(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Uğur Gürses" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Uğur Gürses" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Uğur Gürses

Uğur Gürses

Her mükelleften birer ‘Yunus Emre’

1 Temmuz 2017

SON bir yılda hızla yaşamımıza giren büyük projeler var. Adları Osmangazi ve Yavuz Sultan Selim gibi tarihsel isimler. Ama bu projeler, vergi mükelleflerine yılda birer “Yunus Emre”ye mal oluyor. Bakın nasıl? Anlatayım.

Siyasetçiler bu projeleri seçmenlerine hizmet olarak sunarak oy almak istiyorlar, ekonomistler de bu projelerin ekonomiye sağlayacağı dışsallığı tartışıyor. Ama en önemlisi vergi mükelleflerini ilgilendiriyor; böyle projelerin hayata geçirilmesinde uygulanan yöntem ve ölçek nedeniyle oluşan ‘koşullu yükümlülüklerden’ dolayı.

Koşullu yükümlülük şu; devlet özel kesime “sen bu köprüyü yap ve işlet, bu köprüden yeterince geçen olmazsa ben ödeyeceğim” diyor ve bu sayının ne olduğu, ücretin ne olacağı sözleşmeye bağlanıyor. Uzun bir sürenin sonunda da bu altyapı işletmeleri devlete devrediliyor. Bu tür projelere “Kamu Özel İşbirliği” (KÖİ) deniliyor.

FARKI DEVLETTEN

Son bir yılda üç büyük proje; Osmangazi Köprüsü Temmuz 2016’da, Yavuz Sultan Selim Köprüsü (YSS) Ağustos 2016’da ve Avrasya Tüneli de Aralık 2016’da olmak üzere bitirilerek işletmeye açıldı. Sözleşme gereği de, devletçe verilen geçiş taahhütlerine ilişkin ‘sayaç’ çalışmaya başladı.

Bugün birinci yılını dolduran Osmangazi Köprüsü’nde, 89 TL’lik ücret açılıştan bir süre sonra geçişleri teşvik etmek için indirilmişti. Sözleşmeye göre devletçe taahhüt edilen KDV hariç 142 TL olması gereken tek yönlü otomobil geçiş ücreti 65.65 TL’ye düşürülse de bu indirim işletmeciyi pek de ilgilendirmiyor. İşletmeci, taahhüt edilen 40 bin araçtan eksik geçen araç başına 142 TL’yi, geçen araç başına ise aldığı 65 TL ile sözleşmedeki 142 TL arasındaki farkı devletten alıyor.

“Üçüncü köprü”

Yazının devamı...

Borç ve faizde geri ödeme çanları

28 Haziran 2017

Ama bunun nasıl olacağı sır. Siyasetçisinden oda başkanına herkes faiz düşsün istiyor; ama kimse bunun için kamunun tasarrufunu artırma, enflasyonu düşürme, hukuku tesis edip ülkeye uzun vadeli kaynak girişi sağlanması gereğinden bahsetmiyor.

Bankalar kamunun kredi garantisi şemsiyesi altında, altı ayda yüzde 15’e yakın kredi genişlemesi yapıp, aynı miktarda TL mevduat sağlayamadıklarından; mevduat faizi de kredi faizi de yükseliyor. Açık dışarıdan yapılan kısa vadeli döviz-TL swapları ile kapatılıyor. Bu da, dışarıdaki bankaların kredi memurlarının ülke riski ‘makasına’ bağlı.

İşte bu yüzden; faiz konusundaki yapılan çıkışlar giderek ilginç hale geldi. Son 10 yılda Gayri Safi Milli Hasıla’nın yüzde 40’ı kadar kredi büyümesi yapan Türkiye özel kesimi için geri ödeme çanları çalıyor.

