(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Bilge Egemen" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Bilge Egemen" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Bilge Egemen

Bilge Egemen

Dalmaya da yürümeye de doyama!

1 Haziran 2017

Canın mı sıkıldı bu dünyanın dünyevi dertlerine? At o zaman kendini masmavi denizlerin en dip derinliklerine? Dip derinlikler, dünyanın bütün kafa şişiren, kulak yoran çirkin, tiz seslerini yok eder. Yerçekiminin yıllar yılları yüklediği binbeşyüz kilo ağırlığı sırtından bacaklarından saniyede söker. Boşlukta salınan bir kuş tüyüsündür sen ve artık sadece seninlesindir. Başbaşa, tek başına. Onlardan biri olup, balıklar ve binbir türlü deniz canlısının arasına karışırsın.
20 yıldır kendimi her tamir etmek istediğimde çekiç ve çivi almak yerine elime, 40 yıllık arkadaşım denizlerin kraliçesi, ustaların ustası Nuray’a koşarım. Tek dalışta, Nuray alır beni denizin dibinde bulutların üzerine oturtur.
Ve bazen de dağlar iyi gelir bana. Kırlar. Çiçekler. Kokular. Kuşların, böceklerin ve ayakların toprağa değiş sesi. Pıt pıt pıt. Bu sene de iyi ki Celal’le ve onun sayesinde Ege’de burnumuzun dibinde ne muhteşem rotalarla tanıştım. Celal de trekking’cilerin kralı. Bir de kanyonların. Nuray’ın köpek balıklarıyla, Celal’in kanyonlarda ve mağaralardaki yarasalarla maceralarını sana daha sonra bir, bir anlatacağım. Bayılırsın.
Bu kadar tutkuları peşinde karış karış dünyayı geziyorlar ya... Merak ettim sordum onlara. Acaba Ege’de onların favori yerleri neresi diye.
Dalış için Nuray Ayaydın’ı, trekking için Celal Demirkıran’ı sahneye davet ediyorum.
Mikrofon artık onların.

 

Yazının devamı...

Gazeteci: Son Mohikan’ın ta kendisi

25 Mayıs 2017

Onlarca farklı mesleklerden gelen her birimize. İzmir Özel Saint-Joseph Lisesi’nde. Kiminin masasında kocaman “endüstri mühendisi” yazıyor. Kimininkinde “avukat.” Benim masamdaysa “gazeteci.” Ve bak şimdi: Her bir masayı dükkan gibi düşün. Her bir meslek mensubunu da heyecanla müşteri bekleyen dükkan sahibi. Ve tabii müşteriler de öğrenci. Masaların arasında dolaşıyorlar. İlgilerini çeken mesleği bulduklarında tak diye karşımızdaki boş sandalyeyi çekip oturuyorlar. Ve başlıyorlar ileride seçmeyi düşünebilecekleri meslekle ilgili, gençliğin kendinden ateşli, turbolu sorularını sormaya. Her biri filtresiz. Hepsi de zehir gibi.

 

