(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Yaşar Sökmensüer" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Yaşar Sökmensüer" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Yaşar Sökmensüer

Yaşar Sökmensüer

Darağacında adalet
14 Aralık 2016

Korkunç cinayetlerle, terörle yanan yürekler öyle bir karşılık, bir nebze “tatmin” bekliyor. 

 

“İdam isteriz” pankartlarını her gördüğümde, 60’ların, 70’lerin, 80’lerin idamları geliyor aklıma...

 

Mesela, belki Başucumda Müzik romanının da etkisiyle, darağacında taburesini kendi tekmeleyen Fatin Rüştü Zorlu’nun net silüeti...

 

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan...

 

Hani hep “Adil yargılansalardı...” deyip eklediğimiz soru işaretleri, “keşke”ler.

 

* * *

 

Hiçbirisinin görüşünü, amacını filan paylaşmanıza gerek yok.

 

Sadece darağacında öldürülen insanlar olsun meseleniz...

 

Tam 36 yıl önce bugünlerde asılan Erdal Eren de, koca bir dönemin, kaosun, kurucuları hâlâ tam aydınlatılamayan kanlı bir “oyun”un tüm bedeli omzuna yüklenen insanlardan birisiydi.

 

Darağacına 17 yaşında, 13 Aralık 1980’de çıkarıldı.

 

Bugün yaşasa, 50’lerinde olacaktı...

 

* * *

 

Gerçekten suçlu olup olmadığı, karartılan, yahut hiç incelenmeyen deliller, cezanın orantısı vb. infaz edilen diğer bir çok insan gibi, bugün hâlâ çok tartışmalı, hatta geçersiz.

 

İdam cezası olmasa, 17 yaşında kaç yıl yatar, çıkardı... Belki 3-5 yıl, kimbilir?

 

Lâkin “Darbeler can alır” ger(ç)eğinden hareketle,  yaşamak için “fazla suçlu”, ölmek için “yeterince büyük” olduğuna karar verdiler.

 

Bir ayda, avukatıyla bile görüştürülmeden “yargılandı”. Kemik yaşına filan bakılmadan, darağacı sevdalısı diktatörün deyimiyle “ibret olsun diye” asıldı.

 

Yediği dayaklardan yaralı/bereli idam ettiler. Darbeye taze kan yetiştirircesine...

 

Akrabası Teoman’ın “17” şarkısındaki gibi:

 

“Ömrü kelebek kadardı /Mektupları şişedeyken /Bir de bakmış deniz yokmuş /Daha 17’ymiş...”

 

* * *

 

Yıllar sonra, 12 Eylül darbesinin ardından 17 yaşında cezaevine giren, 6 yılı aşkın süre büyük eziyetler, işkenceler yaşayan Pamuk Yıldız’ın “O Hep Aklımda” kitabında rastladım ona.

 

Pamuk yaşıtı Erdal’la, cezaevinde karşılaşmış.

 

Her sayım ve havalandırmada tekme-yumruk, copla kıyasıya döverlermiş, -kendi deyimiyle- “çocuğu”...

 

“13 Aralık 1980, geceyarısı. Rap rap ve telsiz sesleri arasında, karanlıkta, kimileri uykuda, kimileri uykusuzluktayken, yalnız kaldığı karanlık hücresinden alıp” götürmüşler.

 

* * *

 

Artık -ya da henüz- idam cezası yok.

 

Ama yaşanan ağır toplumsal travmalar nedeniyle yeniden idam isteyen haykırışlar her an kaplıyor ortalığı.

 

Anlaşılır bir hissiyat bu. Yok sayamazsınız.

 

Ve bu hissiyatla, bu koyu, acı dolu atmosferde “idam” kelimesi, ruh ikizi “intikam” kelimesiyle kolkola katılıyor kalabalıklara...

 

Çünkü idam, bir nevi öç almaktır.

 

Yüreğinin “ancak o da öldürülürse” biraz olsun serinleyeceğine, hükmü -hukuka değil- duygulara karşılık gelen “hakkın” ancak öyle yerini bulacağına inanmaktır.

 

* * *

 

İdam cezası varsa, eldeki kanıtlarla, hatta bazı dönemlerde yeterli/geçerli kanıta bile gerek duyulmadan verilen kararlara dayanarak, bir insanın canını alırsınız.

