Ekranlar, gözüyaşlı reytinge tahvil edilecek merhamet bekliyor.
Reytingin ters çevrilebilen fanusunu, gözyaşı doldurmazsa kum dolduracak zira.
Açıkhava sinemalarının afişinde yazardı ya; “En acıklı, ağlatan film...”
Rekabet orada daha acıklı gerçekleşiyor.
Sadece haberler mi...
Düğünlü dernekli evlilik programlarından hafiyesi Müge’ye, Survivor’dan dizilere, her yer, her mevsim gözyaşı.
Bir tek “Hava Durumu”nda ağlamaklı olmuyoruz artık.
Hava durumunu sunan bazı sunucular,
Eskiden içerideki ölümcül hengame ölümlülere görünmesin diye, camları kirli beyaz yağlıboyayla kabaca sıvanan acil servisler, ambulans pencereleri gibi...
O kalın buğu görüşü kapasa da, ölümü düşünmene engel değil.
Abartmazsan dert de değil. Bazen daha ileri gidip camın buğusunu ovalamaya çalışman bile, çoğu zaman sıradan bir deliliğin alt edilebilir emareleri..
Ama o buğulu cam onu her an “görmeni”, iliklerine kadar hissetmeni, hayatının tüm okumalarını ölümlü olma bilgisi üzerinden yapmanı önleyebiliyor.
Her sabah seni uyandıran cep telefonu alarmı, “Her fani ölümü tadacaktır, sen de öleceksin” diye fısıldamıyor yani.
O sayede, ömrünün önemli bir bölümü “henüz çok erken”le geçiyor, son dilimleri de “daha zaman var moruk”la...
Zira ölümle aranda o buzlu cam var.
Hele ölüm olunca mesele, içinde koç gibi, gerçekleri görmekten kaçma refleksi, itiyadı var.
Gramofondu, plaktı... Şüphesiz onlar da çağ açıp, çağ kapadı.
Ayrıca iyi bir pikap, amfi ve kabinlerle plağın keyfini, hâlâ CD’ye değişmem.
Plağı albümünden çıkarırken başlayan ritüeli bir yana, analog kaydedilen eski plakların sıcak, derinlikli sesi de etkiler beni. Kontrabasın en pes tellerinde gezinen parmağın sesini duyarsın, "Pes" dersin...
Lâkin beslemen lazım gelir onu sürekli, dünyanın döndüğünü ikinci kez kanıtlayan kaidesine plak koyman gerekir.
Kendi beğeninle, ayırabileceğin bütçeyle yarattığın az çok sınırlı arşivinle, o özel anları müzikal bir ayin olarak görüyorsan, mesele yok.
Ama müzikte çeşitliliği ve günceli başka alternatiflerle takip etmiyorsan, o sınırlı arşivle zamanla kendini ezberlersin.
* * *
Radyo başdöndürücü teknolojik gelişmeler karşısında varlığını bu yönüyle de koruyor belki.
Zira insanların iç odalarıyla evlerinin odaları birbirine açılınca, gez gez bitmiyor. Fakat bazen hangisi hangisidir, karıştırabiliyorum.
Düşününce, içimizdeki odaların -belki saraylar, içinde 400 odalı haremleri filan hariç- evlerimizin odalarından çok olduğunu söylemem de mümkün.
Gayet mümkün... Çünkü “Yeni Türkiye”de köşe yazarlığı da böyle bir şey.
Herşey mümkün, yârin yanağından gayrı herşey -her anlamıyla- “atış” menzilinde... (O eşiğin ardına karpuz kabuğunu düşürmese miydim acaba?)
Kalkıp “Aslında dünya dönmüyor kardeşler...” diye yazsan, -hazırdaki- müşterin kitabevine fark atar.
Atıp tutamasan bile mahcubiyetin, bazı yazarların bir tek yazısının ardından yaşaması beklenen utanç silsilesinin yanında, yeni evlerin balkonu kadar kalır.
* * *
Önceki yazımda
“Ev”e konuk geldiğinde misafir odasındaki koltukların örtüsünün kaldırılması gibi, bazı evler de insanın kumaşını az-çok ortaya çıkarıyor. Elbet hevesini de...