BİZİM EKSİĞİMİZ NE?
İlk birkaç dakika bildiğin sinek avlıyorum. Tek bir siftah yok. Elimi ayağımı nereye koyacağımı kestiremiyorum. Tavana bakıp tesadüfen buradaymışsın ve umurunda değilmiş gibi ıslık çalsan olmaz. “Gazeteciye geliiiiin gazeteciyeeeeee” diye semt pazarcısı gibi çığırsan yakışık almaz. Zaten beynimin fonunda Fleetwood Mac’tan “You can go your own waaaay!” çalıyor ne hikmetse. Ben de fonumdaki müziğe mi uysam? Gülümseye gülümseye, yandan yandan minik bale hareketleriyle, bir koşu tuvalete gidiyormuş gibi yapıp, okulun arka kapısından kaçıp, şarkıdaki gibi kendi yoluma mı aksam?
Göz ucuyla bakıyorum psikoloğun masasının önü tıklım tıklım. Al ve nazarlardan sakla maşallah. Çatlarsın. Sanki yıl sonu yüzde 50 üzerine bir yüzde 50 daha indirim yapmış, bu öldürücü şok darbeyle kapısında kuyruklar oluşmuş. E şehir planlamacı ve diğerlerinin de öyle. Moralim yerin altında eksi yüzlerde. Peki ya benim mesleğimin eksiği ne?
Alıp kalemi elime, masamdaki kartonun üzerinde yazılı “gazeteci” sıfatını karalayıp, çarpıyla çizsem? Altına, “youtuber, bloggır, animeytır, snepçetır, dijitıl dayrektır” mı eklesem? Ya da Steve Miller’dan “I’am a grinner, I’am a lover...” diye sıfat üzerine sıfat sıralayan The Joker şarkısını mı söylesem? Onların meslekleri her daim klasik de, bizimki neden ezim ezim eziliyor, eskimiş kalıyor her gelen yeni teknolojinin tekerleklerinde? Her yeni çıkan aplikasyonunun dev dalgalarının köpüğünde.

 

Yazının devamı...

Anneler, çocuklar ve daha neler neler

18 Mayıs 2017

Öldüğünde yıllardan 1948, annemin yaşı da 2’ymiş. 6 çocuğuyla genç yaşta dul kalan dedemi, 6 ay sonra yolda yürürken eşek arısı sokmuş. Ensesinden. Şaka değil, bak. Meğer bünyesi alerjikmiş, hemen oracıkta hayatını kaybetmiş. Düşünsene, annem daha 2.5 yaşında. Artık ne kucağına yan gelip yatacağı şefkatli bir annesi, ne de omzuna tırmanacağı dağ gibi bir babası var yanıbaşında. 

 

Adet olduğu üzere anneler gününde, annesiz büyüyen annemi ziyarete Akçay’a gittik Cem’le. Annemin hatırladığı şöyle tek bir sahne var annesiyle ilgili yıllardır zihninde. Kaz Dağları’nın eteğindeki derelerde yayılmışken biz, ilk kez anlattı torunu Cem’e de: “Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Ve her nasılsa ben bahçedeyim. Yağan karı yerlerden toplayıp yemeye çalışıyordum. Tak tak diye cama vurdu bir el. Baktım camın arkasında kızgın kızgın, sakın yapma dercesine bana işaret parmağını sallayan annem.”


Bu, annemin annesiyle ilgili üstelik cam gibi hatırladığını iddia ettiği var olan tek kare. Pencerenin arkasından uyaran ve kızgın kızgın bakan bir anne. Tek sahne. “Bu bir anı değil, rüya” diye, yıllarca az mı direttim anneme. Bir insan 2 yaşının anılarını kökünden söküp getirip, dikebilir mi günümüze? İmkanı yok hatırlamaz da hatırlamaz işte! Ama annemin ta Balkanlar’dan getirdiği öyle inatçı bir damarı var ki ey okur. Karşısına, bu konuya açıklık getirebilecek değil Freud ya da Jung, sıra sıra dağlar gelse, inadına dayanamayıp iskambil kağıtları gibi patır patır yıkılır.

 

SESSİZ VE BURUK

Yazının devamı...

Çiçek topladım senin için

10 Mayıs 2017

Zaten kuzenim Melda topuklarını inatla yere vura vura, tutturdu da tutturdu; ‘gidelim de gidelim’ diye. Bayındır’daki çiçek festivaline. Deli mi ne? Ergenlik dönemine girmiş bir genç kız ya da genç bir oğlan ikliminde. Nasıl itiraz edebilirsin ki, çiçeklerle 7-24 fısır fısır konuşan bir Egeli’ye.

Tek tek sevip, okşadı bütün çiçeklerini. Kiminin saçlarını tel tel taradı. Kimininkini örüp, balık sırtı yaptı. Petunya’nın sırtını kaşıyıp, Cam Güzeli’ne bütün sırlarını ve masallarını anlattı.
Biz evinden yola çıkmadan önce. ‘Canlarım gidiyorum ben! Sizlere yeni arkadaşlar getirmeye’ dedi en son. Bir bebekle konuşur gibi, sesini incelte incelte. Çekip kapıyı kapatmadan bütün çiçeklerine.
Vedalaştı. Sonra biz İzmir’den yola çıktık.


