(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Deniz Gök" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Deniz Gök" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Deniz Gök

Oh Oh Suyundan da Oh Oh!

5 Haziran 2017

Diyetisyen randevusunu, kargaların mama saatinden bile daha erkene almamın sebebi, dünyanın en boş midesiyle tartılmak istememdi. Böylelikle tartıda hafif ötesi çıkabilir, ve sonra da en Van’ından, en aşırısından bir kahvaltı yapabilirdim. Beyin bedavaydı. Ben bu taktik ve strateji yeteneğimle herhangi bir futbol takımının başına geçsem, kulüp yıldızlardan yıldız beğenirdi. İddia ediyorum bu taktiklerle A Milli Futbol takımımızı üst üste beş kere dünya şampiyonu bile yapabilirdim. Sonuçta bence kilo vermek en az teknik direktör olmak kadar zordu. Neyse bütün bir hafta boyunca yediğim çikolatalar ama aynı zamanda sabahları aç karnına içtiğim limonlu sular gözlerimin önünden geçiyordu. Bir bardak limonlu su, kaç çikolatayı götürür diye düşünürken uyuyakalmıştım. Sabah zönk diye uyandım ve elimi panikle telefonuma götürdüm. Acaba lanet olası alarmım çalmış da ben duymamış mıydım! Saate baktım ve OH dedim daha alarmımın çalmasına beş dakika var. Sevgilinin arayıp uyandırması varken, alarmla uyanmak bence dünyanın en işkenceci hareketi gibiydi. Alarm çalmadan uyanmak ise dünyanın en güzel ikinci duygusuydu. Dünyanın en güzel birinci duygusunu tatmak için hemen giyindim ve diyetisyene doğru yola çıktım. Bir an önce “ Afferin Deniz’cim bu hafta yağdan 1 kilo vermişsin” cümlesini duymak istiyordum. Allahtan ağırlık yapma ihtimali en düşük olan kıyafetlerimi bir gece önceden hazırlamıştım. Yüzük, kolye, küpe hatta toka bile takmadım. Kısa saçın yakışacağını bilsem, tartıda birkaç gram eksik çıkma uğruna saçlarımı bile keserdim ama emin olun tombalak olsam daha iyiydi. O yüzden saçlarıma dokunmadım. Saat kaçta uyanırsam uyanayım, mutlaka vapuru kaçırma özelliğim olduğu için koşarak evden çıktım. Vapurun kalkmasına tam olarak beş dakika vardı. Neyse en azından bu da iyi bir şey diye düşündüm, vapura koşarken belkisi yüz kalori daha yakardım. Turnikelere siz deyin iki ben diyeyim üç adım kalmış, vapurun kalkmasına saniyeler var. O sırada Korkunç Bir Film 8 senaryosu gelmesin mi aklıma!

Acaba akbilimde para var mıydı? Eğer yoksa, dolduracak vaktim de yok. Kesin kaçırırım ben bu vapuru. Artık turnikelere çok yaklaşmıştım, kalbim yerinden çıkma alıştırmaları yapıyor, fonda köpek balığı geliş müziği çalıyordu. Dın dın dın dın dın dın dın dın! Hareketlerim adeta slow motion olmuştu. Usulca kartı cebimden çıkardım, öttürmek üzere turnikeleree yaklaştırdııııım… vee dırıdırıt! OH be dedim, yok böyle bir ötüş. Londra Senfoni orkestrası gelse bu kadar güzel öttüremez, bu dünyanın en güzel sesi dedim. Bir an YETERSİZ BAKİYE diye bağıracak ve beni herkesin önünde aşağılayacak diye çok kormuştum, vapuru kaçırmam da cabası tabii. Neyse akbilimi de gururla öttürdüğüme göre vapurda güneş gelen yeri itinayla bulup oturabilirim diye düşündüm. Çünküsü yıllardır ne yaparsam yapayım gölge olan tarafı bir türlü bulamıyordum. Tüm yol boyunca güneşin gözlerimi ultra viyole ışınları gibi delmesine alışmış, kendimle savaşmayı bırakalı yıllar olmuştu. Ve tahmin ettiğim gibi oldu, güneşin tam doksan dereceyle tepeme vurduğu yere oturmayı başarmıştım. Bu sırada bir süredir telefonuma bakmadığım aklıma geldi. Hiç bu kadar ayrı kalmamıştık diye düşünüp kendisini aramaya koyuldum. Allah Allahtı, çantamın en derinliklerine kadar indim, tüm ceplerime baktım telefonum ortalıklarda yoktu. Vapurda gördüğüm 1.80 in üzerindeki, tüm esmer, sakallı ve dolayısıyla yakışıklı çocuklardan telefonumu çaldırmalarını rica ettim. Böylelikle bir taşla birkaç kuş vurabileceğimi düşündüm. Böylelikle hem telefonumu bulabilecek hem de ilgili telefon numaralarına sahip olabilecektim. Yaşasın şeytanlık yaşasın piçızlık diye düşündüm, ama telefonumu bulamadım! Lanet gitsindi acaba evde mi unutmuştum. Son bir kez daha çantamın derinliklerine inmeye karar verdim. Derken bir de ne göreyim benim yumurcak bana oradan gülümsüyor. OH be dedim, burdaymışsın, gel bakayım benden çok fazla uzaklaşma emi çocuum dedim. Solaryum ötesi bir etkiyle yolculuğuma devam ederken, dedim bu yolculuğu şahane bir şarkıyla taçlandırmanın tam vakti. Seksenler dizisindeki Susmuş Aydın Sarman’ın yeni şarkısı “Derdim Kendimle”yi dinlemeye başladım. Şarkı o kadar oynaktı ki utanmasam vapurun ortasında göbek atacaktım. Deniz’in 2017 yaz sezonu şarkısı belli oldu derken, etrafımdaki insanların anlamsız bakışlarıyla dünyaya döndüm. Meğersem bir anlığına kulaklık taktığımı unutup, şarkıyı bülbül ötesi sesimle söylemeye başlamışım. Etrafa verdiğim geçici rahatsızlıktan dolayı özür dileyip, muhtaç olduğum tüm kudretimi ve damarlarımdaki asil kanı alıp sessizce kitap okuyayım bari dedim. Sonra aklıma bir Korkunç Film 8 senaryosu daha gelmesin mi istersiniz!

Ben akbildi, telefondu, şarkıydı derken hangi vapura bindiğime bakmamıştım bile. Allahım nolur yanlış vapura binmiş olmayayım amin dedim. Denizin ortasındaydık her şey için çok geç olabilirdi. Cesaretimi toplayıp hiç boyuna, kilosuna, sakalına bakmadan en yakınımdaki insana dünyanın en kritik sorusunu yöneltmek için yaklaştım. Çünküsü şuan seçici olmanın hiç zamanı değildi. En ince sesimle “ Bu vapur Kadıköy’e uğruyor değil mi?” dedim. Sarışın olduğunu sonradan fark ettiğim çocuk, seyirci joker hakkını kullanmak ister gibi baktı yüzüme. Biraz daha seçici olabilirmişim diye düşündüğüm dakikalardaydık. Bu kadar zor bir soru sormamıştım, hadi be gözünün yağını yediğim ne kadar hayati olsa da beş yüz milyor değerinde bir soru sormadım sana. Bu kadar düşünmene gerek yoktu aslında. Derken çocuk, “ evet” dedi ve beni kutumdan iki yüz elli bin lira çıkmışçasına sevindirdi. OH bee dedim, doğru vapura binmişim!

