitap best seller ötesi olmuş, ben kışları Miami’de, yazları da Küba’da yaşıyormuşum, Denizz Aşırı hikayelerimi de terasımda jakuzinin içinde yazıyormuşum, şampanyama da çilek atıyormuşum. Olamaz mıığ? Olabilir. Neyse içimden bu şükela hayaller yerine, gidip tam aşık olmalık hava, çimenler, kelebekler, kuşlar, böcekler geçirirsem olacağı bu. Bizim Kardiler’in en sevgi kelebeği Cansu yine size çok önemli bir şey söyleyeceğim diye konuya girmiş, gelişme bölümünde kelebek kusmak üzere olduğundan bahsetmiş ve aşık olduğunu söylerek de mevzuyu bir sonuca bağlamıştı. Bu Cansu’nun siz deyin otuz üç ben diyeyim son anda Issız Adama bağlayan sevgilisiyle birlikte otuz üç buçuktan otuz dördüncü aşık olmasıydı.  Kızın yaşam biçimi buydu saygı duyuyorduk. Nasıl insanlar oksijen, su ve yemekle hayatta kalabiliyorlarsa, Cansu da aşık olarak hayatta kalıyordu. Cansu aşık olduğunu gruba bombastik bir şekilde bildirdikten sonra her zamanki gibi, grubun asil üyelerini göreve davet ediyordu. Hepimiz “ Görevimiz Tehlike 6: Kardimiz Aşık Oldu” isimli görev için hazırlanmaya başladık. Başta ben olmak üzere, grubun diğer kalanı da bu şanlı görev için oldukça heyecanlıydı. Bir an önce hazırlanıp evden çıkmamız, görev ve talimatları dinlemek üzere aşık kardimiz Cansu’yla buluşmamız gerekiyordu. Nemlendirici krem, allık, rimelden oluşan savaş boyası kitini çıkarıp, gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra evden Usain Bolt’u kıskandıracak derecede bir çıkış yaptım. Kardiler grubunun diğer üyeleriyle buluşup, toplanma alanına gittiğimizde Cansu çoktan gelmiş bizi bekliyordu bile. Hemen yanına gittik ve “Emir ve görüşlerinize hazırız Cansu hanım!” diyip yanına oturduk. Sonuçta gün onun günüydü.

                 Görev ve talimatları dinlemeye başlamadan önce ağzıma bir sakız atayım dedim. Derken Cansu atladı hemen “ falı benim!” dedi. Bence bu sadece aşık insanların yaptığı saçma davranışların en birincisiydi. Tamağam dedim sakin ol şampiyon, falı senin. Sonradan fark ettim, Cansu’nun çantasında bu sakızdan çıkan fal kağıtlarından milyorlarca varmış. Birçoğunu  sadece falını okumak için alıp açmadıysa ben de Denizz Aşırı değilim. Benden hunharca aldığı sakızın falında “Komşular bakıyor meraklı, bir gelin var telli duvaklı. Bu falda görünen sır bir S harfinde saklı.” çıktı. Cansu’nun yüzünden anladığım kadarıyla çocuğun adının baş harfi S değildi. Cansu bu durur mu, “ isminin içinde S var, sayılır mı dedi?” Olur olur dedik ama onu yeterince mutlu edememiştik. Derken son derece atik bir hareketle paketten bir sakız daha aldı. Sakızı bir kenara fırlatıp çıkan falı okudu “ Çıktığı yer anayol elinde bütün kontrol hızla geliyor sana çarpılmaya hazır ol.” Bu sefer olmuştu. Cansu’nun yüzü gülüyordu. İyi ki onu memnun eden bir fal çıkmıştı, yoksa istediğini okuyana kadar bizim sakızların hepsini mundar edecekti. Neyseğ, Cansu istediği falı okuduğuna göre ana konuya geçebilir ve aramızda görev paylaşımı yapmaya başlayabilirdik.

              Cansu iş yerinde bir çocuğa aşık olmuştu. Ama henüz çocuğun bundan haberi yoktu. Bu süreçte kardilere düşen pek çok önemli görev vardı. Cansu ilki için grubun siz deyin en Ajan X’ini ben diyeyim en Sherlock Holmes’u Miray’ı seçmişti. Miray’ın görevi kurbanı tüm sosyal medya hesaplarından fake bir hesapla takibe almak, kurban kimleri like lıyor veya daha da önemlisi kimler onu like lıyor bunu tespit etmekti. Kurbanı like layan kızları tespit ettikten sonra sıra ikinci göreve geliyordu ki, işte o görev benimdi. Sonuçta bizim olanı like layanı tehdit edip, ağzının payını vermek bizim işimizdi. Kardiler whatsapp grubunun ismini bir süreliğine giderli92 ler olarak değiştirmeyi düşündüysek de, sonrasında ne olursa olsun asaleti elden bırakmamak adına bu fikirden hızlıca vazgeçtik. Sosyal medya ajanlığı bence sadece aşık insanların yaptığı en saçma davranışların ikincisiydi. Hangi aşık kişi, sevdiğinin fotoğrafını kimler beğendi diye bakmaz şaşarım, yırtarım dağları enginlere sığmaz taşarım! Yine bu hiçbir şey değil, aşık olduğu kişinin beğendiği fotoğraflara bakmaktan şaşı olmuş kız tanıyorum siz ne diyorsunuz. Miray beğenme raporunun ardından da, çocuğun etiketlendiği fotoğraflardan en yakın arkadaşları, ailesi, ilgi alanları hakkında bilgi toplayacak kısaca sosyal medya üzerinden bize bir özel hayat analizi yapacaktı. Daha sonrasında aşık olduğu çocuğun en yakın arkadaşlarını ve Miray sayesinde onların kalbine giden yolları öğrenen Cansu, hepsiyle yakın ilişki kuracaktı. Çünkü aşık olduğun kişinin arkadaşlarıyla kanka olmak, sadece aşık insanların yaptığı en saçma davranışların bence en üçüncüsüydü. Miray’nın görevi bununla sınırlı değildi. Tüm işleri bittikten sonra kurban hakkında daha detaylı bilgilere ulaşacak, hangi filmleri sever,  ne tür müzik dinler, hangi takımlıdır, hangi spor dalına ilgisi vardır gibi soruların cevaplarını hazırladığı raporda sunacaktı. Bunun üzerine Cansu da,  aşık olduğu çocuk eskrim yapıyor diye, en yakın eskrim kursuna yazılacaktı. Çünkü aşık olmak, sevgilin eskrim yapıyorsa, senin de Türkiye Eskrimi Sevenler ve Koruyanlar derneği başkanı olmanı gerektirirdi. Aşık olduğun kişinin hobilerini kendi hobin haline getirmek, sadece aşık insanların yaptığı en saçma davranışların bence en dördüncüsüydü. Çünkü herkes arkadaşlarını kendi gibi, sevgilisini de kendinden farklı isterdi.