Türkiye, bu kadar rekor yüksek bir kredi artışında, gelişen ülkeler içinde Çin’den sonra ikinci sırada geliyor. Hep söylenen risk kapımızda; yüksek bir borç geri ödeme servisi ile görece düşük hasılat (ekonomik büyüme) özel kesime yokuş etkisi yaratıyor. İlk şikayet hemen faiz oranı. Ama genel faiz seviyesinden şikayet eden iş kesiminin temsilcileri ise enflasyonun seviyesinden hiç konuşmuyorlar.

Yazının devamı...

Hazine sistemden para çekerken faiz düşer mi?

24 Haziran 2017

Başbakan Binali Yıldırım, “Bu hareketten önce son çağrıdır. Tren kalkıyor hareketten önce son çağrıyı yapıyorum. Ya adam gibi makul bir faiz oranını benimsersiniz ya da bunun da tedbirini alırız. Bankacılarımız tehdit olarak algılamasın. Elimizde araçlarımız var” diyerek bankalara ‘uyarıcı telkini’ yaptı. Nitekim 24 saati dolmadan devlet elindeki kurumların ‘sopası’ hatırlatıldı. Rekabet Kurumu’nun devreye alınabileceği, bankalara ceza yazılması potansiyeli “aba altındaki araçlar” olarak hatırlatıldı. 

Hükümet gıda fiyatları artıyor diye gıda üreticilerini ‘dövmeye’ kalksa nasıl olurdu? Ekonomiyi yönetmeleri beklenen siyasetçiler, önceleri arz ve talepte ne olduğuna bakmadan, dağıtım kanallarındaki tıkanıklık ve kayıpların ne olduğuna eğilmeden gıdadaki fiyat artışlarını ‘bir takım spekülatörlerin işi’ diye tanımlanıyordu, sonra ithalat yaparak arz eksiğini kapatmak ve fiyatların gerilemesini sağlama peşine düştüler.

Ama nedense mevduat ve kredi faizleri söz konusu olduğunda, finansal sistem için “acaba arz mı (mevduat) yetersiz, talep (kredi) görece çok hızlı mı arttı? Kaynak açığı mı var? Devlet hazinesinin etkisi var mı?” diye sorulmuyor.

Ekonomi politikası uzun vadeli bir açıyla yönetilmiyorsa ortaya çıkan sorunlarda bir “düşman” yaratıp “dövmek”, “sürücünün” sorumluluğu azaltmıyor.

Son 6 ayın hikayesi basitçe şöyle; kredi artışı sağlayacak tüm kamusal politikalar yürürlüğe konuldu, devlet garantileri sağlandı ve bankalar teşvik edildi. Sonuç da alındı. Krediler hızla arttı. Sayılar şöyle: Yılbaşından 16 Haziran haftasına kadar olan dönemde TL krediler 160.7 milyar TL artmış. Artış hızı yüzde 14.5 olmuş. Aynı dönemde TL mevduatlar 37 milyar artarken, oranı ise yüzde 4.4 olmuş. Yani mevduat artışı kısa kalmış.

“Ekonomiye giriş” dersine henüz gelmeden basit aritmetik bize söylüyor zaten; arz açığı, arz eksiği olan, arzı yavaş artan ürünün fiyatı yükselir. Ankara siyaseti bankalara “kredide doludizgin koşun” derken, kaynağının nereden geleceğini düşünmüş müydü? Ayrıca Ankara’dan bankalara sopa gösteren siyasetçi olsaydım; önce Hazine bakanına sorardım: “Bizim hiç mi günahımız yok bu faizlerde?” diye.

Ankara bankalara sopa gösterirken, kamu finansmanında da benzer biçimde nakit harcamalar hızla artarken, nakit gelir aynı hızda artmıyor. Çok belirgin biçimde kamu borçlanması hızlı artıyor. Kamu iç borçlanmalarının iç borç anapara geri ödemelerine oranına bakılırsa mevduat faizlerinin neden yüksek olduğu da görülebilir.

Yazının devamı...

‘Altın’da ne var?