 

Karar haksızsa, hatalıysa telafisi, değişen koşullara, yeni delillere/tanıklara, yasalara bağlı olarak affı, geri dönüşü yoktur.

 

Siyasi idamlar bir yana... Tarihimiz, dünya tarihi, tartışmalı ya da hukuka aykırı, hatalı kararlara dayalı idamların da tarihidir.

 

ABD’de 2000 yılından önce idam cezası alan 32 mahkumdan 14’ünün suçsuz yere idam edildiğinin ortaya çıkması, sadece istatistiki açıdan vahim değildir.

 

* * *

 

İnsanlık dışı, hain, zalimliği bile kifayetsiz bir kelime kılan cinayetler karşısında yaşanan travmalar, duyulan öfke kuşkusuz anlaşılır, derinden hissedilir bir şeydir.

 

Böylesi anlarda acı, intikam duygusu, öfke, çaresizlik, gözyaşlarıyla birlikte sızar insanın yüreğine... Kanatır.

 

Oysa idam cezası, böyle duyguların, meydanların uzağında tartışılması gereken bir meseledir. 

 

Beklediğiniz “adalet”, vahşice canına kıyılan Özgecan Aslan’ın katilinin cezaevinde öldürülmesinden sonra sosyal medyada paylaşılan, “İşte adalet budur” narası değilse elbet.

 

Öyleyse... Zaman geçer, hukukun, adalet kaygısının değil, öyle ya da böyle  “göze göz, dişe diş” zihniyetinin yansımasını görürüz aynamızda.

 

Orada asılı kalır...

 

* * *

 

İdam bir yana... Benzer bir “kısas”la, bir insanın yaşadığı eziyeti, işkenceyi, şiddeti, tanık olduğu cinayeti faillerine aynen, defaten, hatta misliyle yaşatmayı “gerçekten” arzu etmesi, imkanı olsa tereddütsüz yapacağına inanması...

 

Yahut “kısasa kısas”ı, başkasına, devlete, hükümete havale etmesi...

 

Bizi, halen Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nde ya da Utanç Müzesi’nde "Türkiye'de idam cezası 14.07.2004'de tamamen kaldırılmıştır" vurgusuyla sergilenen temsili darağaçlarına değil, adalet duygusundan uzak yerlere götürür.

 

 

Yazının devamı...
Masabaşı popülerlik
10 Aralık 2016

En kullanışlılarından birisi de test şüphesiz. Hepsinin şıkları, birbirinden şık...

 

Son yazımda bu mevzuya değinmiştim biraz. Meftunu olmayan üzerine alınmasın.

 

Lâkin beğeni arenasına adım atarken asıl soru, “Nasıl biri olmalıyım ki, beğenilebileyim” meselesi...

 

Ki bu borsa da, konuya “içeriden”  vakıf olmayı (insider trading) gerektiriyor.

 

* * *

 

Hiç dert değil.

 

“Sosyal medyada nasıl popüler olursunuz”dan, “tık sayısı”nın fevkaladenin fevkinde arttırılmasının ipuçlarına kadar, her şey orada...

 

Şöhrete giden yola sapın, kılavuzunuz karga olsa ne gam.

 

Fenomen olamazsanız, formen, hiç olmadı menemen olursunuz.

 

Sizin de elbet müşteriniz çıkar.

 

Yeter ki, aklınız-fikriniz referans grubunuzun kutsal kasesini taşırmasın.

 

* * *

 

O kasede herşey var.

 

Önce en genel anlamıyla siyaseten, idareten nasıl bir reaktör (yakıt olarak çevresindeki havayı kullanan ve tepkiyle çalışan iki ucu açık boru biçiminde itici) olacağınızı belirlemeniz gerek.

 

Hakikaten öyle olmanız da gerekmez.

 

Mesele “görünürlük”se, ekranda öyle görünüverirsiniz olur-biter.

 

* * *

 

Gelelim detaylara...

 

Kağıttı-dijitaldi medyadaki köşeler, her biri ayrı bir kürsü, her köşede ayrı bir ünite.

 

Bu “akademi”ye erkek öğrencileri de alıyorlar yavaş yavaş ama kadınsanız zaten yaşadınız.

 

Bir uzman, bir “erkek”le (onun da tarifi var) ilk buluşmada nasıl giyinmeniz gerektiğini, ne konuşacağınızı, neleri sormanız, nasıl oturup-kalkmanız gerektiğini, hatta neler yiyeceğinizi anlatır:

 

“Aman ilk buluşmada yengeç, ıstakoz yemeyin kabuk kırıp ayıklamaktan, ‘ceviz kırmak’a vakit bulamazsınız...”

