(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Elif Çongur" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Elif Çongur" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Elif Çongur

Beşiktaşlı Şükrü Gülesin

9 Temmuz 2017

İstanbul Erkek Lisesi’nde okur. O yıllarda Beyoğluspor’da oynar. 1940 yılı, yıllar içinde efsanesi olacağı Beşiktaş’a transfer olduğu yıldır. Henüz on sekiz yaşındadır. 1940 yılının sonbaharında, Kınalıada Postanesi’ne gelen “Kendine iyi bak. Pazar günü Galatasaray maçında oynuyorsun” telgrafının altındaki imza Baba Hakkı’ya aittir.

Sonrası olağanüstü yıllar.

1940/1941 sezonunda transfer olduğu Beşiktaş’ta (Ankaragücü forması giydiği bir sezon hariç) 1950’ye kadar on yıl oynar. Oynamak dediğim şu şekil: Üç Milli Küme, altı İstanbul Ligi, iki İstanbul Kupası, iki Başbakanlık Kupası şampiyonluğu. 13’ü Galatasaray’a, 9’u Fenerbahçe’ye olmak üzere derbilerde 22 muazzam gol. Dönemin Guinness Rekorlar Kitabı’na geçen kornerden atılan akıldışı goller. Muhteşem futbol.

1.90 boyundaki bu dev ve hafif göbekli Beşiktaşlının Avrupa’dan görülmesi uzun sürmez, 1950’de İtalya’ya gider. Önce Palermo, sonra Lazio, sonra tekrar Palermo’da üç sezonda 79 maçta 36 gol atar. İtalyan taraftarların da sevgilisidir artık. Türkiye’ye dönünce Galatasaray’a transfer olur.

Gülesin, Türkiye’ye döndüğü o yılları şöyle anlatmış:

“Önüme kim çıksa, ‘Beşiktaşlı Şükrü’ diye boynuma sarılıyor, tanıyanlar, tanımayanlara ‘Bak, Beşiktaşlı Şükrü Gülesin” diye beni gösteriyorlardı. Hoş bu kimlik İtalya’da oynadığım dört yıl boyunca da hatırlanmıştı. Lazio’daki, Palermo’daki takım arkadaşlarım da beni öyle çağırırlardı: ‘Beşiktaşlı Şükrü Gülesin’. Sadece kendimi değil, Beşiktaş’ı da götürmüştüm İtalya’ya. Bu, artık benim için nüfus kâğıdı gibi, lisans gibi geçerli bir şey olmuştu. Hatırlayacaksınız, bir aralık Türkiye’ye dönmüştüm. Beşiktaş’ta oynamak istedim, talihsizlik oldu, Galatasaray’a gittim. Bir maça çıktım. Sarı kırmızılı forma, -kimse alınmasın, kimse gücenmesin- omuzlarıma, sırtıma batıyordu sanki.”

Beşiktaş formasından ayrı kalmak ona iyi gelmez. Şöyle anlatır hasretini:

“Bir gün Hasnun Galip Sokağı’ndaki Galatasaray lokalinde oturuyordum. Telefon çaldı, benden başka kimse yoktu. Açtım. Bir erkek sesi: ‘Beşiktaşlı Şükrü Gülesin’i istiyorum’ diyordu. Kimdi, ne istiyordu, bilmiyordum. Ama adama ‘Beşiktaşlı Şükrü Gülesin burada yok’ dediğimi hatırlıyorum. Onun aradığı Şükrü, Çırağan Sarayı’nın ahşap tribünlerinde kalmıştı. Daha fazla dayanamadım ve İtalya’ya döndüm. Bu defa İtalya’ya iş yapmak, ticaret yapmak için gidiyordum.”

Yazının devamı...

Zorlu doksan dakika

30 Haziran 2017

Klişelerin; anlamın içini boşaltan, sürekli aynı basmakalıp lafları duymaktan, aynı tekrarlanan hareketleri görmekten, insanda bi tür sağırlık, bi tür körlük yaratan bi yanı var muhakkak. E klişe, basmakalıp demek zaten, biliyoruz

Bergson, “Hayatın değişen akışı içinde çeşitli durum ve eylemlerin tekrarı komiktir” demişti. Bence klişelerin doğasında var olan bu tekrar fikri, bir yandan insanı bıktırırken bir yandan da meseleyi son derece eğlenceli bir hale getiriyor. Cem Yılmaz’ın da mesela, mizahını bunun üzerine inşa ettiğini görüyoruz. Klişe denen şeyi muazzam gözlemleyerek, tekrarlanan eylemlerden doğan komiği çok iyi okuyarak, klişeyi çok iyi kurcalayarak ve dibine dinamit koyarak.

Transfer klişelerini yazdımdı geçen, sevmişsiniz, klişeden devam edelim madem, spor spikerlerinin/yorumcularının klişelerine bakalım. Ha ona bakmadan evvel, memleketin gelmiş geçmiş en şahane futbol klişesini yazayım, zira geçen yazı için, “Sevgili Doktor” Ekim Bey uyardı, “Holosko artı bir miktar para” klişesini yazmamışsınız diye. Dedim “Doktor, o klişeler üstü bir klişe, listenin en başına koyarım onu.” Buyrun koydum.

Benim spor spikeri/yorumcusu klişeleri listemin tepesinde “Lig maratonu” klişesi oturur. Memlekette kendinden başka hiçbir spora hayat hakkı tanımayan futbol, en bilindik klişesini atletizmden devralmıştır: “Uzun sürecek lig maratonu başlıyor” denmeden lig asla başlamaz. “Uzun süren lig maratonu bitti” denmeden de zinhar bitmez.

Maçlar da biliyorsunuz muhakkak, “Maç başlama vuruşu ile başlıyor” diyerek başlar. “İlk kırk beş dakikanın son düdüğü çaldı” diyerek ilk yarı, “Hakem doksan dakikayı bitiren düdüğü çaldı” diyerek maç bitirilir. Başka türlüsü mümkünsüzdür.

Mesela şu aşağıdaki cümlelerin en az üçünü duymadan maç izlemiş biri varsa çıksın söylesin valla geri alır yenisini yazarım yazının:

“Her iki takım da sahaya galibiyet için çıkıyor”,

“Pas verecek arkadaşını aradı”,

Yazının devamı...

Hedefleri olan bir kulübe geldim

20 Haziran 2017

Geçen sene şahaneydi bakın. “Lig bitti” diye üzülmeye kalmadan Avrupa Şampiyonası başladı, o bitti Olimpiyat başladı. Yine de doydum diyemem, tadı damağımda kaldı.

Bence ligin bitmesinin en kötü taraflarından biri de “transfer sezonu” denen acayip zaman diliminin başlamış olmasıdır. Öyle tuhaf bi aralıktır ki bu, futbolla seyirci olarak, belli bir mesafeden ilgilenen insanlar için gerçeklerle kurulan bütün bağlar kopar.

Ne doğru, ne yanlış asla bilemezsin. Kim geliyor, kim kalıyor, kim gidiyor asla emin olamazsın. Hem inanmak istersin hem de bilirsin ki yok öyle bir şey. Bu zaten bir ön kabuldür: Transfer sezonunda her şey olabilir ve bu çoğu kez, hiçbir şey olmayacağı anlamına gelir.

Transfer sezonunda maç yoktur. Futbol yoktur. Bütün bu koşturmaların, yazıp çizmelerin, milyon euro hesaplarının başrol oyuncusu olan futbolcular bile yoktur ortada. Sahneden çoktan çekilmişlerdir, arada havuz kenarında çektirdikleri tatil fotoğraflarını görürsün. Artık yöneticiler, menajerler ve spor basınından oluşan bermuda şeytan üçgenindesindir.

Transfer sezonu açılışı, genellikle şöyle açıklamalarla yapılır:

“Kulüp olarak bu sene transferi erken kapatacağız, yeni transferleri kampa yetiştireceğiz.”