Seçtiği koltuk takımına bakmanız yeter; “İşte bizim sevgili Tokrat Ali...” (Anadolu aristokratından mülhem)
Hele evlere, yaşanan hayatların tuzu-biberi gibi serpiştirilen küçük objeler...
Onların evlere geliş serüvenleri, insana -iç/dış- dünyaları gezdirir.
Bazen “mahrem” bir yönü de vardır sanki.
Evet evet, bir nevi “mahrem”idir hayatların; Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ndeki biblolar kadar olmasa da, kitapların arasında eteklerini havalandıran küçük bir balerin hakkında cürmünden büyük hikayeler uydurulabilir.
(Bu mevzuda kadınlara müstesna, deryadeniz bir yer ayırmak şart. Ne müzeler çıkar oralardan, lâkin adını “Masumiyet” koymak, fazlasıyla yavan kaçar)
* * *
Polis, tuzlukların Apo’ya (Abdullah Öcalan) benzediğini savunurken, kebapçının getirildiği karakolun amiri, ‘Bu ne biçim suçlama. Apo duysa güler’ diye işgüzar polislere çıkıştı.’’
Yıllar önce, Mart 2001’de İngiliz Reuters ajansı, “Apo’ya benzeyen tuzluklar” haberini tüm dünyadaki abonelerine böyle geçmişti.
Reuters’ın esmerliğiyle, şişmanlığa, bıyığıyla, hatta kaşlarıyla -dalga- geçtiği haber şaka mıydı... Asla değil.
Zeytinburnu’nda aynen yaşanmıştı.
Polisler de haksız sayılmazdı esasen...
Bir ara İstanbul’da döşenen kaldırım taşlarının deseninin, saçları, çenesi ve gözlüğüyle Turgut Özal’ı andırmasından kıllanan memlekette, her yemekte elimize aldığımız tuzluktan daha yaygın ve sinsi propanga malzemesi mi olur?
İşgüzar olacaklardı elbet.
Şimdi takkesi, sallana sallana beddualarıyla
Efsane caz yorumcusu Billie Holiday’in de sık vurguladığı rivayet edilen bu sözler, bana bu yıl 21’incisi düzenlenen Uluslararası Ankara Caz Festivali’ni hatırlatıyor.
Anlı şanlı devlet desteğine rağmen kavun-karpuz festivallerinin bile bürokrasiyle boğuştuğu, liselilerin bahar festivalinin, pilav gününün bile yasaklandığı bir ülkede caz festivali müşkül iştir.
Hele bürokrasinin de başkenti Ankara’da...
Herşeye rağmen 22 yıl önce “cazı seven ve sayan” bir grup insan, Hürriyet yazarı Sedat Ergin’in başkanlığında Ankara Caz Derneği’ni kurdu.
Ve “caz yapma” uyarısının yayvan bir tebessümle sözlüklere girdiği memlekette, sadece caz yapmayı, 21 yıl boyunca festival düzenlemeyi başardılar.
Ama nasıl? Binbir güçlükle, Caz Derneği'nin Başkanı Özlem Oktar Varoğlu’nun her yıl yüreğini ağrıtan ana sponsor, devlet, belediye desteği arayışıyla...
* * *
Bu yıl festivalin son konserleri, efsane caz müzisyenlerine ayrıldı.
Bir zamanlar Sadettin Teksoy’un kameramanına sık söylediği bu sözler, eksilmedi hayatımızdan.
Bilirsiniz; kutuplardan Afrika’ya, cinlerden perilere bir dönem TV’de “Ben Sadettin Teksoy!” fırtınası esmişti.
Damarını bulunca televizyonda herşeyin yapılabileceğini -akla ziyan- kanıtlayan ilk “zihni sinir” projelerden birisiydi bana göre.
* * *
“Sakata gelmeyelim”e gelince...
Argonun özgün dağarcığıyla, kısaca “tuzağa düşmek”, istenmeyen/beklenmeyen bir şeyle karşılaşmak anlamına gelen bu deyim, öncelikle çok kullanışlı.
Satılan, söylenen, talep edilen her şey karşısında, güvensizliği, tereddütü o iki kelimeyle rahatça özetlemek mümkün.
Karpuz da alsan fark etmez, araba da... Kuşkun kuşkun soruyoruz: