(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Naci Cem Öncel" hakkında bilgiler ve tüm köÅŸe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Naci Cem Öncel" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Naci Cem Öncel

Naci Cem Öncel

Dijital bilgi hazinesi

12 Mart 2017

DÄ°JÄ°TAL DÜNYANIN ATALARINDAN

847 yılı civarında vefat eden Harizmî, tüm dünyada algortimanın (cebirin) kurucusu kabul edilir. Hatta “algoritma” kelimesi bile Al-Kharizmi (Alkarizmi, algorizmi) isminden gelir. Harizmî’nin bilimsel baÅŸarılarıyla farklı bir aÅŸamaya geçen algoritma, günümüzde kullandığımız bilgisayar yazılımlarının temelini oluÅŸturur. Yani, 21.Yüzyıl’da uçuÅŸa geçen dijital devrim, Harizmî’ye çok ÅŸey borçlu.

ANSÄ°KLOPEDÄ° TÜRÜNÜN ERKEN ÖRNEKLERÄ°

Harizmî ile aynı yıllarda yaÅŸamış olan Ä°bn Sa’d’ın (ö.845) yazdığı Kitabü’t-Tabakati’l-Kebir ise, biyografik ansiklopedilerde önemli bir dönüm noktasıdır. Onun ardından gelen Cahiz, Dineverî, Yakut el-Hamevî gibi nice isimler, zoolojiden biyolojiye, coÄŸrafyadan edebiyata kadar farklı alanlarda ansiklopedik eserler kaleme aldılar. Ä°slam medeniyetinin adım adım zenginleÅŸen ansiklopedileri, 15.Yüzyıl’da 65 ciltlik devasa içeriÄŸe ulaÅŸtıktan sonra bayrağı 17.Yüzyıl’da Batı devralacaktır.

BÄ°LGÄ°SAYARLARDAN ÖNCE BATI’NIN Ä°SLAM ANSÄ°KLOPEDÄ°LERÄ°

Batı’da Leibniz (ö.1716) bilgisayarın öncüllerinden mekanik hesap makinesini geliÅŸtirirken, ileride yazılımlara dönüÅŸecek matematik buluÅŸlarını ortaya koyuyordu. Onun Newton’la yarışan baÅŸarıları yanında “Ansiklopedistler” hareketi Bilimsel Devrim’in önemli unsurlarındandı. Aynı Batı, The Encyclopedia of Islam’ı yayınlanmaya ise 1908’de baÅŸladı. Åžarkiyatçıların bu eseri sadece Batı’da okunmamış, Müslüman araÅŸtırmacıları da etkilemiÅŸtir. Hatta Türkiye’de MEB tarafından yayınlanan “Ä°slam Ansiklopedisi” (1940-1987) bunun bazı eklemeler ve deÄŸiÅŸikliklerle yayınlanmış bir çevirisidir. Ne var ki bu çeviri-uyarlama ansiklopedi, daha tamamlanmadan Batı’nın gerisinde kalmıştı bile… Çünkü The Encylopedia of Islam, yeni bir anlayışla baÅŸtan yazılıyordu (1960-2007).

ANSİKLOPEDİNİN GETİRDİĞİ BİLİMSEL GELİŞİM

1980’li yıllar bilgisayar çağının yükseliÅŸine tanıklık ederken 1983’te Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) yeni bir ansiklopedinin, yani TDV Ä°slam Ansiklopedisi’nin (DÄ°A) çalışmalarını baÅŸlattı. Hedef, Ä°slami ilimler, Müslüman ülkelerin tarihi, kültürü ve coÄŸrafyası gibi konuları kapsayan, yaklaşık 16.000 maddelik tamamen özgün bir ansiklopediydi.

Yazının devamı...

Zenginden derviÅŸ olur mu?

5 Mart 2017

BATI’DAN BAKINCA

Son zamanlarda ABD’deki Ä°slam-OrtadoÄŸu araÅŸtırmalarında, Ä°slam’ı Sünnîlik, Åžiîlik ve Sufîlik olarak üç ana kategoriye ayırma ve müstakil olarak inceleme eÄŸilimi gözleniyor. Klasik oryantalistler ÅžiîliÄŸin ortaya çıkışında siyasi, SünnîliÄŸin biçimleniÅŸinde hukuki etkenleri vurgularlar. SufîliÄŸi (tasavvufu) ise daha çok Ä°slam-dışı etkilerin ürünü sayarlar. Bunlardan kimisi Yahudi-Hristiyan, kimi ZerdüÅŸt, kimiyse Hint kültürünün etkisini öne çıkarır. Bu görüÅŸlere bazı temelden itirazlar olsa da tartışılan genellikle Ä°slamiyet üzerinde hangi kültürün daha etkili olduÄŸudur.

GELENEK NE SÖYLÜYOR?

Gelin görün ki tasavvufun klasik kaynaklarında böyle bir etki mevzubahis edilmez. Buna göre tasavvuf, tüm Ä°slami ilimler gibi ‘kulu doÄŸru yola iletme ve yaratıcısına yaklaÅŸtırma’ gayesi taşır. Hatta ‘ilm-i tasavvuf’, Ä°slam’ın bir nevi ‘yüksek lisansı veya doktorası’ gibi görülür. Öte yandan kiÅŸinin öÄŸrendikleriyle ‘amel’ etmesi, yani bilgisini davranışlarına, haline yansıtması gerekir. Tasavvuftaki ‘hâl ilmi’ de, diÄŸer ilimlerdeki gibi usta-çırak (ÅŸakird) iliÅŸkisiyle öÄŸretilirdi. Üstelik mutasavvıflara göre bu ‘öÄŸreten-öÄŸrenen’ usulü sonradan deÄŸil Kur’an’da belirtildiÄŸi üzere Allah’ın Hz.Adem’e isimleri(ni) öÄŸretmesiyle baÅŸlamıştır. Hızır ve Hz.Musa iliÅŸkisinde olduÄŸu gibi peygamberlerce sürdürülmüÅŸ ve Hz.Muhammed’le son ÅŸeklini almıştır… Hz.Peygamber’in yetiÅŸtirdiÄŸi Hz.Ali –bazılarına göre Hz.Ebu Bekir- baÅŸta olmak üzere, bir kısım sahabe benzer ÅŸekilde talebe yetiÅŸtirmiÅŸ, ve böylece sözlü gelenek kesintisiz devam etmiÅŸtir. Dolayısıyla her mürÅŸidin mutlaka Hz.Peygamber’e baÄŸlanan saÄŸlam bir silsilesi olmalıdır. Tüm bunlar tasavvufun kendini Ä°slam’dan ayrı görmediÄŸine dair iÅŸaretlerdir.

