(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"İlber Ortaylı" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "İlber Ortaylı" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
İlber Ortaylı

Hem tarih, hem coğrafya için... Yunan adaları

2 Temmuz 2017

TÜRKİYE’nin turizm kapasitesi büyüyen nüfusu karşılamaya yetmiyor. Fransa’nın özellikle kıyılarında, İtalya gibi memleketlerde görüldüğü üzere yerli nüfusun tatile çıktığı zamanlarda anavatan, yavrularını ağırlamaya yetişemiyor. Komşumuz Yunanistan bu bakımdan bir ferahlık getirdi. Ülkede yoğun bir nüfus yaşamadığı, tabiat bizdekinin aksine el değmeden sürdüğü için orada herkese yer var. 

İkinci olarak, konaklama ve yemek yüksek fiyatlara ulaşmış değil. Bilhassa restoranlar Türkiye’nin Batı sahillerine göre çok ucuz. Bundan başka Yunanistan ve Bulgaristan gibi ülkelerin ve maalesef artık gezilmesi biraz imkân dışı kalan Suriye’nin, ayrıca Lübnan ve Ürdün’ün geniş vatandaş kitlelerimiz tarafından ziyareti ve buralarda tatilini geçirmesi bizim kültürel dünyamız için bir kazanç sayılmalıdır. Hiç kimse tarih ders kitabına veya coğrafya atlasına bakarak, zihnimizde bakir noktalar teşkil eden bu ülkeleri öğrenemez. Aksine tarih kitapları ve coğrafya atlaslarından, biz buraları gezip zihnimizde mülahazaya yani gözden geçirip tartışmaya başladığımız vakit hakkınca yararlanılır.

YUNAN HALKI PLAJLARDA İYİ HİZMET ALIYOR

İzmir’in Sığacık beldesinden kalkan bir feribotla ulaşılan Samos Adası, II. Mahmud döneminde otonom bir prenslik haline getirilen Sisam eyaletidir. Bu yemyeşil adanın karşısındaki Türkiye kıyıları da jandarma bölgesidir, yeşili koruyabildiğimiz nadir kıyılardandır. Samos-Sisam’ın bu bayramda 15 bin kadar ziyaretçi çekmesi bekleniyordu. Adanın yaşaması için çok önemli bir turist miktarı. Bunu Türkiye temin ediyor. Kuşkusuz halkımızı buraya çeken nedenler değişik. Osmanlı-Yunan tarihinin bu önemli köşesini gezginlerimizin tanıması mühim. 

Sisam’dan ziyaretlerim dolayısıyla uçakla ulaştığım Atina aynen burası gibi sıcaktan kavruluyor. Ama şehrin birçok kıyısında denize girmek mümkün ve su temiz, plaj hizmetleri belediye tarafından ücretsiz ve nitelikli olarak sunuluyor. İktisadi krize rağmen bazı şeyleri Yunanistan halkı elde etti ve bunlar muhafaza edildi. 

Atina bizim için dış ilişkilerde çok önemli. Dışişlerinin önemli memurları bu büyükelçilikten geçer. Halihazırdaki büyükelçi eski Şam Büyükelçimiz Halit Çevik. Başkonsolosumuz ise Oya Yazar. 

Benim Atina’da bazı dostlarım var, tabii ki hepsi de İstanbullu. Türkçelerini kuşaklardan beri koruyan takım... İçlerinde iki memleketin tarihini de çok iyi bilen Venos Zahariadis, onun hoşsohbet ve mutfak üstadı eşi Olga Hanım gibi isimler mevcut. Halkida’ya beraber gittik. Burası, Fatih Sultan Mehmed’in 1470’te fethettiği kıta Yunanistanı’na en yakın adalardan. Bizim ‘Eğriboz’ dediğimiz İtalyanların ‘Negroponte’ diye isimlendirdiği bu coğrafya Akdeniz’in en renkli noktalarından. Belediye başkanı Christos Pagonis cana yakın bir yönetici. O sıcakta bile sağa sola koşuşan dinamik tiplerden. Yunanistan’da belediye önemlidir ve belediye meclisleri ve meclis üyeleri gerçekten politika da yaparlar, iş de yaparlar. Yunanistan’ın politikacı yetiştiren kademelerindendir. 

Yazının devamı...

