(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Tan Sağtürk" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Tan Sağtürk" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Tan Sağtürk

Yaratıcılık ve Yorumlama Üzerine

7 Haziran 2017

O ilk ağlamadan, ilk nefesten önceki 9 aylık süreçte, bir pıhtının ilk hareketi bu yaşa dahil olmalı belki de.

Her insanın 'kalp atış ritmini' nasıl hissettiğinin; onun yaşam biçimini, duygularını, refleks ve tepkilerini biçimlendirdiğine inanırım.

İşi yaratıcılık ve yoruma dayanan sanatçılarda, bu fiziksel ve ruhsal ritmin hayata yansımasını gözlemlemek oldukça kolay.

Özellikle sahne sanatlarıyla uğraşan bir sanatçının, -aynı eseri defalarca yorumlasa da- performansının günden güne farklılıklar göstermesi; duyguların farklı yoğurulması ve hissedilen ritmin değişkenliği ile doğru orantılı. Çünkü içsel süreçlerle şekillenen ritim ve tempo, eseri yönlendirir.

Ritim eseri yorumlamada farklılık yaratır

Elbette eserlerin kendine has değişmez ritimleri vardır. Metronomların bize söylediği vuruşların önünden gitmek, arkasından koşmak ya da tam üstünde seyretmek profesyonel dansın en önemli anahtarları arasında.

Her ne kadar konservatuvar aşamasında sanatçı adayına bu disiplin yüklense de, profesyonel yaşamın ustalık bölümlerine doğru bu değeri kullanabilmek ve sahnede onunla daha fazla yaşayabilmek yeteneği öne çıkıyor.

Ritim anlayışındaki farklılıkları Tchaikovsky'nin en bilinen ve sevilen eserleri üzerinden örneklendirebiliriz. 'Kuğu Gölü'nün özellikle 3. ve 4. perdelerinde, eseri yorumlayan dansçılar ritmin hemen arkasından gelirken, 'Uyuyan Güzel'de temponun yoğunluğu dansçıları tam üzerinde taşır. 'Fındıkkıran'da ise dansçılar ritmin bir adım önünden koşup eseri sürükler.

Yazının devamı...

Mardin’de Bir Öğleden Sonra Ne Yapacağını Bilememek…

31 Mayıs 2017

Yüzlerce yaşındaki zeytin ağaçlarının turkuaz denize dallarını sarkıttığı yer. Kaybolup giden nice büyük uygarlıkların bugüne taşınan izlerini, bize bıraktıkları tarih ve kültür mirasını anlatmak istedim. 

Ama başka bir ışıltı geçti içimden birden. İzmir hasretimin üstüne usulca sokuldu. Her yerde olmak isteyen bir çocuk misali, bambaşka bir şehre kaydı düşüncelerim. Zihnim Mardin’e doğru bir yolculuğa çıkıverdi.

Zamanın durduğu birkaç yer vardır yeryüzünde. İşte öyle bir yer Mardin. Uzaktan bakın bu kente. Havada asılı kalmış gibi durur. Samanyoluna karışmış gece ışıltılarıyla yer çekimini tanımaz. Onu öylece bırakıp ilgisizce yanından geçip gitmek mümkün değil. Sizi kendi çekim alanına sokar.

Tepedeki bir taşın üstünde oturur, basamak basamak birbirine yaslanmış evlerin bezediği şehre bakarsınız. Sanki bir çamur gölünde, dev bir kabarcık üzerinde zümrütler, elmaslar, yakutlar kaynamış. O kabarcık donmuş, evler, yollar olmuş. Çamur gölü sarıya, yeşile boyanmış, uçsuz bucaksız Mezopotamya ovasına dönüşmüş.

Zamanın durduğunu hissettiğim bu yerde bizden önce kimler, nasıl yaşadı... 6500 yıldır birbiri üstüne çeşitli uygarlıklar yerleşmiş Mardin’e. Sümer, Hitit, Asur, Babil, Pers, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve daha onlarcası. Medeniyetler üstüne kurulan medeniyetler, bir açık hava müzesi haline getirmiş kenti. Tam da bu yüzden, avuç büyüklüğündeki kentte var olmuş uygarlıkların gölgeler arasında gizlendiklerini ve niçin Mardin’in binlerce yıl yaşadığını hissedersiniz.

Şehri gezerken algılarımız en yüksek seviyede açık. Her görüntü bilinçaltımıza yerleşir. Ala gözlü bir çocuk bize bakar; sarışın. Gözleri mavzer. Cami-i Kebir’den ezan sesi yükselir. Güvercinler uçar, ufka uzayan Mezopotamya ovasına doğru. Geceleri uçsuz bucaksız denizi hatırlatan bir ova. Işık adacıkları oluşturan birkaç traktör, denizi yaran pancar motorlu balıkçı teknelerini andırır lacivert gecede.