SufîliÄŸin Sünnîlikten (duruma göre Åžiîlikten) ayrı bir ‘mezhep’ olduÄŸu görüÅŸüne gelince… Bunun da karşılığını klasik metinlerde bulmak oldukça zor. Ä°mam Gazzalî’nin, Adülkadir-i Geylanî’nin, Ahmed er-Rufaî’nin ve daha nicelerinin sünnete riayet konusundaki sözleri/yazıları bu teorilerle büyük ölçüde çeliÅŸiyor. Benzer bir durum Åžia için de geçerlidir.

GELENEÄžE BÄ°LÄ°MSEL YAKLAÅžIM

Peki ama Batılı araÅŸtırmacıların görüÅŸleriyle gelenek arasındaki bu çeliÅŸki giderilebilir mi? Madem ‘ehl-i sünnet ve’l cemaat’ veya ‘ehl-i tasavvuf’ gibi kavramlar, yazılı metinlerde Hz.Peygamber’in vefatından hayli zaman sonra belirginleÅŸti… Öyleyse bunlar ‘icat edilmiÅŸ gelenekler’ midir (invented tradition)? Yoksa kökleri Ä°slamiyet’in ilk dönemlerine mi dayanır?

Feryal Salem’in Brill akademik yayınlarından çıkan kitabı, iÅŸte bu sorulara aradığımız yanıtlar için bize yeni kapılar açıyor. Salem’in “The Emergence of Early Sufi Piety and Sunni Scholasticism” (Erken Dönem Sufî Dindarlığının ve Sünnî ÖÄŸretilerin YükseliÅŸi) baÅŸlıklı eseri bizi Ä°slamiyet’in ikinci yüzyılına götürürken, Abdullah bin Mübarek’in yaÅŸamına ve eserlerine odaklanıyor.

Yazının devamı...

Kırım ve paranın kırımı

26 Åžubat 2017

NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, geçtiÄŸimiz günlerde ‘NATO’nun Karadeniz’deki varlığını arttırmakta kararlı olduÄŸunu’ açıkladı. Nedeni malum: “Karadeniz’in kilidi” Kırım, artık Rusya’nın denetiminde. Elbette NATO’nun ‘askeri varlığın arttırması’, Batı ülkelerinin Karadeniz’deki ilk gövde gösterisi olmayacak. Bundan 164 yıl önce, dönemin süper güçleri Ä°ngiltere ve Fransa, Rusya’nın Karadeniz’e hâkim olmasını engellemek adına savaşı dahi göze almış; Osmanlı Devleti’yle müttefik olarak Rusya’yla Kırım Savaşı’na girmiÅŸti. Ne var ki, zaferle sonuçlanmış gibi görünse de üç yıl süren bu savaşın maliyeti Osmanlı için çok ağır olacaktı… (Tabii Kırım denince bedel ödeyenlerin başında Tatarlar ve diÄŸer Türkî ahali gelir. Ama onların sıkıntılarını ve zorunlu göçlerini ayrıca ele almalıyız.)

RUSLARIN ÇIKARDIÄžI ‘GÖK GÜRÜLTÜSÜ’

28 Åžubat 1853 tarihinde Ä°stanbul’a yanaÅŸan “Gök Gürültüsü” isimli buharlı geminin önemli bir yolcusu vardı: Çar tarafından özel olarak görevlendirilmiÅŸ Prens MenÅŸikov. MenÅŸikov’un görevi Kudüs’teki ‘Kutsal Mekanlar’ üzerinden Osmanlı üzerinde güç gösterisine giriÅŸmekti. Elbette, Kudüs’teki hangi kilisenin anahtarının kimde duracağı, hangi sırayla ayin yapılacağı sembolik bir meseleydi. Ruslar, bu bahaneyle Osmanlı’nın Ortodoks tebaası üzerinde açıkça hükümranlık talep ediyordu. Rusya’nın asıl hedefiyse, 1783’te ilhak ettiÄŸi Kırım’dan sonra Güney’e, yani Karadeniz ve Osmanlı toprakları üzerinden Akdeniz ve OrtadoÄŸu’ya inmekti. Ancak Ä°ngilizler Hindistan yolunda, Fransızlar ise Akdeniz ve OrtadoÄŸu’da Rusları görmek istemiyorlardı. Ama MenÅŸikov taleplerinin kabulü için Osmanlı’yı savaÅŸla tehdit edip herkese gözdağı vermekte kararlıydı. Ne de olsa dünyanın en büyük kara ordusu Rusya’ydı ve Osmanlı’nın derdi başından aÅŸkındı… Ancak tüm nobran ve tehditkâr tavrına karşın MenÅŸikov, payitahta boyun eÄŸdiremedi. Bunun üzerine Rusya Çarlığı, Osmanlı Devleti’ne ültimatom verdi. Artık savaÅŸ kaçınılmazdı. Ä°ngiltere ve Fransa, Rusları Karadeniz’de durdurmak adına Osmanlı’nın yanında savaÅŸmaya karar verdi. Bu ittifak önemli olsa bile yeterli olacak mıydı? Ne de olsa Osmanlı, bir deÄŸil iki savaÅŸa birden giriyordu: Cephedeki savaÅŸ ve para savaşı.