                     Cansu, Miray’ın görevlerini anlatmayı bitirdikten sonra heyecanla, “ Hiii bugün Niobe haftalık burç analizlerini yayınladı!” diye çığlık attı. Onunla birlikte biz de haftalık burç analizlerimizi okuduk, bakalım Niobe bu hafta için neler patlatmış, bizi neler bekliyor acaba diye okumaya başladık. Bugüne kadar ne dese çıktığı için kendisini grup olarak bir ayrı severdik. Cansu kendi burcunu okuduktan sonra, bir de aşık olduğu çocuğun burcunu okudu. Çünkü aşık olmak, önce kendi burcunu sonra onun burcunu okumayı gerektirirdi. Bence, önce kendi burcunu sonra onun burcunu okumak sadece aşık insanların yaptığı saçma davranışların en beşincisiydi.

                    Cansu’nun doğum günü yaklaşmıştı. Doğum gününe ne yapıp edip çocuğu davet etmesi gerekiyordu. İlgili taktikleri grubun en coolu Beyza verirken, Cansu’nun o gece çok güzel olması için kanının son damlasına kadar çalışmak da benim görevimdi.  Saçı, makyajı, kıyafeti nasıl olmalı diye saniyesinde çalışmaya başlamıştım. Doğum günü partisinde Cansu’nun bir yıldız gibi parlaması içinse, tüm kardileri olarak hepimiz geceye sümük gibi gelecektik. Kimse Cansu’nun güzelliğinin önüne geçmemeliydi! İşte gerçek dostluk buydu. Bu sırada gaza gelen Cansu, çantasından çıkardığı parfümü bileğine sıkıp koklamaya başladı. Derken etrafa bir erkek kokusu yayılmasın mı? Bizim sapkın gitmiş çocuğun kullandığı parfümden almış periyodik aralıklarla sıkıp sıkıp kokluyor. Bence aşık olduğu kişinin parfümünden alıp sıkmak da, sadece sırılsıklam aşık kişilerin yaptığı saçma davranışların en altıncısıydı.

                     Toplantı son bulmuştu, herkes görev ve sorumluluğun farkında bir şekilde ivedilikle çalışmaya başlamıştı bile. Bu sırada Cansu birden oturduğu sandalyede zıplamaya, ardından elini kıpkırmızı olan suratına yelpaze yapmaya başladı. Sonra eylemlerini bir tık ileriye taşıyarak ses çıkarmaya başladı ve ağzından ilk çıkan cümle “ ay ay ay o geliyor” oldu. Eğer gelen Tarkan değilse, muhtemelen bizim kurbandı. Çocuk yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı… Suratında, whatsapptaki güneş gözlüğü emojisi gibi bir ifade vardı. Bizimki çaktırmadan saçını başını düzeltti, kısa bir öksürdü sesini ayarladı ve birden bize dönerek “ ahahah sonra ne oldu?” diye bir tribe girdi. Sanki sabahtan beri çocuğu ablukaya almak için konuşan ekip biz değildik. Kurban masaya geldi ve tüm karizmasıyla “ Nağber Cansu?” dedi. Cansu, sanki iki dakika önce çocuğun parfümünü sapık gibi sıkıp koklayan o değilmiş gibi” tüm coolluğuyla“ A a Aras sen de mi buradaydın?” dedi. Ay ben şok! Sırılsıklam aşık olmasına rağmen, karşılaştığında aşırı heyecandan yüz seksen derece dönüp birden coollaşmak sadece çok aşık insanların yaptığı saçma davranışların bence en yedincisiydi.

                      Aşık olduğumuzda bütün kimyamız değişir, bambaşka bir insan oluruz. Yeri gelir Ajan X oluruz, yeri gelir cool oluruz ama en çok “O” oluruz. Onun gibi konuşur, onun gibi dinler, onun gibi yer, onun gibi kokarız. Sadece aşık olduğumuzda yaptığımız saçma davranışlarımız vardır bizim, ama hepsi çok özeldir. Aşk dolu bir hafta geçirmenizi dilerim. Siz aşık olduğunuzda neler yaparsınız? @denizzgok instagram hesabımda yorumlarınızı bekliyorum. Örtmen geldi byee…

Yazının devamı...

Oh Oh Suyundan da Oh Oh!

5 Haziran 2017

Diyetisyen randevusunu, kargaların mama saatinden bile daha erkene almamın sebebi, dünyanın en boş midesiyle tartılmak istememdi. Böylelikle tartıda hafif ötesi çıkabilir, ve sonra da en Van’ından, en aşırısından bir kahvaltı yapabilirdim. Beyin bedavaydı. Ben bu taktik ve strateji yeteneğimle herhangi bir futbol takımının başına geçsem, kulüp yıldızlardan yıldız beğenirdi. İddia ediyorum bu taktiklerle A Milli Futbol takımımızı üst üste beş kere dünya şampiyonu bile yapabilirdim. Sonuçta bence kilo vermek en az teknik direktör olmak kadar zordu. Neyse bütün bir hafta boyunca yediğim çikolatalar ama aynı zamanda sabahları aç karnına içtiğim limonlu sular gözlerimin önünden geçiyordu. Bir bardak limonlu su, kaç çikolatayı götürür diye düşünürken uyuyakalmıştım. Sabah zönk diye uyandım ve elimi panikle telefonuma götürdüm. Acaba lanet olası alarmım çalmış da ben duymamış mıydım! Saate baktım ve OH dedim daha alarmımın çalmasına beş dakika var. Sevgilinin arayıp uyandırması varken, alarmla uyanmak bence dünyanın en işkenceci hareketi gibiydi. Alarm çalmadan uyanmak ise dünyanın en güzel ikinci duygusuydu. Dünyanın en güzel birinci duygusunu tatmak için hemen giyindim ve diyetisyene doğru yola çıktım. Bir an önce “ Afferin Deniz’cim bu hafta yağdan 1 kilo vermişsin” cümlesini duymak istiyordum. Allahtan ağırlık yapma ihtimali en düşük olan kıyafetlerimi bir gece önceden hazırlamıştım. Yüzük, kolye, küpe hatta toka bile takmadım. Kısa saçın yakışacağını bilsem, tartıda birkaç gram eksik çıkma uğruna saçlarımı bile keserdim ama emin olun tombalak olsam daha iyiydi. O yüzden saçlarıma dokunmadım. Saat kaçta uyanırsam uyanayım, mutlaka vapuru kaçırma özelliğim olduğu için koşarak evden çıktım. Vapurun kalkmasına tam olarak beş dakika vardı. Neyse en azından bu da iyi bir şey diye düşündüm, vapura koşarken belkisi yüz kalori daha yakardım. Turnikelere siz deyin iki ben diyeyim üç adım kalmış, vapurun kalkmasına saniyeler var. O sırada Korkunç Bir Film 8 senaryosu gelmesin mi aklıma!