21 Haziran 2017

TÜRKİYE’nin altın ticaretinde tuhaf bir tablo belirdi yine; Kasım 2016’dan bu yana Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) yapılan külçe altın ihracatı ve ithalatı bu tuhaflığın tam da odağında.

Mayıs ortasında ekonomi gazetecisi Zülfikar Doğan, Al-Monitor sitesinde dikkat çekmişti. Ardından da önceki gün Dünya’da Alaattin Aktaş yazdı. Doğrusu birkaç aylık veriyi bekleyip bunun bir eğilime işaret edip etmediğini bekleme eğilimindeydim. Ancak geçen hafta TÜİK nisan ayına ait dış ticaret ayrıntılarını yayınlayınca elzem oldu.

Ne olduğundan önce kısa bir altın bağlantılı arka planı anımsatalım. ABD ve AB tarafından İran’a 2010’da ticaret ambargosuyla başlayıp, 2012’deki uluslararası ödeme sistemi Swift’e uzanan bir blokaj uygulanmıştı. Ne ödeme kabul edip, ne de ödeme yapamayan İran, altın sevkiyatı ile bunu aşarak ambargoları delmeye çalışmıştı. Bir merkez Türkiye iken, diğer merkez de Birleşik Arap Emirlikleri olmuştu. ABD 2013 Temmuz ayından itibaren İran’a altın ihracatı ambargosu koyunca, hareket bitmiş görünmüştü.

Tuhaflık şurada; Türkiye’ye bir yandan külçe altın ithalatı yapılırken, diğer yandan külçe altın ihracatı yapılıyor. Nereden? Yine Birleşik Arap Emirlikleri’nden.

Külçe altın ihtiyacının üç temel kaynağı var; biri mücevher imalatı, diğeri ise değer saklama. Üçüncü yolu ise yakın zamandan biliyoruz; bir ödeme aracı olarak kullanmak.

TÜİK verilerinden hesapladığım hali ile;  Temmuz 2013’ten Nisan 2017’ye kadar olan 45 ayda Türkiye’nin külçe altın ithalatı kabaca 630 ton. Aynı dönemdeki külçe altın ihracatı ise 556 ton. Yani net ithalat kabaca 75 ton.

Bu altın hareketinin önemli bir bölümü BAE ile yapılmış; aynı dönemde 256 ton ithalata karşılık, 135 ton ihracat yapılmış. BAE ile net ithalat kabaca 122 ton: Yaklaşık 3 milyar dolar.

Yazının devamı...

Merkez altın almaya başladı

17 Haziran 2017

 MERKEZ Bankası’nın ‘kendi mülkiyetinde’ olan altın rezervi neredeyse çeyrek yüzyılı bulan bir süredir hiç değişmedi; 116 ton 103 kilo uluslararası standartta külçe altın miktarı olduğu gibi korundu. Bu altınların bir bölümü yurtdışı merkez bankalarında, bir bölümü yurtiçinde tutuluyor.
Kendi mülkiyetinde olmayan kısmı, bankalarca yatırılması gereken zorunlu karşılıklar yerine altın getirme olanağı sağladığı için, bankalar tarafından Merkez Bankası’na yatırılan kabaca 320 ton civarındaki altınlardan oluşuyor. Böylece bankanın toplam altın rezervi bilançosunda 440 tona yakın görünüyordu. Ama kendi mülkiyetinde olan bölümü sadece 116.1 tondu. Merkez Bankası mayıs ortasından itibaren çeyrek yüzyıllık rezerv politikasını değiştirmiş görünüyor. Kendi mülkiyetinde olan uluslararası standarttaki altın rezervlerini, 116.1 tondan, 127 tona çıkardı. Mayıs ortasından itibaren her hafta 1-3 ton arası altın satın alarak rezervlerini artırıyor.