Sezon şu cümle ile sonlanır: “Transferde ince eleyip sık dokuyoruz, hızlı karar vermek istemiyoruz, henüz transfer sezonu kapanmış değil.”

Yazının devamı...

Hey kaptan, bizim kaptan

9 Haziran 2017

Venedikçe “capitán” yani “kumandan, özellikle gemi kumandanı” sözcüğünden geliyormuş. Venedikçe sözcük, Geç Latince “capitanus” veya “ capitaneus” yani “şef, önder, lider” sözcüğünden evrilmiş.

Türkçe sözlüğe bakınca “Gemi yönetimiyle ilgili en yüksek görevli” karşılığını görüyoruz. Sonra “Kaptan pilot”, sonra “Yolcu otobüsü sürücüsü”.

Neresinden bakarsak bakalım sorumluluk var kaptan sözcüğünün içinde. Güvenilir olmak var. Koca gemiyi, koca uçağı, onlarca insan taşıyan otobüsü birine emanet etmek var. O birinin bu emaneti alması var.

Sözlükte, “kaptan” sözcüğün bir başka bir karşılığı olarak da “Takım oyunlarında takımı temsil eden kimse” yazar. Temsil eden kimse.

Spor, gitmiş “kaptan” sözcüğünü devralmış, kendi sözlüğüne eklemiş.

Üstüne düşünmek lazım. Takım şefi dememiş, önderi, lideri, şusu busu dememmiş, kalkmış takım kaptanı demiş. Seçmiş bu sözcüğü.

Temsil mühim meseledir çünkü. Hele hele sana teslim edileni temsil ediyor olmak çok daha mühim meseledir. Bu, kaptan sözcüğünün spora özgü yanı işte. Uçağın kaptanı yolcuları temsil filan etmez mesela. Ama takım kaptanı, takımı eder.

Sporda kaptan dediğin; teslim aldığı emaneti aynı zamanda temsil edendir.

Yazının devamı...

Avrupa Şampiyonu Fenerbahçe

1 Haziran 2017

2002 yazı hep birlikte sevindiğimiz son yazdı. Sonra unuttuk; hep birlikte, ağız dolusu, omuz omuza sevinmeyi.

Belki de en çok bu yüzden, sadece Fenerbahçeliler değil pek çok başka takım taraftarı çok mutlu oldu Fenerbahçe basketbol takımının Eurolig şampiyonluğuna. Kutlama görüntülerinde formasını üstüne çekip gelmiş Beşiktaşlılar, Galatasaraylılar gördük. Hep birlikte sevindik.

Sadece ortak sevinçleri hatırlattığı için değil aynı zamanda ülkede futboldan başka bir sporu çocukların gönlüne düşürdüğü için de çok kıymetli Eurolig şampiyonluğu.

Sportif başarı açısından ayrı kıymetli. Öyle de kıymetli. Böyle de kıymetli. Neresinden bakarsan bak kıymetli. Çok emek dökülmüş. Hak edilmiş.

Şimdi bunun üstüne Fenerbahçe’nin Avrupa şampiyonluğunun üstünden bir hafta geçmişken daha, Türkiye futbol liginde kıymetli, çok emek dökülmüş ve hak edilmiş bir şampiyonluk kazanmış olan Beşiktaş’ın Başkanı çıkıyor, sakin sakin, ağzından filan kaçmış bir konuşma filan gibi de değil yani, çıkıyor ve “Ben Euroleague’e karşıyım hırsızlık organizasyonu. Takım gönderilmesine karşıyım. İspanyol şirket kurmuş, kulüplere yüzde vermiş. Büyük sponsorlar var. Fazla para vereni alıyorlar. O kadar para harcayacağım, para İspanyol şirketin cebine girecek. Maçları yöneten de şirketin para verdiği hakem. Darüşşafaka Doğuş’u Real Madrid karşısında yediler mesela. Real Madrid, CSKA para harcıyor oraya ama bence geri zekâlılık. Biz Real Madrid değiliz. Rus patron da nereden geldiği belli olmayan parayı harcıyor. Fenerbahçe’nin şampiyonluğu tabii ki çok değerlidir ama kulüp olarak tamamen zarar ediyorsunuz buna karşıyım. Takım şampiyon olsa da göndermem. Götür oraya, git buraya oyuncuların canı çıksın. Takımlar kur sonra para İspanyollara gitsin” diyor.