Acaba akbilimde para var mıydı? Eğer yoksa, dolduracak vaktim de yok. Kesin kaçırırım ben bu vapuru. Artık turnikelere çok yaklaşmıştım, kalbim yerinden çıkma alıştırmaları yapıyor, fonda köpek balığı geliş müziği çalıyordu. Dın dın dın dın dın dın dın dın! Hareketlerim adeta slow motion olmuştu. Usulca kartı cebimden çıkardım, öttürmek üzere turnikeleree yaklaştırdııııım… vee dırıdırıt! OH be dedim, yok böyle bir ötüş. Londra Senfoni orkestrası gelse bu kadar güzel öttüremez, bu dünyanın en güzel sesi dedim. Bir an YETERSİZ BAKİYE diye bağıracak ve beni herkesin önünde aşağılayacak diye çok kormuştum, vapuru kaçırmam da cabası tabii. Neyse akbilimi de gururla öttürdüğüme göre vapurda güneş gelen yeri itinayla bulup oturabilirim diye düşündüm. Çünküsü yıllardır ne yaparsam yapayım gölge olan tarafı bir türlü bulamıyordum. Tüm yol boyunca güneşin gözlerimi ultra viyole ışınları gibi delmesine alışmış, kendimle savaşmayı bırakalı yıllar olmuştu. Ve tahmin ettiğim gibi oldu, güneşin tam doksan dereceyle tepeme vurduğu yere oturmayı başarmıştım. Bu sırada bir süredir telefonuma bakmadığım aklıma geldi. Hiç bu kadar ayrı kalmamıştık diye düşünüp kendisini aramaya koyuldum. Allah Allahtı, çantamın en derinliklerine kadar indim, tüm ceplerime baktım telefonum ortalıklarda yoktu. Vapurda gördüğüm 1.80 in üzerindeki, tüm esmer, sakallı ve dolayısıyla yakışıklı çocuklardan telefonumu çaldırmalarını rica ettim. Böylelikle bir taşla birkaç kuş vurabileceğimi düşündüm. Böylelikle hem telefonumu bulabilecek hem de ilgili telefon numaralarına sahip olabilecektim. Yaşasın şeytanlık yaşasın piçızlık diye düşündüm, ama telefonumu bulamadım! Lanet gitsindi acaba evde mi unutmuştum. Son bir kez daha çantamın derinliklerine inmeye karar verdim. Derken bir de ne göreyim benim yumurcak bana oradan gülümsüyor. OH be dedim, burdaymışsın, gel bakayım benden çok fazla uzaklaşma emi çocuum dedim. Solaryum ötesi bir etkiyle yolculuğuma devam ederken, dedim bu yolculuğu şahane bir şarkıyla taçlandırmanın tam vakti. Seksenler dizisindeki Susmuş Aydın Sarman’ın yeni şarkısı “Derdim Kendimle”yi dinlemeye başladım. Şarkı o kadar oynaktı ki utanmasam vapurun ortasında göbek atacaktım. Deniz’in 2017 yaz sezonu şarkısı belli oldu derken, etrafımdaki insanların anlamsız bakışlarıyla dünyaya döndüm. Meğersem bir anlığına kulaklık taktığımı unutup, şarkıyı bülbül ötesi sesimle söylemeye başlamışım. Etrafa verdiğim geçici rahatsızlıktan dolayı özür dileyip, muhtaç olduğum tüm kudretimi ve damarlarımdaki asil kanı alıp sessizce kitap okuyayım bari dedim. Sonra aklıma bir Korkunç Film 8 senaryosu daha gelmesin mi istersiniz!

Ben akbildi, telefondu, şarkıydı derken hangi vapura bindiğime bakmamıştım bile. Allahım nolur yanlış vapura binmiş olmayayım amin dedim. Denizin ortasındaydık her şey için çok geç olabilirdi. Cesaretimi toplayıp hiç boyuna, kilosuna, sakalına bakmadan en yakınımdaki insana dünyanın en kritik sorusunu yöneltmek için yaklaştım. Çünküsü şuan seçici olmanın hiç zamanı değildi. En ince sesimle “ Bu vapur Kadıköy’e uğruyor değil mi?” dedim. Sarışın olduğunu sonradan fark ettiğim çocuk, seyirci joker hakkını kullanmak ister gibi baktı yüzüme. Biraz daha seçici olabilirmişim diye düşündüğüm dakikalardaydık. Bu kadar zor bir soru sormamıştım, hadi be gözünün yağını yediğim ne kadar hayati olsa da beş yüz milyor değerinde bir soru sormadım sana. Bu kadar düşünmene gerek yoktu aslında. Derken çocuk, “ evet” dedi ve beni kutumdan iki yüz elli bin lira çıkmışçasına sevindirdi. OH bee dedim, doğru vapura binmişim!

Vapurdan indim, elimde olsa diyetisyene koşarak gider birkaç yüz kalori daha yakardım ama kaybedek zamanım yoktu. Hemen bir taksiye bindim ve diyetisyenin yolunu tuttum. Taksi yolculuğum, hiç çalışmadığım dersin sınavı gibi, en sevdiğim şarkı gibi, en romantik buluşmalar gibi kısa sürdü. Nasıl geçtiğini anlamadan hemencecik bitti, hiç yetmedi… Ben kendimi henüz hazır hissetmiyordum, utanmasam taksiden hiç inmeyecek, bir tur daha at abi diyecektim ama taksici abi kaldırımda bekleyen ablayı almak için bir an önce in der gibi yüzüme bakınca inmek zorunda kaldım. Diyetisyenin kapısına geldim, ben en son ilk okulda tüm okulun önünde andımızı okurken bu kadar heyecanlanmıştım. Sakin ol şampiyon dedim ve içeri girdim. Sen ne zor sınavlardan geçtin, ne ilk buluşmaları atlattın, yeri geldi patroşkandan zam istedin, yeri geldi en kalabalık avm de park yeri buldun. Bir tartıya çıkmaya mı korkacaksın? Heheyt be dedim, verdim gazı kendime ve bari şu çoraplarımı da çıkarayım da öyle çıkayım tartının üstüne dedim. Küçükken, televizyonda öpüşme sahnesi çıktığında kapattığım gibi kapattım gözlerimi ve usulca ibrenin durmasını bekledim. İbre çıktıkça çıkıyor bu sırada geçtiğimiz bir hafta gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyordu. Sabahları aç karnına içilen limonlu sular, kaç çikolatayı götürüyor birazdan hep birlikte öğrenecektik. Tam olarak zurnanın zart dediği bölüme gelmiştik. Kalbim artık yerinden çıkma alıştırmaları yapmayı bırakmış, civarda ufak bir gezintiye çıkmıştı. Kendimi tutamadım ve “ söyleyin doktor bey ne kadar zamanım kaldı ” dedim, heyecandan saçmalamaya başlamıştım. Ve diyetisyenimin ağzından o sihirli kelimeler dökülüverdi. “ Afferin Deniz’cim bu hafta 1 kilo 100 gram vermişsin.” OH bee dedim, demek ki limonlu sular en az birkaç tane çikolatayı götürmüş, o 100 gramı da sabah vapura koşarken vermiştim.

OH OH suyundan daa, OH OH buyundan da şarkısı Deniz için gelsindi. Aşırı mutluydum, diyetisyenden herkese benden çay diye bağırarak çıktım ve Van ötesi kahvaltımı yapmaya gittim. Nasıl olsa bir sonraki kontrole kadar önümde kocaman bir hafta vardı, bugün istediğim kadar yemek yiyip, yarın limonlu su içerek yediklerimi nötralize edebilirim diye düşündüm. Sonuçta bunu bir kere yaptım, yine başarabilirdim! Bugün benim için çok erken başlamıştı, ama daha öğlen gelmeden bir sürüsünden “OH” dediğim an yaşamıştım. Günün son “OH” unu ofisin önünde patroşkanın arabasını görmediğimde dedim. OH bee daha işe gelmemişti. Hemen masadaki yerimi alıp, ondan önce gelmenin haklı gururunu yaşayabilirdim. Bundan daha güzel bir pazartesi olabilir miydi? OH be artık pazartesiler Denizz Aşırı sendromsuzdu. Hiç beklemediğiniz bir anda cebinizden çıkan 5 TL tadında, en acıktığınız anda çantanızdan çıkan çikolata tadında, uzun uğraşlar sonucu bulduğunuz park yeri tadında geçen bol “OH” beeli bir hafta dilerim. Örtmen geldi byee!