Merkez Bankası 12 Mayıs haftasında 3.6 ton altın alarak başladığı alım operasyonunu, ardı ardına 5 haftadır sürdürüyor. En son 9 Haziran haftası satın aldığı ilave 3 ton altınla; 5 haftada toplamda 11 ton altını rezervine eklemiş oldu. Böylece kendi mülkiyetinde olan altın rezervlerini 127 tona çıkarmış oldu. Bu, kendi mülkiyetinde olan altın rezervlerini kabaca yüzde 10 artırması demek. İlave satın aldığı altınların değeri yaklaşık 450 milyon dolar.

5.2 MİLYAR DOLAR EDİYOR

Banka döviz varlıklarını azaltarak yerine altın alabilir, ya da tersini yapabilir. Bankanın brüt altın rezervi 18.1 milyar dolar, swaplar dahil brüt döviz rezervi de 94.8 milyar dolar. Bankanın yükümlülükleri (borçları) düşülürse net rezervleri şöyle: 9 Haziran itibariyle banka mülkiyetinde olan net 116.1 ton altının değeri 5.2 milyar dolar iken, net döviz rezervi de swaplar dahil 28.4 milyar dolar seviyesinde. İşte banka bu 28.4 milyar dolarlık net döviz varlıklarından bir bölümünü şimdi altına kaydırıyor.

Merkez Bankası’nın rezervinde tuttuğu ve yaklaşık 20 yılı aşkındır değiştirmediği altın miktarını artırması, arızi bir durum değilse rezerv politikasında değişiklik anlamına geliyor. Altın rezervi artırım kararının jeopolitik risklerin artacağı varsayımı ile yapılıp yapılmadığı soru işareti.

Yazının devamı...

Fed sıkılaşırken Merkez durdu

16 Haziran 2017

Merkez Bankası gevşetme öncesinde mi temkinli, yoksa Fed’in önceki gün açıkladığı bilanço daraltma planının getireceği dalgaya ‘bekle gör’ temkininde mi? Anlaşılmıyor.

İşin doğrusu şu; Merkez Bankası enflasyon hangi seviyeye kadar düşerse sıkı para politikası duruşunu gevşeteceğini bize söylemiyor. “Enflasyonda belirgin bir iyileşme sağlanana kadar” ne demek? Yıllık yüzde 12’den yüzde 8’e gerilemesi mi? Bu geçmişte de öyleydi. Enflasyon hedefi yüzde 5 olan Merkez Bankası, geçmişte de çekirdek enflasyon yüzde 9.50’den yüzde 7’ye kadar inerken faiz indiriyordu. Bu bazı temel kabul edip, sonra da gıda fiyatlarındaki dalgalanma ile enflasyonun çift haneye vurmasıyla,  enflasyonda gıda fiyatlarındaki artışı öne çıkarıyordu.

Asıl hikayeyi, bir yandan önceki gün faiz artıran Fed ilan etti. Fed gümbür gümbür geliyor; bilanço küçültmeye başlayacak. Olasılıkla eylül ayında başlanacak. Ne mi olacak? Fed faizi yıl sonuna kadar en az bir 0.25 puan daha artıracak görünüyor. Ama en ‘acı plan’, Fed’in bilanço küçültme planını beklenenden önce ortaya sermesi oldu.

Asıl bizim gibi hem ödemeler dengesinde döviz açığı olan, finansmanını da kısa vadeli girişlerle yapan, son 10 yılda yüksek döviz borcu yığan özel kesimi olan bir ülke için böyle bir yüksek bir enflasyonla Fed’in eylül manevrasını karşılamak “Alice harikalar diyarında” dedirtiyor.

Fed şundan önemli; 4.5 trilyon dolara ulaşan bilançosunu küçültme planına bu yıl başlayacak. Bilançosundaki kağıtları ilk üç ayda aylık 10’ar milyar dolar azaltarak başlayacak, bu azaltılan tutara her üç ayda 10’ar milyar dolar eklenerek aylık 50 milyar dolara ulaşana kadar devam edecek. Bir yılda 300 milyar dolarlık kağıt azaltacak demek. Yani Fed eylülden itibaren bir yıllık sürede piyasadan 300 milyar dolar likidite çekecek. İzleyen 12 ayda ise bu 600 milyar dolara çıkacak. Herhangi bir değişiklik olmazsa iki yılda Fed’in 4.5 trilyon dolarlık kağıt portföyünden yaklaşık 900 milyar dolar azalacak. Fed bilançosunun uzun vadede 1-1.5 trilyon dolara gerileyeceği varsayılırsa ilk bir yılda, azaltılacak miktar kabaca varlıkların yüzde 10’u demek. Özetle, aşırı düzeydeki küresel likidite bolluğu katlı biçimde azalacak.

Bizim gibi ülkeleri etkileyecek olan, faizden çok miktar daraltması olacak; zira uzun vadeli faizi de etkileyecek olan piyasadaki dolar likiditesindeki azalma olacak.

Merkez Bankası’nın bırakın ‘fırsatını bulduğunda’ faiz indirmesi, bu gelecek tablosu içinde tersine dün faizleri yükseltmeye devam etmesi gerekiyordu.

Bugünkü faizleri bile yüksek bulup, potansiyel bir artışa da “faizleri artırırsak büyümeyi vururuz” diye düşünenlere de şunu anımsatmak gerekiyor; geçen yıl ilk çeyrekte Merkez Bankası’nın piyasaya verdiği paranın ortalama faizi yüzde 8.98’miş, bu yıl ilk çeyrekte yüzde 10.1 olmuş. Yani kabaca 1 puanlık bir artış olmuş. TÜİK sayılarına göre; geçen yıl ilk çeyrekte yüzde 0.7’lik bir hane halkı tüketimi artışı olurken, bu yıl hane halkı tüketimi yüzde 5.1 artmış. Oysa sorun enflasyonda; geçen yılın aynı dönemindeki toplam çekirdek enflasyon yüzde 0.7 iken, bu yıl 2.5 puanlık bir çekirdek enflasyon var.

Yazının devamı...

Büyüme neden şaşırtıyor?

14 Haziran 2017

Şaşırtıcı olmasının iki boyutu var; birincisi ekonomist ve analistlerin beklentilerinin ötesinde yüksek gelmesi. İkinci boyutu ise ekonomideki diğer verilere bakınca “nasıl oluyor da büyüme bu kadar yüksek çıkıyor?” sorusunu sordurması.

Verilere bakınca ilk akla gelen şuydu; “büyümeyi doğru ölçüyor muyuz?”. Yüzde 5’lik ilk çeyrek büyümesinin kaynaklarına bakarak sorular çoğaltılabilir.
Örneğin farklı bir seri olan sanayi üretimi verilerine bakarsanız yılın ilk üç ayındaki sanayi üretim artışı ortalaması yüzde 1.7 iken pazartesi açıklanan birinci çeyrekteki sanayi sektörü katma değer artışı yüzde 5.3 olmuş. Kaldı ki sanayide ihracata çalışan şirketlerin payının büyük olduğu çok açık.

Bir başka örnek; milli gelir içinde yüzde 21 gibi en yüksek ağırlığı olan hizmetler kesiminin katma değer artışı yüzde 5.2 olmuş. Bu büyüme oranı, 2016’nın birinci çeyreğindeki yüzde 2’lik büyümeye göre hatırı sayılır bir büyüme. Bu sektör kategorisi içinde; toptan ve perakende ticaret, ulaştırma ve depolama, konaklama ve yiyecek hizmeti faaliyetleri yer alıyor. Dükkanların kapandığı, turizmin en kötü dönemini yaşadığı bir dönemdeki katma değer artışının yüzde 5.3 olması tabii ki şaşırtıcı geliyor.

Yazının devamı...