Vapurdan indim, elimde olsa diyetisyene koşarak gider birkaç yüz kalori daha yakardım ama kaybedek zamanım yoktu. Hemen bir taksiye bindim ve diyetisyenin yolunu tuttum. Taksi yolculuğum, hiç çalışmadığım dersin sınavı gibi, en sevdiğim şarkı gibi, en romantik buluşmalar gibi kısa sürdü. Nasıl geçtiğini anlamadan hemencecik bitti, hiç yetmedi… Ben kendimi henüz hazır hissetmiyordum, utanmasam taksiden hiç inmeyecek, bir tur daha at abi diyecektim ama taksici abi kaldırımda bekleyen ablayı almak için bir an önce in der gibi yüzüme bakınca inmek zorunda kaldım. Diyetisyenin kapısına geldim, ben en son ilk okulda tüm okulun önünde andımızı okurken bu kadar heyecanlanmıştım. Sakin ol şampiyon dedim ve içeri girdim. Sen ne zor sınavlardan geçtin, ne ilk buluşmaları atlattın, yeri geldi patroşkandan zam istedin, yeri geldi en kalabalık avm de park yeri buldun. Bir tartıya çıkmaya mı korkacaksın? Heheyt be dedim, verdim gazı kendime ve bari şu çoraplarımı da çıkarayım da öyle çıkayım tartının üstüne dedim. Küçükken, televizyonda öpüşme sahnesi çıktığında kapattığım gibi kapattım gözlerimi ve usulca ibrenin durmasını bekledim. İbre çıktıkça çıkıyor bu sırada geçtiğimiz bir hafta gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyordu. Sabahları aç karnına içilen limonlu sular, kaç çikolatayı götürüyor birazdan hep birlikte öğrenecektik. Tam olarak zurnanın zart dediği bölüme gelmiştik. Kalbim artık yerinden çıkma alıştırmaları yapmayı bırakmış, civarda ufak bir gezintiye çıkmıştı. Kendimi tutamadım ve “ söyleyin doktor bey ne kadar zamanım kaldı ” dedim, heyecandan saçmalamaya başlamıştım. Ve diyetisyenimin ağzından o sihirli kelimeler dökülüverdi. “ Afferin Deniz’cim bu hafta 1 kilo 100 gram vermişsin.” OH bee dedim, demek ki limonlu sular en az birkaç tane çikolatayı götürmüş, o 100 gramı da sabah vapura koşarken vermiştim.

OH OH suyundan daa, OH OH buyundan da şarkısı Deniz için gelsindi. Aşırı mutluydum, diyetisyenden herkese benden çay diye bağırarak çıktım ve Van ötesi kahvaltımı yapmaya gittim. Nasıl olsa bir sonraki kontrole kadar önümde kocaman bir hafta vardı, bugün istediğim kadar yemek yiyip, yarın limonlu su içerek yediklerimi nötralize edebilirim diye düşündüm. Sonuçta bunu bir kere yaptım, yine başarabilirdim! Bugün benim için çok erken başlamıştı, ama daha öğlen gelmeden bir sürüsünden “OH” dediğim an yaşamıştım. Günün son “OH” unu ofisin önünde patroşkanın arabasını görmediğimde dedim. OH bee daha işe gelmemişti. Hemen masadaki yerimi alıp, ondan önce gelmenin haklı gururunu yaşayabilirdim. Bundan daha güzel bir pazartesi olabilir miydi? OH be artık pazartesiler Denizz Aşırı sendromsuzdu. Hiç beklemediğiniz bir anda cebinizden çıkan 5 TL tadında, en acıktığınız anda çantanızdan çıkan çikolata tadında, uzun uğraşlar sonucu bulduğunuz park yeri tadında geçen bol “OH” beeli bir hafta dilerim. Örtmen geldi byee!

Yazının devamı...

Canım Hiç Öpmiim Aşırı Kibarım

29 Mayıs 2017

Acaba annemler beni nasıl evlatlıktan reddeder veya hazır konu açılmışken ben başka nasıl yollarla yeşil pasaport sahibi olabilirim diye düşünüp Google a “ yeşil pasaportlu olmak için kiminle evlenmem lazım?” yazıp enter a basmışken, Ateşli Sosyologlar whatsapp grubu aniden bir coşma yaşadı. Akşam gruptan biri öğretmen, diğeri şirketin beleşe kırmızı mini cooper araba verdiği ( bu ufak ayrıntıyı belirtmeden edemedim) pazarlamacı arkadaşımın doğum günü vardı. Sanki benim yeşil pasaportlu prensle olan izdivacımdan daha önemli bir konuydu. Ama konu doğum günü olunca herkes muhtaç olduğu kudreti ve damarlarındaki asil kanı alıp Denizz Aşırı Kutlamalar & Event A.Ş’ye başvururdu. Ben de Denizz Aşırı Kutlamalar & Event A.Ş’nin yönetim kurulu başkanı olarak şükela ötesi fikirlerimle, şimdiye kadar hiçbir aman efendim siz deyin doğum günü sahibinin ben diyeyim yıl dönümü sahibinin yüzünü kara çıkarmadım.

Yirmi beş yaşına girecek iki güzide arkadaşım için, bu yıl onlar gibi 25.yaşını kutlayan Leman Cafede bir buluşma organize ettim. Aslında gayet denk geldi ama ben cafenin içindeki kocaman 25 rakamlarını görünce özellikle bunu düşünmüşüm planlamışım gibi yaptım. Tabii ki bu kadar nonnik düşünceli biri olduğuma inanmayan arkadaşlarım bu söylediğimi yemediler. Çünkü benden beklenen her kutlamada böylesine ince nonnik davranışlar değil aksine siz deyin çeşitli şakalar ben diyeyim bir takım yaramazlıklar, şapşikliklerdi. Ki bekleneni de yapmak üzere sabahtan beri istediğim zeytin yağını getirmeyen garsona doğru gittim. Az önce “ yaklaşık bir saat önce zeytinyağ istemiştim, naptınız ilk otobüsle Ayvalık’a zeytin toplamaya mı gittiniz?” diye iki aydır regl olamamış kadın siniriyle veya  tuttuğu takım şampiyonluğa giderken uzatmalarda kendi kalesine gol yiyen holigan erkek siniriyle adama hunharca hönküren kişi sanki ben değildim. Bir görseniz nasıl aşırı kibarım. Çünkü az sonra kendisinden, yabancı pop şarkı çalan şu güzide mekanda öğretmen olan arkadaşım için “ penceresi cam cama muallim”, yeni kırmızı mini cooper arabası olan arkadaşım için de İsmail YK’dan “ bas gaza aşkım baz gaza” çaldırmasını rica edecektim. Muhtaç olduğum kudreti ve damarlarımdaki asil kanı bir geçelim onu yanıma çoktan almıştım zaten. Bu sefer farklı olarak sahip olduğum tüm tatlı dilimi yanıma aldım ve en ufacık hücreme kadar kibarlaştım. Zaten insan en çok da birinden bir şey isterken, özellikle saçma bir şey isterken aşırı kibarlaşır diye düşündüm. Neticede garson abi, az önce kendisine hunharca hönküren şu kırmızı saçlı körpe genç kızın karşısında kibarlıktan ölmesine ve aşırı tatlı diline dayanamadı ve istediğim şarkıları çaldırdı. Beş dakika önce mekanda Shape Of You senin, Rockabye benim coşan gençlik, Penceresi Cam Cama Muallim çalmaya başlayınca şok ötesi bir şey yaşayıp, Baz Gaza Aşkımla dumur seviyesine geçmişti. Ama ben o akşamki aşırı kibarlığım sayesinde arkadaşlarıma hiç unutamayacakları bir anı kazandırmıştım. Sonra düşündüm, biz en çok başka hangi durumlarda bu kadar aşırı kibar oluyoruz? Ve sizin için yazdım…

Herkesin çay istediği bir ortamda Türk Kahvesi isterken

Kalabalık bir grupla toplantıya veya bir misafirliğe gittiniz. Ev sahibi sorar “ ne içersiniz?” O sırada grubun birçoğu çay istedi ama siz Türk kahvesi içmek istiyorsunuz. Herkesin çay istediği bir grupta sivrilip, “ ben Türk kahvesi istiyorum” demek özgüven gerektirir arkadaşlar. Çünkü diğer herkesin siparişinin alınması, toplamda maximum iki saniye sürer. “ Çay, çay , çay” bitti. Ama Türk kahvesi isteyen kişi için durum farklıdır.  Grubun geri kalanı toplantıya veya sohbete başlamak için onun siparişinin alınmasını beklemek durumundadır. “ Ben zahmet olmazsa bir Türk kahvesi rica edecektim.” “ nasıl olsun?” “ orta”. Dua edin gittiğiniz yerde Türk kahvesi yapılıyor olsun, düşük bir ihtimal ama böyle durumlar da insanın başına gelmiyor değil. “Türk kahvesi yok, nescafe versem olur mu?” Bu sırada grubun diğer kalanı hala sizin siparişinizin alınmasını bekliyor, soğuk terler, gerginlik almış başını gidiyor. “ Olur olur, nescafe de olur” diyebiliyorsunuz sadece… Bir de işin hazırlama kısmı var tabi, çay iki saniyede bardaklara konup getirilebiliyorken, sizin Türk kahveniz pişecek köpürecek filan… Ev sahibi için çayın daha pratik olduğu gerçeği kaçınılmaz. Özellikle patronunuz çay, siz Türk kahvesi isterseniz durum daha da vahim, sanki Türk kahvesi daha böyle özel insanlar için, daha özel bir içecek, daha protokol içeceği. Durum böyle olunca karşı taraf  “ne içersiniz?” sorusuna sadece “çay” diye cevap verip sonuna “istiyorum” yüklemini bile eklemezken, siz “ ben eğer zahmet olmazsa bir Türk kahvesi rica ediyorum” diye en kısık ses tonunuzla, en kibar halinizle, eğilip bükülüp siparişinizi veriyorsunuz.

