(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"İlber Ortaylı" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "İlber Ortaylı" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
İlber Ortaylı

Dışarıdaki Türkiye: Yunus Emre Enstitüleri

18 Haziran 2017

YUNUS Emre Enstitüsü, 2007’de kuruldu. O vakit Topkapı Sarayı Müzesi’ndeydim. Kültür Bakanı okuldan beri arkadaşım olan Atilla Koç’tu. Uzun yılların içerisindeki görüşmelerimiz ve tartışmalarımızda, İspanyolların Cervantes, Rusların Puşkin, İtalyanların Dante Alighieri ve Almanların Goethe gibi enstitülerinin gerekli olduğu konuşulurdu. Bunlardan İtalyan ve Alman enstitüleri Ankara’da çok itibar görüyordu.

Atilla Koç zamanında müsteşar olan Prof. Mustafa İsen, ‘Yunus Emre’ ismini kendisinin bulduğunu söylemiş; olabilir. Her halükârda uygun isimdir. Türkiye’de aydınların tarihe ve edebiyata mal olmuş büyük adamları bile kendine göre bölüp sahiplenmek gibi kötü bir huyu varken Yunus Emre konusunda herkes birleşir.

HER ENSTİTÜDE O ÜLKENİN AYDINI VAR

Ama Türk dilinin bu dâhisinin hayatı ve eserleri üzerinde yapılan araştırmalar ise en azından elli yıldır durgun bir safhadadır. Havanda su döverek Yunus Emrecilik yapıyoruz. Enstitünün kuruluş statüsü ve gelir kaynakları üzerinde tartışacak değilim. Şu ana kadar vakıf başkanı TC Dışişleri Bakanı’dır. Toplantılarda onun yerine gelen bir büyükelçi yer alır. Kültür Bakanı vakıf başkanı olarak onun yerini alınca da daha farklı bir şey beklenemez; mühim de değildir.

Bugünkü Yunus Emre Enstitüleri’nin bana göre Türkiye’nin dış temsilcilikleri ve kültürel faaliyetleri açısından önemli ve olumlu bir farkı var; yurtdışındaki başkentlerde ve büyükşehirlerde kurulan enstitülerin başına geçirilen müdürlerin o bölgede doğan veya hiç değilse eğitim hayatını orada geçiren Türk çocukları olmasına dikkat edildi. Örneğin Almanya ve Avusturya Viyana’daki Yunus Emre Enstitüleri’nin başına o ülkelerde büyüyüp eğitim görmüş Almancası mükemmel kişiler yerleştirildi. Arap ülkelerindeki enstitülerdeyse yine oralarda uzun süre eğitim görmüş veya Arapçası mükemmel Kerküklü Türk aydınlar var. Varşova’da da mesela öyledir.

Dili bilmek ve orada yaşamak, müdürlere ve yakın çalışma arkadaşlarına, mahalli şartlara nüfuz etmek, o ülkenin aydınlarıyla temasa geçmek; karşılıklı kültürel faaliyetlerde bulunmak için büyük imkân ve kolaylık sağlıyor. Şurası çok açık: Merkez bürokrasinin memurları için ‘sine cura’ denen baş ağrısız rahat çalışma ve dışarıda yaşama imkânı bu memurlar için söz konusu değil. Onlar zaten oradalar ve birinci gruba göre yerli halkı ve kurumları daha iyi tanıyorlar.

ENSTİTÜLERE İHTİYAÇ DUYULUYOR

Nitekim 10’uncu yılını tamamlayan Yunus Emre Enstitüsü konferanslar, bilhassa Türkçe dil kursları açısından fevkalade verimli oldu. Ders kitaplarını kendileri hazırlıyorlar. Bunların yerini Türkiye’de hiçbir kurum alamaz. Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı’nın alışılmış dış temsilcilikleri, şurası açık bir gerçek ki, her zaman bunların gerisinde kalır. Yönetimde hangi yapı değişikliği düşünülürse düşünülsün, Yunus Emre Enstitüleri’nin kültürel faaliyetler ve Türkçe dil eğitimi için sahip oldukları bu özgün form korunmalıdır.

Yazının devamı...

Müze açmak o kadar kolay mı? Beyefendi (Çebi) Topkapı Sarayı’nı müze sanıyor

11 Haziran 2017

SON zamanlarda bazı köşe yazılarında desteklenen yeni bir müzeci kahraman var. İsmi Mehmet Çebi. Yedi yıllık müze müdürlüğüm sırasında kendisini müzemizde bir tetkikat yaparken görmedim. Yan müzelerdekiler de tanımıyor. Teşvikiye’de hüsn-ü hat pazarlayan ve satan bir galerisi vardı. 