Sporseverler, spor ve endüstri arasına sıkışmış durumdalar zaten. Orayla hepimizin derdi var. Hepimiz biliyoruz. Konuşuyoruz. Yazıyoruz da. Oturur konuşuruz Eurolig’in bu tür açmazlarını.

Ama Fikret Orman’ın demesi bu değil zaten. Üstelik zamanlaması, üslubu ve seçtiği sözcükler son derece tehlikeli. Lüzumsuz ve ayarsız. Hatta neredeyse mesele çıksın diye söylenmiş sözler. “Geri zekâlılık” diyor Fikret Orman. Basbayağı “geri zekâlılık” diyor. Hakikaten akıl almaz.   

Beşiktaş Başkanına yakışan konuşma şöyle bir şey olurdu.

Yazının devamı...

Son “Baba”ya veda

24 Mayıs 2017

Beşiktaş’ın üç babasından biri.

Memleket futbolunda çok az futbolcuya nasip olmuş “Baba” lakabının en baba sahibinin, Baba Hakkı’nın veliahdı.

Bütün baba futbolcular gibi babalığı centilmenliğinden gelen bir büyük kaptan.

1929 Ankara doğumludur. 1930’lu yılları Ankara sokaklarında, sokak demeyelim, arsalarında bez bir topun peşinde koşarak geçirir. Ankaragücü’nün önüne koyduğu meşin topla yaptıkları onu kısa zamanda takımın gözde oyuncusu haline getirir. Artık sadece başkentli taraftarların değil memleket futbolunun gözü Recep Adanır’dadır.

Tam o yıllarda, Baba Hakkı, İnönü Stadyumu’nun açılış maçının devre arasında takımı soyunma odasında etrafına toplar. Vâlâ Somalı’nın nefis aktarımından biliyoruz ki şöyle der: Arkadaşlar, artık bana bacak arası yapabiliyorlar. Anladım ki, futbolu rezil olmadan bırakma zamanı gelmiş. Bu maçtan sonra kaptanınız olarak değil, bir ağabeyiniz olarak sizlere her zaman destek olacağım. Şüpheniz olmasın”.

Dediğini yapar. Topu bırakır, Beşiktaş’ı asla bırakmaz. Kaptan değil genel kaptandır artık. Ama Beşiktaş’ta yarattığı boşluk öyle kolay dolacak gibi değildir. Gerçi takım çok iyidir. Şimdi şurada savunma hattını saysam ayrı hücum hattını saysam ayrı ağlarsınız. Ama bi şey eksiktir Baba Hakkı’ya göre. Bi şey eksik.

O eksik, bi telefon konuşmasıyla dolar: “İstediğin futbolcu burada, Ankaragücü’nde oynuyor. Hemen gerekeni yap ve onu Beşiktaş’a kazandır.”

Baba Hakkı, arkadaşının dediği gibi hemen gereğini yapar. Böylece Beşiktaş efsane kaptanına, Baba Hakkı, Baba Hüsnü’den devraldığı lakabını devredeceği veliahdına, Recep Adanır da Beşiktaş’ına kavuşur.

Yazının devamı...

Bugün de senin yüzünden kaybedelim

18 Mayıs 2017

Okuduğum en şahane mektuptur.

Ahmed Arif’in, Leyla Erbil’e yazdığı “Leylim” diye başlayan, “Sana doymak, korkunç ahmaklık olur” diye biten mektubu gibi olağanüstü.

Beşiktaş’ın “Kibar Feyzo”su Feyyaz Uçar’ın, hastanede tedavi gören Süleyman Seba’ya yazdığı “Ve biliyorum ki sen de bu başına buyruk, inatçı evladını seviyorsun... Gitme büyük başkan sakın gitme... Çünkü ben sana gelemedim...” diye biten mektubu gibi muazzam.