Neden Mimar Sinan’ın eserlerinin canına okunuyor

25 Haziran 2017

GAZETEMİZE röportaj veren bir adam “İlber Hoca tarihle uğraşsın, anlamadığı işe karışmasın” diyor. Anlamadığımız iş dediği, gelip geçtiğimiz, her gün gördüğümüz, yaşadığımız şehrin köşelerinden biri. Birazdan bahsedeceğimiz Üsküdar’daki Şemsipaşa Camii de öyle.

İstanbul’u Roma İmparatorluğu kurmuş sayılır. Bizim ecdadımız süslemiş, geliştirmiş. Hani birilerinin bize saçma gelen teorisi var ya; “Osmanlı ayrı millet, Türk ayrı millet” diye. Neredeyse bu saçmalığa inanasım geliyor, Osmanlı kurmuş, biz iğrenç bir hale getiriyoruz. Bugünün mimarının nesi üstün bilmiyorum; resmen statik derslerini okumadıklarını, müfredattan kaldırıldığını herkes biliyor. Dünyayı gezip gördükleri yok. Sırf parasızlıktan değil, niyetleri de yok. Anasının babasının yanında gezip görenler de bavul misali geziyor.

Adam kazıkları çakmış; pandantif gibi Molla Çelebi Camii’nin ne olacağı belli. Dolmabahçe’den baktığın zaman Topkapı Sarayı’nı göremiyorsun. Karşıda da Şemsipaşa Camii’nin önüne kazık çaktılar. Duvarlarını çatlamışlar bile. Fox TV muhabirinin sorusuna oradaki mühendis “Ne olmuş” diyor.

“Her yerde okul açıp herkesi diplomayla donatacağız” dersen, verdiğin eğitimin niteliğine ve muhtevasına dikkat etmezsen beklenecek sonuçlar bunlar. Mimarbaşı övünüyor, “Bu Haliç’e köprüyü Mimar Sinan bile yapamadı” diye. Megalomaninin sonu yok. Aradan 500 sene geçmiş; birikimin bu kadarsa diyeceğim yok. Denecek yok, maşallah.

ATATÜRK’ÜN EMRİYLE RESTORE EDİLMİŞTİ

Önündeki inşaat şimdilik durdurulan Şemsipaşa Camii’nin başına gelenlerden söz edelim biraz da. Üsküdar kıyısında rüzgâr her zaman kuvvetli estiğinden bu caminin kubbesine ve minaresine kuşlar konmaz. Bu yüzden halk ‘Kuşkonmaz Camii’ adını vermiş. Caminin banisi Kastamonu Candaroğulları hanedanından gelen Kızıl Ahmed Bey’in torunu Şemsi Ahmet Paşa’dır. III. Murad devri vezirlerindendir.

Şemsi Ahmet Paşa, 1580 yılında ölmüştür ve tarihin de gösterdiği gibi bu sempatik camiyi aynı tarihte büyük mimarımıza yaptırmıştır. Koca Mimar Sinan’ın küçük bir camisidir. Ancak bu küçük minyatür caminin, mimarın keskin gözüne uygun bir yapısı vardır. Minaresiyle kubbesi, o kubbenin yanındaki çeyrek kubbeler, o çeyrek kubbelerin hemen altında uzanan duvarlar, revak, girişteki son cemaat mahalli ve etrafında yer alan ‘L’ şeklindeki medrese ve caminin hemen bitişiğinde yer alan Şemsi Ahmet Paşa’nın türbesi dikkatimizi çeker. Paşa, caminin tamamlandığını göremeden vefat etmiştir ve buraya gömülmüştür.

Kuşkonmaz Camii’nin 20’nci yüzyılda önemli yıkımlar daha doğrusu tahribat gördüğü açıktır. Bunu zaman yapmıştır. Bu nedenle ilk önce Atatürk’ün emriyle ancak 1940’larda gerçekleştirilen bir tamirat ve ardından 20’nci yüzyılın sonuna kadar uzanan restorasyonlarla cami bugüne kadar gelebilmiştir.

Yazının devamı...

Dışarıdaki Türkiye: Yunus Emre Enstitüleri

18 Haziran 2017

YUNUS Emre Enstitüsü, 2007’de kuruldu. O vakit Topkapı Sarayı Müzesi’ndeydim. Kültür Bakanı okuldan beri arkadaşım olan Atilla Koç’tu. Uzun yılların içerisindeki görüşmelerimiz ve tartışmalarımızda, İspanyolların Cervantes, Rusların Puşkin, İtalyanların Dante Alighieri ve Almanların Goethe gibi enstitülerinin gerekli olduğu konuşulurdu. Bunlardan İtalyan ve Alman enstitüleri Ankara’da çok itibar görüyordu.