İYİ NİYETLİ DE OLSA HAYALPEREST

Teşviki seviyorum ama antikacılık merakım yok. Erzurumlu bir genç hattatın büyük boy bir Fatiha suresini aldım. Koleksiyonlarda eski üstatlarımızın da eserleri olduğunu söylendi. Doğrusu bu gibi eserleri alabileceklerden değilim. Galerinin sahibi hat bilgisinde kendini yetiştirmiş. Öyle söylüyor. Lakin görünüşe göre kendini aşan bir işe girişmiş; müzelerimizi derleyip toplama, yeniden kurma, içinden uygun olanları yurtdışındaki büyük müzelerle değiş tokuş programına sokma (sergi değil, satın alma) biçiminde ve hatta fon kurarak parayla eser almayı planlıyor. 

Bu gibilere sormak lazım: Ne vakittir müze geziyorsun? Dünya müzelerinden, tablo piyasasından haberin var mı? Eser toplayan Körfez emirliklerinin mensupları ne toplayabildiler? Japonlar 1960’lardan beri boyuna astronomik rakamlarla empresyonist eser topluyor. Toplamış da ne olmuş? Morozov’un ve Şçukin’in topladığı Puşkin Müzesi’nin bodrumlarına konan empresyonistlerin, Picasso ve Matisse gibi modernlerin sayısına, hele kalite seviyesine ulaşabilmişler mi? Bu işler büyük ölçüde zamanın ve şartların müsaadesine bağlı olarak gelişir.

İSTANBUL ŞEHİR MÜZESİ NE OLDU?

Bu efendinin demeçlerini dinledim. Sinirlerinize hâkim olabilecekseniz eğlenceli. Mesela diyor ki: “Millet Paris’e neden gidiyor, yüzde 85’i Louvre Müzesi için. Onların da yüzde 85’i Mona Lisa’yı görmek istiyor. Müzelerimizi böyle zenginleştirmeliyiz. İcabında eser değiş tokuşu yapalım.”

Tabii bu gibi değiş tokuşların sonucunda ne çıkacağını söylemeye lüzum yok. İyi niyetli olsa da çok hayalperest olduğu açık. 

Yazının devamı...

İbn-i Haldun’a bugün kim erişecek?

4 Haziran 2017

OSMANLICA tabirle ‘intihal’, Avrupa metinlerinde ‘plagiarisme’ olarak geçer. Açık konuşmak gerekirse Ortaçağ Avrupası’nda çokça başvurulan bir yoldu. Bilhassa Rönesans döneminin başlangıcındaki 12’nci, 13’üncü yüzyıllarda Palermo’da ve Endülüs’e komşu kültürel bölgelerde Doğu dünyasının tıbbından çokça aşırmalar yapılırdı. Burada tercüme metinler kullanıldığından ilginç yanlışlara rastlanır, hatta Doğulu bilginlerinin isimlerinin pek garip telaffuzlarla ve imlayla yazımı da buna dayanır. İbn-i Sina’nın ‘Avicenna’, İbn-i Rüşd’ün ‘Averroes’a dönüşmesi gibi bazı Ortaçağ yazarlarının ilk ve son sahifede “Bu kitaptaki bilgi ve fikirlerimi çalanların eli kurusun” gibi beddualar da vaziyetin vahametini gösterir.

Beşeriyet, malı mülkü koruyan hukukun fikri hakları da teminat altına alması için önemli bir zaman harcadı. Bugün Batı dünyasında intihal yani aşırmacılık yüz kızartıcı suçtur, müeyyidesi ağırdır. Tartışmalı bir intihal için Harvard’ın çok önemli bir psikoloji profesörünün az kalsın doktorası bile elinden alınarak akademik hayatı çizikleniyordu. Allah’tan yetkili kurullar, intihal ithamının bu kadar da ağır cezaları hak etmediğine karar verdi ama adamın süngüsü ta doktorası sırasındaki bu nakil hatasından dolayı epey düştüydü. 