Yazının devamı...

Canım Hiç Öpmiim Aşırı Kibarım

29 Mayıs 2017

Acaba annemler beni nasıl evlatlıktan reddeder veya hazır konu açılmışken ben başka nasıl yollarla yeşil pasaport sahibi olabilirim diye düşünüp Google a “ yeşil pasaportlu olmak için kiminle evlenmem lazım?” yazıp enter a basmışken, Ateşli Sosyologlar whatsapp grubu aniden bir coşma yaşadı. Akşam gruptan biri öğretmen, diğeri şirketin beleşe kırmızı mini cooper araba verdiği ( bu ufak ayrıntıyı belirtmeden edemedim) pazarlamacı arkadaşımın doğum günü vardı. Sanki benim yeşil pasaportlu prensle olan izdivacımdan daha önemli bir konuydu. Ama konu doğum günü olunca herkes muhtaç olduğu kudreti ve damarlarındaki asil kanı alıp Denizz Aşırı Kutlamalar & Event A.Ş’ye başvururdu. Ben de Denizz Aşırı Kutlamalar & Event A.Ş’nin yönetim kurulu başkanı olarak şükela ötesi fikirlerimle, şimdiye kadar hiçbir aman efendim siz deyin doğum günü sahibinin ben diyeyim yıl dönümü sahibinin yüzünü kara çıkarmadım.

Yirmi beş yaşına girecek iki güzide arkadaşım için, bu yıl onlar gibi 25.yaşını kutlayan Leman Cafede bir buluşma organize ettim. Aslında gayet denk geldi ama ben cafenin içindeki kocaman 25 rakamlarını görünce özellikle bunu düşünmüşüm planlamışım gibi yaptım. Tabii ki bu kadar nonnik düşünceli biri olduğuma inanmayan arkadaşlarım bu söylediğimi yemediler. Çünkü benden beklenen her kutlamada böylesine ince nonnik davranışlar değil aksine siz deyin çeşitli şakalar ben diyeyim bir takım yaramazlıklar, şapşikliklerdi. Ki bekleneni de yapmak üzere sabahtan beri istediğim zeytin yağını getirmeyen garsona doğru gittim. Az önce “ yaklaşık bir saat önce zeytinyağ istemiştim, naptınız ilk otobüsle Ayvalık’a zeytin toplamaya mı gittiniz?” diye iki aydır regl olamamış kadın siniriyle veya  tuttuğu takım şampiyonluğa giderken uzatmalarda kendi kalesine gol yiyen holigan erkek siniriyle adama hunharca hönküren kişi sanki ben değildim. Bir görseniz nasıl aşırı kibarım. Çünkü az sonra kendisinden, yabancı pop şarkı çalan şu güzide mekanda öğretmen olan arkadaşım için “ penceresi cam cama muallim”, yeni kırmızı mini cooper arabası olan arkadaşım için de İsmail YK’dan “ bas gaza aşkım baz gaza” çaldırmasını rica edecektim. Muhtaç olduğum kudreti ve damarlarımdaki asil kanı bir geçelim onu yanıma çoktan almıştım zaten. Bu sefer farklı olarak sahip olduğum tüm tatlı dilimi yanıma aldım ve en ufacık hücreme kadar kibarlaştım. Zaten insan en çok da birinden bir şey isterken, özellikle saçma bir şey isterken aşırı kibarlaşır diye düşündüm. Neticede garson abi, az önce kendisine hunharca hönküren şu kırmızı saçlı körpe genç kızın karşısında kibarlıktan ölmesine ve aşırı tatlı diline dayanamadı ve istediğim şarkıları çaldırdı. Beş dakika önce mekanda Shape Of You senin, Rockabye benim coşan gençlik, Penceresi Cam Cama Muallim çalmaya başlayınca şok ötesi bir şey yaşayıp, Baz Gaza Aşkımla dumur seviyesine geçmişti. Ama ben o akşamki aşırı kibarlığım sayesinde arkadaşlarıma hiç unutamayacakları bir anı kazandırmıştım. Sonra düşündüm, biz en çok başka hangi durumlarda bu kadar aşırı kibar oluyoruz? Ve sizin için yazdım…

Herkesin çay istediği bir ortamda Türk Kahvesi isterken

Kalabalık bir grupla toplantıya veya bir misafirliğe gittiniz. Ev sahibi sorar “ ne içersiniz?” O sırada grubun birçoğu çay istedi ama siz Türk kahvesi içmek istiyorsunuz. Herkesin çay istediği bir grupta sivrilip, “ ben Türk kahvesi istiyorum” demek özgüven gerektirir arkadaşlar. Çünkü diğer herkesin siparişinin alınması, toplamda maximum iki saniye sürer. “ Çay, çay , çay” bitti. Ama Türk kahvesi isteyen kişi için durum farklıdır.  Grubun geri kalanı toplantıya veya sohbete başlamak için onun siparişinin alınmasını beklemek durumundadır. “ Ben zahmet olmazsa bir Türk kahvesi rica edecektim.” “ nasıl olsun?” “ orta”. Dua edin gittiğiniz yerde Türk kahvesi yapılıyor olsun, düşük bir ihtimal ama böyle durumlar da insanın başına gelmiyor değil. “Türk kahvesi yok, nescafe versem olur mu?” Bu sırada grubun diğer kalanı hala sizin siparişinizin alınmasını bekliyor, soğuk terler, gerginlik almış başını gidiyor. “ Olur olur, nescafe de olur” diyebiliyorsunuz sadece… Bir de işin hazırlama kısmı var tabi, çay iki saniyede bardaklara konup getirilebiliyorken, sizin Türk kahveniz pişecek köpürecek filan… Ev sahibi için çayın daha pratik olduğu gerçeği kaçınılmaz. Özellikle patronunuz çay, siz Türk kahvesi isterseniz durum daha da vahim, sanki Türk kahvesi daha böyle özel insanlar için, daha özel bir içecek, daha protokol içeceği. Durum böyle olunca karşı taraf  “ne içersiniz?” sorusuna sadece “çay” diye cevap verip sonuna “istiyorum” yüklemini bile eklemezken, siz “ ben eğer zahmet olmazsa bir Türk kahvesi rica ediyorum” diye en kısık ses tonunuzla, en kibar halinizle, eğilip bükülüp siparişinizi veriyorsunuz.