Atilla Koç zamanında müsteşar olan Prof. Mustafa İsen, ‘Yunus Emre’ ismini kendisinin bulduğunu söylemiş; olabilir. Her halükârda uygun isimdir. Türkiye’de aydınların tarihe ve edebiyata mal olmuş büyük adamları bile kendine göre bölüp sahiplenmek gibi kötü bir huyu varken Yunus Emre konusunda herkes birleşir.

HER ENSTİTÜDE O ÜLKENİN AYDINI VAR

Ama Türk dilinin bu dâhisinin hayatı ve eserleri üzerinde yapılan araştırmalar ise en azından elli yıldır durgun bir safhadadır. Havanda su döverek Yunus Emrecilik yapıyoruz. Enstitünün kuruluş statüsü ve gelir kaynakları üzerinde tartışacak değilim. Şu ana kadar vakıf başkanı TC Dışişleri Bakanı’dır. Toplantılarda onun yerine gelen bir büyükelçi yer alır. Kültür Bakanı vakıf başkanı olarak onun yerini alınca da daha farklı bir şey beklenemez; mühim de değildir.

Bugünkü Yunus Emre Enstitüleri’nin bana göre Türkiye’nin dış temsilcilikleri ve kültürel faaliyetleri açısından önemli ve olumlu bir farkı var; yurtdışındaki başkentlerde ve büyükşehirlerde kurulan enstitülerin başına geçirilen müdürlerin o bölgede doğan veya hiç değilse eğitim hayatını orada geçiren Türk çocukları olmasına dikkat edildi. Örneğin Almanya ve Avusturya Viyana’daki Yunus Emre Enstitüleri’nin başına o ülkelerde büyüyüp eğitim görmüş Almancası mükemmel kişiler yerleştirildi. Arap ülkelerindeki enstitülerdeyse yine oralarda uzun süre eğitim görmüş veya Arapçası mükemmel Kerküklü Türk aydınlar var. Varşova’da da mesela öyledir.

Dili bilmek ve orada yaşamak, müdürlere ve yakın çalışma arkadaşlarına, mahalli şartlara nüfuz etmek, o ülkenin aydınlarıyla temasa geçmek; karşılıklı kültürel faaliyetlerde bulunmak için büyük imkân ve kolaylık sağlıyor. Şurası çok açık: Merkez bürokrasinin memurları için ‘sine cura’ denen baş ağrısız rahat çalışma ve dışarıda yaşama imkânı bu memurlar için söz konusu değil. Onlar zaten oradalar ve birinci gruba göre yerli halkı ve kurumları daha iyi tanıyorlar.

ENSTİTÜLERE İHTİYAÇ DUYULUYOR

Nitekim 10’uncu yılını tamamlayan Yunus Emre Enstitüsü konferanslar, bilhassa Türkçe dil kursları açısından fevkalade verimli oldu. Ders kitaplarını kendileri hazırlıyorlar. Bunların yerini Türkiye’de hiçbir kurum alamaz. Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı’nın alışılmış dış temsilcilikleri, şurası açık bir gerçek ki, her zaman bunların gerisinde kalır. Yönetimde hangi yapı değişikliği düşünülürse düşünülsün, Yunus Emre Enstitüleri’nin kültürel faaliyetler ve Türkçe dil eğitimi için sahip oldukları bu özgün form korunmalıdır.

Yazının devamı...

Müze açmak o kadar kolay mı? Beyefendi (Çebi) Topkapı Sarayı’nı müze sanıyor

11 Haziran 2017

SON zamanlarda bazı köşe yazılarında desteklenen yeni bir müzeci kahraman var. İsmi Mehmet Çebi. Yedi yıllık müze müdürlüğüm sırasında kendisini müzemizde bir tetkikat yaparken görmedim. Yan müzelerdekiler de tanımıyor. Teşvikiye’de hüsn-ü hat pazarlayan ve satan bir galerisi vardı. 

İYİ NİYETLİ DE OLSA HAYALPEREST

Teşviki seviyorum ama antikacılık merakım yok. Erzurumlu bir genç hattatın büyük boy bir Fatiha suresini aldım. Koleksiyonlarda eski üstatlarımızın da eserleri olduğunu söylendi. Doğrusu bu gibi eserleri alabileceklerden değilim. Galerinin sahibi hat bilgisinde kendini yetiştirmiş. Öyle söylüyor. Lakin görünüşe göre kendini aşan bir işe girişmiş; müzelerimizi derleyip toplama, yeniden kurma, içinden uygun olanları yurtdışındaki büyük müzelerle değiş tokuş programına sokma (sergi değil, satın alma) biçiminde ve hatta fon kurarak parayla eser almayı planlıyor. 