YENÄ°LEÅžMENÄ°N MALÄ°YETÄ°

Özellikle Ruslar karşısında ağır yenilgiler alan Yeniçeri ordusu 1826’da kaldırılmış yerine ‘modern’ bir ordu kurulması için çalışmalar baÅŸlatılmıştı. Üstelik yenilenen sadece ordu deÄŸil, Tanzimat’la birlikte devletin neredeyse tümüydü. EÄŸitimden saÄŸlığa her türlü yenilik için paraya ihtiyaç vardı. Öyle ki 1850-51 bütçesinde gelirlerin giderleri karşılama oranı %87,6’ya kadar gerilemiÅŸti. Ä°ÅŸte Kırım Savaşı böyle bir ortamda patlak verdi. Normal koÅŸullar altında bile devlet giderlerinin yaklaşık %40’ını oluÅŸturan askeri harcamaların savaÅŸ sırasında yükselmesi kaçınılmazdı. Üstelik mesele artık sadece asker maaşı ödemekten ibaret deÄŸildi. Modern tarihin ilk büyük savaÅŸlarından olan Kırım Savaşı, lojistiÄŸin hayatî önemini göstermiÅŸtir. Askerin cepheye sevki, gıda temini, saÄŸlık hizmetleri gibi konular daha büyük yatırım demekti. HaberleÅŸme için artık telgraf hatları kurmak gerekiyordu. Üstelik ordunun beslenmesi, ÅŸehirlerdeki gıda temininde açıklara yol açıyordu.

Böylece 1853-54 bütçesindeki 779 milyon kuruÅŸluk gider, bir sonraki yıl 1 milyar 108 milyon kuruÅŸa yükseldi. Bütçe açığı iki yılda iki katına ulaÅŸmıştı. Kırım Savaşı’nın Osmanlı Devleti’ne 11 milyon sterlinlik bir yük getirdiÄŸi düÅŸünülüyor. Bu o kadar büyük bir meblaÄŸ idi ki, 1861-62 bütçe gelirlerinin neredeyse tamamına denk düÅŸer!

PARANIN KAÄžIT PARÇASINA DÖNÜÅžMESÄ°

Bu ağır yükü karşılamak için öncelikle iç borçlanma yoluna gidildi. Bir tür hazine bonosu-kâğıt para karışımı sayılabilecek olan ‘kaime’ piyasaya sürüldü. Ne var ki bu iç borcun sadece faizi bile hazineye yüktü. Üstelik son derece basit bir ÅŸekilde, el yazısıyla hazırlanan kaimeler, kalpazanlar için bulunmaz fırsattı: Piyasa sahte kaimelerle doldu. Ayrıca ‘faiz getirili kâğıt para’ diyebileceÄŸimiz kaimenin çok ciddi ‘konvertibilite’ sorunları vardı. El deÄŸiÅŸtirmesi ve nakde çevrilmesi sürecinde spekülatörlere gün doÄŸuyordu. Bu da kaimenin (ve paranın) güven - deÄŸer kaybını beraberinde getiriyordu tabii… YetmezmiÅŸ gibi, yüksek rakamlı kaimeler nedeniyle piyasada ‘bozuk para’ darlığı baÅŸ göstermiÅŸti.

Yazının devamı...

Kötü Baba Sendromu

19 Åžubat 2017

1960’lı ve 70’li yılların popüler Türk sineması çok sevilen ‘babacan’ karakterle doludur. Elbette bunların başında Hulusi Kentmen’in canlandırdığı babalar gelir. Ayrıca Vahi Öz, Nubar Terziyan, EÅŸref Kolçak, Kadir Savun, Ä°hsan Yüce gibi oyuncular da pek çok kez sevecen, tatlı-sert, koruyup kollayan, namuslu-onurlu baba figürlerini beyaz perdeye yansıttılar. Münir Özkul, Yalancı Yarim (1973) ve Mavi Boncuk’tan (1975) sonra Bizim Aile’de yine fedakâr bir baba olarak karşımıza çıktı. Üstelik bu defa çocuklarına hem annelik hem babalık yapıyordu. Bu öyle ideal bir babaydı ki kendisini kabul etmeye yanaÅŸmayan üvey oÄŸlunun (Tarık Akan) bile saygısını ve sevgisini kazandı. Benzer ÅŸekilde, Hababam Sınıfı’nın Mahmut Hoca’sı çocuk sahibi olmasa bile tüm öÄŸrencilerine babalık eden idealist bir karakterdir.

Bu dönemin popüler filmlerinde kötü babaları ezici bir çoÄŸunlukla üvey babalar veya Bizans kralı, tekfuru gibi ‘düÅŸman’lardı. 70’lerin sonu ve 80’lerde ise popüler filmlerde kötü babalarla zenginlik arasında yakın iliÅŸki görülür. Özellikle arabesk filmlerde zengin baba, fakir oÄŸlanı hor görerek içindeki kötülüÄŸü dışa vurur. Benzer babalar Kemal Sunal komedilerinde de bulunur.   