 

* * *

 

“Erkek”inizin sizi gerçekten sevip sevmediğini, çatal mıdır iç içe uygun kaşık mıdırını da köşelerden öğrenebilirsiniz.

 

Mesela, aşık erkek, ilkokulda saçınızı çeken çocuğun büyümüş hâli olabilir. Gözlerini size dikip, sizi kolunuzdan sağa-sola çekiştiriyorsa vardır derinlerde bir şeyler.

 

İşler, muradına erilen-kerevetine çıkılan minvalde gitmez de, Allah saklasın sizi aldatırsa, bunun ipuçlarını, sizi aldattığını nasıl anlayacağınızı da yazar uzmanlar. (Aldatma testini firesiz geçmek, "şüpheli" sınıfından sıyrılmak, ÖSYM’den zordur söyleyeyim)

 

Sonra da “Dert Köşesi”nde gazınızı alır:

 

“Kızım otur, erkektir geçer”...

 

Üstüne terapi de magazin haberlerinde:

 

“O güzelim Angelina Jolie’yi, Demi Moore’u, Julia Roberts’i, Jenifer Lopez’i bile eşleri aldatmış...”

 

* * *

 

Bazı köşeler zaten hap gibidir... 

 

“Nelerden hoşlandığınızı, nelere ihtiyaç duyduğunuzu, bunları nasıl sağlayacağınızı, sonuçta nasıl biri olmanız gerektiğini belirledik, size uygun nasihatlerimizle birlikte bu köşeyi hazırladık. İş işinden, ev işinden artakalan zamanlarınızda okuyunuz, popülarite aşkına...” misali.

 

Popülaritenin dayanılmaz cazibesi, bir tık uzağımızdadır. 

 

Okuruz, likelarız, paylaşırız biz de...

 

Ne yapalım? Derleriz ihtiyacımız olan bilgileri o köşeden-bu köşeden, paylaşıp, çoğaltırız yaygın eğitim adına.

 

Hem inanmayıp da n'apacaksın:

 

“Bu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, ortada su şişesi...”

Yazının devamı...
Bana testini söyle...
8 Aralık 2016

Masterı facebooktan, doktorayı twitterdan tamamlayıp, mezuniyet “test”lerine de oralardan giriyoruz şükür.

 

Bazen bir “akıl-fikir” testi veriyor notumuzu...

 

Bazen akıl-fikrimize gelen beğeniler, gülücükler, kalpler, paylaşımlar...

 

“Hâl ve gidiş” notu açık-seçik-saçık ortada zaten.

 

Geçiyoruz bir şekilde sınavı.

 

* * *

 

Sadece aklımızın-fikrimizin 10 cazibeli soruyla ölçümünü değil, başkasının bizim hakkında neler neler düşündüğünü, aslında ne olduğumuzu falan da oradan buluyoruz.

 

Sen öyle diyor, öyle sanıyorsun da, bakalım o ne diyor...

 

Araştırmacı kişiliğe gerek yok, “O ne dio?”ya filan girip, testi yanıtladık mı tamam.

 

Seviliyor muyuz, çok mu etkileyiciyiz, içimiz de koca bir lider saklı da biz mi göremedik, yüzde kaç mükemmeliz de, kişiliğimizin yüzde kaçını tamir etmemiz gerek... 32 kısım tekmili birden, o ekranda.

 

Öyle bir test furyası ki, o testler yerine benzer iştahla üniversite sınav testleri çözülseydi, ne doktorlar, ne mühendisler, ne diplomatlar yetişirdi bu güzel ama yalnız ülkede.

 

* * *

 

IQ’umuzu, aslında nelere, ne tıplara, mühendisliklere, sanatçılıklara, bilimciliklere, filmciliklere layık olduğumuzu da buluyoruz zaten o testlerden.

 

“Sen bu IQ ile bilim adamı olacaksın” çıkıyor sonuç. Harika!

 

Olmadı, “Sizde sanatçı IQ’su var...”

 

Yaş biraz geçmişse onun da çaresi bir başka başlıkta:

 

“Önceki hayatında bilim adamıydın...”

 

Bu sonuç sana çok genel gelirse, geçmişte hangi tarihi kişilik olduğunu da buluyorsun:

 

“İçinde biraz Kanuni, biraz da Einstein saklı...”