Hiç tanımadığın birinden sigara isterken

Üzerinizde nakit para yok, veya etrafta sigara alabileceğiniz bir yer yok ama acil sigara içmeniz gerekiyor. Tek başınasınız, bir tiryaki olarak tek çareniz hiç tanımadığınız birinden “kibarca” sigara istemek. Ama yok böyle bir kibarlık, karşı taraftan canını isteseniz sanki daha az kibar olurmuşsunuz gibi. Usulca o hiç tanımadığınız kadının veya adamın yanına gidersiniz, yüzünüzde en tatlı gülümsemenizle kafanızı eğer, en ince ses tonunuzla da “ çok afederseniz, sigaranızdan bir tane alabilir miyim acaba?” dersiniz. Karşı taraf halden anlar ve sigarsını “ aa tabi” diye hemen uzatırsa, bir de yetmez “ Ay çok teşekkür ederim, ne olur kusura bakmayın valla mecbur kalmasam almazdım” diye eklersiniz. “ yok yok olur mu öyle şey rica ederim” diye devam eden muhabbet, kim bilir belki de yıllarca süren bir arkadaşlığın ilk adımı olur =)

Kalabalık bir otobüste akbil isterken

Durağa kalmış yüz- yüz elli metre. Belki de kaçırırsanız minimum yarım saat bekleyeceğiniz otobüsünüz orada ve milyorlarca yolcu alımına başlamış. Hüseyin Bold’u kıskandırır derecede bir koşuya başlıyorsunuz, derken mutlu son: otobüse biniş. Kanter içinde kalmışsınız, kalbiniz yerinde çıkma alıştırmaları yapıyor, akbilinizi arıyorsunuz ama o da ne, yok! Ara Allah ara, şeytan aldı götürdü satamadan getirdi demeye kalmadan otobüs en az üç durak ilerlemiş. Artık inemezsiniz de, birinden akbil bulup basmanız lazım. İşte vakit, muhtaç olduğunuz tüm kibarlığınızı yanınıza alma vaktidir! Belki de başka zaman olsa kulaklığınızı takıp duymamazlıktan geldiğiniz, çoğu zaman uyuma numarası yapıp yerinizi vermediğiniz insanlardan akbil dilenmeye başlıyorsunuz. Evet resmen dileniyorsunuz. Otobüs üç durak ilerlemişken iş  kibarca “rica” etme boyutundan çıkıp “ Abi allah rızası için bir akbil” seviyesine geliyor çünkü. Dua edin, Ramazan ayındasınız =)

Yazının devamı...

Bizde Olsa!

22 Mayıs 2017

Ofise bir girdim ki patroşkam o altın kaplama, o UNESCO tarafından koruma altına alınmış, o etrafına kırmızı şeritler çekip Japon turistlerin fotoğraf çekmesine izin verdiğimiz, o yetişkine tam öğrencilere yüzde elli indirimli olarak ziyarete açtığımız, şaka şaka kedi oturmasın diye ters çevirdiğimiz koltuğunda oturmuş beni bekliyor. Çok neşeli olduğunu söyleyemeceğim tabii ki, bu aralar benden önce işe gelme rekorunu elinde bulunduruyor. Onun bu somurtuk halini hiç umursamadan yanına gittim ve son derece sevindirik bir şekilde “günaydın hocam” dedim. Patroşka bu durur mu misliyle karşılık verdi tabi  “sensin günaydın”. Yılmadım, “ çok sevinçli bir haberim var” diye devam ettim. O da somurtma konusunda and içmiş olmalı ki “ne” diye bile sormadı. “ 1 kg 100 gram vermişim” dedim “ bunun neresi sevinçli anlamadım, zaten mutlaka geri alırsın” dedi. Ay Allah’ım bu adam resmen negatif olmak için yemin etmişti, kendimi şuan trenle Hogwarts Büyücülük okuluna giderken ruh emicilerin öpücüğüne yakalanan Harry Potter gibi hissediyordum.

Şimdi sakin ol ve o negatifliği yere bırak dostum demek isterdim ama her ay maaşımı tıkır tıkır hesabıma yatırdığı için diyemedim beybisiler. Derken caaağnım patroşkam, ki beni mutlu edecek bir şeyler söylediğinde ben ona hep “caaağnım” derdim, o sihirli iki cümleyi kurdu. “ Yakın zamanda iki tane iş seyahatimiz var birine sen de geleceksin”.  O sırada neden ikisine birden gitmiyorum yıa diye bir çirkeflik yapmak istemedim ama içimden bir sorgulamadım değil. Neysesine gelirsek tabii ki yurt dışı olan seyahete gitmek için damarlarımdaki asil kanı ve muhtaç olduğum kudretimi de yanıma alıp, kanımın son damlasına kadar mücadele ettim, cebren ve hileyle birkaç gün sonra kendimi Münih uçağında buldum!

Denizz Aşırı Münih için çok heyecanlıydım. Yine @denizzgok Instagram hesabımın yedi sülalesini ağlatacak kadar paylaşım yapacaktım, telefonumun hafızası adeta bir haneye tecavüz yaşayacaktı. Bir fotoğrafları gönder bana börekler açayım sana seyahatine daha hoş geldiniz derken, bu #denizzasiri seyahetten başka bir tespitle döndüm. Ekipte, uçaktan indiğimiz andan beri, tüm cümlelerine “bizde olsa” diye başlayan Avrupa aşığı bir abimiz vardı. Tamam biz de Avrupayı aşırı seviyoruz ama bu kadar da değildi.

Bizi havaalanından otelimize götürmek için gelen transfer aracımıza bindik, ve yolculuk sırasında gerçekten muhteşem yeşil alanlar gördük. Avrupa aşığı abimiz tüm seyahat boyunca kuracağı “bizde olsa” cümlelerinin ilkini işte tam bu sırada söyledi. “ Şu çimenlerin, şu yeşilliğin güzelliğine bakın bizde olsa böyle mi olur. Çer çöp pislik içinde olur.” Ya abi yapma etme tamam kabul ediyorum millet olarak aşırı temiz olduğumuz söylenemez ama bizdeki yeşillik, bizdeki doğa dünyanın neresinde var Allah aşkına. Altı üstü çimenlik bir alan abartmayalım. Doğaysa doğa, yeşillikse yeşillik bizde de var yani. Ayrıca üstünde mangal yakamıyorsam neyleyim yeşillik alanı diye de ekledim J İçimdeki milliyetçi ruhun dışarı çıktığı dakikalardaydık, Sezarın hakkı Sezara ama çimenlik bir alan için de ülkemizi gömdüremezdik.

Otele vardık asansöre binip odalarımıza çıkacaktık. Bu sırada asansöre bir Alman bindi ve bize gülümseyerek “günaydın” dedi. Abimiz yine “ bak insanlar ne güzel gülümseyerek günaydın diyorlar, bizde olsa hiçbir şey söylemeden binerdi” Abicim tamam kibar insanlar, asansöre binerken günaydın diyip gülümsüyorlar ama odanda azıcık gürültü yap bakalım, seni birkez bile uyarmadan resepsiyonu dayamıyorlar mı kapına? Bizde olsa, gelip “ kardeşim bu ne gürültü çocuk uyuyor ama yanda ayıp oluyor” derler en azından. Bunlar asansörde günaydın derler ama, park halindeki araban azıcık sınırı aşıp onun evinin önüne gelsin, bak bakalım polis hemen gelip ceza yazmıyor mu sana? Bizde olsa o park yerine taş koyulur ama yine de komşu polise şikayet edilmez. Bizde en azından bir erken uyarı sistemi var.