Ve Mardin evleri. İri taşlardan yapılı… Ev üstüne yükselen bir diğer ev, insanın ağırlığını ayakları dibinden alır, başının üstünden aşırır, bir sonraki evin ayakları dibine bırakır.  Basamak gibi yükselen bu evlerle, Babil’in asma bahçeleri üstünde uçtuğunuzu hissedersiniz. Ortalarında bir yol, kristal yıldızlara uzanır.

Bir öğleden sonra Mardin’de n’apacağını bilememek demek, insanoğlunun bu kente niçin sığındığını, niçin burayı terk etmediğini anlamak ama bir türlü anlatamamak demektir.

Yazının devamı...

Bir sahnemiz olsaydı

24 Mayıs 2017

Elbette güzel giyinirdik.

Müthiş bir opera binası düşünün; kotla da gidilmez ki...

Bilet bulmak çok zor olurdu.

Ama akıllı baba, çok önceden düşünmüş olurdu bu işleri.

Almış biletleri locadan.

Kızı çenesini rahatça balkon mermerine yaslayıp seyredebilsin diye.

Etrafta bir Chanel 5 kokusu hâkim.

Perde açılmadan duvarlardaki gravürler çoktan harekete geçmişler.

Yazının devamı...

Genç Yetenekleri Korumak

17 Mayıs 2017

Onlar sanat yaşamlarına başladıkları küçük yaşlardan, heykelleri dikilen sanatçılar olana kadar geçen sürede kim bilir ne mücadeleler verdiler.

Onların çocukluklarını düşünün. İlk keşfedildikleri zamanı...

Böylesine büyük yeteneklerin keşfedilmesi bir yana, eğitim hayatlarında onları koruyan, destek veren güçlü bir sistemin varlığı mücadelelerini kolaylaştırmaz mıydı?

80 milyonluk ülkemizde gizli kalmış yetenekleri keşfetmek için yeni bir düzen kurmaya ihtiyacımız var. Mesela Adıyaman’ın bir köyünden ya da Artvin’in bir ilçesinden “yetenek taramasıyla” seçilmiş çocukları sanata kazandıran bir çalışma için daha çok uğraşmalıyız.

İsmail Hakkı Tonguç’un “Köy Enstitüleri” fikrinden yola çıkarak ülkemizdeki her değeri keşfeden, onu elinden tutup konservatuvara yerleştiren, sponsorluk arayışına mecbur bırakmadan bu yetenekleri uluslararası platformlara taşıyan bir sistem üzerinde çalışmak zorundayız.

Bugüne kadar işler hep şöyle süregeldi: Bir tanıdık vasıtasıyla keşfedilen yetenekler, sınav açıp yeteneklerin başvurmasını bekleyen konservatuvarlar, yetiştirilen sanatçıları yarışmalara göndermek için aranan sponsorlar, çoğu kez firmalar tarafından bir defaya mahsus sponsorluk adına verilen “uçak bileti”.

 

Yazının devamı...

Yıldızları Sahnelere Serptiler

10 Mayıs 2017

Bu yazımda da aynı şeyi yapmak istedim. Bu ay İstanbul’da sahnelenecek bir eseri hem bir bale sanatçısının merak edeceği açılardan, hem de henüz bale eseri izleyememiş olan birine hitap edecek şekilde yorumladım.

KUĞU GÖLÜ’NÜN YENİ ADI “LAC”

Zorlu Performans Sanatları Gösteri Merkezi 16-17 Mayıs’ta İKSV-Zorlu PSM iş birliğinde Monte Carlo Balesi’ni ağırlayacak. Topluluk “Lac” (Göl) isimli eserle geliyor.

Tchaikovsky’nin ünlü eseri “Kuğu Gölü”nün modern versiyonu olan “Lac”ı izledim. Öncelikle belirtmeliyim ki birçok detayı ve ustalığı barındıran “Lac” görülmeye değer.

Kuğu Gölü’nü hiç seyretmemiş biri tarafından bile kolayca anlaşılabilen bir eser. Hikâyeyi rahatça takip edebiliyoruz. Bunda en çok payı olan isim ise koreograf ve yönetmen Jean-Christophe Maillot.

Uzun zamandır Monaco Prensliği’nin desteklediği ve Prenses Caroline’in başkanlığını yaptığı Monte Carlo Balesinin sanat yönetmenliğini sürdüren Maillot, kendine has tavrı olan bir topluluk yaratmayı başarmış. Sanat yönetmeni olarak çalışırken aynı zamanda koreografiler üretmek yoğun emek gerektirir. Ortaya koyduğu eser yorumlama tekniği, çağımızın koreograflarından Heinz Spoerli ve Uwe Scholz’un koreografileriyle benzerlikler gösteriyor. Ancak bu üç ayrı koreografın neo-klasik çalışmalarını izledikçe birbirinden ayrışan birçok detay fark ediyoruz.