Rehavetin ‘meyveleri’ bitmez

10 Haziran 2017

Basit bir hesapla; 2016 Eylül ayında not indiriminin yapıldığı günden, 2017 Mayıs sonuna kadar kur artışı kabaca yüzde 20 oldu. Öyle pek de “vız gelip tırıs gitmemişti”; Ocak ayında kur artışı, faiz artışı öncesine kadar yüzde 30’a vurmuştu. En başta yapılacak olan, sona bırakılınca yeniden başa dönülemiyor. Nitekim öyle de oldu. Elde yüzde 20’lik bir kur artışı kalakaldı.

Peki fiyatlara nasıl yansıdı?

Eylül 2016-Mayıs 2017 arası 10 aylık dönemde, tüketici fiyatlarını ölçen endeks (TÜFE) yüzde 10 arttı. Hane halkının tüketim harcamalarını baz alarak, en fazla harcama yapılan, en yüksek ağırlığı olan kalemlerdeki artışlar şöyle; konut ve kirada yüzde 6, gıda ve içecekte yüzde 14, ulaştırmada yüzde 15. Bu artışların 10 aylık dönemde olduğunu anımsatalım. Bir de, gelir gruplarına göre en düşük yüzde 20’lik kesimin, harcama sepetlerinde gıdaya ayırdıkları payın yüzde 30 olduğunu da anımsatalım.

Tüketici tarafında en büyük ‘sopayı’ yoksulların yediği ortada. “Aman faizlere ellemeyelim” derken, fatura yoksullara gönderildi. Yine aynı retorik; “enflasyonun nedeni gıda fiyat artışı” diyerek dışsal bir neden varmış gibi sorunu öteleme çabası. Yapısal nedenlerin olduğu doğru; bunlara hala çözüm bulunamadığı, durmadan gıda komitesi toplantıları yapıldığı da biliniyor. Ama benzinin yüzde 17, LGP’nin ve mazot fiyatının yüzde 20 arttığı bir dönemde nasıl bir gıda fiyatlamasının olması bekleniyordu? En büyük tüketim merkezi İstanbul’da bir yakadan diğer yakaya kamyon, TIR geçişlerinin yeni ve çok pahalı bir köprüye zorunlu kılınarak yönlendirilmesi, bu köprüye gitmek için geçilecek otobanın da zorunlu olarak ücret ödenmesine ‘gıda komiteleri’ ne diyor acaba?

Üretim tarafında da bu kur artışlarının yansımayacağı mı düşünülüyordu acaba? Ara malı fiyat artışı hala yüzde 20’li oranda, dayanıklı ve dayanıksız tüketim mallarında fiyat tırmanışı devam ediyor; bu mallarda üretimden çıkış fiyatlarındaki artış sırasıyla yıllık yüzde 14.7 ve yüzde 10.2’ye yükselmiş.

Döviz kurunun ve bekleyişlerin ne kadar önemli olduğunu şuradan biçelim; eylül-ocak arası dönemde yüzde 30 artan dolar kuru, ocak sonrasında yüzde 7 düşüş göstermesine karşın, fiyatlamaların bu eğilimde olmadığı görülüyor.

Gelecek hafta perşembe günü Merkez Bankası’nın karar alıcı kurulu olan Para Politikası Kurulu (PPK) toplanıyor. Neredeyse altı aydır, arızi durumlarda kullanılan ve öncü alarm göstergesi sayılan bir pencere olan Geç Likidite Penceresi kalıcı bir araç olarak kullanıldı. Eylülden bu yana son 10 aylık görünümde, hem faizi yükseltmekte geç kaldı, hem de geç yükselttiğinde de her an “düşürecekmiş gibi” bir duruş sergiledi.

İşte bu duruş; bir taraftan her döviz kuru düşüşünde döviz alanlara zemin oluştururken, diğer taraftan da fiyatlama davranışına

Yazının devamı...