(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Nasuh Mahruki" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Nasuh Mahruki" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Nasuh Mahruki

Dikey Limit filmi sorularına cevaplar
17 Şubat 2001


Nasuh MAHRUKİ

K2 dağındaki bir kurtarma operasyonunu anlatan Dikey Limit adlı filmde yaşananların dağcılık anlamında ne derece gerçekçi olduğu son zamanlarda en çok duyduğum soruların başında geliyor. K2 dağına tırmanma şansı yakalamış ve sağ kalmayı becermiş dünyadaki 167 dağcıdan biri olarak, (22 dağcı zirveye ulaştığı halde inememiş) bu konuyu açmak istiyorum.

Gerçek hayattaki dağcılıkla birebir kıyaslayacak olursak, filmde ciddi abartıların ve tipik Hollywood atraksiyonlarının bulunduğunu söylemek çok yanlış olmaz ancak sonuçta teknolojiyle çok iyi desteklenmiş ve sinema anlamında oldukça etkileyici bir film olduğu da bir gerçek.

Filme profesyonel bir dağcı olarak eleştirel bakacak olursam, şunları vurgulamam gerekir:

Kurtarma operasyonuna giden ekibin, hızlarını azaltmaması açısından oksijen desteği almaması pek olası bir şey değil. Temiz bir tırmanış yapmakla, bir kurtarma operasyonu tamamen ayrı şeylerdir. En güçlü dağcılar bile, yüksek irtifa koşullarında, başkalarının hayatı için normal şartların üstünde bir performans göstermeleri ve riske girmeleri gereken durumlarda, (kendileri, ya da en azından kurtaracakları kişi için) oksijen desteği bulundururlar. 1995 yılında Everest dağına aynı gün birlikte tırmandığımız - ve daha sonra Annapurna'da hayatını kaybedecek olan - sevgili dostum Anatoli Boukreev bile, 1996 yılında Everest dağında tek başına gerçekleştirdiği kurtarma operasyonunda bunu yapmışken, onun klasının yanına bile yaklaşma ihtimali olmayan dağcıların oksijen desteği almadan böyle bir işe kalkışması bence pek olacak şey değil.

KURTARMAK MI İNDİRMEK Mİ

Bir de artık iyice tükenmiş bir ekibin, o yükseklikten ve o rotadan akciğer ödeminin ileri safhalarına yaklaşmış bir dağcıyı nasıl indirecekleri konusu emin olun o filmde izlediğinizden çok daha heyecanlı bir film olabilirdi, nedense o konuya hiç girmemeyi tercih etmişler. Everest'in zirvesinden dönüşte, bütün yorgunluğumuza rağmen, 8200 metreden 7900 metreye kadar iplerle indirdiğimiz ve burada aşağıdan gelen kurtarma ekibine teslim ettiğimiz Romanyalı dağcının kurtarma operasyonunda neler çektiğimizi bir ben, bir Rus rehber George, bir de Allah bilir.

Patlayıcı konusunun ve her ekibin nitrogliserin taşımasının beni de en az sizin kadar şaşırttığını itiraf etmeliyim. Buzulda bir gedik açmak için bu yöntemin uygun bulunması bence fantazi sınırlarını bile zorluyor. Bir arama operasyonunda patlayıcı kullanma fikri, ilk olarak 1924 yılında Everest dağının kuzey sırtı rotasında hayatını kaybeden Mallory ve Irvine'nin cesetlerini bulmak için ekip lideri John Noel'in aklından geçtiği halde, bugün için kabul edilebilecek bir teori bile değil.

Akciğer ve beyin ödemlerinden dolayı, belli bir yükseklikte mahsur kalan dağcıların filmde ifade edildiği kadar net bir zaman dilimi içinde ölecekleri savı da, ne yazık ki - ya da Allahtan, gerçek dışı. Filmin geçtiği K2 dağında, 8000 metrenin üzerinde, bir gecesi açıkta, uyku tulumsuz, çadırsız hatta kaz tüyü elbisesiz, oksijensiz (ve dexhametazon'suz - filmdeki mucize ilaç) olmak üzere, 45 - 46 saat geçirmiş biri olarak bu konuda kişiden kişiye, metabolizmalarının yeteneklerine bağlı olmak üzere, oldukça değişebilecek bir zaman aralığı gözlemlemenin gerçek hayatta daha doğru olacağını söyleyebilirim.

EKİP ARKADAŞININ İPİNİ KESMEK!