Doğrusunu söylemek gerekir; Türkiye’nin küçümsediği mazideki akademik yıllarda aşırmacılık olmuyor değildi ama bu kadar çok lafı edilmiyordu. Bazı dallarda, mesela tıpta nakilcilik modern tıbbın ve cerrahinin Türkiye’ye getirilmesi yolunu açtığından normal karşılanıyordu; bugün öyle değil. Tıp ve mühendislikte aşırmacılığa karşı meslektaşlar çok hassas. YÖK’e çok sık şikâyet yapılıyor. Ne var ki toplumsal bilimler alanında aynı gözlemi yapmamız mümkün değil. 

NORMAL HALE GELMİŞ

Master tezlerinde bilgisayar üzerinden hem de tarama yöntemiyle blok blok göçürmeler normal hale geldi. Koca adamlar ve kadınlar lisans talebelerinden daha hızlı aşırmacılar. Doktora ve hatta doçentlik gibi tezlerde de dedikodu dışında gerçek şikâyet ve YÖK nezdinde başvurular sayısız. Son günlerde gazetede yine böyle bir haber çıktı. Habere göre Doç. Dr. Erkan Göksu’nun herkesin rahatlıkla ulaşabileceği bir kitabı, çok az değişiklikle tez olarak sunulmuş ve kabul edilmiş. İddia şayet doğruysa, YÖK’ün Ulusal Tez Merkezi sisteminde de erişime açılmış. Eğer YÖK, gerekli organlarıyla acımasız davranmaz ve şikâyetleri doğru ve ciddi olarak değerlendirmezse umutsuz noktalara gideriz. İş bu kadarla bitmez. Adli teşkilatta da mahkemelerin bu gibi davaları daha ciddi ve titiz şekilde bilirkişilere havale etmesi ve karar alması gerekiyor. 

Maalesef intihal Türk akademik hayatında hem de halkın en çok ilgi duymaya başladığı sosyal bilimler dalında ayyuka çıktı. Rastgele suçlamalar kadar ciddi takibatın da resen yapılması gerekiyor. Her evin avlusuna bir üniversite açacak raddeye geldik ama kurumlarımızın gözetlenmesi, disiplinin hakkaniyetle sağlanması yöntemini pek beceremedik. 

ÇOCUKTUM

Yazının devamı...

Fetih kutlaması niye tartışılıyor!

28 Mayıs 2017

İSTANBUL’un fethinin kutlanması uzun zamandır tartışma konusu. Kavga 1951-1952’den itibaren, muhafazakârların başta desteklediği hükümetin ve onun dışişleri bakanının karşısında yer alan grup tarafından başlatıldı. Şimdi işin biraz evveline gidelim. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçları arasında bizce en önemlisi Türkiye ile Yunanistan’ın yakınlaşmasıydı. Hatta Bulgaristan’ın, Arnavutluk’un, Yugoslavya’nın komünist bloka dahil olduğu ilk yıllarda, Yunanistan Başbakanı Panayis Çaldaris bir Türk-Yunan konfederasyonundan bahsediyordu. NATO’ya birlikte girdik. Bu yakınlığın sonucunda, Yunan Kralı Paul ve Kraliçe Frederica’nın geldiği tarihte Demokrat Parti hükümeti, İstanbul’un fethi törenlerini tasarlananın altında bir düzeye indirdi. 

Fetih kutlaması için canla başla çalışanlar neredeyse istiskale uğradı. Tören programları kısıldı. Bunların çok önemli olduğu söylenemez. Ama daha şarkvari bir davranış gösterildi: Fetih yıldönümü vesilesiyle hazırlanan onlarca çalışmanın hükümetçe desteklenmesi ve basılmasından vazgeçildi. Oysa sonradan Fetih Cemiyeti ve muhtelif vakıflar tarafından basılan bu çalışmaların halen yurtta ve dış dünyada başvurulan eserler olduğunu söylersek etkinin de, tepkinin de, tedbirin de ne kadar ham olduğu anlaşılır.

SOVYETLER’DEN MİRAS GÖSTERİ MÜHENDİSLİĞİ 

Bugün de birtakım çevreler “Fetih niye kutlanıyor” diye konuşuyorlar. Cevap çok açık olmalı: “Size ne?” Umumi ahlak ve güvenliğe mugayir davranış olmadıkça bu gibi kutlamalar demokrasinin icabındandır, siz karşıysanız kutlamalara katılmayınız. 

Kuşkusuz bu temel ilke, bir sanat ve adeta fonetik bir mimarlık haline dönüşen kutlama tekniklerinin maskara edilmesi için geçerli olmamalıdır. Dünyaya toplumsal törenleri öğreten Sovyetler Birliği’nde zamanla ‘gösteri mühendisliği’ diye bir eğitim ve meslek ortaya çıktı. Gösteri mühendislerinin eski Sovyetler Birliği’nden gelen birkaç mensubu en başta Azerbaycanlı Türkler bizde de bu gibi törenleri yaptılar. 