Hiç tanımadığın birinden sigara isterken

Üzerinizde nakit para yok, veya etrafta sigara alabileceğiniz bir yer yok ama acil sigara içmeniz gerekiyor. Tek başınasınız, bir tiryaki olarak tek çareniz hiç tanımadığınız birinden “kibarca” sigara istemek. Ama yok böyle bir kibarlık, karşı taraftan canını isteseniz sanki daha az kibar olurmuşsunuz gibi. Usulca o hiç tanımadığınız kadının veya adamın yanına gidersiniz, yüzünüzde en tatlı gülümsemenizle kafanızı eğer, en ince ses tonunuzla da “ çok afederseniz, sigaranızdan bir tane alabilir miyim acaba?” dersiniz. Karşı taraf halden anlar ve sigarsını “ aa tabi” diye hemen uzatırsa, bir de yetmez “ Ay çok teşekkür ederim, ne olur kusura bakmayın valla mecbur kalmasam almazdım” diye eklersiniz. “ yok yok olur mu öyle şey rica ederim” diye devam eden muhabbet, kim bilir belki de yıllarca süren bir arkadaşlığın ilk adımı olur =)

Kalabalık bir otobüste akbil isterken

Durağa kalmış yüz- yüz elli metre. Belki de kaçırırsanız minimum yarım saat bekleyeceğiniz otobüsünüz orada ve milyorlarca yolcu alımına başlamış. Hüseyin Bold’u kıskandırır derecede bir koşuya başlıyorsunuz, derken mutlu son: otobüse biniş. Kanter içinde kalmışsınız, kalbiniz yerinde çıkma alıştırmaları yapıyor, akbilinizi arıyorsunuz ama o da ne, yok! Ara Allah ara, şeytan aldı götürdü satamadan getirdi demeye kalmadan otobüs en az üç durak ilerlemiş. Artık inemezsiniz de, birinden akbil bulup basmanız lazım. İşte vakit, muhtaç olduğunuz tüm kibarlığınızı yanınıza alma vaktidir! Belki de başka zaman olsa kulaklığınızı takıp duymamazlıktan geldiğiniz, çoğu zaman uyuma numarası yapıp yerinizi vermediğiniz insanlardan akbil dilenmeye başlıyorsunuz. Evet resmen dileniyorsunuz. Otobüs üç durak ilerlemişken iş  kibarca “rica” etme boyutundan çıkıp “ Abi allah rızası için bir akbil” seviyesine geliyor çünkü. Dua edin, Ramazan ayındasınız =)

Yazının devamı...

Bizde Olsa!

22 Mayıs 2017

Ofise bir girdim ki patroşkam o altın kaplama, o UNESCO tarafından koruma altına alınmış, o etrafına kırmızı şeritler çekip Japon turistlerin fotoğraf çekmesine izin verdiğimiz, o yetişkine tam öğrencilere yüzde elli indirimli olarak ziyarete açtığımız, şaka şaka kedi oturmasın diye ters çevirdiğimiz koltuğunda oturmuş beni bekliyor. Çok neşeli olduğunu söyleyemeceğim tabii ki, bu aralar benden önce işe gelme rekorunu elinde bulunduruyor. Onun bu somurtuk halini hiç umursamadan yanına gittim ve son derece sevindirik bir şekilde “günaydın hocam” dedim. Patroşka bu durur mu misliyle karşılık verdi tabi  “sensin günaydın”. Yılmadım, “ çok sevinçli bir haberim var” diye devam ettim. O da somurtma konusunda and içmiş olmalı ki “ne” diye bile sormadı. “ 1 kg 100 gram vermişim” dedim “ bunun neresi sevinçli anlamadım, zaten mutlaka geri alırsın” dedi. Ay Allah’ım bu adam resmen negatif olmak için yemin etmişti, kendimi şuan trenle Hogwarts Büyücülük okuluna giderken ruh emicilerin öpücüğüne yakalanan Harry Potter gibi hissediyordum.

Şimdi sakin ol ve o negatifliği yere bırak dostum demek isterdim ama her ay maaşımı tıkır tıkır hesabıma yatırdığı için diyemedim beybisiler. Derken caaağnım patroşkam, ki beni mutlu edecek bir şeyler söylediğinde ben ona hep “caaağnım” derdim, o sihirli iki cümleyi kurdu. “ Yakın zamanda iki tane iş seyahatimiz var birine sen de geleceksin”.  O sırada neden ikisine birden gitmiyorum yıa diye bir çirkeflik yapmak istemedim ama içimden bir sorgulamadım değil. Neysesine gelirsek tabii ki yurt dışı olan seyahete gitmek için damarlarımdaki asil kanı ve muhtaç olduğum kudretimi de yanıma alıp, kanımın son damlasına kadar mücadele ettim, cebren ve hileyle birkaç gün sonra kendimi Münih uçağında buldum!

Denizz Aşırı Münih için çok heyecanlıydım. Yine @denizzgok Instagram hesabımın yedi sülalesini ağlatacak kadar paylaşım yapacaktım, telefonumun hafızası adeta bir haneye tecavüz yaşayacaktı. Bir fotoğrafları gönder bana börekler açayım sana seyahatine daha hoş geldiniz derken, bu #denizzasiri seyahetten başka bir tespitle döndüm. Ekipte, uçaktan indiğimiz andan beri, tüm cümlelerine “bizde olsa” diye başlayan Avrupa aşığı bir abimiz vardı. Tamam biz de Avrupayı aşırı seviyoruz ama bu kadar da değildi.

Bizi havaalanından otelimize götürmek için gelen transfer aracımıza bindik, ve yolculuk sırasında gerçekten muhteşem yeşil alanlar gördük. Avrupa aşığı abimiz tüm seyahat boyunca kuracağı “bizde olsa” cümlelerinin ilkini işte tam bu sırada söyledi. “ Şu çimenlerin, şu yeşilliğin güzelliğine bakın bizde olsa böyle mi olur. Çer çöp pislik içinde olur.” Ya abi yapma etme tamam kabul ediyorum millet olarak aşırı temiz olduğumuz söylenemez ama bizdeki yeşillik, bizdeki doğa dünyanın neresinde var Allah aşkına. Altı üstü çimenlik bir alan abartmayalım. Doğaysa doğa, yeşillikse yeşillik bizde de var yani. Ayrıca üstünde mangal yakamıyorsam neyleyim yeşillik alanı diye de ekledim J İçimdeki milliyetçi ruhun dışarı çıktığı dakikalardaydık, Sezarın hakkı Sezara ama çimenlik bir alan için de ülkemizi gömdüremezdik.

Otele vardık asansöre binip odalarımıza çıkacaktık. Bu sırada asansöre bir Alman bindi ve bize gülümseyerek “günaydın” dedi. Abimiz yine “ bak insanlar ne güzel gülümseyerek günaydın diyorlar, bizde olsa hiçbir şey söylemeden binerdi” Abicim tamam kibar insanlar, asansöre binerken günaydın diyip gülümsüyorlar ama odanda azıcık gürültü yap bakalım, seni birkez bile uyarmadan resepsiyonu dayamıyorlar mı kapına? Bizde olsa, gelip “ kardeşim bu ne gürültü çocuk uyuyor ama yanda ayıp oluyor” derler en azından. Bunlar asansörde günaydın derler ama, park halindeki araban azıcık sınırı aşıp onun evinin önüne gelsin, bak bakalım polis hemen gelip ceza yazmıyor mu sana? Bizde olsa o park yerine taş koyulur ama yine de komşu polise şikayet edilmez. Bizde en azından bir erken uyarı sistemi var.

Neyse odalarımıza yerleşip kahvaltı yapabileceğimiz bir yere gittik. Siparişler verildi ve kısa bir süre sonra da mamalarımıza kavuştuk. Avrupa aşığı abi bu durur mu yapıştırdı tabi. “ şu hizmetin güzelliğine bakın bizde olsa on kere hatırlatmıştık nerede benim omletim diye” Abi yapma gözünü seveyim bizdeki hizmet başka nerede var. Bizim garsonlarımız, sırf masa fotoğrafı, doğumgünü fotoğrafı çekebilmek için dört yıl fotoğrafçılık okuyorlar. E bana da geldiler, Deniz bu durur mu ben de yapıştırdım tabi. Sen şimdi burada içtiğin her çaya para ödeyeceksin ama “bizde olsa” hesaptan sonraki çaylar müesseden olurdu!      