SON ‘SÜPER BABA’LAR VE BÄ°LGELER

Popüler Türk sinemasının ideal babaları, televizyon dizilerinde, ‘nostaljik’ bir tavırla karşımıza çıkacaktır. Elbette bunların başında 1993-97 arasında yayınlanan Åževket AltuÄŸ’un canlandırdığı “Süper Baba” gelir. Onu 2002 yılında, AK Parti’nin seçim zaferiyle aynı günlerde yayına giren Ekmek Teknesi’ndeki Nusret Baba (SavaÅŸ Dinçel) takip eder. Nusret Baba sadece ailenin deÄŸil tüm mahallenin bilge-babasıdır aynı zamanda. Akasya Durağı’nın Nuri Baba’sı (Zeki Alasya) da babacan bir karakterdi. 2003 yılında baÅŸlayan Kurtlar Vadisi’nde ‘Ömer Baba’ (Emin Olcay), 2014 yılında ölünceye dek daima insani deÄŸerleri vurguluyordu. 

Seksenler’in naifliÄŸini yansıtan klasik iyi baba figürü ‘Fehmi’ (Rasim Öztekin) gibi istisnaları bir kenara koyarsak… Son birkaç yıldır dizilere damgasını vuran unsur, artık bu iyi kalpli, sevecen, bağışlayıcı babalar deÄŸil; tam tersine ailelerinin ve çevrelerinin hayatını allak bullak eden ‘kötü babalar’.

ALİ KAPTAN EŞİTTİR DRAM

“Öyle Bir Geçer Zaman ki” (2010-13) dizisinin kilit karakteri Ali Kaptan’dı. Karısı Cemile’nin ve ailesinin başına gelen neredeyse her türlü melanet ‘kötü baba’ Ali Kaptan yüzündendir.

‘ArkadaÅŸlar Ä°yidir’, dram türünde adeta ‘kötü babalar resmî geçidi’ gibiydi. Bu dizide çocuklarını zorla filmlerde oynatıp sömüren, paraları metresiyle yiyen babadan, sevgilisinden olan çocuÄŸunu karısından-kızından gizleyen ünlü doktora, evlatlık olduÄŸunu kendisine ölüm döÅŸeÄŸinde söyleyen babaya kadar türlü-çeÅŸit ‘kötü baba’ modeli mevcuttu.

Yazının devamı...

Sultan ve alim

12 Åžubat 2017

“XIV. ve XV. Asırlarda Osmanlı memleketlerinde dinî ve hukukî ilimlerde ve bundan baÅŸka kelam, matematik, felsefe ve astronomide yüksek deÄŸerde ilim adamları yetiÅŸmiÅŸ ve bunlar ilmi eserleriyle daha sonraki asırlarda da ÅŸöhretlerini muhafaza etmiÅŸlerdir.” Ä°smail Hakkı Uzunçarşılı, artık klasikleÅŸen 1965 tarihli “Osmanlı Devleti’nin Ä°lmiye TeÅŸkilatı” baÅŸlıklı eserinde Osmanlı ulemasından (alimler) bu sözlerle bahseder.

Alim-ulema deyince çoÄŸumuzun zihninde ‘din adamı’ canlansa da, aslında bu tanım günümüzün eÄŸitmenlerini, akademisyenlerini, bilim insanlarını, hukukçularını; hatta genel anlamıyla entelektüelleri kapsar. Osmanlı’nın klasik sınıflandırmasında, eÄŸitim ve yargıda görev üstlenenler, “ilmiye” sınıfı olarak adlandırılıyordu. Bunlara üst düzey din görevlilerini de eklemek yerinde olur.

Modern dönemdeki araÅŸtırmalarla ilmiye sınıfının niteliklerine dair kapsamlı bilgilere kavuÅŸtuk. Uzunçarşılı’nın ardından Halil Ä°nalcık, Ekmeleddin Ä°hsanoÄŸlu, Mehmet Ä°pÅŸirli, Cahid Baltacı, Fahri Unan; yurtdışında Richard Repp, Madeline Zilfi, Cornell Fleischer baÅŸta olmak üzere pek çok araÅŸtırmacı ulema ve ‘ilmiye’ hakkında yazdılar. Son yıllardaki akademik çalışmalarsa bu öncü eserlere derinlik kattı; ilmiyenin eÄŸitim, bilim ve yargıdaki fonksiyonları incelenirken bazı klasik görüÅŸler de yeniden yorumlandı. Yrd.Doç.Dr. Abdurrahman Atçıl’ın kısa bir süre önce Cambridge University Press tarafından yayınlanan “Scholars and Sultans in the Early Modern Ottoman Empire” (Erken Modern Dönem Osmanlı Ä°mparatorluÄŸu’nda Ulema ve Sultanlar) baÅŸlıklı kitabı da bu çalışmalardan birisi.  

ALÄ°M-BÜROKRAT

Osmanlı’da yüksek eÄŸitim ve hukuk alanlarında ‘ilmiyenin’ ÅŸekillenmesi ve devletle iliÅŸkisi önemli deÄŸiÅŸimler geçirdi. Atçıl, kitabında bu deÄŸiÅŸim sürecini kuruluÅŸ devri (1300-1453), hiyerarÅŸinin oluÅŸumu (1453-1530) ve hiyerarÅŸinin pekiÅŸtirilmesi (1530-1600) olarak üç bölümde ele alıyor. Ayrıca anahtar kavram olarak “alim-bürokrat” tanımını kullanıyor. Aslında medreseler (üniversite olarak düÅŸünebiliriz), geleneksel olarak ‘devlet okulları’ deÄŸil, ‘vakıf okullarıydı’. Osmanlı hanedanının kurduÄŸu vakıf medreseleri ise bir tür ‘devlet okulu’ gibiydi. Çünkü Osmanlı’nın Hristiyanlardan aldığı topraklarda zaten medreseler yoktu. Bürokrasi, Ä°stanbul’un fethinden sonra adım adım sistematik yapıya kavuÅŸurken ‘ilmiye’ daha tanımlı bir sınıf haline geldi. Ä°lmiyenin konumu kanunlara baÄŸlandı. ‘Özel’ vakıf medreseleri ‘devlet’ medreseleriyle aynı derecelendirme, maaÅŸ ve hiyerarÅŸi sistemine getirildi. Osmanlı, ‘YÖK’ benzeri bir kurum ihdas etmese de zamanla ilmiyedeki terfiler, sultanın onayına sunulan standart bir düzene oturdu. Yani günümüz terimleriyle ifade edersek, gelirleri ve tayin yöntemleriyle akademisyenler / eÄŸitmenler, devlete tam anlamıyla baÄŸlandılar.