Neyse odalarımıza yerleşip kahvaltı yapabileceğimiz bir yere gittik. Siparişler verildi ve kısa bir süre sonra da mamalarımıza kavuştuk. Avrupa aşığı abi bu durur mu yapıştırdı tabi. “ şu hizmetin güzelliğine bakın bizde olsa on kere hatırlatmıştık nerede benim omletim diye” Abi yapma gözünü seveyim bizdeki hizmet başka nerede var. Bizim garsonlarımız, sırf masa fotoğrafı, doğumgünü fotoğrafı çekebilmek için dört yıl fotoğrafçılık okuyorlar. E bana da geldiler, Deniz bu durur mu ben de yapıştırdım tabi. Sen şimdi burada içtiğin her çaya para ödeyeceksin ama “bizde olsa” hesaptan sonraki çaylar müesseden olurdu!      

Kahvaltımızı bitirip şehri şöyle bir turlayalım dedik. Önümüzde gerçekten aşırı güzel, mini etekli manken gibi kızlar yürüyordu. Sıradaki “bizde olsa” cümlesi, Avrupa aşığı abimiz için 500.000 TL’lik soru değerindeydi. Var Mısın Yok Musun’daki Hamdi bey arayıp iki mislini teklif etse kabul etmezdi. “ Şu kızlara bak ne kadar özgür ve rahatlar, bizde olsa böyle rahat rahat mini etekle dolaşabilirler mi?” dedi ve demesiyle birlikte bir Alman genç grubunun kızlara laf atması bir oldu. Aşk da Deniz de tesadüfleri severdi çünkü sokakta milyorlarca laf yemesine rağmen inatla mini etekle dolaşmaya devam eden biri olarak elimde abimizin bu tezini çürütebilecek hiçbir argüman yoktu. Çünkü kadın olmak dünyanın her yerinde çok zordu. Önemli olan hiç kimsenin istediği kalıba girmeden, insanların dediklerini umursamadan, özgürce giyinip sokakta dolaşabilmekti. Laf atan dingiller dünyanın her yerindeydi, yeter ki onları susturabilen yaptırımlar olabilsindi. Sonuç olarak bu hikayenin amacı, biz mini etek giymeye devam edeceğiz, onlar susmayı öğrenecek!

Şaka şaka aslında amaç bu değildi hikaye başka yere gitti. Ama olsun bence güzel bir yere gitti. Demem o ki, evet başka ülkeleri görmek, bam başka kültürleri, insanları tanımak çok güzel. Bunu Denizz Aşırı gezmeyi çok seven biri olarak söylüyorum ama her #denizzasiri nın en güzel tarafı Türkiye’ye, sevdiklerimin yanına dönmek oluyor. Gezmeyi çok sevin, her fırsatta başka ülkeleri, başka şehirleri, başka insanları tanımaya çalışın ama bunu yaparken “bizde olsa” şöyle olurdu, böyle olurdu gibi eleştiriler yapacağınıza, o anın tadını çıkarın. Yaşadığınız yeri sevin ve başka ülkelerdeki yeşil çimlik alanları övüp, buraya gelip sokaklara çöp atmayın. Yurt dışında kırmızı ışıkta duran insanları övüp, burada aynı kırmızı ışıkta kendinizi yola atmayın. Avrupadaki trafik kurallarına uyma prensiplerini övüp, burada sinyal vermeden kimseyi sollamayın. Unutmayın ülkeleri ülke yapan, içinde yaşayan insanlardır. Biz değişirsek, her şey değişir. Bize bugün  okulda ülkesini sevmeyi öğrettiler,  örtmen geldi byee!

Yazının devamı...

Ayrılamayız Biz Murphy Kanunları Var!

15 Mayıs 2017

Siz deyin üçüncü ben diyeyim beşinci dakikasında evin kapısı yumruklanmaya başladı. Düşünün daha Harry, okul dışında büyü yapma yasağını delmemiş, o kadar. Allah Allahtı her halde ev sahibi yedi ceddini de almış bana misafirliğe gelmişti. Oysa ki kiramı bu ay sadece on beş gün geçirmiştim diye düşündüğüm dakikalardaydık. Kapıya Pembe Panter yürüyüşü yaparak gittim, akabinde fonda da Pembe Panter müziği çaldı tabi. Dırın dırın, dırın, dırın dırın, dırın dırın dırııııın, dıdıdırıııın! Kapının deliğinden baktım, herhangi bir insan kafası gözükmemekteydi. Kalbim yerinden çıkma alıştırmaları yapıyordu. Muhtaç olduğum kudretimi ve damarlarımdaki asil kanı aldım ve sanki yürek yemiş gibi kapıyı açtım!

Kapıyı açtım bir de ne göreyim! Bizim kızlar grubunun en Hobbiti Aslı karşımda. Delikten baktığımda görememem aşırı normalmiş yani. Genelde ağzı kulaklarında, etekleri zillerinde neşeli olan kız iki göz iki çeşme ağlıyor. Ay koş, koş, yetiş, yetiş Melisa Melisa diye içeri dövüne dövüne girdi. Sadece yüklem, özne ve ikilemeden oluşan cümleleriyle rahmetli Türkçe  örtmenine mezarında iki ters bir düz haroşe yaptırdı. Deniz bu durur mu ben de yapıştırdım tabi. Ay ne oldu, ne oldu?

İkilemeleri bir kenara bırakıp normal cümle kurmamız gerekirse, Aslı göz yaşlarını silip Yetenek Sizsiniz’de çeyrek finalden yarı finale yükselmeye çalışan rapçiler gibi saydırmaya başladı. Ay Melisa sevgilisiyle bir restoranda yemek yiyormuş. Sonra çocuk “ ben yapamıyorum Melisa, ama sorun sende değil ben de” demiş, faktır go olup gitmiş. Melisa da orada popiş popiş kalmış yine anlayacağın. Sonra da restoranın tuvaletine kendini kitlemiş ağlıyor. Nasıl yani Melisa şuan elalemin restoranının tuvaletinde kitli ve ağlıyor mu? Bendeki de soru sanki bizim restoranımız var da orası elalemin restoranı oldu. Hayır sanki burada takılmam gereken en önemli şey de buydu. Neyse bana bunu şimdi mi söylüyorsun Aslı diye hönkürdüm, Aslı bu durur mu o da misliyle karşılık verdi tabi. Hem de bu sefer Yetenek Sizsinizde finale yükselmiş rapçiler gibi. Telefonuna baksan görürsün Deniz kafa, whatsappın adeta bir haneye tecavüz yaşadı, aramaktan telefonunu ağlattık ama oooohhhh ( burada televizyona baktı usulca, şaka şaka bayağ sert baktı) sen burda Hayrı Pıtır keyfindesin, arkadaşların kimin umrunda!

Harbiden telefonuma bir bakarım ki, İstanbul Büyükşehir Belediyesinde beyaz masa olsam bu kadar çağrı ve mesaj almazmışım. Telefon üç dakikada coşma ötesi bir şey yaşamış. Ay tamam dedim hadi çıkalım hemen ne duruyoruz. Hemen acil durum alarmı verildi, savaş boyaları sürüldü ve Görevimiz Tehlike ekibi olarak, iki kişilik dev kadro Melisa’yı düştüğü bataktan, aman restoranın tuvaletinden kurtarmaya doğru yola çıktık.