Kahvaltımızı bitirip şehri şöyle bir turlayalım dedik. Önümüzde gerçekten aşırı güzel, mini etekli manken gibi kızlar yürüyordu. Sıradaki “bizde olsa” cümlesi, Avrupa aşığı abimiz için 500.000 TL’lik soru değerindeydi. Var Mısın Yok Musun’daki Hamdi bey arayıp iki mislini teklif etse kabul etmezdi. “ Şu kızlara bak ne kadar özgür ve rahatlar, bizde olsa böyle rahat rahat mini etekle dolaşabilirler mi?” dedi ve demesiyle birlikte bir Alman genç grubunun kızlara laf atması bir oldu. Aşk da Deniz de tesadüfleri severdi çünkü sokakta milyorlarca laf yemesine rağmen inatla mini etekle dolaşmaya devam eden biri olarak elimde abimizin bu tezini çürütebilecek hiçbir argüman yoktu. Çünkü kadın olmak dünyanın her yerinde çok zordu. Önemli olan hiç kimsenin istediği kalıba girmeden, insanların dediklerini umursamadan, özgürce giyinip sokakta dolaşabilmekti. Laf atan dingiller dünyanın her yerindeydi, yeter ki onları susturabilen yaptırımlar olabilsindi. Sonuç olarak bu hikayenin amacı, biz mini etek giymeye devam edeceğiz, onlar susmayı öğrenecek!

Şaka şaka aslında amaç bu değildi hikaye başka yere gitti. Ama olsun bence güzel bir yere gitti. Demem o ki, evet başka ülkeleri görmek, bam başka kültürleri, insanları tanımak çok güzel. Bunu Denizz Aşırı gezmeyi çok seven biri olarak söylüyorum ama her #denizzasiri nın en güzel tarafı Türkiye’ye, sevdiklerimin yanına dönmek oluyor. Gezmeyi çok sevin, her fırsatta başka ülkeleri, başka şehirleri, başka insanları tanımaya çalışın ama bunu yaparken “bizde olsa” şöyle olurdu, böyle olurdu gibi eleştiriler yapacağınıza, o anın tadını çıkarın. Yaşadığınız yeri sevin ve başka ülkelerdeki yeşil çimlik alanları övüp, buraya gelip sokaklara çöp atmayın. Yurt dışında kırmızı ışıkta duran insanları övüp, burada aynı kırmızı ışıkta kendinizi yola atmayın. Avrupadaki trafik kurallarına uyma prensiplerini övüp, burada sinyal vermeden kimseyi sollamayın. Unutmayın ülkeleri ülke yapan, içinde yaşayan insanlardır. Biz değişirsek, her şey değişir. Bize bugün  okulda ülkesini sevmeyi öğrettiler,  örtmen geldi byee!

Yazının devamı...

Ayrılamayız Biz Murphy Kanunları Var!

15 Mayıs 2017

Siz deyin üçüncü ben diyeyim beşinci dakikasında evin kapısı yumruklanmaya başladı. Düşünün daha Harry, okul dışında büyü yapma yasağını delmemiş, o kadar. Allah Allahtı her halde ev sahibi yedi ceddini de almış bana misafirliğe gelmişti. Oysa ki kiramı bu ay sadece on beş gün geçirmiştim diye düşündüğüm dakikalardaydık. Kapıya Pembe Panter yürüyüşü yaparak gittim, akabinde fonda da Pembe Panter müziği çaldı tabi. Dırın dırın, dırın, dırın dırın, dırın dırın dırııııın, dıdıdırıııın! Kapının deliğinden baktım, herhangi bir insan kafası gözükmemekteydi. Kalbim yerinden çıkma alıştırmaları yapıyordu. Muhtaç olduğum kudretimi ve damarlarımdaki asil kanı aldım ve sanki yürek yemiş gibi kapıyı açtım!

Kapıyı açtım bir de ne göreyim! Bizim kızlar grubunun en Hobbiti Aslı karşımda. Delikten baktığımda görememem aşırı normalmiş yani. Genelde ağzı kulaklarında, etekleri zillerinde neşeli olan kız iki göz iki çeşme ağlıyor. Ay koş, koş, yetiş, yetiş Melisa Melisa diye içeri dövüne dövüne girdi. Sadece yüklem, özne ve ikilemeden oluşan cümleleriyle rahmetli Türkçe  örtmenine mezarında iki ters bir düz haroşe yaptırdı. Deniz bu durur mu ben de yapıştırdım tabi. Ay ne oldu, ne oldu?

İkilemeleri bir kenara bırakıp normal cümle kurmamız gerekirse, Aslı göz yaşlarını silip Yetenek Sizsiniz’de çeyrek finalden yarı finale yükselmeye çalışan rapçiler gibi saydırmaya başladı. Ay Melisa sevgilisiyle bir restoranda yemek yiyormuş. Sonra çocuk “ ben yapamıyorum Melisa, ama sorun sende değil ben de” demiş, faktır go olup gitmiş. Melisa da orada popiş popiş kalmış yine anlayacağın. Sonra da restoranın tuvaletine kendini kitlemiş ağlıyor. Nasıl yani Melisa şuan elalemin restoranının tuvaletinde kitli ve ağlıyor mu? Bendeki de soru sanki bizim restoranımız var da orası elalemin restoranı oldu. Hayır sanki burada takılmam gereken en önemli şey de buydu. Neyse bana bunu şimdi mi söylüyorsun Aslı diye hönkürdüm, Aslı bu durur mu o da misliyle karşılık verdi tabi. Hem de bu sefer Yetenek Sizsinizde finale yükselmiş rapçiler gibi. Telefonuna baksan görürsün Deniz kafa, whatsappın adeta bir haneye tecavüz yaşadı, aramaktan telefonunu ağlattık ama oooohhhh ( burada televizyona baktı usulca, şaka şaka bayağ sert baktı) sen burda Hayrı Pıtır keyfindesin, arkadaşların kimin umrunda!

Harbiden telefonuma bir bakarım ki, İstanbul Büyükşehir Belediyesinde beyaz masa olsam bu kadar çağrı ve mesaj almazmışım. Telefon üç dakikada coşma ötesi bir şey yaşamış. Ay tamam dedim hadi çıkalım hemen ne duruyoruz. Hemen acil durum alarmı verildi, savaş boyaları sürüldü ve Görevimiz Tehlike ekibi olarak, iki kişilik dev kadro Melisa’yı düştüğü bataktan, aman restoranın tuvaletinden kurtarmaya doğru yola çıktık.

Restoran kapanmak üzereydi ve tuvaletin önünde bir çalışan ordusu vardı. Melisa, muhtemelen iki saat önce “ başka bir arzunuz var mı? “ yok biz hesabı alalım” muhabbeti yaptığı garsonla şu anda ilişkisinin geldiği noktayı konuşuyor, garson Melisa’ya “ üzülmeyin hanfendi size başka adam mı yok?” diyordu. Tamam dedim olay mahalini boşaltalım Emniyet Amiri ve Savcı hanfendiler geldi. Aslı’yla tuvaletin önüne hemen olay yeri şeritlerini çektik, garsonları oradan uzaklaştırdık ve tüm ikna kabiliyetimizi yanımıza alarak Melisa’yı dışarı çıkarmaya ikna ettik. Önce tuvaletten sonra restorandan dışarı çıkarmaya ikna ettiğimiz güzeller güzeli arkadaşımızın göz yaşlarını ve çenesine kadar inen rimellerini, bir dost eli dokunuşu az biraz tükürükle sildik. İlk gördüğümüzde emekli rock şarkıcılarına benzeyen Melisa, şimdi sahneye çıkmadan önce gözüne limon sıkan ve soğuk havaya rağmen açık havada elli bin kişiye konser verdiği için burnu kızaran pop şarkıcısı seviyesine gelmişti. Arkadaşımızı önce tuvaletten sonra restorandan çıkarıp göz yaşlarını sildiğimizde her şey bitti sanmıştık. Amacımız onu evine götürüp, çikolata, battaniye, dost kucağı yaşam ünitesine bağlamaktı. Ama ayrılığın Murphy kanunlarını hesaba katmamıştık!

