(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Murat Yetkin" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Murat Yetkin" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Murat Yetkin

Murat Yetkin

McGurk Kürdistanlı Lawrence mı?

1 Temmuz 2017

Thomas Edward Lawrence. Arap kültürüne, toplumuna özel ilgi duyan İngiliz arkeolog. Birinci Dünya Savaş 1914’te patladığı sırada, o zamanlar Osmanlı idaresinde olan Cerablus civarında kazı çalışmasında imiş.

Sonra, İttihat ve Terakki hükümeti Türkiye’yi Almanya safında savaşa sokunca 1915 yılında İngilizler Kahire Merkezli bir Arap Bürosu kurdu. Bu bir askeri istihbarat ve gizli operasyon bürosuydu. Başında da, bu operasyonun fikir babası olan Tuğgeneral Gilbert Clayton vardı. Arap yarımadası ve Mezopotamya’daki zengin petrol yataklarını Türklerin elinden almak için Vahabi Arap aşiretleriyle anlaşıp, silahlandırıp eğiterek Türklerle savaştırmak fikrinin sahibi de bu Clayton’du.

Clayton önce Kahire’de güçlü bir karargâh kurdu. Örneğin Türk imparatorluğunun dağıtılması ardından İngiliz, Fransız ve Rus kontrol bölgelerine bölüştürülmesini öngören gizli Sykes-Picot anlaşmasının yazıcılarından Yarbay Mark Sykes, Clayton’un kurmay heyetindeki subaylardan birisiydi.

Clayton aynı zamanda bölgeyi iyi bilen sivilleri de askeri istihbarat ve gizli operasyonlara devşirmeye başladı. Bu çerçevede işe aldığı kişilerden birisi –arkadaş kurbanı dansöz Mata Hari’nin adı çıkmış ama- gelmiş geçmiş en becerikli kadın casuslar arasında sayılan İngiliz arkeolog, dil bilimci ve maceracı Gertrude Bell’di. Bir başkası da işte bizim “Arabistanlı Lawrence” olarak tanıdığımız Thomas Edward Lawrence idi.

Lawrence hiçbir zaman beyin takımından olmadı. Ama kendisine verilen Arap aşiretlerini ayaklandırma görevini fazlasıyla yaptı, istihbarat toplamanın ötesinde Türk hedeflerine yapılan saldırılara bizzat, en ön safta katıldı.

1916 ortalarında Mekke Şerifi Hüseyin’in komutasında, Lawrence’ın kışkırtıcılığında Kızıl Deniz kıyısında Akabe’deki Türk birliklerine saldırılarla başlayan Arap Ayaklanması, 1 Ekim 1918’de Şam’ın Türklerden alınmasıyla sona erdi. Aynı ayın sonunda, 30 Ekim 1918’de Osmanlı Mondros Mütarekesi ile yenilgiyi kabul etti.

Bugünkü Suudi Arabistan, Suriye, Mısır, Ürdün, Yemen, Kuveyt, Katar, Bahreyn ve diğer Arap ülkelerinin sınırları böylece çölde düz çizgiler halinde çizilmeye başladı.

Yüz yıl sonra bu çizgileri silip yeniden çizmek isteyenler var. Evet, bu o kadar kolay değil, ama bunu isteyenler var ve ilk akla gelen de bir Kürt devleti oluyor. Suriye iç savaşında ortaya çıkan IŞİD’e karşı mücadelede ABD’nin Türkiye’nin itirazına karşın PKK/YPG kuvvetlerini Amerikan Merkezi Komutanlığına (CENTCOM) bağlı kara birliği olarak kullanıyor olması bu isteği güçlendiriyor.

Yazının devamı...

Gandi’nin rekorunu Kılıçdaroğlu mu kıracak?

30 Haziran 2017

İngilizlerin bütün engelleme gayretine karşın, beraberindeki 78 arkadaşıyla başladığı yolculukta günde yaklaşık 20 kilometre yürüyerek 6 Nisan’da, yürüyüşünün 24’üncü gününde Okyanus kıyısındaki Dandi tuzlasına ulaştı. Bu yürüyüş sonunda tek yaptığı kendi toprağından bir avuç “vergilendirilmemiş” tuz almak oldu. O nedenle de “Tuz Yürüyüşü” adı verildi.


Bu şiddet içermeyen eylem, dünya siyasetinde “sivil itaatsizlik” denilen bir akımın da başlangıcı sayıldı ve 1947’de Hindistan’ın İngiliz İmparatorluğundan bağımsızlığını almasıyla sonuçlandı.