BÜYÜYEN Ä°HTÄ°YAÇLAR

Zamanla imparatorluk büyüyüp medrese mezunlarının sayısı artınca yeni okullar açıldı; eskilere ‘kürsüler’ eklendi. Yine de mezun sayısı eÄŸitim ve yargıdaki kapasiteyi aşınca açıkta kalanları devletin baÅŸka kademelerine kaydırmak kaçınılmaz oldu. Böylece hükümetten tayin bekleyen ‘stajyerler’ de, ‘alim-bürokrat’ sınıfı da giderek büyüdü. Bu görevler, ömür boyu sürebilecek devlet kariyeri içinde vezirliÄŸe kadar uzanabiliyordu.

Atçıl’a göre tüm bu süreç, devletin ulemayı kontrol altında tutma tercihiyle baÄŸlantılıydı. (Ne var ki özellikle Arap eyaletlerindeki ulema bu sistematiÄŸin dışındaydı.) Osmanlı tarihinin en önemli bilim insanlarından TaÅŸköprîzâde, ulemanın tarihini yazarken onları sultanlara göre sınıflıyor; adeta iktidarla ulema arasındaki yakın iliÅŸkiyi yansıtıyordu. Elbette bu tek taraflı bir baÄŸlılık deÄŸildi. Saltanat veya hükümet, kimi kararlarında ulemanın olumlu fetvasına, diÄŸer deyiÅŸle desteÄŸine ihtiyaç duyuyordu. Sultanın veya vezirlerin bile hükümranlığının sınırları vardı ve bu sınırların çizilmesinde ulema kritik önemdeydi. Bu ‘meÅŸruluk’ arayışı ve desteÄŸi, Osmanlı’nın Safevîlerle mücadelesinde farklı bir boyuta taşınacaktır.

Yazının devamı...

80 yıl önceki anayasa değişikliği

5 Åžubat 2017

“Ä°nsanlık tarihi Türklerle baÅŸlamıştır” diyordu kürsüdeki Dahiliye Vekili (Ä°çiÅŸleri Bakanı) Åžükrü Kaya, güçlü bir inanç ve üst perdeden bir gururla… Bravo sesleri ve alkışlarla kesilen konuÅŸmasına ÅŸu sözlerle baÅŸlamıştı: “BaÅŸta Cumhuriyet Halk Partisi’nin UmumiÌ‚ Reis Vekili Büyük BaÅŸvekil Ä°smet Ä°nönü olduÄŸu halde, Parti’nin mebuslarından 153 arkadaşın imzası ile hazır­lanan TeÅŸkilâtı Esasiye kanunu (anayasa) tadilleri (düzeltmeleri), huzu­runuza sunulmuş̧ bulunuyor. Bu tadilleri icap eden zaruretleri huzurunuzda arz etmeÄŸi büyük ÅŸeflerim bana vazife olarak verdiler. Bu ödevimi yapmak için müsaadenizi rica edeceÄŸim.” Kaya, anayasaya eklenecek olan ilkelerin bizzat Atatürk tarafından modern bir devletin meydana getirilmesi için tespit edilen ve parti programına eklenen ilkeler olduÄŸunu belirtiyordu. Partinin güçlü ismi Kaya ayrıca konuÅŸmasında devletçilik, milliyetçilik, halkçılık ve laiklik ilkesinden bahsediyor; “laiklikten maksadımız dinin memleket iÅŸlerinde müessir (etkili) ve amil (sebep) olmamasını temin et­mektir. Bizde laikçiliÄŸin çerçevesi ve hududu budur” diyor ve ekliyordu: “Hiç̧ bir din kendisini müdafaa için Türkler kadar azim­kâr, Türkler kadar fedakâr bir millet bulamamıştır. EÄŸer, dünyada Ä°slamiyet yaşıyorsa, 12 asırdan beri kendisini müdafaa eden Türklerin koluna, kanına ve kafasına medyundur (Bravo sesleri, alkışlar).

LAÄ°KLÄ°K KONUSUNDA BÄ°R Ä°TÄ°RAZ

Elbette TBMM’nin 5 Åžubat 1937 tarihli oturumunda muhalif bir parti bulunmadığı için anayasa deÄŸiÅŸikliÄŸi hakkındaki itirazların sesini tutanaklarda duyamıyoruz. Buna karşın bazı milletvekillerinin çeÅŸitli noktalara itirazları da yok deÄŸildi. ÖrneÄŸin MuÅŸ Milletvekili Hakkı KılıçoÄŸlu, laiklik ilkesiyle Diyanet Ä°ÅŸleri kurumunun çeliÅŸtiÄŸi görüÅŸündeydi: “Ä°kinci maddeye biraz yan ba­kan, hattaÌ‚ kafa tutan bir teÅŸekkül var. Diya­net Ä°ÅŸleri (Gülmeler). Ben bu teÅŸekkülün aleyhin­de deÄŸilim. Dinlerin ve dindarların hasmı da deÄŸilim. Ancak bütün diniÌ‚ iÅŸleri vicdanlara bı­raktıktan sonra bir devletin resmiÌ‚ bütçesinde, bilhassa TeÅŸkilatı Esasiye’mizin bu yeni ikinci maddesi karşısında, yeri olmayacağı kanaatin­deyim.” KılıçoÄŸlu’na göre laik olduÄŸunu söyleyen bir devletin müftülerinin olması dışarıdan bakanların aklını karıştırıyordu. Dini binalara hizmet konusu ise vakıflar çerçevesinde çözülebilirdi.