 

Yemek tarifi gibi, pilav üstü az kuru...

 

* * *

 

Bunca yıl gazetelerin günlük yıldız falında en altta mı kaldık, balık balık...

 

Onun da terapisi, “düzeltilmişi” var.

 

Seks burcun dahil, kişiliğinin, karakterinin bir tek senin bildiğin, kimsenin değerini bilemediği tabiatını -ayakkabı numarana, ruh yaşına kadar- oradan öğreniveriyorsun.

 

Çıkan sonucun yanındaki “paylaş”a basarsan, senin aslında ne harika olduğunu “face”inde, “twit”inde tüm sosyal âlem görüyor:

 

“Ben testte dahi burcu çıktım...”

 

Yani burcunun açığını bile, testlerle tamamlıyorsun.

 

Daha ne olsun?

 

Şakayla karışık, ama sonuçta Sadri Alışık.

 

* * *

 

“Hiç yapmadım, hiç işim olmaz” diyene inanmak da zor.

 

Bu biraz, “Yerli dizi hiç seyretmem ama geçenlerde zapping yaparken rastladım...” yuvarlamasına benziyor.

 

Ötesi, başkalarının bizi nasıl algıladıkları, hakkımızda ne düşündükleri, dışarıdan görünüşümüz, görünürlüğümüz merakımızı celbedecek elbet.

 

O eğlenceli testler de, başarıyla kristal kürelerin yerini dolduruyor.

 

Eğlence kısmıyla şüphesiz derdim olamaz da, bazen fazla ciddiye aldığımız kesin.

 

Bu arada, “Ne zaman öleceksin?” testini çözdüm 97 çıktı. 

 

Yani bu mevzuyu biraz daha sürdürebilirim...

 

Sonraki yazımda, sosyal medyanın nadide kürsülerine, köşelerine, şipşak bilgi kaynaklarımıza değineceğim.

 

Yazının devamı...
Uç uç böceğim
24 Kasım 2016

Sevgi, şefkat dışında sırtını yaslayacağın çok şeyin yoktur.

1997 yılıydı. Eşim, sınıf öğretmeni olarak Uzunbeyli Köyü ilkokuluna tayin oldu.

Milli Eğitim Bakanlığı’na birlikte gittik gerekli evrağı almak için.

Görev yerini sordu memurlar.

Uzunbeyli Köyü deyince biraz tuhaf baktılar bize.

Sanki acıyarak ya da şaşırarak…

O an bir anlam veremedik.

Yola çıkınca çözdük o bakışın anlamını.

Yolumuz uzundu, köyün ismi gibi…

* * *

Köy Ankara’ya 150-160 kilometre uzaktaydı.

Polatlı’ya kadar normal gittik.

Kilometreler ilerledikçe yol daralmaya başladı.

Ardından toprak yol başladı.

Sonra yol bitti!

Arabayı durdurup yakındaki bir tepenin üstüne çıktık.

Kızılderiler gibi, elimizi alnımıza siperledik.

Çevrede bir köy aradık. Gördük ötelerde…

Kamışların arasındaki bir patikadan 20-30 kilometre hızla ilerleyip köye girdik.

“Orda bir köy var uzakta” şarkısının “gitmesek de kalmasak da” bölümü için kurgulanmış öte bir köydü.

* * *

Eşim haftada 5 gün o köydeki dökük bir evin, küçük, sobalı bir odasında kaldı.

Haftasonları 2.5 saatlik bir yolculukla eve geldi.

Öğretmenlere dair en kıymetli anılarımdan birisi de o köydendir.

Anneler Günü’ydü.

Eşimin masasına yaklaşan kız çocuğu, kıpır kıpırdı.

Avucunu sımsıkı kapatmıştı.

Mahçuptu çok, yanakları al aldı.

Zorla döküldü kelimeler, çatlak dudaklarından:

“Öğretmenim sana Anneler Günü hediyesi getirdim.”

Araladı yumuk avucunu, bir uğur böceği...

Öğretmenine yakıştırdığı ama alamadığı boncuğa, yüzüğe, küpeye benzeyen bulabildiği tek şey, ‘uç uç böceği’ydi köyünde...

Diğer çocuklar da “yoldukları” çiçekleri getirdiler.

Çanağının dibinden koparılmış kır çiçekleri...