Kemal Kılıçdaroğlu 2010 yılında CHP genel başkanlığına seçildiğinde ona “Gandi” lakabını takanlar oldu. Bunun nedeni yalnızca Hintli lidere dış görünüş olarak benzetilmesi değil aynı zamanda mütevazı bir hayat sürmesi, bunu siyasete de yansıtmasıydı. Gerçi yüzde 21-22 düzeyinde devraldığı CHP’yi yüzde 25 düzeyine getirip orada tutmayı başardı ama orada kaldı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan gibi, Türk siyasetinde nadir görülen güçte bir rakip karşısında yeterince etkin bir muhalefet hareketi ortaya koyamamakla suçlandı.


Bu durum 15 Haziran’a kadar böyle devam etti. O gün Kılıçdaroğlu, bir gün önce CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun 25 yıl hapse çarptırılıp cezaevine konmasını ve genel olarak mahkemelerin işleyişini protesto amacıyla yürümeye başladı.


Yazının devamı...

Cumhurbaşkanlığı kaynakları: Almanya’da halka hitap kesinleşmedi

29 Haziran 2017

Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in “Erdoğan’ın G-20 Zirvesi dışında kamuoyu karşısına çıkması, iki ülke arasındaki tansiyon göz önünde bulundurulursa uygun olmaz” demesi üzerine telefonla bilgi aldığımız kaynaklar, bu nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın G-20 Almanya programını iptal etmesinin ise söz konusu olmadığını vurguladılar. 

İsminin açıklanmasını istemeyen bir Cumhurbaşkanlığı yetkilisi sorumuz üzerine şunları söyledi: “Almanya’dan gelen açıklamaları biz de dikkatle izliyoruz. Cumhurbaşkanımızın Almanya programı şekilleniyor. Programda henüz halka hitap şeklinde bir madde bulunmuyor. Böyle bir davet var, ama şu anda Cumhurbaşkanımızın G-20 Zirvesindeki ve o çerçevedeki temasları dışında kesinleşen bir madde yok.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve bakanların 16 Nisan halk oylaması öncesi Almanya ve Hollanda başta olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde siyasi konuşma yapma talepleri geri çevrilmiş, sürtüşmeler yaşanmış, Erdoğan ve bakanlar da bu duruma sert tepki göstermişti. Konu 25 Mayıs’ta Brüksel’de Cumhurbaşkanı Erdoğan ile AB Konseyi Başkanı Donald Tusk ve AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker arasında yapılan görüşme de de gündeme gelmiş ve bu sorunun geride bırakılması gereği üzerinde durulmuştu. Nitekim Başbakan Binali Yıldırım da karşılıklı sert açıklama ve suçlamaların üzerine sünger çekmek istediklerini söylemişti.

Bu yıl Almanya’nın Hamburg kentinde yapılacak G-20 zirvesine katılacak Erdoğan’ın oradaki Türk toplumuna hitabı için bazı Türk sivil toplum örgütleri girişimde bulunmuştu. Cumhurbaşkanlığı kaynakları da Dışişleri de Alman makamlarına yapılan bir resmi başvuru olmadığını söylüyorlar.

Gerek terör eylemi tehditleri altında kendisi hariç 19 devlet ve hükümet başkanını ağırlayacak olan Almanya’nın güvenlik endişeleri, gerekse Almanya’nın 24 Eylül’deki genel seçimleri nedeniyle içinde olduğu siyasi rekabet ortamı nedeniyle konu Almanya’da ciddi sorun haline dönüştü.

Başbakan Angela Merkel’in Hırsitiyan demokrat Partisi (CDU) ile arasındaki farkı kapatmaya çalışan Almanya Sosyaldemokrat Partisi (SPD) lideri Martin Schulz, Türkiye’de muhalif siyasetçi ve gazetecilerin hapse atıldığını söyleyerek “Kendi ülkesinde değerlerimizi çiğneyen siyasilere Almanya’ya da konuşma fırsatı verilmemeli” demesi ardından, Dışişleri Bakanı Gabriel açıklama yapmıştı.

Cumhurbaşkanlığı kaynaklarıysa, bunun Almanya’daki iç politika hesaplarıyla ciddi bir sorun haline getirildiğine dikkat çekerek, bunun kendi gündemlerinde önde ve önemli bir madde olmadığını söylüyorlar.

Almanya geçen hafta da, Erdoğan’ın ABD tarafından hakkında tutuklama kararı çıkartılan 12 korumasının G-20 seyahati sırasında kendisine eşlik etmemesini istemişti.