Karşımıza çıkan ilk taksiye bindik. Az önce gayet tontik olan kız taksiye biner binmez başladı ağlamaya. Sustur susturabilirsen. Biz biraz camları açalım kız hava alsın dedikçe Melisa ısrarla camları açtırmıyordu. Taksici abi sen git, milyorlarca erkek parfümünün içinden, şu kızın sevgilisinin parfümünü sür. Olacak iş miydi? Taksi buram buram, Melisa’nın mutluş günleri, romantik ötesi anları, sarılmaları, uyumaları kokuyordu. Sevgilisinin kokusunu duyan Melisa’nın ağlaması daha da şiddetlenince Aslı’yla cebren ve hileyle camları açtık. Beyne biraz oksijen giderse sorunu çözeriz diye düşündük. Ama ayrılığın en Murphysi bizim yakamızı bırakacak gibi değildi.

Taksici abi dedim aç radyoyu da şöyle cıptıs cıptıs müzik dinleyerek gidelim, keyfimiz yerine gelsin. Abi tabi Aşkı Memnu dizisinin en “ Ölüyoruum anlasanaaağ!”  sahnesinin içine düşmüş, hiç sesini çıkarmadan direkt açtı radyoyu. Allahım dedim içimden, hep zor durumda sana sığınıyormuşum gibi hissetme ama nolur böyle acıklı bir şarkı çalmasın. Yoksa bu işin sonu hastanede bitecek. Duam kabul olmuş olmalı ki böyle hareketli bir yabancı şarkı çıktı şansımıza. Derken Melisa’dan yanıt gecikmedi “ aaaahhhh bu bizim şarkımızdııııığ!” Hay dedim Murphy senin gibi kanunun ben bir buçuk kilo baklavayla diyetini bozayım inşallah!

Bu yolun bir an önce bitmesi gerekiyordu yoksa biz eve gidene kadar Melisa taksinin kapısını açıp kendini son yolculuğuna uğurlayacaktı. Allahtan bebek kilidi diye bir şey vardı ki sadece bebekler için değil, terk edilen kızlar için de olduğunu o gün anlamıştık. Radyo kanalını değiştirmiş, camları açarak da içerideki parfüm kokusunu kapı dışarı etmiştik. Hava ve zemin, sağ salim ağlaşmadan eve gitmek için uygun gözüküyordu. Zaten eve de on dakikalık bir mesafe kalmıştı. Bu mesafede başka ne olabilir ki diye düşünürken, eve gidene kadar tam yirmi tane Melisa’nın sevgilisinin arabasından gördük. Her seferinde plakasına bakacağız diye gözümüz çıkıyordu ya da en iyi ihtimalle camdan düşüyorduk. Melisa da her seferinde “ bu onun arabasııığğğ” diye ağlamaya devam ediyordu. Murphy lerin ardı arkası kesilmiyordu… Kabus henüz bitmemişti!

Yazının devamı...

Allah’ım sen bizi digital kazalardan koru, amin!

8 Mayıs 2017

Size piyenses olduğumu söylerken boşuna değildi, bugüne bugün taktik maktik yok bam bam bam, tam 25 yıllık adalıydım. Siz deyin beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar, ben diyim adalardan bir yar gelir sizlere, aman da göbeğe bak göbeğe ben vapura bindim. Vapur yolculuğu konusunda master degree seviyesinde olmama rağmen, her seferinde güneş gelen tarafı denk getirip oturmasam zeki kızım aslında. Kalkmadan önce güneşli olan tarafa oturuyorum, vapur kalkınca gölgeye geçeriz diyorum bir kalkıyoruz yine güneş. Başka sefer gölge tarafa oturuyorum diyorum kalkınca yine gölge gölge devam ederiz, bu sefer vapur bir dönüyor güneş yine gözümü ultra viyole ışını gibi deliyor. Yok bu kombinasyona benim beynimin sol lobu asla basmıyor, matematik örtmenime mezarında iki ters bir düz haroşe yaptırıyorum.

Vapurda güneş gelen yere oturmam yetmiyormuş gibi, bir süre sonra yolculuk da bana uzun gelmeye başladı. Allah allahtı, bu vapur direkt Büyükada’ya gitmiyor muydu derken en basit yöntem olarak “ yanındakine sor” joker hakkımı kullanmak istedim. “ Afedersiniz, direkt Büyükada değil mi?” soru cümlesini usulca yanımdaki kas ötesi çocuğun kulağına fısıldadıktan sonra, fonda  dıdıdın dıdıdın akbilin yetersiz bakiye sesi yankılandı. Yok yok vazgeçtim, daha çok  da da da dan kim milyoner olmak ister yarışmasındaki elenme müziğine benziyordu. Kendimi, daha 15.000 baraj sorusuna gelmeden elenen yarışmacı gibi hissediyordum. Kas ötesi çocuk da, uzun bir süre daha birlikteyiz bebeyim der gibi bir ifadeyle, whatsapptaki güneş gözlüğü ikonu gibi bakınca yüzüme yüzüme, hımm tmm ozmn bn sni bölmym ok kib bye diyip yerimi saatte 100 kilometre hızla değiştirdim. Böylece bir taşla iki kuştu. Hem kas ötesi olduğu kadar sapık ötesi olan çocuktan hem de gözlerimi ultra viyole ışığı gibi delen güneşten kurtulmuştum.

Peki bu aşırı şapşiklik niye Deniz dedim. Sen yılların piyenses adalısısın güneş gelen yere oturman yetmiyormuş gibi bir de yanlış vapura biniyorsun. Şimdi işin yoksa Eminönü’ne kadar git. Sonra oradan tekrar Adalar vapurunu bekle, bin gel. Ohoo aktarmalı Küba’ya uçsan daha önce varırsın. Hem böylece #denizzasiri Küba’yı da aradan çıkartırsın. Bir taşla birkaç kuş felsefesini abarttığım dakikalardaydık ama ben her anı verimli hale çevirmeye bayılırdım, bilirdiniz. E dedim madem vaktim var, o zaman bir türlü bitiremediğim kitabımı yazayım. En son baya ilerlemiş, kendi rekorumu beş cümle iki kelimeyle kırmıştım. Bu yaza kesin raflardaydık, imza günlerinden imza günleri beğeniyor, hep birlikte havai fişekler patlatıyorduk. Neden olmasındı. Belki de yanlış vapura binmem bir işaretti? Ya da ben öyle zannediyordum…

Vapur Eminönü’ne gidedursundu ben de bestsellerımı yazayımdı. Derken patroşkam aradı. Patroşkam aradığında her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsam ayağa kalkarım ve olduğum yerde duramadığım için yürümeye başlarım. Telefonu kapattığımda tüm vapuru boydan boya dolaşmıştım, gitmediğim bir tek makine dairesi ve kaptanın odası kalmıştı. Patroşka bana çok önemli bir görev vermişti. Bir Kanal müdürüne mesaj atacak, filmlerimiz için bütçe teklifinde bulunacak bir de randevu talep edecektim. Vays anasını sayın seyirciler dediğimiz bir görevdi bu benim için. Filmler satılırsa belki ben de ödül olarak Küba’ya giderdim. Ay bugün neden tüm yollar Küba’ya çıkıyordu farkında mısınız? Neyse totemimizi şuraya bırakalımdı o zaman, gerçekleşirse hepbirlikte kutlarız. =)

Bu sırada benim biricik sevgilimin de romantik olasının geldiği dakikalardaydık. “Aşkım fotoğraf gönderseneeğğ, özledim” ler mi ararsınız, “Bir fotoğrafını gönder de keyfim yerine gelsin” ler mi “ seni göremezsem ölürüüğüüm”ler mi? Hangisini beğendiyseniz alın ama ben en çok beni göremezse öleceği bölümle ilgilendim, popom mağma seviyesinden everest seviyesine çıktı bir anda. Egom nasıl halay başı mendilimi getir anlatamam. Neyse, napalım gönderelim bağriiii dedim ve bir dakika içerisinde 850 tane fotoğraf çekip, aralarından en güzel üç taneyi seçmeye çalıştım. Aynısından 835 tane olunca ayıklaması çok zor oluyor bilemezsiniz. Neyse bi tane öpücüklü, bi tane dil çıkarmalı, bi tane de normal gülümsemeli bir komibansyon yaptım sevdiceğe. Fotoğrafları gönderiverdim. Şimdi o düşünsündü!