PEKÄ° YA LÄ°BERALLER VE KOMÜNÄ°STLER?

Ä°zmir Milletvekili Halil MenteÅŸe’nin de anayasadaki deÄŸiÅŸikliklerle ilgili mülkiyet hakları baÅŸta olmak üzere bazı tereddütleri vardı. “Devletçilik mesela” diyordu MenteÅŸe, “ÅŸimdi ekonomide liberal taraftarı ferdiyetçi bir vatandaÅŸ ortaya çıkar da propagandaya baÅŸlarsa?... Acaba onu polis yakalayıp da mahkemeye verecek midir?” Rasih Kaplan onun bu endiÅŸesine oturduÄŸu yerden ÅŸu cevabı vermiÅŸti: “Öbür dünyaya gitsin deriz.” Kaplan’ın bu sözlerini duymazdan gelen MenteÅŸe, inkılapçılık ilkesinin de anayasa maddesi haline gelmesiyle ortaya bazı çeliÅŸkilerin çıkabileceÄŸinden endiÅŸeliydi: “Åžimdi bir komünist, komünizm propagandası yaptığından dolayı mahkemeye verildikten sonra, hâkim huzu­runda derse ki; ‘beni niçin buraya getirdiniz ve niçin burada maznun sandalyesinde oturuyorum? Ä°nkılapçılık Devlet ÅŸekline dahildir. Ben en geniş̧ ve en esaslı bir inkılap taraftarıyım. Vesaiti istihsaliyeyi (üretim araçlarını) kami­len komonize ederek Devletin eline veriyorum. Binaenaleyh beni niçin muhakeme ediyorsunuz?’ O zaman ne olacaktır? (Komünistlik istemiyo­ruz sesleri). Daha sonra kürsüye gelen Åžemsettin Günaltay’ın bu sorulara cevabı kesindir: “Bir liberal çıkıp liberalizm esaslarını, bir komünist çıkıp komünizm esaslarını… Hayır, müdafaa etmeyecektir, edemeyecektir!” Keza cevaben kürsüye gelen Åžükrü Kaya, komünizmin yanı sıra liberalizm konusunda da çok net bir tavır sergiliyordu: “Bugün liberalizm her yerde ya çökmüÅŸ, tarihe intikal etmiş̧ veyahut da sarsıntı nöbetleri içinde can çekiÅŸmektedir. Hayata yeni doÄŸmuş̧ olan Türkiye Devletinin hayatı için liberalizm çok fena ve çok zararlı bir unsurdur. Bugün liberalizm demek hukuk bakımından bir anarÅŸi, ekonomi bakımından da bir kısmı yurttaÅŸları diÄŸer yurttaÅŸlar istismar ettirmeye açık bir kapı demektir.”

MuÄŸla Milletvekili Hüsnü Kitapçı ise Devletçilik ilkesi ile ÅŸahsi teÅŸebbüs hürriyetini uyumlu hale getirecek düzenlemelerin gerekliliÄŸinden söz ediyor, “ileride yapılacak kanunlarda amme menfaati ile ÅŸahsın menfaatini telif etmek için Yüksek Meclisin inceden inceye çalışaca­ÄŸÄ±na emin olmak pek tabiidir” diyordu.

KABUL EDÄ°LMÄ°ÅžTÄ°R…

Elbette Meclis kürsüsünde belirtilen tüm görüÅŸler nihayetinde anayasa deÄŸiÅŸikliÄŸinin özüne deÄŸil ortaya çıkarabileceÄŸi çeliÅŸkiler üzerineydi. Nitekim Kitapçı, sözlerini ÅŸöyle tamamlayacaktı: “Hülasa itibariyle söyleyeceÄŸim ÅŸudur: Atatürk’ün iÅŸaretini bu memleketin hüsnüniyetle kabul etmesi bu mem­leketin ve bu milletin menfaatinedir”. (Bravo sesleri, alkışlar). Dile getirilen görüÅŸlerden sonra yapılan oylamada anayasa deÄŸiÅŸikliÄŸi baÅŸkanın “Kabul edenler? Etmeyenler?... Kabul edilmiÅŸtir” ifadeleriyle kısa bir sürede kabul edildi. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin “cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçı” olduÄŸu anayasaya eklenmiÅŸ oluyordu. Ayrıca anayasanın 75. maddesi ÅŸu ÅŸekli alıyordu: “Hiç̧ bir kimse mensup olduÄŸu felsefiÌ‚ içtihat, din ve mezhepten dolayı muaheze edilemez. AsayiÅŸ ve umumiÌ‚ muaÅŸeret adabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü diniÌ‚ ayinler yapılması serbesttir”.

Yazının devamı...

Bir Yemin Ettim ki…

22 Ocak 2017

Ä°lk yüksek sesli itiraz, 2006 yılının Kasım ayında baÅŸladı. Muhafazakâr yazar Dennis Prager, Minnesota’dan ABD Kongresi’ne seçilen Keith Ellison’ın yemin töreniyle ilgili kararını sert biçimde eleÅŸtiriyordu. Prager’a göre “bir Kongre üyesinin nasıl yemin edeceÄŸine Keith Ellison deÄŸil, Amerika karar vermeliydi”. Bir süre sonra Kongre’deki Virginia eyaleti temsilcisi Virgil Goode de bu sert eleÅŸtirilere katıldı. Peki ama törenin yapılmasına daha birkaç ay varken Ellison’un göreve baÅŸlama yemini neden böylesine bir tepkiyle karşılaşıyordu?