Yazının devamı...

Orta Doğu haritası değişecek diyenler

29 Haziran 2017

Ama değişen yalnızca Orta Doğu haritası olmadı o dönem.

Birinci Dünya Savaşı üç önemli hanedan tarafından yönetilen üç önemli imparatorluğun sonu oldu: Romanov hanedanı yönetiminde Rus, Habsburg hanedanı yönetiminde Avusturya-Macaristan ve Osmanlı hanedanı yönetiminde Türk imparatorlukları.

Dolayısıyla bundan bir asır kadar önce değişen yalnızca Orta Doğu haritası değil, aynı zamanda orta ve doğu Avrupa haritalarıyla Kafkasya ve Orta Asya haritaları da oldu.

Kafkasya ve Orta Asya haritaları Romanovların devrilmesiyle kurulan Sovyetler Birliğinin 1992’de dağılmasıyla bir kez daha değişti; bağımsız devlet ilan edildi.

Onu orta ve doğu Avrupa haritalarının değişmesi izlerdi. Yugoslavya’nın kanlı ve sancılı, Çekoslovakya’nın kansız ve barışçıl bölünmeleriyle bağımsız devletler ilan edildi.

Şimdilerde Orta Doğu haritasının da aradan yüz yıl geçtikten sonra yeniden çizileceği ve yeni devletler ilan edileceği yolunda pek çok komplo teorisi konuşuluyor.

Orta Doğu’da harita değişikliği ve yeni devlet dendiğinde ilk akla gelip konuşulan da bağımsız bir Kürt devleti ihtimali oluyor.

Son on beş yılda bu ihtimali güçlendiren önemli gelişmeler oldu.

Yazının devamı...

PKK o silahları vermez de…

28 Haziran 2017

Asıl önemli sorular onlar.

Birincisi, IŞİD dağılsa da operasyonlardan sağ kurtulanları evlerine çekilip terör emeklisi hayatı sürmeyecekler; zaten 2013 başında IŞİD kurulduğunda her biri bir başka cihatçı örgütten kopup gelmişlerdi, muhtemelen El Kaide bağlantılı başka örgütlere katılıp terör eylemlerine devam edecekler. Ama neticede Suriye’de Rakka, Irak’ta Musul’un IŞİD işgalinden alınmasıyla modern çağların en vahşi terör yapılanmalarından birisi dağıtılmış olacak.

İkincisi, IŞİD olgusunun devreden çıkmasıyla Suriye iç savaşı 2013 öncesi seyrine dönecek; yani Beşar Esad ve onu düşürmeye çalışanlar arasındaki kavgaya. Ancak bu defa koşullar çok farklı olacak. Öncelikle o zaman Suriye topraklarında olmayan pek çok güç artık resmen orada ve savaşıyor. Rejim tarafında hava, deniz ve istihbarat kuvvetleriyle Rusya, kara birliği olarak İran Devrim Muhafızları ve Lübnan’dan gelen Hizbullah milisleri. Karşısında El Kaide ve bağlantılı örgütler, ayrıca Türkiye (ve hala geçerli olup olmadığını bilmediğimiz şekilde Katar) tarafından desteklenen Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve bu ikisine de dâhil olmayan irili ufaklı pek çok silahlı grup. Bir de piyade gücü olarak PKK’nın Suriye kolu YPG’nin asli unsur olduğu Suriye Demokratik Güçlerini (SDG) kullanan ABD Merkezi Komutanlığa bağlı hava, deniz ve istihbarat birlikleri var; bunların kâğıt üzerindeki tek amacı Suriye’yi IŞİD’ten temizlemek.

Üçüncüsü, o zaman IŞİD sonrası bu güçler ne yapacak? Esad’a karşı mı savaşacak? IŞİD’den aldığı toprakları Şam hükümetine mi devredecek? Yoksa PKK özerkliği adına ABD desteğiyle elinde mi tutacak? Nitekim Esad ve Rusya da bu konuda rahat değil ki, önceki hafta bir Suriye uçağı, Rakka’nın batısına ilerleyip mevzi tutmak isteyen YPG’lileri vururken ABD uçağı tarafından düşürüldü. Ve silahlar ne olacak? Türkiye’nin bütün itirazına karşın, “Bana da size de karşı kullanılır yarın” uyarısına karşın YPG’ye verilen silahlar?

Dört ve beşinci şıklara gelmeden önce şu silahlar konusu üzerinde durmak lazım.