Gösterileri tenkit edenlerin bazıları Panorama Müzesi’ni de tenkit ediyorlar. Yalnız dikkat edelim müzenin düzenlenişi üzerine ciddi bilgi sahibi olmadıkları açık. Hatta bazıları Panorama 1453 Müzesi gibi müzelerin Sovyetler’in geliştirdiği bir dal olduğunu bilmiyorlar ve bu konuda zaten ciddi bilgileri yok. Şunu söyleyelim 1453 yılı, dünya tarihi için mühim bir olaydır. Hem kutlanması hem de müzeler ve kütüphanelerle incelenip öğretilmesi olumludur. Tenkit edilecek şey bilgisizlik ve yanlışlıktır. 

FETİH HAKKINDA YANLIŞ BİLİNENLER

Yazının devamı...

2 başkent 2 kader

21 Mayıs 2017

İtalya bütün tarih seven gençler gibi benim de hep gezip görmek istediğim bir yerdi. Hayatın tuhaf cilvesi, bir buçuk yaşındayken bulunduğum ve elbette hatırlamadığım bu şehre bir daha yıllar boyu gidemedim. Bununla beraber, oldukça genç yaşta Venedik ve Trieste’yi, ardından da biraz gecikmeyle Floransa’yı gezebildim. Hem de doya doya. 

Fakat 1970’lerin başına dek Roma’yı hâlâ görmemiştim. İtalya’ya kuzey tarafından her adım atışımda Roma liste dışı kalıyordu. Çünkü İtalya seyahati insanı oyalayacak kentlerle doludur. Hele bana göre İtalya’nın en çok özleneceği yeri Apeninler’in kuzeyindeki o soğuk dünyadır. İtalya Avrupa medeniyetinin başlangıcı ve arasıdır. Yıllar geçti. Nihayet bir gece ‘late night show’ denilen sinema gösterisinde Fellini’nin Roma’sını seyrettim (Bu arada Viyana’da Pasolini ve Fellini’yi tanıdığımı söylemem gerekir). Artık Roma’yı muhakkak görmem gerekiyordu. 

ROMA’NIN ÇAMLARI ROMA’NIN MERDİVENLERİ

Filmi izlememin hemen ardından, 1972’de Roma’yı nihayet gördüm. Kitaplardan tanıdığım Roma’nın hakikisi beni çarptı. Dönüşümü de erteleyerek şehirde üç haftayı aşkın bir süre kaldım. Bütün şehri sokak sokak gezindim; hatta Via Appia’yı bile tabanvayla keşfettim.

Harita, rehber ve kahve, işte bu 23 günün araçlarıdır. Gezileri her zaman yalnız yapmak iyidir; daha çok öğrenirsiniz. Yanımda kötü bir fotoğraf makinesi de vardı. Pini di Roma (Roma çamları), Roma’nın merdivenleri, Batı edebiyatını, müziğini ve resmini niye etkilemişti, anlamıştım. 

DÜNYADA VAR MI BÖYLE 

Yazının devamı...

Uydurulan palavralar neye dayanıyor

14 Mayıs 2017

BİR televizyon kanalının geçen haftaki tarih programında kendi içinde bütünlük arz etmeyen ve belirli bir çerçevede ele alınamayacak konular görüşüldü.

Aslında konular görüşüldü demek de fazla iltifat olur. Kahvehane köşelerinde, 50 yıldır tekrarlanagelen bazı yaveler ilk defa bu kadar açıklıkla TV ekranına da getirildi. Falanın annesi babası şu işi yapardı, filan şöyledir demek hiç kimsenin hak etmediği söylemlerdir. Her şeyi bir yana bırakalım, Türkiye cumhurbaşkanlarının ilki ve tabii bazılarının asıl rahatsız olduğu konu Kurtuluş Savaşı Başkomutanı, TBMM Reisi, Yeni Türkiye’nin kurucusu ve silah arkadaşlarının aralarındaki ilişkilerini abartarak yorum yapan çevreler, maalesef bu sefer de doğrudan doğruya Atatürk’ün ailesine el attılar. 