MUHTEŞEM DANSÇILAR

Yazının devamı...

Savaş ve sanat

3 Mayıs 2017

Büyük bir üzüntüyle takip ediyorum olan biteni. Sarajevo şehrinin son görüntüsü yansıyor basına. Taş yığınlarının arasında, sönmüş yangınların taze dumanlarıyla kaplı şehir. Güneşi bile eskitmişler orada. Gündüz her yanı kaplayan bir gece mavisi. Savaş oyununu artık isteyemez. Yeni ölmüş, vücudu sıcak daha.


Oysa bu şehirde ne müthiş bir nostalji saklıydı. 1984’te ‘Sarajevo Kış Olimpiyatları’ burada yapılmamış mıydı? Dünyanın her ülkesinden bayraklar renk renk boyamıyorlar mıydı bu şehri? Katarina Witt’in Carmen’i, Torvill-Dean çiftinin Bolero’su alkıştan inletmemiş miydi salonu?


Şimdi ise gece karanlığı çökmüş, o nostaljiyi bile içmiş savaş.


Geride kalan birkaç Müslüman, Türkiye’deki Diyanet İşlerine haber gönderip soruyorlar: ‘Yiyecek hiçbir şeyimiz kalmadı. Acaba ölülerimizi yemek İslam’da nasıl karşılanır?’


Yazının devamı...

Anadolu’nun İlk Caz Festivalinin Mimarı: Hüseyin Başkadem

26 Nisan 2017

Bu müthiş organizasyonun fikir babası ve uygulayıcısı ise Hüseyin Başkadem.


Ülkemizin “popüler” isimlerinden biri olmasa da saygın sanat çevreleri onu yıllardır takip ediyor. Çünkü hayatını sanata adamış özel insanlardan biri.


Afyonlu müzik adamı Hüseyin Başkadem bundan biraz daha fazlası aslında. Çünkü İTÜ Devlet Konservatuarını 1992 yılında bitirip mastır için gittiği İngiltere’den eğitimini yarım bırakarak ülkesine döndüğünde tüm birikimi ve hayallerini doğduğu şehir Afyon’a aktarmayı amaç edinmiş. Televizyonculuk serüveni, öğretmenlik mesleği, fotoğraf sanatı ile 20 yıllık uğraşısı, oyuncak koleksiyonerliği, belgesel doküman biriktirmesi hayallerinin peşinden gitmesini kolaylaştırsa da zorlu bir serüven onunki…


Bu serüvenin en önemli adımını 2001 yılında Afyon’da bir caz festivali düzenleyerek attı Başkadem. Yetinmeyip, 6 ay sonra bir de klasik müzik festivalini Afyon için kurguladı.


Yazının devamı...

Doğduğum memlekette zeytin kokar tanrıların ağzı

19 Nisan 2017

Doğan güneşle, elmasa dönüşür çakıl taşları. Turunçlar ve portakalların rengini aldığı, denizden esen serin imbatın içinizi ürperttiği o mevsimde dünyaya gelmişim.

 

İzmir’de güneş, dağların arkasına çekilir. Çocuklar su birikintilerinde kâğıttan gemilerini yüzdürür. Anneleri sevinçle evlerine çağırır onları ve sokaklardan çekilir insanlar. Melisaların, yaseminlerin koku baloncukları havada birbiri ardına patlar. Gökyüzü her şeyi görmek istercesine aydınlanır bir an. Sonra gözlerinin rengiyle gelir, gökyüzüne tül bir örtüyle serilir. Çocukların göz kapakları ağırlaşır. O canım kokulardan, uzaklardan gelen seslerden uzak, iç çekerek uyur bebekler. Anneleri dudaklarıyla çocuklarını gösterirler eşlerine: “Yine yemeğini yemeden uyudu.” İşte senin gözlerin böyle oyun oynar çocuklara, benim doğduğum memlekette.

 

Hiçbir annenin çocuklarına anlatmadığı bir masal anlatacağım. Yıllar sonra hatırlarsanız eğer, belki çocuklarınıza anlatırsınız. Aslında birkaç fırça darbesi bu… Sesleri, renkleri, dokunuşları hatırlayın lütfen.

 

Bir kale vardır İzmir’de. Oraya çıkarsanız bütün şehir ve körfez ayaklarınıza serilir. Taştan yapılmıştır ama ona Kadifekale der İzmirliler. Orada doğanların, yaşayanların taşa yakıştırdıkları sıfattır kadife. “Kadifenin dokunuşu ya da kadifeye dokunmak...” Unutmayın bunu.

 

Yazının devamı...
Tan Sağtürk Kimdir?

Tan Sağtürk