ELLISON VE TARTIÅžILAN YEMÄ°N

Keith Ellison beÅŸ çocuklu Katolik bir ailenin üçüncü oÄŸlu olarak 1963 yılında Detroit’te dünyaya gelmiÅŸti. Ancak 19 yaşındayken Müslüman olmaya karar verdi. Yıllar sonra siyasete atıldı. 2002’de Minnesota Eyalet Meclisi’ne, 2006’da ise %56’lık oy oranıyla aynı eyaletten ABD Temsilciler Meclisi’ne seçildi. Söz konusu tartışma Ellison’un Kongre’deki görevine baÅŸlamadan önce edeceÄŸi yeminle ilgiliydi. Ellison ABD tarihinin ilk Müslüman Kongre üyesi olacaktı. Onun tercihi –pek çok kiÅŸinin tahmin edebileceÄŸi üzere- Kur’an’a el basarak yemin etmekti. Oysa Prager’a göre ABD, Ä°ncil’deki deÄŸerler üzerine inÅŸa edilmiÅŸti ve Ellison’a Kur’an üzerine yemin etme izni verilmemeliydi. Ä°ÅŸin ilginci dindar bir Yahudi olan Prager, eÄŸer böyle bir göreve seçilse Ä°ncil’e el basarak yemin edeceÄŸini belirtiyordu; çünkü Ä°ncil “Eski Ahit” adıyla zaten Tevrat’ı da içeriyordu. Cumhuriyetçi Virgil Goode ise Kur’an üzerine yemin edilecek olması nedeniyle “Amerikalıları uyanmaya çağırıyor”, “eÄŸer böyle giderse daha fazla Müslüman’ın seçileceÄŸi” uyarısını yapıyordu!

HUKUKUN GEREĞİ Mİ, GELENEK Mİ?

Aslında Ellison’un Kur’an üzerine yemin ederek göreve baÅŸlayacak olmasına itiraz etmenin bir hukuki dayanağı yoktu. Çünkü aslında Ä°ncil üzerine yemin, anayasaya baÄŸlılık yeminin bir ÅŸartı deÄŸil sadece ritüeliydi. ABD’nin ilk baÅŸkanı Washington, 30 Nisan 1789’da göreve baÅŸlarken Ä°ncil üzerine yemin etmiÅŸti. Bu gelenek günümüze kadar sürdüyse de istisnalar olmuÅŸtur. 6. BaÅŸkan John Quincy Adams (1825) ve 14. BaÅŸkan Franklin Pierce (1853) hukuk kitabı üzerine yemin ederken “Ä°ncil’e el basmayan” bir diÄŸer BaÅŸkan, Theodore Roosevelt (1901) idi. Tabii bir de Johnson’ın yemin töreni vardı… Johnson, Kennedy’nin öldürülmesi sonucunda baÅŸkanlık uçağı Air Force 1’da yemin ederek göreve baÅŸlamak durumunda kalmış, Ä°ncil yerine uçaktaki bir Katolik dua kitabına el basmıştı. Özetle, ABD’de baÅŸkanların, kongre üyelerinin ve kamu görevlilerinin yeminlerinde kullandıkları kitaplar, hukuki bir nedene deÄŸil geleneklere dayanıyordu. Bu doÄŸrultuda Keith Ellison -tüm tepkilere karşın- Kur’an üzerine el basarak yemin etmekte kararlıydı. Åžimdi geriye tek bir konu kalmıştı: Yemin töreninde Kur’an’ın hangi baskısı kullanılacaktı?

JEFFERSON’IN KUR’AN’I

Keith Ellison yemin töreninden önce Kongre Kütüphanesi (Library of Congress) nadir kitaplar ve özel koleksiyonlar bölümünün yöneticisi olan Mark Dimunation’dan kendisine “özel bir Kur’an baskısı” bulmasını istemiÅŸti. Kaderin garip bir cilvesi olacak ki, bulunan ‘özel’ Kur’an, muhalif Kongre üyesi Goode’nin seçim bölgesindeki tarihi bir evden geliyordu: Bu, ABD kurucu babalarından ve aynı zamanda 3.BaÅŸkan olan Thomas Jefferson’ın (1743 – 1826) özel kitaplığındaki Kur’an idi! Jefferson, 17.Yüzyıl’da yaÅŸamış Ä°ngiliz düÅŸünürü John Locke’dan esinlenerek 1776’da ÅŸöyle yazmıştı: “Bir Pagan, bir Müslüman veya bir Yahudi, dini nedeniyle medenî haklardan mahrum bırakılmamalı.” Elbette Jefferson bu satırları sadece bir temenni olarak yazmamıştı. ABD’nin kurulduÄŸu yıllarda kimlerin ülkeyi yönetebileceÄŸine dair sert tartışmalar vardı. Hâkim konumdaki Protestanlar, azınlık durumundaki Katoliklerin, Yahudilerin, dinsizlerin ve dahi Müslümanların günün birinde göreve gelme ihtimaline ÅŸiddetle karşı çıkarken Jefferson bunun tersini savunuyordu. Ä°ÅŸte bu tarihi tartışmanın gelip dayandığı noktada… Ellison’ı eleÅŸtirenlere, ABD’nin kurucu babalarından birine ait tarihî bir Kur’an, sembolik açıdan son derece güçlü bir cevap olacaktı.

4 Ocak 2007 tarihinde, Keith Ellison, Kongre’deki yemin töreninin ardından, Temsilciler Meclisi sözcüsü Nancy Pelosi’nin huzurunda Thomas Jefferson’a ait iki ciltlik, Ä°ngilizce Kur’an mealine el basarak yemin etti. 

Yazının devamı...