ANSİKLOPEDİLERDE DEDİKODU
Bu amiyaneliği anlamak fevkalade güçtür demeyin. Sebep bizim hazin çağdaşlaşmamızdır. Kasabalara gerçek bir eğitim götüremedik. Mektep bitirenlerin gerçekleri yansıtan bir yorumuna rastlamak zor. Kulak dolgusu, dedikodu yöntemi tarihçiliğe yansıyor. Sözü edilen insanların biyografilerinin ne kadar çarpıtılarak ve noksanla ele alındığını görünce dahi bunu anlarsınız. Mesela sözünü ettikleri yorumlarda Afet İnan Hoca’nın akademik kariyerinin ciddiyetle tetkik edilmediği anlaşılıyor. Bizim millet biyografiyi takip etme alışkanlığına sahip değildir. Birisinden dedikoduyla bahsetmeyi tercih ederler. Aynı yöntemi gazetecilikte de kullanırlar, hatta ansiklopedicilikte de. 

Yazının devamı...

2. Dünya Savaşı bitti ama etkileri devam ediyor

7 Mayıs 2017

 Almanya adına Mareşal Keitel’in imzaladığı mütarekeden önceki olaylar şöyle cereyan etti: Almanlar 25 Nisan’da Finlandiya’yı terk etmişlerdi. Mussolini, Kuzey İtalya’da İsviçre sınırına geçerken aynı gün partizanlar tarafından sevgilisi Clara’yla birlikte infaz edildi. Bu, İtalyan Sosyal Cumhuriyeti’nin sona erişi demekti. Hakiki İtalya iki yıl evvel Müttefiklerle birleşmişti. Harbin büyük tahribatından da bu sayede kısmen kurtulmuştu. Orada krallık henüz yapılacak referanduma kadar devam edecekti. Almanya’nın akıbeti Tahran, Yalta ve Potsdam’da karara bağlanmıştı. İlginçtir Tahran’da Roosevelt Almanya’yı tarımla geçinen, sanayisi sınırlı bir ülke haline indirgemek isterken, Stalin gelecekteki Almanya’ya karşı yaşam şansı veren bir tavırdaydı. 

Müttefik ordular İtalya ve Normandiya üzerinden kıtayı kurtardılar. Doğudan gelen Sovyet Kızıl Ordusu ise bugünkü Almanya’nın doğu kısmını ve Berlin’i Almanlardan temizlemiştir. Berlin, Sovyet işgal bölgesinin ortasındaydı ve bilahare dört müttefik tarafından işgal görevi paylaşıldı. 

İşgal görevinin içinde yıkılan Avrupa’nın aç kitlelerini doyurmak da vardı. Şurası açık: Bu görevi en iyi Amerikan işgal kuvvetleri yerine getirebildi. Ama Sovyet Kızıl Ordusu başka bir şey yaptı. Auschwitz gibi ölüm kamplarındaki binlerce insanı kurtardılar ve hayata dönüşü sağladılar. 12 Ağustos 1945’te Oder–Neisse hattı Sovyet işgal bölgesinin sınırı olarak tespit edildi. Almanya’nın doğusu ve Königsberg Polonya’ya bırakıldı. Königsberg’in kuzey kısmı Kaliningrad olarak Sovyetler tarafından ilhak edildi. Rivayetlerden birine göre Stalin, 1941’de Leningrad civarında Katherine Sarayı’ndan Naziler tarafından çalınan ‘Kehribar Oda’nın tazminatı olarak Königsberg’in yani Kaliningrad’ın kehribar kaynaklarına el koymak için bu ilhakı yapmıştır. 

Barış anlaşmasına katılan devletlerden Romanya, Macaristan, Bulgaristan’ın söz ve hareket hakkı çoktan karar altına alınmıştı. Bu, Sovyet işgal yönetimine bırakıldı ve Avrupa bu sefer Amerika’yı da içine alarak yeni bir gerilim dönemine girdi. 

İkinci Dünya Savaşı şu ana kadar dünyanın ahvalini değerlendirmek yani tarih yazmak konusunda önde giden kıtayı en çok tahrip eden savaştır. Bu yüzden zihinleri hep meşgul eder. Bir kere Avrupa Yahudiliği ciddi bir imha ameliyesinden geçirildi. Aynı şey Avrupa’daki Çingeneler için de söz konusu. Gelişmiş bir bürokrasinin mühendislik, kimya ilimi ve teknolojinin eseri olan ölüm kampları o güne kadar beşeriyetin tanıdığı bir olay değildi. 