Ayyyy dedim sonra, ben şakalaşukala derken kanal müdürüne bombastik mesajı atmayı unuttum. Ve başladım yazmaya, umarım iyisinizdirden girdim, filmlerimizi gelişme bölümünde övdüm, sonuç bölümüne gelmezden önce görüşmemizin ne kadar mantıklı olacağına dair ikna edici resmi belgeler sundum, aşırı derin saygılarımla şeklinde de bitirdim. Şimdi de kanal müdürü düşünsündü! Derken cevap geldi “ Aşkım yanlış oldu galiba?”. Ne yanlış oldu? Nasıl yani! İh bin şokiyırt! Kanal müdürüne atacağım mesajı sevgilime, sevgilime atacağım fotoğrafları da kanal müdürüne atmıştım! Kendimi her tarafı delik bir uçurtma gibi, yağsız tutsuz patlamış mısır gibi, ortasından sıkılmış diş macunu gibi hissediyordum. Bir an önce bir şeyler yapmam gerekiyordu. Hemen bir özür mesajı yazmaya başladım ama kötü haber gerçekten tez duyulur olmalıydı ki patroşka aradı. Kanal müdürü yememiş içmemiş, asistanın bana dilli öpücüklü fotoğraflar gönderiyor, bu ne anlama geliyor Birol demiş? Ne anlama gelecek acaba poteyto, gencecik yaşımızda sana yürücek değiliz her halde. Sana gelene kadar ohohoybree.. Diyemedim tabi. Hocamm yanlışlık oldu ben kendisinden şimdi özür dilerim, hemen toparlayacağım yemin ederim, kusura bakmayın sizi de zor durumda bıraktım gibi aklıma gelen tüm cümleleri Yetenek Sizsiniz yarışmasında çeyrek finalden, yarı finale yükselen rapçiler gibi saydırmaya başladım.

Gönül isterdi ki, “ Lan poteyto kafalı, bir bana bak, bir de kendine. Şu görüntüde yirmi iki, asılda yirmi beş olan kızıl ötesi kız seni ne yapsın acaba. Ben sana anca arkeoloji müzesinde bakarım, hadi örtmen geldi byee!” yazayım.  Ama dünyanın en beter gazabı olan patroşka gazabından korktuğum için yazamadım. Böyle işte ben de digital kazalara kurban giden yavrucaklardan biri oldum beybisiler. Annem hep okula, işe giderken “ Allah’ım sen kızımı kazalalardan belalardan koru Yareppiim!” diye dua ederdi. Ona söylicem artık “ Allah’ım sen kızımı digital kazalardan, belalardan koru” diye minik bir ekleme yapsın. Yoksa whatsappı ekmek gibi su gibi kullandığımız, instagrama hiç ayrılamadığımız aşkımızmış gibi yaklaştığımız şu günlerde daha beter kazalara kurban gideceğim. Meselaağsına gelirsek, Allah’ım düşmanıma bile verme, 34 beden olmasına rağmen hala diyet yapan ve “ay benim göbeğim çıktı” diyen kıza bile verme dediğim #denizzasiri  korktuğum, digital kazaları listeledim. Okuyun, sonra @denizzgok instagram hesabıma gelin, iki lafın belini kıralım. Belkisi ben diye başka elleree yazarsınız, sakın haa diyim beni kırmızı kafamdan bulun. Öpüyorum ve başlıyorum:

          Allah’ım işte bu benim de başıma gelen ama en kötüsünü geçtiğimiz günlerde Ebru Şallı’nın yaşadığı bokumsonik bir olay. Karşılıklı romantizmin zirvelerindesiniz, östrojen deniz seviyesinden çıkmış mı everestin en tepesine. Sevgilin romantizmin Messi’si şuanda. Senin de elin armut toplamıyor tabii. E uzaktasınız. Özlem var, sıradaki şarkı size geliyor. “ Bi fotoğraaf çekileebilir miyiiiz dudaklarım dudaklarındaaa!” Hayal gücü Dostoyevski’den daha geniş olanlar için, çıplak fotoğraf servisimiz başlamıştır diyorsun ve sevdiceğine snapchatten çıplak fotoğrafını gönderiyorsun. Bi bakıyorsun ki sadece ona göndermemişsin. Fotoğrafı direkt paylaşmışsın. Ay bu üç öğün iskender kebap yiyip hiç kilo almayan kızların bile başına gelmesin, Amin. Bu kazadan korunmak için nacizhane önerim, nasıl olsa kaydedemiyor diye snapchatten göndermeyin fotoğraflarınızı. Bırakın kaydetsin bi tek de o görsün. Elalem görmesin bari sadece whatsapptan atın. Ama aman dikkat, yanlışıkla akraba whatsapp grubuna atmayın sakın =)

Yazının devamı...

Söz Gümüşse, Sükut: Altıın, Gümüüş, Pırlantaa!

1 Mayıs 2017

Bir gece öncesinde bizim Ateşli Sosyologlar benim evde toplanmış, tüm bir yıl aldıkları notların ve okudukları tüm makalelerin özetini bana anlatmış. Ben “ tamağaam anladım, ben uyuyorum” diye erkenden yanlarından ayrılmışım, onlar sabaha kadar çalışmaya devam etmiş. Bu hikayenin bence en komik kısmı, benim hepsinden daha iyi not almış olmam. Ama bu sadece beni güldürüyor. Yine aşırı çene düşüklüğünden asıl konuya geçemediğimiz dakikalardaydık sayın seyirciler. Neyse, tam son sınavıma girmek üzere sınıftan içeri girmişim. Az sonra bu sınıftan en ateşlisinden bir sosyolog olarak çıkacağım. Üzerimde erken yatmış ve sınava az çalışmış olmanın bir gram stresi ve vicdan azabı olmamasına rağmen, hayatımın gafını yapmak üzereyim. Telefonum çaldı, arayan diziler için şarkı aldığımız şirketlerden birisi olan Pelikan Müzik’ten Vedat bey. Yani benim kankulilerimden birisi. Ucunda telif sorununu aşıp, şarkıları ucuza kapatıp, patroşkadan zam olmasa bile alkışı kapmak varsa kankuli olamayacağım kimse yok beybisiler. Sonuç olarak Vedat beyin önemini umarım iyi anlatabilmişimdir. Kendisinden Seksenler dizimiz için Life is Life şarkısının iznini almaya çalışıyorum. Yabancı eser olduğu için daha pahalı, yani bu kankulilik ve sevimlilik seviyesini daha da arttırmam gerektiğini gösteriyor. Bu yüzden sınava giriyorum diye açamamazlık yapamadım. Sahip olduğum tüm şirinliğimi ve muhtaç olduğum tüm kudretimi yanıma alıp telefonumu açtım. Çok fazla zamanım olmadığı için, alel acele iki kelime kibarcık cümle kurup uygun bir dille müsait olmadığımı, en kısa zamanda arayacağımı söylemekti amacım. AMA BAŞARAMADIM. Telefonu açtım, “ Pelikan bey, şuan bir sınava giriyorum çıkar çıkmaz sizi arayacağım” dedim. Ses gelmedi. Yetmedi “ Alo, Pelikan bey orda mısınız?” diye bir daha söyledim. Yine ses gelmedi. Bu işte bir yanlışlık var derken, etrafımda gülmekten sıradan düşen insanlar topluluğunu görünce fark ettim. Adama Pelikan bey demiştim. Beynim benden bağımsız bir şekilde, Pelikan Müzikte çalışan Vedat beyi, Pelikan bey şeklinde birleştirmişti. İşte bunlar hep uykusuzluk desem, mallaak gibi uyumuştum alakası yoktu. Zaten benim ömrüm böyle hatalar yaparak geçiyordu… Ama en rezili henüz yaşanmamıştı…

Yine bir sabah işe gitmem gereken bir saatte yataktayım, okula gitmem gereken bir günde de işe gitmem lazım. Yani aslında ben yoğuum! Patroşkamın her zamanki gibi en bombastik mesajıyla gözlerimi löpücük diye açtım. “Neredesin?” Bu “Neredesin?” mesajı adeta bir Nuri Bilge Ceylan filmiydi de haberi yoktu. “Ben ofise geldim, sen neredesin?” mi demek istiyordu? Yoksa “ hangi ofistesin, sette misin, ona göre bir şey isteyeceğim” mi demek istiyordu. Özetle şuanda en önemli bilgi, gelip de göremedi mi, yoksa hiç gelmedi merakından mı soruyordu. Ben de her zamanki cevabımı verdim. “ yoldayım 5 dakikaya ofiste olacağım.” Allahım bir insan aynı hatayı daha kaç kez yapabilirdi? Yine 5 dakikada hazırlanıp, evden çıkma, saatte 100 kilometre hızla ofise varma rekoru Denizz Aşırı’ya aitti. Aşırı bir hızda hazırlanmam gerekiyordu. Şapşiklik silsilesi, makyaj temizleme suyu yerine asetonla göz makyajı çıkarmaya çalışmamla başladı. Nemlendirici kremimi diş macunu yapmaya çalışmamla da devam etti. Allah sonumuzu hayır etsindi.