Abarttım sanıyorsun değil mi? Koca dev mavi-yeşil gözlü Melda’yı tanısan abartmadığımı aksine azalttığımı anlardın hemen. Şıp diye. Kilometreler kilometreler boyu trafik sıkışıklıklarına denk geldik derken. Çiçek festivaline doğru akın akın, akıyordu Egeliler. Sanırsın, John Lennon’a ikinci bir yaşam hakkı verildi. İşte tam da bugün dirildi. Ve Beatles yıllar sonra ilk kez Liverpool değil de Bayındır’da çıkacak sahneye. Strawberry Fields Forever söylemeye.


Yazının devamı...

Bir türlü alışamadım

3 Mayıs 2017

Ben zannediyorum ki o sırada evde 1 Cem, 1 ben varız. Akşamın zifirisinde. Bir de işte her evde olan bakliyat, makarna, sebze, ıvır zıvır, saksı ve mobilyalar. Kendi halimizde sessiz sakin takılmaktayız.

Heyhat, sen öyle san. Sonra Cem’den ani bir “Ahahahaha” yükseliyor. Üstüne, “Abi sen zıttırı vıttırı zabazingoyu fıttırı mıttırdın mı?” gibi bir cümle savuruyor.


Paçalarından teknoloji, oyun ya da kimbilir belki de en Japon’undan manga akan bir dilde.
Emin ol. Filipinler’in resmi dili Tagalogca’dan bile daha zor. Söylediğinin yüzde 10’unu anlasam köyün meydanına inip, davul - zurna eşliğinde zeybek oynayacağım. Üzerine çifte telli ziyafeti sunup, bütün mahallenin avuçlarına kına yakacağım. Ama zalim gerçeklerin tir tir titreten gölgesinde; “Ha? Pardon, Cem ne dedin sen şimdi tam olarak?” diyorum. Şüpheli. 3 litre sersem, 100 gram ezik, bir tutam kavruk. Alttan alta bir tencere dolusu da bozuk. İnsan koskoca kapılar gibi annesine abi der mi abi diyorum içimden. Cık, cık. Biz deseydik zamanında annemize, terlikler leylek olur, vızır vızır dolaşırdı tepemizde. Ooooh bakıyorum Cem oralı bile değil. Bir tumturaklı zıttırı, fıttırı cümlesi daha ve kahkaha. Neyse ki anlamam uzun sürmüyor. Aaaah diyorum, bak! Yine aynı taklaya geldim, bir avcumu dizimin üzerinde şaplatarak:


Tabii ya, Cem takmış kulaklıklarını ya bir oyun oynuyor 100 sınıf arkadaşı kişiyle... Ya bir youtube video’su izliyor kuzenleriyle... Ya da toplu Skype yapıyor tüm sevdikleriyle... Yani seninle konuşmuyor o başka bir düzlemde. Ve buyur:


Yazının devamı...

Uzun yaşamın sırrı bir tuhaf doğum günü

27 Nisan 2017

121. doğum günü gelip de çattığında sormuşlar ona;

Jeanne, Jeanne haydi söyle bize... Böyle uzun yaşamanın sırrı ne diye.



“Zeytinyağı” demiş. “Her gün yerim ve her gün cildime sürerim.”
Kırışan tek bir yerinin, o sırada üzerinde oturmakta olduğu poposu olduğunu da cilveli bir tonla eklemiş.
Jeanne 1 sene sonra, 122 yaşında 1997’de ölmüş.

Yazının devamı...

1598 kilometre ötede neler var?