Maalesef milyonlar yok edildi ve bu çok yakın bir tarih. Hiçbir şekilde benzeri olmayan, kendine özgü bir cinayet ve sapıklık. Avrupa ikiye bölündü. Kırk sene sonra Doğu Avrupa’daki komünist rejimler yıkılıp Avrupa dünyası tekrar birleşirken görüldü ki, 1940’tan evvelki Doğu Avrupa ve Batı Avrupa farklılığı çok daha fazla büyümüştür. Balkanlar’ın 19 ve 20’nci yüzyıl başlarındaki Avrupalılaşma süreci bu 40 yıl boyunca buzdolabına girmiştir. 

Vakıa Doğu ve Batı Avrupa arasında ekonomik, endüstriyel farklar vardı ama bu entelektüel bakımdan geçerli değildi. İkinci Dünya Harbi’nden evvel Çekoslovakya seçkin bir demokratik cumhuriyet ve bir burjuva toplumuna sahipti. Aydın sınıfı Fransa ve Almanya’nın bile yer yer çok önünde giderdi. Macarlar Orta Avrupa’nın seçkin bir ülkesini oluşturan halktı. Bütün bu pırıltılar mazide kalmıştır. 

HİTLER PARİS’İN YIKIMINI EMRETMİŞTİ

Yazının devamı...

Şehircilik anlayışımızı neden gözden geçirmeliyiz?

30 Nisan 2017

SON kırk yıl içinde Türkiye bütçeleri büyüdü. Belediyelerin bütçeleri ve imar imtiyazları da gelişti. Turist sayısında artış olduğu gibi bu artışın içinde Doğulu ülkelerden gelenlerin oranı da büyüdü. Bütün bu boyutlar bir araya gelince şehir merkezlerinin sadece eski mescid, kervansaray, medreseler gibi binalarla değil umumi olarak etraflarıyla da birlikte ele alınması gibi bir dönüşüm de programa girdi. Ne var ki Türkiye bürokrasisinin doğal çevre ve tarihi mirası bir araya getirme konusundaki bilgisizliği bir sorun olarak ortaya çıktı. 

Mesela Sivas’ta veya Erzurum’daki Selçuki eserlerinin etrafı düzenleniyor; bu olumlu bir puan. Ne var ki etraf meydan taşla, Çin granitleriyle kaplanıyor; ağaçlar kesiliyor, onun yerine çiçek tarhları konuyor. Bu çiçek tarhlarının etrafına da Taksim’de görüldüğü üzere 5-10 güvenlik görevlisi dikiliyor. Manzaranın pek elim olduğunu kimse inkâr edemez. Zavallı çiçekleri vahşi hemşehrilerin koparmasından kurtarmak için korumalara muhtacız. 

Mesela Erzurum’da Yakutiye Medresesi, Sivas’ta Çifte Minare’nin etrafında eskiden ağaçlar vardı; çünkü bu Selçuklu devrinde de böyleydi. Meydanlar topraktı veya daha doğal bir şekilde taş döşenmişti. Bunu tamamıyla Çin granitiyle kaplamak için ağaçları kesip çiçek ekmenin pek gerekli olduğunu söyleyemeyiz. Selçuklu ve Osmanlı mimarisi ağaçla güzeldir. 

(Lale koruması)

SÜLEYMANİYE’Yİ KURTARMA(!) ASFALTI

Osmanlı payitahtının muhteşem eseri Süleymaniye Külliyesi’nin ara yollarını parkeden kurtarmak için(!) bayağı bir şekilde asfaltlıyorlar, bu ameliyenin hangi restorasyon ve çevre uzmanlığı ve tarihi bilgiyle bağdaştığını sormayın. Bu yeni Türkiye’nin çevre anlayışıdır. Bu çevre anlayışında mermer, olmadı beton kalıp daha makbuldür. Çiçekçilik olumlu bir gelişme olarak benimsendi ama ağaç düşmanlığı da aynı oranda artıyor. 

Yeşilliğin, bahçenin hatta korunun bulunmadığı bir Selçuklu-Osmanlı şehircilik anlayışı düşünülemez. Bu istisnai çevre bozulması bir an evvel bilimsel yöntemlerle tedavi edilmeli ve şehirlerin nasıl korunacağı hesaba katılmalıdır. Mesela İran’da ve Lübnan’da, Arnavutluk ve Bosna’da yeşil korunarak restorasyon yapıldığı halde Şark’ın bazı yerlerinde en başta Suudi Arabistan’da ve maalesef Türkiye’de ağacın ve korunun geleneksel şehir ve binaların restorasyonunda yeri yoktur. 

Yazının devamı...