Restoran kapanmak üzereydi ve tuvaletin önünde bir çalışan ordusu vardı. Melisa, muhtemelen iki saat önce “ başka bir arzunuz var mı? “ yok biz hesabı alalım” muhabbeti yaptığı garsonla şu anda ilişkisinin geldiği noktayı konuşuyor, garson Melisa’ya “ üzülmeyin hanfendi size başka adam mı yok?” diyordu. Tamam dedim olay mahalini boşaltalım Emniyet Amiri ve Savcı hanfendiler geldi. Aslı’yla tuvaletin önüne hemen olay yeri şeritlerini çektik, garsonları oradan uzaklaştırdık ve tüm ikna kabiliyetimizi yanımıza alarak Melisa’yı dışarı çıkarmaya ikna ettik. Önce tuvaletten sonra restorandan dışarı çıkarmaya ikna ettiğimiz güzeller güzeli arkadaşımızın göz yaşlarını ve çenesine kadar inen rimellerini, bir dost eli dokunuşu az biraz tükürükle sildik. İlk gördüğümüzde emekli rock şarkıcılarına benzeyen Melisa, şimdi sahneye çıkmadan önce gözüne limon sıkan ve soğuk havaya rağmen açık havada elli bin kişiye konser verdiği için burnu kızaran pop şarkıcısı seviyesine gelmişti. Arkadaşımızı önce tuvaletten sonra restorandan çıkarıp göz yaşlarını sildiğimizde her şey bitti sanmıştık. Amacımız onu evine götürüp, çikolata, battaniye, dost kucağı yaşam ünitesine bağlamaktı. Ama ayrılığın Murphy kanunlarını hesaba katmamıştık!

Karşımıza çıkan ilk taksiye bindik. Az önce gayet tontik olan kız taksiye biner binmez başladı ağlamaya. Sustur susturabilirsen. Biz biraz camları açalım kız hava alsın dedikçe Melisa ısrarla camları açtırmıyordu. Taksici abi sen git, milyorlarca erkek parfümünün içinden, şu kızın sevgilisinin parfümünü sür. Olacak iş miydi? Taksi buram buram, Melisa’nın mutluş günleri, romantik ötesi anları, sarılmaları, uyumaları kokuyordu. Sevgilisinin kokusunu duyan Melisa’nın ağlaması daha da şiddetlenince Aslı’yla cebren ve hileyle camları açtık. Beyne biraz oksijen giderse sorunu çözeriz diye düşündük. Ama ayrılığın en Murphysi bizim yakamızı bırakacak gibi değildi.

Taksici abi dedim aç radyoyu da şöyle cıptıs cıptıs müzik dinleyerek gidelim, keyfimiz yerine gelsin. Abi tabi Aşkı Memnu dizisinin en “ Ölüyoruum anlasanaaağ!”  sahnesinin içine düşmüş, hiç sesini çıkarmadan direkt açtı radyoyu. Allahım dedim içimden, hep zor durumda sana sığınıyormuşum gibi hissetme ama nolur böyle acıklı bir şarkı çalmasın. Yoksa bu işin sonu hastanede bitecek. Duam kabul olmuş olmalı ki böyle hareketli bir yabancı şarkı çıktı şansımıza. Derken Melisa’dan yanıt gecikmedi “ aaaahhhh bu bizim şarkımızdııııığ!” Hay dedim Murphy senin gibi kanunun ben bir buçuk kilo baklavayla diyetini bozayım inşallah!

Bu yolun bir an önce bitmesi gerekiyordu yoksa biz eve gidene kadar Melisa taksinin kapısını açıp kendini son yolculuğuna uğurlayacaktı. Allahtan bebek kilidi diye bir şey vardı ki sadece bebekler için değil, terk edilen kızlar için de olduğunu o gün anlamıştık. Radyo kanalını değiştirmiş, camları açarak da içerideki parfüm kokusunu kapı dışarı etmiştik. Hava ve zemin, sağ salim ağlaşmadan eve gitmek için uygun gözüküyordu. Zaten eve de on dakikalık bir mesafe kalmıştı. Bu mesafede başka ne olabilir ki diye düşünürken, eve gidene kadar tam yirmi tane Melisa’nın sevgilisinin arabasından gördük. Her seferinde plakasına bakacağız diye gözümüz çıkıyordu ya da en iyi ihtimalle camdan düşüyorduk. Melisa da her seferinde “ bu onun arabasııığğğ” diye ağlamaya devam ediyordu. Murphy lerin ardı arkası kesilmiyordu… Kabus henüz bitmemişti!

Yazının devamı...

Allah’ım sen bizi digital kazalardan koru, amin!

8 Mayıs 2017

Size piyenses olduğumu söylerken boşuna değildi, bugüne bugün taktik maktik yok bam bam bam, tam 25 yıllık adalıydım. Siz deyin beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar, ben diyim adalardan bir yar gelir sizlere, aman da göbeğe bak göbeğe ben vapura bindim. Vapur yolculuğu konusunda master degree seviyesinde olmama rağmen, her seferinde güneş gelen tarafı denk getirip oturmasam zeki kızım aslında. Kalkmadan önce güneşli olan tarafa oturuyorum, vapur kalkınca gölgeye geçeriz diyorum bir kalkıyoruz yine güneş. Başka sefer gölge tarafa oturuyorum diyorum kalkınca yine gölge gölge devam ederiz, bu sefer vapur bir dönüyor güneş yine gözümü ultra viyole ışını gibi deliyor. Yok bu kombinasyona benim beynimin sol lobu asla basmıyor, matematik örtmenime mezarında iki ters bir düz haroşe yaptırıyorum.

Vapurda güneş gelen yere oturmam yetmiyormuş gibi, bir süre sonra yolculuk da bana uzun gelmeye başladı. Allah allahtı, bu vapur direkt Büyükada’ya gitmiyor muydu derken en basit yöntem olarak “ yanındakine sor” joker hakkımı kullanmak istedim. “ Afedersiniz, direkt Büyükada değil mi?” soru cümlesini usulca yanımdaki kas ötesi çocuğun kulağına fısıldadıktan sonra, fonda  dıdıdın dıdıdın akbilin yetersiz bakiye sesi yankılandı. Yok yok vazgeçtim, daha çok  da da da dan kim milyoner olmak ister yarışmasındaki elenme müziğine benziyordu. Kendimi, daha 15.000 baraj sorusuna gelmeden elenen yarışmacı gibi hissediyordum. Kas ötesi çocuk da, uzun bir süre daha birlikteyiz bebeyim der gibi bir ifadeyle, whatsapptaki güneş gözlüğü ikonu gibi bakınca yüzüme yüzüme, hımm tmm ozmn bn sni bölmym ok kib bye diyip yerimi saatte 100 kilometre hızla değiştirdim. Böylece bir taşla iki kuştu. Hem kas ötesi olduğu kadar sapık ötesi olan çocuktan hem de gözlerimi ultra viyole ışığı gibi delen güneşten kurtulmuştum.