Bir de birilerinin kurtulması için, birilerinin ipi kesmesi konusu var. Filmde iki kez yaşanan olay, aslına bakacak olursanız dağcılık tarihinde bir hadi bilemediniz iki kere yaşanmış bir olaydır. Yoksa öyle ikide bir de dağcıların karşılaştığı bir durum değildir. Bilinen en popüler gerçek olay; Joe Simpson ve partneri Simon Yates'in başına gelen durumdur. Zorlu bir rotada yaralanan partnerini indirmeye çalışırken çok kötü bir pozisyonda, arkadaşının ağırlığının baskısı altında sıkışıp kalan Simon Yates, korkunç bir fırtınanın ortasında saatlerce deli gibi uğraşıp sonuç alamayınca artık arkadaşını tuttuğu ipi kesmek ve onu görmediği boşluğa bırakmak zorunda kalır. Bu olaydan yıllar sonra Simon Yates'i, bir gün Tien Shan dönüşü İstanbul'da evimde misafir etme şansına sahip olduğum için konuyu yakinen biliyorum. Her nasılsa Joe Simpson ölmez ve bir mucize eseri kırık bacaklarıyla sürünerek tekrar Ana Kampa ulaşır. Yaşadığı olağanüstü tecrübeyi anlattığı 'Boşluğa Dokunmak' adlı kitabı yıllarca en çok satanlar listesinde yer alacaktır.

Özellikle vurgulamak istediğim bir diğer konu ise, baş aktörün çift kazmayla yaptığı, uçan sincap benzeri uzun atlayış değil ama filmdeki diğer duvardan düşme, kayma, buzul çatlağına düşme ve çığ sahnelerinin son derece etkileyici olduğu. Sıradan bir dağcı psikolojisi ile, düşmek, kontrolsüz kaymak, giderek hızlanmak ve çığ altında kalmak duyguları, sonuçlarını çok iyi bildiğim ve bu güne dek kendimden uzak tutmayı becerebildiğim halde, dostlarımın düşüşünü ve çığ altında kalmalarını defalarca yaşadığım için, ilkel bir içgüdüyle her zaman korktuğum ve deli gibi çekindiğim uyarılar. Filmde bu sahneleri o kadar iyi çekmişler ki, onları izlerken midemin kasıldığını ve her tarafımın gerildiğini itiraf etmeliyim.

Sonuçta detaylarına girecek olursak, kurgusal anlamda bir takım hatalar gözlemlemek mümkün olmakla birlikte, sinema adına ve bambaşka bir dünyayı, dağcıların dünyasını, izleyiciye heyecan dozu yüksek ve görsel açıdan kesinlikle tatmin edici bir şekilde yaşatmak adına gayet iyi bir film olduğunu söyleyebilirim.

İlk fırsatta ikinci kez izlemeyi düşünüyorum...

ABARTILI AMA ÇOK BAŞARILI

Arka planda K2'nin olağanüstü güçlü silüeti ile verilen Ana Kamp görüntüleri, parti, kalabalık, teknolojinin her türlü imkanına sahip yönetim çadırı, değişik bir takım olasılık hesapları gibi nosyonların, biraz abartılı olmakla birlikte, kabul edilebilir olduğunu düşünüyorum. Sunulan insan profillerini ise şaşırtıcı derecede olası bulduğumu söyleyebilirim.

Yazının devamı...
www.necdetsen.com
10 Şubat 2001


Nasuh MAHRUKİ

Necdet Şen ismi eminim çoğunuza tanıdık gelecektir. 20 yıl önce Cumhuriyet, sonra da Hürriyet gazetesinde yayımlanan asık suratlı, bezgin, hayatı sorgulayan, duygulu ve duyarlı, sorumluluk sahibi 'Hızlı Gazeteci'nin, çizdiği karaktere benzeyen, belirli bir misyonu olmadığını, sadece hissettiklerini yansıttığını söyleyen, maskesiz, programsız, kendine özgü filozof tavırlı ve biraz da küskün çizeri.

Necdet Şen'le dostluğumuz yıllar öncesine gidiyor. Her iki gazetede ve basılan kitaplarında Hızlı Gazeteci'yi aksatmadan takip edenlerden biriyken, Hürriyet binasında bir akşamüstü tesadüfen tanıştığımızda, yıllar sonra bir gün, Asya yollarında benzer ruh haliyle oradan oraya savrulup duracağımız aklımızın ucundan bile geçmemişti. Üretkenliğini gerçekten takdir ettiğim kişilerden biri olan Necdet Şen'in, son dört yılında yaşadığı değişimleri kısmen de olsa takip edebilme şansına sahip oldum. Hatta onu tam olarak anlayamayan pek çok dostu gibi, bu soyutlanmanın ve kaçışın onun için iyi olmadığını, okuyucularını böyle yüzüstü bırakmanın yanlış olduğunu söyleme cüretini bile gösterdim. O ise son derece sakin, dingin ve huzurlu bekleyişini sürdürdü. En güzel tarafı da bunu, bir inatla ve mücadele duygusuyla değil de, tamamen zamanı gelmiş bir doğallıkla yapmasıydı. İçinde belirli bir olgunluğa eriştiğine inanınca da, dalından koparak İnternet ortamına, eskisinden daha lezzetli mis kokan bir meyva olarak düştü.