Üç mektubu da çok yazdım, bin defa daha yazarım ayrı. Ama bugün demem başka. Bugün aklımı alan o ilk mektubun sahibini anacağım. Gündüz Kılıç ve Metin Oktay’ın başka bi anısını yazacağım. Gündüz Kılıç’ın o enfes cümlesine bir daha bakacağım.

28 Ekim 1960, sekiz gün eksik askerlik yaptığı gerekçesiyle Toptaşı Cezaevi’nde 45 gün hapis yatan Metin Oktay için tahliye günüdür.

Cezaevi kapısı açıldığında ben Metin Oktay’ı; üzerinde ince balıkçı yaka bir kazak, elinde küçük bir valiz, çenesinde bir, Turgan Ece, Rüçhan Adlı ve Kamil Altan’ın görünce yanaklarında beliren iki olmak üzere yüzünde üç gamze ile hayal ederim.  Kucaklaşır, öpüşür, ağlaşırlar.

Atladıkları araba, ertesi günkü Karagümrük maçına hazırlanan Galatasaray kampının önünde durur. Metin Oktay Galatasaray’ına, Galatasaray Metin Oktay’ına kavuşur. Akşam yemeği için büyük bir sofra kurulur, takım erken ayrılır yemekten, maç için otele dinlenmeye çekilir. Gündüz Kılıç ve Metin Oktay kalırlar. Kim bilir nasıl güzel dertleşirler.

Gece otele döndüklerinde Gündüz Kılıç kim varsa tembihler:

Yazının devamı...

Hey gidi Didi

12 Mayıs 2017

Ben demem gerçi. Benim kişisel futbol tarihi kitabımın Brezilya sayfasında koca koca harflerle “Sokrates” yazar. Futbol benim için onunla başlar. Ben “Brezilya” dendi mi “Sokrates” derim. 

Bi kere babama da demiştim. Gözlüğünün üstünden şöyle bakıp “Sokrates çok büyük adam evet, ama ondan evveli var, ‘Brezilya’ dendi mi önce ‘Didi’ diyeceksin. Dünya futbolunun gelmiş geçmiş en büyük oyun kurucularından biridir” demişti.

Benim bugün anacağım Didi o Didi.

1928’de doğmuştur. Adı Valdir Pereira’dır. Biz Didi diye biliriz. Çocukluğu sokaklarda geçer. Geçim mücadelesi ve futbolla. Ama mücadelenin büyüğüne on dört yaşındayken başlar. Babam “sakatlık” demişti, şimdi “enfeksiyon” diye okudum bi yerlerde, neyse bi şekilde sağ bacağındaki sıkıntı karşısında tıp çaresiz kalır. Doktorlar keseceklerini söylerler. Didi herhalde içinden “Ben bu sağ bacakla üç Dünya Kupası oynayacağım, ikisini de kaldıracağım doktor, saçmala” der.

Çok çabalar; yatak, tekerlekli sandalye, tedavi medavi derken kesilecek denen bacağını iyileştirir. Önce ayağa kalkar sonra antrenmanlara başlar. Sonrasıysa Galeano’nun dediği gibi “Sahanın her tarafına zehirli oklardan farksız şutlar gönderen” muazzam bir futbolcuya dönüşme hikâyesi.

Didi, 1955-1963 arasında 79 kez milli forma giyer. Brezilya, 1958 ve 1962’de iki kez üst üste Dünya Kupası’nı kaldırdıysa, birçok kişi bu başarıda Didi’nin payının büyüklüğünü anlatır. Zaten 1958’de “Dünya Kupası’nın en iyi oyuncusu” seçilir. Americano’da başladığı profesyonel kariyerinde yolu Real Madrid’e de düşer, Botofogo’da futbolu bırakır.

Teknik direktörlüğe başlar. 1970 Dünya Kupası’nda başında olduğu Peru Milli Takımı’nı çeyrek finale kadar getirir. Peru’yu eleyen, Didi’nin baba ocağı Brezilya’dır. 

Sonra Fenerbahçe yılları.

Yazının devamı...