Peki bu aşırı şapşiklik niye Deniz dedim. Sen yılların piyenses adalısısın güneş gelen yere oturman yetmiyormuş gibi bir de yanlış vapura biniyorsun. Şimdi işin yoksa Eminönü’ne kadar git. Sonra oradan tekrar Adalar vapurunu bekle, bin gel. Ohoo aktarmalı Küba’ya uçsan daha önce varırsın. Hem böylece #denizzasiri Küba’yı da aradan çıkartırsın. Bir taşla birkaç kuş felsefesini abarttığım dakikalardaydık ama ben her anı verimli hale çevirmeye bayılırdım, bilirdiniz. E dedim madem vaktim var, o zaman bir türlü bitiremediğim kitabımı yazayım. En son baya ilerlemiş, kendi rekorumu beş cümle iki kelimeyle kırmıştım. Bu yaza kesin raflardaydık, imza günlerinden imza günleri beğeniyor, hep birlikte havai fişekler patlatıyorduk. Neden olmasındı. Belki de yanlış vapura binmem bir işaretti? Ya da ben öyle zannediyordum…

Vapur Eminönü’ne gidedursundu ben de bestsellerımı yazayımdı. Derken patroşkam aradı. Patroşkam aradığında her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsam ayağa kalkarım ve olduğum yerde duramadığım için yürümeye başlarım. Telefonu kapattığımda tüm vapuru boydan boya dolaşmıştım, gitmediğim bir tek makine dairesi ve kaptanın odası kalmıştı. Patroşka bana çok önemli bir görev vermişti. Bir Kanal müdürüne mesaj atacak, filmlerimiz için bütçe teklifinde bulunacak bir de randevu talep edecektim. Vays anasını sayın seyirciler dediğimiz bir görevdi bu benim için. Filmler satılırsa belki ben de ödül olarak Küba’ya giderdim. Ay bugün neden tüm yollar Küba’ya çıkıyordu farkında mısınız? Neyse totemimizi şuraya bırakalımdı o zaman, gerçekleşirse hepbirlikte kutlarız. =)

Bu sırada benim biricik sevgilimin de romantik olasının geldiği dakikalardaydık. “Aşkım fotoğraf gönderseneeğğ, özledim” ler mi ararsınız, “Bir fotoğrafını gönder de keyfim yerine gelsin” ler mi “ seni göremezsem ölürüüğüüm”ler mi? Hangisini beğendiyseniz alın ama ben en çok beni göremezse öleceği bölümle ilgilendim, popom mağma seviyesinden everest seviyesine çıktı bir anda. Egom nasıl halay başı mendilimi getir anlatamam. Neyse, napalım gönderelim bağriiii dedim ve bir dakika içerisinde 850 tane fotoğraf çekip, aralarından en güzel üç taneyi seçmeye çalıştım. Aynısından 835 tane olunca ayıklaması çok zor oluyor bilemezsiniz. Neyse bi tane öpücüklü, bi tane dil çıkarmalı, bi tane de normal gülümsemeli bir komibansyon yaptım sevdiceğe. Fotoğrafları gönderiverdim. Şimdi o düşünsündü!

Ayyyy dedim sonra, ben şakalaşukala derken kanal müdürüne bombastik mesajı atmayı unuttum. Ve başladım yazmaya, umarım iyisinizdirden girdim, filmlerimizi gelişme bölümünde övdüm, sonuç bölümüne gelmezden önce görüşmemizin ne kadar mantıklı olacağına dair ikna edici resmi belgeler sundum, aşırı derin saygılarımla şeklinde de bitirdim. Şimdi de kanal müdürü düşünsündü! Derken cevap geldi “ Aşkım yanlış oldu galiba?”. Ne yanlış oldu? Nasıl yani! İh bin şokiyırt! Kanal müdürüne atacağım mesajı sevgilime, sevgilime atacağım fotoğrafları da kanal müdürüne atmıştım! Kendimi her tarafı delik bir uçurtma gibi, yağsız tutsuz patlamış mısır gibi, ortasından sıkılmış diş macunu gibi hissediyordum. Bir an önce bir şeyler yapmam gerekiyordu. Hemen bir özür mesajı yazmaya başladım ama kötü haber gerçekten tez duyulur olmalıydı ki patroşka aradı. Kanal müdürü yememiş içmemiş, asistanın bana dilli öpücüklü fotoğraflar gönderiyor, bu ne anlama geliyor Birol demiş? Ne anlama gelecek acaba poteyto, gencecik yaşımızda sana yürücek değiliz her halde. Sana gelene kadar ohohoybree.. Diyemedim tabi. Hocamm yanlışlık oldu ben kendisinden şimdi özür dilerim, hemen toparlayacağım yemin ederim, kusura bakmayın sizi de zor durumda bıraktım gibi aklıma gelen tüm cümleleri Yetenek Sizsiniz yarışmasında çeyrek finalden, yarı finale yükselen rapçiler gibi saydırmaya başladım.

Gönül isterdi ki, “ Lan poteyto kafalı, bir bana bak, bir de kendine. Şu görüntüde yirmi iki, asılda yirmi beş olan kızıl ötesi kız seni ne yapsın acaba. Ben sana anca arkeoloji müzesinde bakarım, hadi örtmen geldi byee!” yazayım.  Ama dünyanın en beter gazabı olan patroşka gazabından korktuğum için yazamadım. Böyle işte ben de digital kazalara kurban giden yavrucaklardan biri oldum beybisiler. Annem hep okula, işe giderken “ Allah’ım sen kızımı kazalalardan belalardan koru Yareppiim!” diye dua ederdi. Ona söylicem artık “ Allah’ım sen kızımı digital kazalardan, belalardan koru” diye minik bir ekleme yapsın. Yoksa whatsappı ekmek gibi su gibi kullandığımız, instagrama hiç ayrılamadığımız aşkımızmış gibi yaklaştığımız şu günlerde daha beter kazalara kurban gideceğim. Meselaağsına gelirsek, Allah’ım düşmanıma bile verme, 34 beden olmasına rağmen hala diyet yapan ve “ay benim göbeğim çıktı” diyen kıza bile verme dediğim #denizzasiri  korktuğum, digital kazaları listeledim. Okuyun, sonra @denizzgok instagram hesabıma gelin, iki lafın belini kıralım. Belkisi ben diye başka elleree yazarsınız, sakın haa diyim beni kırmızı kafamdan bulun. Öpüyorum ve başlıyorum:

          Allah’ım işte bu benim de başıma gelen ama en kötüsünü geçtiğimiz günlerde Ebru Şallı’nın yaşadığı bokumsonik bir olay. Karşılıklı romantizmin zirvelerindesiniz, östrojen deniz seviyesinden çıkmış mı everestin en tepesine. Sevgilin romantizmin Messi’si şuanda. Senin de elin armut toplamıyor tabii. E uzaktasınız. Özlem var, sıradaki şarkı size geliyor. “ Bi fotoğraaf çekileebilir miyiiiz dudaklarım dudaklarındaaa!” Hayal gücü Dostoyevski’den daha geniş olanlar için, çıplak fotoğraf servisimiz başlamıştır diyorsun ve sevdiceğine snapchatten çıplak fotoğrafını gönderiyorsun. Bi bakıyorsun ki sadece ona göndermemişsin. Fotoğrafı direkt paylaşmışsın. Ay bu üç öğün iskender kebap yiyip hiç kilo almayan kızların bile başına gelmesin, Amin. Bu kazadan korunmak için nacizhane önerim, nasıl olsa kaydedemiyor diye snapchatten göndermeyin fotoğraflarınızı. Bırakın kaydetsin bi tek de o görsün. Elalem görmesin bari sadece whatsapptan atın. Ama aman dikkat, yanlışıkla akraba whatsapp grubuna atmayın sakın =)

Yazının devamı...