Bu gibilere sormak lazım: Ne vakittir müze geziyorsun? Dünya müzelerinden, tablo piyasasından haberin var mı? Eser toplayan Körfez emirliklerinin mensupları ne toplayabildiler? Japonlar 1960’lardan beri boyuna astronomik rakamlarla empresyonist eser topluyor. Toplamış da ne olmuş? Morozov’un ve Şçukin’in topladığı Puşkin Müzesi’nin bodrumlarına konan empresyonistlerin, Picasso ve Matisse gibi modernlerin sayısına, hele kalite seviyesine ulaşabilmişler mi? Bu işler büyük ölçüde zamanın ve şartların müsaadesine bağlı olarak gelişir.

İSTANBUL ŞEHİR MÜZESİ NE OLDU?

Bu efendinin demeçlerini dinledim. Sinirlerinize hâkim olabilecekseniz eğlenceli. Mesela diyor ki: “Millet Paris’e neden gidiyor, yüzde 85’i Louvre Müzesi için. Onların da yüzde 85’i Mona Lisa’yı görmek istiyor. Müzelerimizi böyle zenginleştirmeliyiz. İcabında eser değiş tokuşu yapalım.”

Tabii bu gibi değiş tokuşların sonucunda ne çıkacağını söylemeye lüzum yok. İyi niyetli olsa da çok hayalperest olduğu açık. 

Yazının devamı...

İbn-i Haldun’a bugün kim erişecek?

4 Haziran 2017

OSMANLICA tabirle ‘intihal’, Avrupa metinlerinde ‘plagiarisme’ olarak geçer. Açık konuşmak gerekirse Ortaçağ Avrupası’nda çokça başvurulan bir yoldu. Bilhassa Rönesans döneminin başlangıcındaki 12’nci, 13’üncü yüzyıllarda Palermo’da ve Endülüs’e komşu kültürel bölgelerde Doğu dünyasının tıbbından çokça aşırmalar yapılırdı. Burada tercüme metinler kullanıldığından ilginç yanlışlara rastlanır, hatta Doğulu bilginlerinin isimlerinin pek garip telaffuzlarla ve imlayla yazımı da buna dayanır. İbn-i Sina’nın ‘Avicenna’, İbn-i Rüşd’ün ‘Averroes’a dönüşmesi gibi bazı Ortaçağ yazarlarının ilk ve son sahifede “Bu kitaptaki bilgi ve fikirlerimi çalanların eli kurusun” gibi beddualar da vaziyetin vahametini gösterir.

Beşeriyet, malı mülkü koruyan hukukun fikri hakları da teminat altına alması için önemli bir zaman harcadı. Bugün Batı dünyasında intihal yani aşırmacılık yüz kızartıcı suçtur, müeyyidesi ağırdır. Tartışmalı bir intihal için Harvard’ın çok önemli bir psikoloji profesörünün az kalsın doktorası bile elinden alınarak akademik hayatı çizikleniyordu. Allah’tan yetkili kurullar, intihal ithamının bu kadar da ağır cezaları hak etmediğine karar verdi ama adamın süngüsü ta doktorası sırasındaki bu nakil hatasından dolayı epey düştüydü. 

Doğrusunu söylemek gerekir; Türkiye’nin küçümsediği mazideki akademik yıllarda aşırmacılık olmuyor değildi ama bu kadar çok lafı edilmiyordu. Bazı dallarda, mesela tıpta nakilcilik modern tıbbın ve cerrahinin Türkiye’ye getirilmesi yolunu açtığından normal karşılanıyordu; bugün öyle değil. Tıp ve mühendislikte aşırmacılığa karşı meslektaşlar çok hassas. YÖK’e çok sık şikâyet yapılıyor. Ne var ki toplumsal bilimler alanında aynı gözlemi yapmamız mümkün değil. 