Bilemedikleri için çiçekleri öyle dibinden dibinden kopardıklarını sandık.

Sonra öğrendik ki; çiçeğin sapını öğretmenlerine layık görmezlermiş.

* * *

Acaba o kız çocuklarından kaçı erkenden evlendirildi. Kaçı devam edebildi okuluna...

Kaçı o ilkokul yıllarını, saklambaçları, kahkahalarını hâlâ hasretle anıyor?

Kaçının aklında o tekerleme:

“Uç uç böceğim akşama düğün olacak

 Annen sana terlik pabuç alacak…”

(Bu yazının bir bölümünü 10 yıl önce yazmıştım, bu mevzuda o günden bu yana ne değişti acaba)

Yazının devamı...
Filin yanındaki kadın
22 Kasım 2016

Sorusunda, seslenişinde, otoritenin, mesafe-sınır tanımazlığın, küçümsemenin, “hizaya getirmenin” en çok sevdiği ve en masum görünen kelimelerinden biri, yani “sen” var:

“Mesleğin ne senin?”

“Yazarım” diyor kadın.

Hakim, “Yaz kızım” diyor mahkeme katibine, “Ev kadını”...

Ve o bitmek bilmez sorgularda, duruşmalarda kimbilir kaç kez soruyorlar ismini:

“Adın ne senin?”

“Sevgi...”

* * *

Sevgi Soysal 40 yıl önce 22 Kasım’da hayata veda etti.

Son romanı “Hoşgeldin Ölüm”ü bitiremeden, 40 yaşında yenildi kansere.

Genç ömründe, 12 Mart darbesini yaşadı. Kitapları sadece siyasi değil, müstehcenlik bahanesiyle bile toplatıldı.

Ardından Mamak Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’na yolladılar.

Bir yıla yakın yattığı cezaevinde kısa sarı saçlarını kendi keser, papatya suyuyla açarmış rengini... İlk öykü kitabının adı, “Tutkulu Perçem”...

Cezaevinde evlendiği eşi Mümtaz Soysal evlilik yıldönümlerinde, Kadınlar Koğuşu’nun önündeki yoldan geçmiş.

Elinde bir kır çiçeği, usul bas yavaş yürü...

Bu yolla,  koğuşun parmaklıklı-telli penceresinden bir an görünen “kır çiçekli adam” tablosunu hediye etmiş bence “Sevgi”ye...

* * *

Sevgi Soysal Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanını da cezaevinde yazmış:

“Bahçedeki kavak ağacına ilk kez o gün dikkat etti.

Apartmanın önbahçe duvarı, kavağın toprağın üstünden belli olan kalın kuru köklerini bölmüştü.

Yaprakları ölüydü, cansız gövdesinin içi görünüyordu...”

* * *

Ne zaman bir kavak görsem üç şey geçer aklımdan.

Biri, Yenişehir’de bir öğle vakti cansız görünen, onun için de kesilen o kavak ağacı...

Diğeri, Madımak’ta öldürülen Metin Altıok’un dizeleri:

“Ah kavaklar ah kavaklar /bedenim üşür yüreğim sızlar

beni hoyrat bir makasla /ah eski bir fotoğraftan oydular

orda kaldı yanağımın yarısı /kendini boşlukla tamamlar

ah omzumda bir kesik el ki /hala durmadan kanar...”

Ve elbet, yine 12 Mart’ta asılan “Darağacında Üç Fidan”...

Sahi bilir misiniz, eskiden darağacının kavaktan yapıldığını?

 

KÜÇÜK ÇOCUKLAR VE FİL

 

SEVGİ Soysal kanser olduğunu öğrenince düşünüyor, “Çocuklarım küçücük, ne yapmalıyım ki beni hatırlasınlar?”

Çözümü buluyor, kendince:

“Çocuklar hayvanat bahçesini çok severler. Belki orada geçirilecek keyifli bir gün, zihinlerinde yer eder ve o fotoğrafta silik bile olsa ben de olurum diye düşündüm. Ve kızları hayvanat bahçesine götürdüm.”

AOÇ’deki hayvanat bahçesinde filin yanına götürüyor çocuklarını... İzin alıyor, filin yanında duruyor.

Çocuklar bir filin yanında duran annelerini, -küçücük kalsa da anılarında- hiç unutmaz değil mi?