Ofise vardığımda Patroşka her zamanki koltuğunda beni bekliyordu, zaten başka koltuğu da yoktu. Daha günaydın demeden “ yeni reklam filminde oynayan kadın oyuncuyu ara, seste problem var dublaja gelmeniz gerekiyor de” dedi. Zaten bana hiçbir zaman günaydın demezdi. Ben ona “ günaydın” derdim, o bana “ sensin günaydın” derdi. Neyse duygusallaşmanın vakti değildi. Zaten gelip de görememişti, şimdi üstüne gitmeyelimdi. O sırada ofise tamamı erkeklerden oluşan yazar ekibi girdi, girmeleriyle ağır bir futbol muhabbetinin başlaması bir oldu, içerisi birden aşırı dozda testosteron yüklenmişti.

Neyse ben işime bakayımdı. Kadını aradım. Bu sefer de, oyuncuları boş bir gününde şirkete çağırma sesimi devreye soktum. Herhangi bir oyuncuyu, setinin olmadığı gün yani en tatil ötesi gününde şirkete çağırmak bunu gerektirirdi. Bir böyle zamanlarda, bir de şehir dışında bir söyleşi olacaksa aynı ses tonumu devreye sokuyordum. Neyse kadın telefonunu açtı her şey çok yolunda gidiyordu, sesimdeki cazibeyle onu tam etkim altına alıyoruum derkeen, ana konuya geçişte minnak bir hata yaptım. “ Ses problemimiz var şirkete gelebilir misiniz?” diyeceğime, “ Seks problemimiz var, şirkete gelebilir misiniz?” dedim. O sırada Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin en ateşli pozisyonunu tartışan, aman osfayt mıydı değil miydi, buz gibi de ofsayttı diye haladahüdede konuşan tiplerin hepsi susup bana baktı. Siz demin futbol konuşmuyor muydunuz yıaaa, ne ara duydunuz beni hadi devam edin! Dememe kalmadan tüm testosteron ekibi gülmekten yıkılmaya başladı. Patroşka bana “ defol” der gibi bakıyordu. Kadın ise telefonu “ beni böyle sorunlar için aramayın” diyip, kapadı.

Söz gümüşse, sükut: altıın, gümüüş, pırlantaa dediğim dakikalardaydık. Ben neden bu kadar şapşikim diye düşünmeden edemiyordum. Hayatım dil sürçmeleriyle geçiyordu. Freud amcaya göre dil sürçmeleri bilinç altımızın yansımasıydı. O zaman ben bilinç altında epey şapşik biriydim.  Dil sürçmesi olmadığı zamanlarda da birçok kelimeyi yanlış kullandığımı fark ettim. Sizler yabancı değilsiniz diye düşündüm ve yanlış kullandığım kelimeri sizlerle paylaşmak istedim. Daha fazla rezillik için beni @denizzgok instagram hesabımdan takip edebilirsiniz.

 Yakın arkadaşlarımdan biri saç rengini değiştirmek istiyordu. Ben de bu açık tenli arkadaşa böyle koyu diplerden, açık uçlara doğru uzanan sarı renk bir saç modeli düşündüm. Ve bildiğim kadarıyla bu saç modelinin adı Umreydi. Arkadaşıma modelin fotoğrafını atmak için google amcaya girdim. Arama kısmına “Umre saç modelleri” yazdım. Allah allah, Kabe fotoğrafı çıkıyor, türban saç modelleri filan, dini motifler… Bu işte bir yanlışlık var. Aradığım şey bu değil diye düşünüyorum. Sonradan öğreniyorum ki, meğer saç modelinin adı Umre değil, Ombreymiş!

Neden mutaassıp olduğumu söylemek için yersiz bir çabaya girmişim hiçbir fikrim yok, o ayrı konu. Ama mutaassıp bir kızım demek yerine, müstechen bir kızım demek nedir arkadaş! Her iki türlü de yanmışım ben. Müstechen desen değilim, mutaassıp desen hiç değilim. Eski erkek arkadaşımın annesine kendimi övücem, ne kadar hanım hanım olduğumun altını çizerek vurgulayacağım diye, yine anlamını yanlış bildiğim “Mutaassıp” kelimesini kullanacağım yerde daha beterini yapıp “ben çok Müstechen bir kızımdır” demiştim. Sonuç: oğluyla ayrıldık.

En kabul edemediğim kelimelerden biri. Sırf bu kelime için Denizz Aşırı Lügatit Türk’ü kuralabilir, lebi deryayı, debi derya diye değiştirebilirim. Biraz söyleyin bak size de daha tatlı gelecek. Debiii derya mı? Lebii derya mı? Henüz ölmeyen Türkçe öğretmenime mezarında bir ters iki düz yaptırmak istemem ama ben bu kelimenin doğrusunu Üsküdar’lı bir emlakçı abimizden öğrenmiştim. “ Been debii deryaa bir ev istiyorum yıaa” diye çirkefleşince, adam bir tokat gibi çarpmıştı yüzüme. Sen git önce Türkçe öğren gel, debi değil o lebi derya daha ismini söyleyemiyorsun. Senin neyine lebi derya ev! Tabii ki bu son iki cümleyi kuracak kadar yürek yememişti, ama kibarca bana debi değil, lebi derya olduğunu öğretmişti. Hiç unutmam kendisini, buradan saygılar.

Yazının devamı...

“Denizz- Aşırı” değilseniz, Lütfen Yıldızı Tuşlayın!

24 Nisan 2017

“Denizz- Aşırı” değilseniz, lütfen yıldızı tuşlayın! Bankacılık işlemleri için biri, kredi kartı işlemleri için ikiyi, şifre işlemleri için üçü tuşlayınız. Sizden on altı haneli kart numaranızı isteyeceğim, lütfen onu da pür ötesi dikkatli şekilde tuşlayınız, çünkü eğer yanlış tuşlarsanız sizi ana menüye döndürmek zorunda kalacağım. Müşteri temsilcimiz Deniz Gök’e bağlanmak istiyorsanız çok beklersiniz, kendisi sürekli instagramda olduğu için asla bağlayamayacağım. Sırf kısa yoldan müşteri temsilcisine bağlanmak için, kayıp ve çalıntı kartı tuşlayacak gibisiniz, aman diyim. Bu doktora ulaşamayınca 112 acil servisi aramaya benzer. Durun henüz o kadar çıldırmayın. Şimdi sakin olun ve beni dinleyin…

Aslında uzaktan bakıldığında umut dolu bir gün gibiydi. Bütün çabaların sonuç bulacağı, bütün ağaçların meyve vereceği, bütün mücadelelerin zaferle sonuçlanacağı bir güne benziyordu. Ama hiçbir şey uzaktan gözüktüğü gibi değilmiş sevgili okuyucu. Dışı seni içi beni yakarmış, hatta dışı da beni yakarmış. Dünya üzerindeki hiçbir karga türü mama hazırlığına bile girişmemişken, gözlerimi mailimin ötüşüyle açmıştım. Ama o ne ötüş! Son zamanlarda Londra Senfoni orkestrası gibi öten ve beni aşırı mutlu eden mailim bu sefer acı acı ötüyordu. Adeta fonda cenaze marşı çalmaya başlamıştı. Yazının devamını okurken bu linkteki şarkıyı dinleyiniz.

https://www.youtube.com/watch?v=iLjhvg6JJjA

Kredi kartı ekstrem mail kutuma yıldırım gibi düşmüş, düştüğü yeri de alev alev yakmıştı. Matematik örtmenim ölseydi kesin kemikleri sızlar, mezarında bir ters iki düz yapardı ama kimse kusura bakmasındı benim beynimin sol lobu, kredi kartı mevzusuna bir türlü basmıyordu. Her ay ödediğim halde, nasıl o borç hanesindeki rakam değişmiyordu ben bir türlü anlam veremiyordum. Değişmediği gibi bir de ödenildiği halde, artarak devam eden şeye bence kredi kartı borcu deniyordu. Zaten şu aşırı borçlar bitsindi, Deniz hemen bu kredi kartını iptal edecekti. Ama öncesinde, borçları kapatamıyorsak minnak bir önlem de mi almayalım beybisi şeklinde,  limitimi düşürmek için bankamı aramaya karar verdim. Müşteri temsilcisine ulaşabilirsem limitimi düşürecektim.