HIZLI'NIN DÖNÜŞÜ

Necdetsen.com'dan en hoşnut olanlar ise, kuşkusuz yıllardır özledikleri ve saygıdeğer bir sadakat ve inanışla geri döneceği günü bekledikleri bu kırılgan çocuk irisini, çağımızın görmediğini unutmak, yerine hemen yenisini koymak, bulamayınca hemen vazgeçmek, olmayınca umursamamak, kısacası kolayı seçmek hastalıklarına kapılmamış olan sadık okuyucuları. Suat Yalaz'ın Karaoğlan'ının gözüpek yiğitliği, Turhan Selçuk'un Abdülcanbaz'ının Osmanlı beyefendiliği gibi, 1980 yılında doğan Hızlı Gazeteci'nin kendine özgü duyarlılığı, taşıdığı sorumluluk duygusu, açık sözlülüğü, doğruları ve yanlışları sorgulayan ve onlar için kendince mücadele ederken bütün çabasına rağmen kalkansızlığı ve yaralanabilirliği, kısacası bu anti-kahramanın 'sadece insanlığı', genç bir delikanlıyken beni en çok etkileyen özellikleriydi.

NEREYE

Uzun bir aradan sonra İnternet'te tekrar buluşunca, şöyle bir güzel hasret giderdik, eski günleri andık. Albert Camus'nün 'Yolculuk bizi kendimize geri getirir' sözündeki gibi, 1997 yılında, çıkış noktalarımız farklı olmasına rağmen, yine de benzer gerekçelerle, plastik bir hayattan kaçmak, kendini dinlemek ve aramak, daha doğrusu kendimize geri gelmek arzusuyla Hindistan ve Nepal'e doğru yola çıkmıştık. Aylar sonra, Türkiye'den binlerce kilometre uzakta, onca yaşanmışlığın ardından Rajastan'ın Pushkar şehrinde bir büfede karşılaştığımızda, o, kendisini bugünkü durumuna getirecek sürece girmişti bile. Hayatın, biz onu programlamaya çalışırken geçen zaman olduğunu çoktan kavramıştı... Bazı açılardan birbirimize benzemekle birlikte, henüz onun verdiği içe dönüşle ilgili cesur kararı vermeye hazır olmadığımın, başarıyı, geleceği ve çağdaşlığı reddetme yolundaki radikal kararı ise hiç bir zaman vermeyeceğimin (veremeyeceğimin değil, vermeyeceğimin) hep farkındaydım. Kendime doğru gittiğimi ne kadar iyi biliyorsam, önümüzdeki yakın zamanda hazır olamayacağımı da o kadar biliyorum. Necdet Şen, bir gün kendine sorduğu, 'Bu koşuşturma, bu hırs ne için, ben kimim ve nereye gidiyorum' sorusunu cevaplayabilmek için, hayatını dolduran ve zamanını çalan hemen her şeyden kendini uzaklaştırmayı ve kendindeki gerçek kendi'yi dinlemeyi seçmiş. Geçirdiği bu suskunluk, bu arınma sürecinde de aradığı cevapların bir kısmını bulmuş. İnternet ortamında yayınlayacağı 'Nereye' adlı kitabında bu farklı yolculuğu okuyabilirsiniz.

GÖZE BATMADAN YAŞAMAK

Epikür'e göre; bir adam güçlendikçe, gücüyle orantılı olarak onu kıskananların, ona rakip olanların sayısı, dolayısıyla ona zarar vermek isteyenlerin sayısı artacaktır. Gücü ve aklı sayesinde bu tür bir şanssızlıktan kaçınabilse bile, böyle bir durumda huzurlu bir hayat ve huzurlu bir ruh hali mümkün olmayacaktır. Buna göre akıllı adam, düşmanlar edinmemek ve huzurlu bir hayat sürmek için fark edilmeden, göze batmadan yaşamaya çalışacaktır.

Sanıyorum zamanı geldiğinde ben de oraya doğru çevireceğim dümenimi, ama bugün karşıma çıkan bütün ejderhalarla döğüşme, tırmanılmaz denen bütün dağlara tırmanma, aşılmaz denen bütün engelleri aşma zamanı...

Nazım Hikmet şarkıları

Nazım Hikmet'in şiirlerinden yedisi, proje yapımcısı Hasan Özgen'in, yönetmen Mehmet Eryılmaz'ın ve kurdukları çok başarılı ekibin eşsiz çalışması sonucunda filmsel bir formatta yeniden canlandırıldı. Şiirleri, bestecileri ve yorumcularıyla müthiş bir titizlikle birleştiren, bu usta işi çalışmanın her bir karesi, her bir melodisi izleyiciyi salondan alıp bambaşka topraklara, bambaşka duygulara götürüyor.