 

NAMUSU KİRLENMESİN DİYE EVLENMEK

 

“Tante Rosa ‘Namusu kirlenmiş’ bir aile kızı olmamak, zavallı bir piç kurusu doğurmamak için evlenir. Ama kocasıyla istemeden yatmaya başladığı zaman ‘namusu kirlenmiş’ bir kadın olmanın ve bu yatmalardan sonra piç kurusu doğurmanın ne olduğunu anlar.” (Sevgi Soysal-Tante Rosa)

 

 

Yazının devamı...
Mini mini bir kuş donmuştu
18 Kasım 2016

Mahallede mevsimin değiştiğini simitçiden anlardık eskiden.

 

Ceketinin içine meşin yeleğini giyip, yün beresini gözüne çekti mi tamam. Demek ayaz vurmuş sabah simidine...

 

Bugün de sosyal termometre, sokak manzaralarında kendini gösteriyor.

 

Dışarıda hissedilen ayazı, arabanın kaloriferi seni ısıtırken sokaktakilerin hâlleriyle anlıyorsun.

 

Otomobilinin ön camlarında biten çocuktaki bir atkının varlığı, yahut yokluğuyla... Yanakları, burunlarıyla...

 

İçin üşüyor.

 

* * *

 

Menzilimizde hep.

 

Durursunuz ışıkta, camınızda biterler.

 

“Dalgınlığıma gelirse, bir an irkiliyorum” demişti bir arkadaşım.

 

Artık o da mazide kaldı. Belki Suriyeli aileler ve çocuklarla da artan popülasyon nedeniyle, uzun süredir böyle manzaralardan irkilmeyen, neredeyse tuhaf bile karşılamayan bir toplum olduk evelallah.

 

Trafik ışığı, bir ithal ağaç, kavşakta bekleyen otomobiller gibi, manzaramızın parçası onlar.

 

Oturdukları refüjden o yorgun alışkanlıkla kalkar gelirler...

 

Biz de başımızı öte yana, havalara çevirip, ışığın yeşile dönmesini bekleriz. (Onlara da “Dileneceğine git çalış, oku adam ol, kazık kadar çocuksun” diyen kalmış mıdır acaba)

 

Sonra uzaklaşırız oradan.

 

Çocuklar da ardımızdan Cengiz Kaplan’ın -sokaktan- dizeleriyle bakar:

 

“Sahi niye korkuyorsunuz /ben sizin çocuğunuz değilim...”

 

* * *

 

Hepsi ayrı bir sosyal siluet...

 

Kiminin uzanan boş avucunda, bakışları var.

 

Kiminin elinde kağıt mendil, yara bandı ya da bir demet kalem.

 

Kalemi belki kullanamayacak hiç ama, “yara bantları”nı hem kullanacak, hem satacak.

 

Kiminin kucağında çiçekçi çöpünden, mezat artığından derlenmiş -ikinci el- kısa saplı bir kaç gül:

 

“Abi, amca sevdiğinin başı için...”

 

Onlar da sokağın kısa saplı gülleri zaten.

 

Kısa saplı ömürleri, sapsız hayatlarıyla...

 

* * *

 

Herşey için küçükler ama elleri büyük, sokakta yaşamaktan.

 

Ahmed Arif’in dizelerindeki gibi; “Ciğerleri küçük, elleri büyük /Nefesleri yetmez avuçlarına...”

 

Üzerlerinde bir penye hırka, bir eğreti mont, göğsünde yazısını anlamlandıramadığı bir tişört, bakarlar ayazda.

 

Kirden-pastan, ayazdan mora kaçan elleriyle, bilet keser gibi yara bandı uzatırlar.

 

Dilendirilirler, çalıştırılırlar; yok ailesi organizedir, yok hepsi fırsat çeteciğidir, olmadı şefkat avcısıdır.

 

Varlıkları herzaman, “ama”larla, “belki”lerle örülü bir mazerettir mutlaka:

 

“Dışı en küstah yanlışlıklar /içi en başka türlü ayıp (...) sahi mi yalan mı anlayamazsın” (¹)

 

* * *

 

Eskiden Ulus Hali’nde martılar vardı her damda/kuytuda...

 

İstanbul’dan Ankara’ya balık getiren kamyonların peşine düşer, gelirlermiş.

 

Hani Can Yücel, “Martılar ki, sokak çocuklarıdır denizin” der ya...

 

Şimdi heryerden müstakbel sokak çocukları geliyor takılıp ailelerinin peşine.