Korkunç Bir Film 8: Müşteri Temsilcisine Ulaşmak!

Yazının devamını okurken şimdi de bu şarkıyı dinleyiniz canlar:

https://www.youtube.com/watch?v=btPJPFnesV4

Bu zorlu mücadeleye hazır mısınız beybisileer! Zafere giden yolda çekilen çile kutsaldır! Sonunu düşünen kahraman olamaz! Başlamak bitirmenin yarısıdır! Zaferin büyüklüğü, mücadelenin zorluğu ile ölçülür! Tarihte bu zorlu mücadele için söylenmiş bilimum güzel söz var ama bence en güzeli: O müşteri temsilcisi buraya gelecek!!

Yazının devamı...

Büyüyünce Mustafa Seven Olucam!

17 Nisan 2017

Üzerime dede yadigarı röpteşambırımı geçirdim. Zaten ben her zaman sabahlık yerine röpteşambır tercih ederdim. Gramafonuma en sevdiğim plağımı yerleştirdim, kahvemi yudumlarken huzurla yağmuru seyrettim. Şaka şaka tabii ki bunların hiçbirini yapmadım. Gayet de löpücük diye uyanmıştım, gayet de akşamdan silmeye üşendiğim göz makyajım ağzıma kadar inmiş, emekli rock şarkıcıları gibi yataktan kalkmıştım. Ahan da tam da  “instagramlık” hava dedim ve tam olarak üç saniyede balkona çıkıp hemen bu anı ölümsüzleştirmeliyim diye düşündüm. Yataktan balkona kadar üç saniyede gitmek, sandığınız kadar kolay değildi beybisiler. Bu çok zorlu bir mücadeleydi. O yerdeki kıyafet dağını aşmak, ayakkabı kutularının üstünden atlamak, ütü masasını düşürmeden kıvrak hareketlerle yanından geçmek her baba yiğidin harcı değildi. Benim diyen triatloncu, bu rekoru kıramazdı. Neyse balkona ulaşmamla, aynı anda 850 kare fotoğraf çekmem bir oldu. Sonrası malum, bir 850 saat de, bir birinin aynısı olan fotoğraflara “ şunu mu paylaşsam bunu paylaşsam” diye bakın dur.

 Arkadaşlar, ben bu havanın en az 100 like ı var diye düşünüp kendi çapımda sevinirken, fotoğrafların efendisi Mustafa Seven abimiz çoktan yağmurlu fotoğrafını paylaşmış, like ibresini 5 haneli sayılara çoktan taşımıştı bile. Biz üç basamaklı sayılara çıkalım, namımız yürüsün derken abimiz benim like ımı almış, üç yüzle çarpmış, ikiye bölmüş, beş eklemişti neredeyse. Aniden içimi bir hüzün kaplamıştı, ben de büyüyünce Mustafa Seven olmak istiyorum diye ağlarken, kendimi yine kendisinin instagram hesabında kaybolurken buldum. Zaten bir fotoğrafına bakınca, profili terk edemiyor teee milyor yıl öncesinde yüklenmiş fotoğraflara kadar iniyorsanız, hoş geldiniz siz de 1,5 milyon kardeşimizden bir tanesisiniz. YALNIZ DEĞİLSİNİZ!

Mustafa Seven Fun Club başkanı olarak kendimi kürsüye davet etmem gerekirse, baktığı her yeri güzelleştirmesinin yanı sıra, her karede bizi başka bir hikayeyle buluşturması en sevdiğim tarafı Mustafa Seven abimizin. Dünyanın dört bir tarafından farklı kültür, yaş, cinsiyet ve inançtaki insanların hikayeleriyle buluşmamıza olanak sağlarken, tokat gibi de çarpıyor yüzümüze “ salt insan olarak bir birimizin yüzüne bakarsak, aramızda fark yok aslında” diyerek. Hala takip etmeyenler varsa, @mustafaseven instagram hesabının yanı sıra, @face.of.the.earth hesabını da takibe alırsanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsanız.

Akıllı telefonlarımız sayesinde mobil fotoğrafçılığın yaygınlaştığı, düğünler olmasa baskı fotoğrafımızın asla olmayacağı, fotoğraf albümlerimizin yerini instagramın aldığı bu günlerde, bir büyüğe danışmanın tam vakti dedim. Bundan sonraki hayatıma sadece Denizz Aşırı gezerek ve Denizz Aşırı fotoğraflar çekerek devam etmek isteyen ve Mustafa Seven Fun Club başkanı biri olarak, dünya gözüyle Mustafa Seven’i görmeyi ve onunla konuşmayı hayal ettim. Daha önce söylemiş miydim, kalbim temiz ne dilesem oluyor diye =) Kalbim yerinden çıkmak için test atışları yaparken, ne duruyorum ki bir mail atayım dedim. Belki beni kırmaz ve Denizz Aşırı hikayelerime, en güzelini eklemek ister… Maili attıktan sonra, üniversite sınav sonucunu bekleyen öğrenciler gibi, kargocu yolu gözleyen alışveriş çılgınları gibi, doğumhane kapısında bekleyen babalar gibi, ıslak mama bekleyen kediler gibi Mustafa Seven’den cevap gelmesini bekledim. Birkaç saat sonra mailim öttü ama o ne ötüş, Londra senfoni orkestrası gelse bu kadar iyi öttüremezdi. Allahım yaşasındı, mail Mustafa Seven’dendi! Çok iyi bir fotoğraf sanatçısı olması bir yana sanırım dünyanın en tontiş insanı olan Mustafa Seven, sağolsun beni kırmamıştı. Galata’daki ofisinde beni bekliyordu! İlk aklıma gelen şey, acaba seyahatlerinde fotoğraf çantasını taşımama izin verir miydi? =)

Biraz havai fişekler patlatarak biraz da kalp krizi geçirerek Galata’ya gittim. Allahım ben en son diyetisyende tartıya çıkarken bu kadar heyecan yapmıştım diye düşündüm. Kapıya kadar geldim, tam içeri girerken fonda hiçbir müzik çalmıyor sadece kalp atışlarımın sesi duyuluyordu beybisiler. Küt küt, küt küt…Köprüden önce son çıkış Deniz dedim, sana güveniyorum hadi gir içeriye! 23 Nisan olsa koltuğuna oturmak isteyeceğim tek insanın yanına doğru giderken, tüm okulun önünde andımızı okuyan ilk okul öğrencisi gibi hissediyordum. Ta ki Mustafa Seven bana sarılıp “ Hoş geldin Denizz Aşırı” diyene kadar…

Merhabaa. Denizz Aşırı hikayelerimin en güzeli olduğunuz için, ve beni kırmadığınız için aşırı mutlu oldum çok teşekkür ederim. Şimdiki halinizi zaten çok iyi biliyoruz ama ben en çok 20 yıl önceki Mustafa Seven’i merak ediyorum. Çünkü 5 yaşındaydım, sizi kaçırdım. Bana biraz o günleri anlatabilir misiniz?

-  20 yıl önceki Mustafa Seven meraklıydı. Çok merak ediyordum her şeyi…Özellikle insanları, davranışlarını, ne konuşuyorlar, nasıl hareket ediyorlar,  sokakta neler yapıyorlar? Onları gözlemlemeyi çok seviyordum. E tabi biraz da serseriydim o yaşlara göre. 19-20 li yaşlarda…Bütün günlük hayatımın tamamı neredeyse sokakta geçiyordu. Çok uzun süreler geçiriyordum sokakta. Günün neredeyse 20 saatine yakın sokakta yaşıyordum, sokakta yatıp kalkıyordum. Günde 3-4 saat uyuyordum.

Fiili anlamda da sokakta yatıp kalktığım zamanlar da oldu. Merak ettim oradaki insanları. Özellikle sokak çocuklarını, zaten sokak çocuklarının Beyoğlu’nda yoğun olduğu bir dönem vardı. Benim için bu dönemin bir kısmı Beyoğlu’nda bir kısmı da Ankara’da geçti. Ama çoğunlukla İstanbul’daydım. Özellikle sokak çocuklarıyla konuşmaya çalışıyordum hep, onlarla vakit geçiriyordum, fotoğraflarını çekiyordum. 

Yazının devamı...