ABD Savunma Bakanı James Mattis’in geçtiğimiz hafta Milli Savunma Bakanı Fikri Işık’a “Kendi askerimizi göndermemek için YPG’ye mecburuz ama Rakka’dan sonra silahları toplayacağız, size de bildireceğiz” mealinde mesaj gönderdiği haberlerini hatırlıyorsunuzdur. Keza Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Terör örgütüne verdikleri silahları geri alacaklarını söyleyerek Türkiye’yi kandırdıklarını sananlar büyük bir yanılgı içerisinde olduklarını anlayacaklar” sözlerini de… Erdoğan ABD’nin bu yaptığının NATO anlaşmasına da aykırı olduğunu söylemişti.

Ankara’nın değerlendirmesi, PKK’nın IŞİD’in Rakka’dan temizlenmesi ardından, ABD komutasında savaşıp ölmesinin karşılığında -en azından bir- özerklik talep edeceğiydi. Yani o silahları da vermeyecekti. Nihat Ali Özcan dünkü Milliyet’te “ABD, PKK/PYD’ye verdiği silahları geri alır mı?” başlıklı makalesinde PKK’nın silah ve mühimmat sorununu hep bölgesel savaş ve çatışmaların kargaşa ortamında çözdüğüne dikkat çekiyor ve zaten o silahları vermeyeceğini yazıyordu.

Nitekim dün Almanya’da bir açıklama yapan ABD Savunma Bakanı Mattis, beş gün önceki sözlerinden farklı konuştu: YPG’ye verilen silahların geri alınması Rakka’dan sonraki hedeflerin durumuna göre belirlenecekti.

Yazının devamı...

Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü siyasetin akışını değiştirebilir

26 Haziran 2017

Kılıçdaroğlu’nun 15 Haziran’da başladığı “Adalet” yürüyüşü dün 10 günü geride bıraktı. Ve Ankara İstanbul arasındaki 450 kilometrenin yaklaşık üçte birini.

İstikametin İstanbul olması, malum CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun orada, Maltepe cezaevinde tutulması nedeniyle. Berberoğlu eşi, gazeteci arkadaşımız Oya’nın babasının cenaze töreni için birkaç saatliğine çıkış izni aldığında yürüyüşe katılanlara teşekkür etmek dışında bir şey söylemedi. Aslına bakarsanız yürüyüşün içeriği de de bu mahkûmiyete duyulan tepkinin ötesine geçmiş durumda.

Siyaset bu yürüyüşe hak gözüyle bakanlarla bakmayanlar arasında bölünmüş görüntüde.

Bir tarafta doğal olarak CHP’liler ve Kılıçdaroğlu’nun çağrısına katılan soldaki daha küçük partiler var. Ve Saadet Partisi var, o önemli, çünkü bu yürüyüşe bir “Hayır” cephesi özelliği katıyor.

Diğer tarafta AK Parti, MHP yönetimi, BBP ve Doğu Perinçek’in Vatan Partisi var.

MHP yönetimi diye vurgu yapmamın bir neden var. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin, hatta AK Parti hükümetinden de önce tepki vermesi ve Kılıçdaroğlu’nu “FETÖ’cüler ve PKK’lıların” ekmeğine yağ sürmekle suçlamasına karşın, MHP tabanından yürüyüşe sempati gösterenler de gözleniyor. Hatta Kılıçdaroğlu’nun kendisine bozkurt selamıyla destek veren bir vatandaşa aynı şekilde karşılık vermesine MHP yönetiminden sert tepki geldi. O da kendisine destek veren vatandaşa aynı şekilde karşılık vermiş olmasını “Ne yapıyorsam samimiyetle yapıyorum” diye yanıtladı. Tam da mahkemenin haksız bulduğu MHP’nin muhaliflerinin ayrı parti kurmayı tartıştığı bir sırada, dikkat çekici bir enerji birikimi var ülkücü cenahta.

Bir de şu anda Türkiye’nin içeride ve dışarıda en çok tartışılan konularından olan mahkeme kararlarına Bahçeli ve Perinçek’in, hatta Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’dan daha ateşli olarak sahip çıkmaları dikkat çekici.

Ama daha ilginci Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve AK Parti’nin tutumu.

Yazının devamı...

AB Erdoğan’a ne “olmazsa olmaz” dedi?

22 Haziran 2017

Erdoğan’ın AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker ve AB Konseyi Başkanı Donald Tusk ile yaptığı görüşme sonrası ilişkilerin tamiri ve geliştirilmesi için 12-aylık bir yol haritası kararlaştırılmıştı.

Nitekim bu sürecin ilk toplantısı geçen hafta yapıldı ve ilk önemli karar da alındı. Buna göre Haziran sonu, Temmuz başı ilk defa bu kapsamda bir AB-Türkiye terörle mücadele toplantısı yapılacak.

Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi yarın Gümrük Birliği anlaşmasının güncellenmesi görüşmelerine başlamak üzere Brüksel’e gidiyor.

Bayramın hemen sonrasında Cenevre’de Kıbrıs görüşmeleri yapılacak. Bunlar hep olumlu gelişmeler ama durum henüz öyle “Kötü günler geride kaldı, haydi müzakere faslı açılsın” denecek durumda görünmüyor.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bir an önce fasılların açılmasını isterken tarihsel süreç bakımından haklı, ama güncek koşullar açısından zorluklar ortada ve bu zorlukların 25 Mayıs toplantısında dile getirdiği anlaşılıyor.

Diplomatik kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre, 25 Mayıs toplantısında Juncker Erdoğan’a Avrupa Konseyi’nin Türkiye’deki demokrasiyi izlemeye aldığını, AB katılım süreci bakımından bunun bir eşik sayıldığını ve Konsey’in izleme süreci devam ettiği müddetçe fasıl açamayacaklarını söylemiş.

Yani Avrupa Birliği, Türkiye Avrupa Konseyi’nin izleme listesinden çıkmadıkça yeni fasıl açılamayacağını Türkiye’ye bildirmiş durumda.

Erdoğan’ın buna tepki göstermemesi ve “durumun normale dönmesi” için gerekli adımları atmak üzere Konsey’le işbirliğine gidileceğini söylemesi ise AB tarafında Olağanüstü Halin kaldırılabileceğine dair bir “ipucu” olarak okunmuş.

Yazının devamı...

Demokrasi örneği sayılır bir de hükümet görse

21 Haziran 2017

Sadece bana mı tuhaf geliyor, yoksa gerçekten ciddi bir algı sorunu mu var etrafta?

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu 15 Haziran’da başlattığı ve “Adalet için” adını verdiği yürüyüşünün altıncı gününü dün geride bıraktı. Üstelik Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım'dan gelen, hatta bazısı örtülü tehdit içeren “Bitir” ısrarına karşın.

AK Parti saflarından gelen açıklamaların giderek hakaret içermeye başlaması, CHP’nin başlattığı yürüyüşü bir tehdit olarak gördüklerine işaret ediyor.

Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan yürüyüşü 15 Temmuz kanlı askeri darbe girişimiyle bir tutarak zaten söylem çıtasını yükseltti ama bunu tek tek AK Partililerin demeçlerinde de görebiliyoruz.

Örneğin birkaç yıl önce Pennsylvania’ya Fethullah Gülen’i ziyarete giden AK Parti milletvekillerinin kendilerine onay veren isim olarak işaret ettiği (dönemim Grup Başkan Vekili) Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli yürüyüş nedeniyle Kılıçdaroğlu’nu ve CHP’yi FETÖ’nün hizmetinde ilan etti. Yürüyüşe laf söylemek bir nevi zorunlu hareket haline geldi Cumhurbaşkanına kendisini göstermek isteyenler için.

Belki de bunun nedeni, yürüyüşün etkisinin CHP’nin ötesine geçmeye başlamasıdır. AK Parti kurucu heyetinde yer almış Fatma Bostan Ünsal’ın yürüyüşte görünmesi, Milli Görüşçü Mustafa Kamalak’ın destek açıklaması, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin hükümetten de sert tavır almasına karşın yürüyüşün geçtiği beldelerde balkonlarına, pencerelerine MHP bayrağı asmış kişilerin destek gösterisi, belki de hükümet kanadındaki rahatsızlığın gerçek nedeni. Şu anda tam kestiremiyoruz.

Kılıçdaroğlu dün CHP Meclis grup toplantısını da yürüyüş molasında yaptı. Konuşurken yakasında yürüyüş sırasında kalp krizi geçirip vefat eden CHP üyesi Hasan Tatlı’nın resmi vardı.

Konuşmasında yürüyüşün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir “lütfu” değil, kendi anayasal hakkı olduğunu söyledi. Cumhurbaşkanının dile getirdiği Anayasanın 138’inci maddesini ihlal etmediğini asıl yargı üzerinde baskı kuranın Erdoğan olduğunu öne sürdü. CHP’nin eski genel başkanlarından Altan Öymen dün 85’inci yaşını yürüyüşte kutlarken aslında Anayasa’nın 34’üncü maddesinin bu yürüyüşe zemin verdiğini iddia etti.

Yazının devamı...