Yeni Müfredat, Geçmiş, Gelecek

15 Ocak 2017

Millî EÄŸitim Bakanlığı’nca açıklanan yeni öÄŸretim programlarında dikkat çeken iki önemli yenilikten biri geçmiÅŸimizi, birisi de geleceÄŸimizi doÄŸrudan ilgilendiriyor: Ä°lki tarih, ikincisi ise biliÅŸim dersleri.

GEÇMÄ°Åž, ASLA SADECE GEÇMÄ°Åž DEĞİLDÄ°R

Yeni programda tarihle ilgili dersler ağırlığını koruyor: Hayat Bilgisi, Sosyal Bilgiler, T.C. Ä°nkılap Tarihi ve Atatürkçülük, Tarih, Türk Kültür ve Medeniyet Tarihi. (Bu listeye ‘Peygamberimiz'in Hayatı’ ile ‘Türk Dili ve Edebiyatı’ derslerini eklemek de mümkün). 9 - 11. sınıflara yönelik tarih dersinin içeriÄŸi, o bildik ‘savaÅŸlar ve fetihler’ ekseninden biraz daha medeniyet tarihi alanına doÄŸru kaymış gibi duruyor ki, bu olumlu bir deÄŸiÅŸiklik. Tabii bu deÄŸiÅŸimin pratiÄŸe nasıl yansıyacağı, hazırlanacak kitaplar ve malzemelerle ortaya çıkacak. Dolayısıyla ilgili ders kitapları hazırlanırken olayların ve isimlerin azaltılıp, kavramların geniÅŸletilmesi yerinde olacaktır. Unutmayalım ki çağımızda ansiklopedik verilere ulaÅŸmak giderek kolaylaşıyor. Buna karşın bilgi yığını içinden bütünlüklü bir bakış açısı geliÅŸtirmek giderek zorlaşıyor.

ÇAÄžDAÅž TARÄ°HE AÇILAN KAPILAR

Açıklanan taslak programda tarih adına iki yenilik dikkat çekici. Ä°lki T.C. Ä°nkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersine yeni bir ünite olarak eklenen 1950-2016 arası dönem. DiÄŸeri ise “ÇaÄŸdaÅŸ Türk ve Dünya Tarihi” dersi. Türkiye’nin yakın tarihinin okullarda iÅŸlenmemesi, sadece müfredat adına deÄŸil toplum geneli için de çok önemli bir eksiklikti. Gençler (ve dolayısıyla yetiÅŸkinler), derslerde iÅŸlenmediÄŸi için yakın tarihteki en önemli olaylardan bile haberdar olamıyordu. ‘Ä°kinci Dünya Savaşı’ndan sonrası adeta yaÅŸanmamıştı! Bu durum haliyle kulaktan dolma, yanlışlarla dolu yorumlara yol açıyordu. Oysa günümüz olaylarına saÄŸlıklı bakabilmenin bir koÅŸulu yakın tarihi iyi bilmek. Dolayısıyla bu eksikliÄŸin giderilmesine yönelik adım atılması yerinde olmuÅŸ. Ancak müfredatta yakın tarihe son derece kısıtlı bir çerçevede yer verildiÄŸini belirtmeliyiz. Açıkça görülüyor ki tartışmalı konulardan bilinçli olarak uzak durulmuÅŸ.

Ders malzemeleri oluÅŸturulurken dikkat edilmesi gereken noktalara gelince… Ä°nkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersine eklenen bölümlerle birlikte genel bir kavrayışın ve anlatımda sürekliliÄŸin korunması gerekiyor. Ders içeriÄŸi, keskin siyasi tartışmalara zemin hazırlayan ‘dönemsel kopuÅŸ’ algısına kurban edilmemeli. BilindiÄŸi üzere yakın tarihin tarafları iktidardan ayrı kaldıkları dönemleri çok ağır bir dille eleÅŸtirirler. Mesela, bir grup için Tek Parti dönemi Altın ÇaÄŸ, diÄŸeri içinse baskı dönemidir. Tam tersi Demokrat Parti devri için de söylenir. Örnekleri çoÄŸaltmak mümkün… Tüm bu katı bakış açıları, Türkiye tarihine süreklilik içinde bakmayı ve olgularla konuÅŸmayı son derece güç hale getiriyor. Dolayısıyla ders kitapları yazılırken bu keskinliÄŸin yumuÅŸatılması sadece toplumsal deÄŸil aynı zamanda bilimsel bir gereklilik.

DÜNYA TARÄ°HÄ° MÄ°, TÜRKÄ°YE TARÄ°HÄ° MÄ°?

Yeni müfredatta yer alan “ÇaÄŸdaÅŸ Türk ve Dünya Tarihi” dersi beÅŸ ana bölümden oluÅŸuyor: Ä°ki Dünya Savaşı arasında dünya; 2. Dünya Savaşı; SoÄŸuk Savaş̧ dönemi, yumuÅŸama dönemi ve sonrası (1960’lardan 1990’lara uzanan dönem kast ediliyor); küreselleÅŸen dünya. Öncelikle ÅŸunu söylemek gerek: Ders, “ÇaÄŸdaÅŸ Dünya Tarihi ve Türkiye” baÅŸlığını daha fazla hak ediyor. Çünkü üniteler, Batı merkezli 20.Yüzyıl dünya tarihinin evrelerini esas alıyor. Türkiye’nin yakın tarihinden kesitler, bu süreçle baÄŸlantılı olarak derse yerleÅŸtirilmiÅŸ. Dolayısıyla karşımızdaki bildik anlamıyla bir “ÇaÄŸdaÅŸ Türkiye Tarihi” dersi deÄŸil. Dersin özü, dünya tarihi ve Türkiye’nin dış politikaları gibi görünüyor.

Yazının devamı...