 

Nereden gelir, nereye giderler, ne olurlar... Kim bilir?

 

Ama çığlıkları, martılar kadar duyulmaz.

 

* * *

 

Bugün, yarın camınızda yine bir çocuk bitecek, ışıkta beklerken.

 

Sebebini-sonucunu, sahiciliğini-yalancıktanlığını filan bir an boş verin.

 

Ona bir de kışın-ayazın herkese farklı, onlara erken geldiğini bilerek bakın...

 

Belki aklınıza çocukken ront adımlarıyla, zıp zıp söylediğiniz o şarkı gelir:

 

“Mini mini bir kuş donmuştu /Pencereme konmuştu...”

 

(¹) Attila İlhan


Yazının devamı...
Olmasaydı sonumuz böyle
16 Kasım 2016

Örneği de çoktur, “farklı”, “öteki” olmanın... Öyle kılınmanın, bahanesi de...

Hemen herkesin bir şarkısını ıslığına aldığı Ahmet Kaya da, bizim “farklı” olduğumuz için dışlanan yanımızdı.

Ama an geldi, biz sustuk o şarkılarını söyledi.

* * *

Bir yanı isyancı, bir yanı -kimine göre- arabeskti şarkılarının.

Olsun varsındı... Her seferinde içimize işledi.

Attila İlhan’ın en delikanlı dizelerini biraz da onunla keşfetti genç kuşaklar.

Bir “an”da herşeyin nasıl değişebildiğini de:

“An gelir /ömrünün hırsızıdır /her ölen pişman ölür

hep yanlış anlaşılmıştır /hayalleri yasaklanmış

an gelir şimşek yalar /masmavi dehşetiyle siyaset meydanını...”

* * *

O şimşeğin dehşetinde, yine İlhan’dan, o “mahur beste”den mülhem; öyle gitti sürgüne, o “şölen” gecesinden:

“Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız

Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız

Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız...”

Ve 16 yıl önce 16 Kasım’da gurbette öldü.

Paris’te sabahın 7’sinde durmuş kalbi; eşi ve 12 yaşındaki kızı onu koridorda, boylu boyunca yatarken bulmuşlar.

Uzaksa memleketinden, “fişlenmişse, adı eşgali bilinmekteyse, üstelik göğsünde, yani tam şurasında, kirli sakalıyla bir eşkıya gezinmekteyse”...

Hele sardıysa memleket hasreti...

Başı belada, yüreği dardaydı elbet.

* * *

Hani “O mahur beste çalar, Müjgan’la ben ağlaşırız” diyordu ya şarkısında...

“Müjgan”ın Arapça kirpik anlamına geldiğini de belki öyle öğrendi insanlar.

Bir anda, sözüyle-sazıyla, tek başınalığını...

Kirpiğiyle başbaşa ağlamanın, yalnızlığını...

* * *

Şarkılarına söz veren Yusuf Hayaloğlu da gitti ardından.

O da kalktı masadan.

Kaya 43 yaşındaydı ayrılırken. Hayaloğlu, 56 yaşında.

“Biz üç kişiydik” şiirindeki Bedirhan, meğer Ahmet Kaya imiş.

Suphi ise Hayaloğlu. Bir de Nazlıcan...

Kendi deyişleriyle, “Üç intihar çiçeği”...

Ve usulca bir seda; “Hoşçakal iki gözüm hoşçakal”.

* * *

Sevin, sevmeyin... Tartışın, görüşlerini reddedin, ağız dolusu eleştirin... Kızın, söylenin hatta.

Ama “farklı”yı yok etmeyin.

“Farklı” olduğu için başka ülkeleri, şehirleri, çiçekleri, yemekleri, kıyafetleri, tatil yerlerini, filmleri çok bi sevebilen insanoğlunun, mevzu insanın “farklılığı” olunca düştüğü/düşürüldüğü bu yaman, bu hazin, acınası çelişkiyi anlayın.

“Farklı”nın bir zenginlik fırsatı olabileceğini kabullenmek, ona (da) adil, diğerkâm davranılmasını beklemek, öyle hissetmek, bu kadar mı zordur.

Yargılarımızın, bize hak gelen duygularımızın polisi-savcısı-hakimi-infazcısı olmayalım yeter.

* * *  

Hemen herkes dinledi Ahmet Kaya’yı.

Soldu, sağdı demeden, o “mahur besteler”i efkarla dinledi.