19 Nisan 2017

Kargalar uyuya dursun. İzmir’den ta 1598 kilometre ötede. Siirt’te. Sabahın 8.15’inde. Gelsin cayır cayır ateşlerin yandığı dipsiz kuyuların buharında saatlerce pişirilmiş etler, gitsin sıcacık lokum kıvamında pideler. Acılı şalgam suları lıkır lıkır dökülsün bardaklardan, şırıl şırıl aksın gırtlaklarımızdan, göl oluştursun midelerimizde. Lök diye.

Oh afiyet olsun, hepimize.
Bu topraklarda adet böyle. Kahvaltıda Biryan Kebabı’yla güne başlanır. Günün ilerleyen saatlerinde mihr çorbası, kitel ve perde pilavıyla dönülmez akşamın ufkuna varılır. Siirt’in mutfağı anlatılmaz, yaşanır.


Ara sıra yaşadığı şehirden çok uzaklara gitmek iyi gelir insana. Kendi evinde zeytinyağında yumurtanın kokusu bile ağır gelirken, uzakların kahvaltısında en acılı, en yağlı kebabı yemek tüy gibi hafifletir. En kuş tüyü yastık batarken yanağına yanağına yatağında, en çakıllı, zımparalı döşek, en yumuşak pamuklu bulut olur sana otel odasında. Hep denizin kıyısında yürürken, kıvrım kıvrım uçurumlu karlı dağların zirvesine süzülmek, özgür ruhlu kartallar gibi hissettirir. Apartman manzaralı pencerelerden, ineklerin otladığı uçsuz bucaksız yemyeşil çayır görüntülerine terfi etmek, doğayla yüzleştirir. Senden yeni senler doğar. Öyle ki sen bile tanıyamazsın senden doğan bu tip tip senleri.


İnsan, geride bıraktığı kendisine bile farklı bakar uzaktan. Evde kalan kendisini, Şogun’un kılıcıyla acımadan tek hamlede 7’ye parçalar. Ama sonra kıyamayıp, yanında götürdüğü diğer kendisini de peri değneğinin dokunuşuyla 10’la çarpıp, hallaç pamuğu gibi havalandırıp, tazeler. Mis kokulu yeni açmış, bahar çiçeğine döner. Bir çırpıda.

 

Yazının devamı...

Bir tatlı huzur almaya geldim, ah Alaçatı’ya

12 Nisan 2017

Akın akın geldi Egeliler. At sırtında olmasa da minübüsler ve otobüslerden taşa taşa. Alaçatı’daki ot festivaline katılmaya. Kimisi de ta İstanbullar’dan uçakla.

Dede Korkut’tan masallar dinler gibi dinledim telefonlarda arkadaşlarımı. Festivalin yapıldığı alana ulaşmaya çalışanları. Kimi dedi ki 200 bin kişi dayanmış kapıya. Kimi dedi sanırsın altın dağıtılıyor bedavaya. Maceradan macera beğen. Her birinin anlattığı James Bond izlemeye eşdeğer.
Biz kardeşim Cem ve kardeşimden daha kardeşim eşi Şölen’le sabırla bekledik. Akşamın karanlığı gelip lök diye çöksün diye, kalabalık birazcık olsun dağılsın, kafalarımızı uzatmaya yer açılsın diye.


Kalabalıklar kalabalıkları doğururken, otlar çuvallardan taşarken, biz Alaçatı Marina’dan buruna doğru festivalin tam tersi yöne yürüyerek teftişe çıktık. Dur bakalım bu plajlar ve kafeler, oteller ve dükkanlar ve en çok da şu surf okulları ne alemde ve acaba yaza hazır mı diye.
Hava da ne tatlı bir hava. Tam da naneli, tarçınlı limonata tadında. Okyanusların en dev dalgasından daha dev Alaçatı Ot Festivali dalgası buraya ulaşmamış. Esnafta sanki kendileri tatildeymiş gibi bir huzurlu rahatlık. Yaz hazırlıkları neredeyse tamamlanmış. Sadece cafelerden birinde, bir kişi son ampulleri takmaktaydı. Ve tabii yeni otel inşaatları son hız harıl harıl çalışmaktaydı.


Yazının devamı...