NORMAL HALE GELMİŞ

Master tezlerinde bilgisayar üzerinden hem de tarama yöntemiyle blok blok göçürmeler normal hale geldi. Koca adamlar ve kadınlar lisans talebelerinden daha hızlı aşırmacılar. Doktora ve hatta doçentlik gibi tezlerde de dedikodu dışında gerçek şikâyet ve YÖK nezdinde başvurular sayısız. Son günlerde gazetede yine böyle bir haber çıktı. Habere göre Doç. Dr. Erkan Göksu’nun herkesin rahatlıkla ulaşabileceği bir kitabı, çok az değişiklikle tez olarak sunulmuş ve kabul edilmiş. İddia şayet doğruysa, YÖK’ün Ulusal Tez Merkezi sisteminde de erişime açılmış. Eğer YÖK, gerekli organlarıyla acımasız davranmaz ve şikâyetleri doğru ve ciddi olarak değerlendirmezse umutsuz noktalara gideriz. İş bu kadarla bitmez. Adli teşkilatta da mahkemelerin bu gibi davaları daha ciddi ve titiz şekilde bilirkişilere havale etmesi ve karar alması gerekiyor. 

Maalesef intihal Türk akademik hayatında hem de halkın en çok ilgi duymaya başladığı sosyal bilimler dalında ayyuka çıktı. Rastgele suçlamalar kadar ciddi takibatın da resen yapılması gerekiyor. Her evin avlusuna bir üniversite açacak raddeye geldik ama kurumlarımızın gözetlenmesi, disiplinin hakkaniyetle sağlanması yöntemini pek beceremedik. 

ÇOCUKTUM

Yazının devamı...

Fetih kutlaması niye tartışılıyor!

28 Mayıs 2017

İSTANBUL’un fethinin kutlanması uzun zamandır tartışma konusu. Kavga 1951-1952’den itibaren, muhafazakârların başta desteklediği hükümetin ve onun dışişleri bakanının karşısında yer alan grup tarafından başlatıldı. Şimdi işin biraz evveline gidelim. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçları arasında bizce en önemlisi Türkiye ile Yunanistan’ın yakınlaşmasıydı. Hatta Bulgaristan’ın, Arnavutluk’un, Yugoslavya’nın komünist bloka dahil olduğu ilk yıllarda, Yunanistan Başbakanı Panayis Çaldaris bir Türk-Yunan konfederasyonundan bahsediyordu. NATO’ya birlikte girdik. Bu yakınlığın sonucunda, Yunan Kralı Paul ve Kraliçe Frederica’nın geldiği tarihte Demokrat Parti hükümeti, İstanbul’un fethi törenlerini tasarlananın altında bir düzeye indirdi. 

Fetih kutlaması için canla başla çalışanlar neredeyse istiskale uğradı. Tören programları kısıldı. Bunların çok önemli olduğu söylenemez. Ama daha şarkvari bir davranış gösterildi: Fetih yıldönümü vesilesiyle hazırlanan onlarca çalışmanın hükümetçe desteklenmesi ve basılmasından vazgeçildi. Oysa sonradan Fetih Cemiyeti ve muhtelif vakıflar tarafından basılan bu çalışmaların halen yurtta ve dış dünyada başvurulan eserler olduğunu söylersek etkinin de, tepkinin de, tedbirin de ne kadar ham olduğu anlaşılır.

SOVYETLER’DEN MİRAS GÖSTERİ MÜHENDİSLİĞİ 

Bugün de birtakım çevreler “Fetih niye kutlanıyor” diye konuşuyorlar. Cevap çok açık olmalı: “Size ne?” Umumi ahlak ve güvenliğe mugayir davranış olmadıkça bu gibi kutlamalar demokrasinin icabındandır, siz karşıysanız kutlamalara katılmayınız. 

Kuşkusuz bu temel ilke, bir sanat ve adeta fonetik bir mimarlık haline dönüşen kutlama tekniklerinin maskara edilmesi için geçerli olmamalıdır. Dünyaya toplumsal törenleri öğreten Sovyetler Birliği’nde zamanla ‘gösteri mühendisliği’ diye bir eğitim ve meslek ortaya çıktı. Gösteri mühendislerinin eski Sovyetler Birliği’nden gelen birkaç mensubu en başta Azerbaycanlı Türkler bizde de bu gibi törenleri yaptılar. 

Gösterileri tenkit edenlerin bazıları Panorama Müzesi’ni de tenkit ediyorlar. Yalnız dikkat edelim müzenin düzenlenişi üzerine ciddi bilgi sahibi olmadıkları açık. Hatta bazıları Panorama 1453 Müzesi gibi müzelerin Sovyetler’in geliştirdiği bir dal olduğunu bilmiyorlar ve bu konuda zaten ciddi bilgileri yok. Şunu söyleyelim 1453 yılı, dünya tarihi için mühim bir olaydır. Hem kutlanması hem de müzeler ve kütüphanelerle incelenip öğretilmesi olumludur. Tenkit edilecek şey bilgisizlik ve yanlışlıktır. 

FETİH HAKKINDA YANLIŞ BİLİNENLER

Yazının devamı...

2 başkent 2 kader

21 Mayıs 2017

İtalya bütün tarih seven gençler gibi benim de hep gezip görmek istediğim bir yerdi. Hayatın tuhaf cilvesi, bir buçuk yaşındayken bulunduğum ve elbette hatırlamadığım bu şehre bir daha yıllar boyu gidemedim. Bununla beraber, oldukça genç yaşta Venedik ve Trieste’yi, ardından da biraz gecikmeyle Floransa’yı gezebildim. Hem de doya doya. 

Fakat 1970’lerin başına dek Roma’yı hâlâ görmemiştim. İtalya’ya kuzey tarafından her adım atışımda Roma liste dışı kalıyordu. Çünkü İtalya seyahati insanı oyalayacak kentlerle doludur. Hele bana göre İtalya’nın en çok özleneceği yeri Apeninler’in kuzeyindeki o soğuk dünyadır. İtalya Avrupa medeniyetinin başlangıcı ve arasıdır. Yıllar geçti. Nihayet bir gece ‘late night show’ denilen sinema gösterisinde Fellini’nin Roma’sını seyrettim (Bu arada Viyana’da Pasolini ve Fellini’yi tanıdığımı söylemem gerekir). Artık Roma’yı muhakkak görmem gerekiyordu. 

ROMA’NIN ÇAMLARI ROMA’NIN MERDİVENLERİ

Filmi izlememin hemen ardından, 1972’de Roma’yı nihayet gördüm. Kitaplardan tanıdığım Roma’nın hakikisi beni çarptı. Dönüşümü de erteleyerek şehirde üç haftayı aşkın bir süre kaldım. Bütün şehri sokak sokak gezindim; hatta Via Appia’yı bile tabanvayla keşfettim.

Harita, rehber ve kahve, işte bu 23 günün araçlarıdır. Gezileri her zaman yalnız yapmak iyidir; daha çok öğrenirsiniz. Yanımda kötü bir fotoğraf makinesi de vardı. Pini di Roma (Roma çamları), Roma’nın merdivenleri, Batı edebiyatını, müziğini ve resmini niye etkilemişti, anlamıştım. 

DÜNYADA VAR MI BÖYLE 

Yazının devamı...

Uydurulan palavralar neye dayanıyor

14 Mayıs 2017

BİR televizyon kanalının geçen haftaki tarih programında kendi içinde bütünlük arz etmeyen ve belirli bir çerçevede ele alınamayacak konular görüşüldü.

Aslında konular görüşüldü demek de fazla iltifat olur. Kahvehane köşelerinde, 50 yıldır tekrarlanagelen bazı yaveler ilk defa bu kadar açıklıkla TV ekranına da getirildi. Falanın annesi babası şu işi yapardı, filan şöyledir demek hiç kimsenin hak etmediği söylemlerdir. Her şeyi bir yana bırakalım, Türkiye cumhurbaşkanlarının ilki ve tabii bazılarının asıl rahatsız olduğu konu Kurtuluş Savaşı Başkomutanı, TBMM Reisi, Yeni Türkiye’nin kurucusu ve silah arkadaşlarının aralarındaki ilişkilerini abartarak yorum yapan çevreler, maalesef bu sefer de doğrudan doğruya Atatürk’ün ailesine el attılar. 


ANSİKLOPEDİLERDE DEDİKODU
Bu amiyaneliği anlamak fevkalade güçtür demeyin. Sebep bizim hazin çağdaşlaşmamızdır. Kasabalara gerçek bir eğitim götüremedik. Mektep bitirenlerin gerçekleri yansıtan bir yorumuna rastlamak zor. Kulak dolgusu, dedikodu yöntemi tarihçiliğe yansıyor. Sözü edilen insanların biyografilerinin ne kadar çarpıtılarak ve noksanla ele alındığını görünce dahi bunu anlarsınız. Mesela sözünü ettikleri yorumlarda Afet İnan Hoca’nın akademik kariyerinin ciddiyetle tetkik edilmediği anlaşılıyor. Bizim millet biyografiyi takip etme alışkanlığına sahip değildir. Birisinden dedikoduyla bahsetmeyi tercih ederler. Aynı yöntemi gazetecilikte de kullanırlar, hatta ansiklopedicilikte de. 

Yazının devamı...