Bir şarkıyı sevmek başka şeydi zira, onu söyleyenle aynı görüşte olmak/olmamak başka...

Şairler, şiirler, dizeler geçti hep sesinden.

Herkes kendine değen kısmını aldı, orasını sevdi.

* * *

Şimdi, "yarılan ekmeğin buğusuyduk, olmasaydı sonumuz böyle"yi yazan da, söyleyen de yok.

Bir devir kapandı şarkılarda, sözlerde.

Geriye Attila İlhan'ın o hüzünlü şiirine adını veren soruyu bıraktı:

"Kim kaldı?”

 

 

Yazının devamı...
"Kuşlar dalları sever, kanatlarsa uçmayı"
12 Kasım 2016

Sevgili Can Öktemer’in veda seslenişinden mülhem, Leonard Cohen benim için de “mahallenin en güzel abisi”ydi.

Onunla da büyüdük çünkü... Ve en güzel abiydi şüphesiz.

Bazı insanların “çirkinliği” öyle güzeldir ki, o ne idüğü belirsiz güzellik kavramını bir bakışıyla yerle bir eder.

* * *

Şiiri, müziği, stiliyle, adının “Kadınların adamı (Ladies’ Man)”na çıkması da boşuna değildi elbet.

Ama pek de hoşlanmadığı bu unvanı, kadınlara sahip olmasıyla değil, onlara ait olmasıyla ilgiliydi sanki.

Bunu her fırsatta, hem hüzünlü, hem esprili açıklamalarıyla dile getirdi:

“Çapkın bir adam olarak yayılan ünüm, yatağımda yalnız geçirdiğim binlerce geceyi hatırlayınca, beni acıtan bir şey sadece...”

“18 yaşımda hayalini kurduğum tüm kadınlarla, şimdi 60’ımda beraberim... Size tavsiyem, zengin veya ünlü olun” diye dalga geçti kendinle.

* * *

Geçmiş ve bir daha gelmeyecek yaşam imkanları, o “an” yaşanması gereken hayatlar onu da muaf tutmamıştı anlaşılan.

Ama gülümsedi. Old Ideas albümünün tanıtım toplantısında, 70’li yaşlarının son çeyreğinde, şarkılarındaki “esprili” vurgularını soran gazetecileri öyle yanıtladı:

“Ladies’ man olarak, hayatımın bu döneminde onlarla ilişkim çok miktarda espri içermek zorunda...”

Yaşlanan bir insan için hayat zordur da, yaşlanan bir erkeğin kadınlara dair tasavvuru muammadır.

* * *

Cohen, bu yıl temmuz ayında lösemiden ölen hayatının aşkı Marianna Ihlen’e bir veda mektubu yazmış. Belki tüm bunları, o mektup da  anlatıyor:

“İşte Marianne, çok yaşlandık ve vücutlarımız ayrı düşüyor. Sanırım çok geçmeden peşinden geleceğim. Emin ol, o kadar yakınındayım ki arkana şöyle bir uzansan elin elime değer. Senin hep güzelliğini ve aklını sevdim fakat artık bundan bahsetmeme gerek yok, bu konuda bilinecek ne varsa biliyorsun. Şu an sana sadece iyi yolculuklar dilemek istiyorum. Hoşçakal eski dost, sonsuz aşk, yakında görüşürüz…”

* * *

Cohen 3.5 ay sonra ayrıldı hayattan. Ardında Marianne için yazdığı “Bird on the Wire (Teldeki kuş)”ı da bıraktı.

“Sahaftaki bir kitapta diz çökmüş şövalye gibi /Aşkımızın suretiydi iki büklüm eden beni

İnsafsızsam eğer ben insafsız /Her şeyi görmezden geleceğini umduğumdan

Sadakatsizsem eğer ben sadakatsiz /Her âşığı bir tür yalancı saydığımdan

Tellere konmuş bir kuş gibi /Kadim bir gece yarısı korosundaki ayyaş gibi

Özgür olmaya çalıştım kendimce...”

Özgürlük, hep kendince....

Özgürlük deyince tüm ikilem, tüm boğuşmamız, çekişen/çekiştiren iki tabiatımız, Murathan Mungan’ın dizeleriyle aklımda:

“Kuşlar dalları sever /Kanatlarsa uçmayı...”

Ve gün gelir, dallardakine de, uçup gidenlere de hüzünle bakarsın.


Yazının devamı...