Kültür Bakanlığının desteğiyle, Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı için hazırlanan 75 dakikalık bu Video CD - Kitapta, Ruhi Su'dan 'Kadınlarımız', Sümeyra'dan 'Japon Balıkçısı', Zülfü Livaneli'den 'Karlı Kayın Ormanında', Cem Karaca'dan 'Mavi Liman', İnci Çayırlı'dan 'Kanatları Gümüş Yavru Bir Kuş', Esin Afşar'dan 'Tahir ile Zühre Meselesi' ve Emin İgüs'ten 'Seni Düşünmek Güzel Şey' şiirleri gözlerinizin önünden geçip giderken, yüreğinizin önce hafif hafif kıpırdanışına, yükselerek akmasına ve sonra da çağlayarak coşmasına siz bile hayret edeceksiniz.

Bu son derece titiz ve detaylı çalışmanın ne büyük bir özveriyle yapıldığını ancak tahmin edebiliyorum. Mehmet Eryılmaz, Ozanın, sevda yüzünden ölmenin ayıp olmadığını dile getirdiği, 'Tahir ile Zühre Meselesi' şiirindeki, '...mesela keşfe giderken kuzey kutbunu...ölmek ayıp olur mu...' dizelerinin görsel yorumunda, benim Everest dağı zirve görüntülerimi kullanarak, bu çok keyif aldığım 1. sınıf çalışmaya ucundan da olsa beni de dahil etmişti. 10 saniyelik bu görüntü için ne kadar ince eleyip sık dokuduğunu birebir yaşadıktan sonra, belgeselin tamamını izlediğimde, bu kadar titizlenerek yapılan bu geniş kapsamlı ve eksiksiz araştırmanın, nasıl altından kalktıklarına bir kez daha hayran oldum.

Nazım'a böylesi yakışan bir çalışma, ancak gönülle, sevdayla, tutkuyla, aşkla yapılabilir. İzleyince ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

nmahruki@hurriyet.com.tr

Fax: 0 212 677 04 21

Yazının devamı...
Tarih okyanusunda bir damla
3 Şubat 2001


Nasuh MAHRUKİ

Çok az insan yaşamı gerçekten sever, bunun böyle olduğunun kanıtı da değişim korkusudur. Andre GIDE

Her birimiz ortalama 70 - 80 yıl süresince, geçmişinde yüzbinlerce yıllık bir yaşam tecrübesi bulunan ve gelecekte de muhtemelen en az bu kadar daha var olacak olan bir ırkın temsilcisi olarak yaşıyoruz. Kendi küçük penceremizden baktığımızda, bu yüzbinlerce yıllık tarihin anlamını kavrayamayıp, bir kaç on yıldan oluşan kendi kısacık hayatımızı, tarih okyanusunda bir damla kadar olmasına rağmen, her şeyin merkezi gibi algılıyoruz. İçgüdüsel olarak türümüzün devamını sağlamak için yapmamız gerekenleri yapıyoruz.

Ancak bütün zekamıza ve kapasitemize rağmen, çoğumuz bunu bilinçli olarak kurgulamıyoruz bile. Doğuyoruz, gelişiyoruz, ürüyoruz, yaşlanıyoruz ve ölüyoruz. Yaşam adını verdiğimiz bu sürecin nasıl geçtiğinin yada nasıl geçmesi gerektiğinin çoğumuz farkında bile değiliz. Çoğumuz, Sartre'ın ‘‘kazayla doğmuş, yanlışlıkla yaşayan ve bilgisizlik içinde ölen insanı’’ gibi, hiç iz bırakamadan geçip gidiyoruz bu dünyadan.

KUŞAKTAN KUŞAĞA

İnsanoğlunun bu dünyayı paylaştığı diğer canlılardan en büyük farkı, yaşamı süresince öğrendiği tecrübelerini, kendinden sonraki kuşaklara, onların da teker teker tecrübe etmelerine gerek kalmadan direkt olarak aktarabilmesidir. Bir kurt yavrusu, yalnız geçireceği ilk kışı sağ olarak atlatabilmek için, annesinin bildiği bütün avlanma, savunma, saklanma tekniklerini, kendisi deneyerek öğrenmek zorundadır. Anne kurt ne kadar tecrübeli olursa olsun, yavru, her şeyi en başından teker teker denemek zorundadır.

İNSANLIK KALIR...

İbni Rüşt, insanlığın ortaklaşa düşünüşünden söz etmiş; İnsan ölür, insanlık kalır. İnsan şu kısa ömründe çok şey öğrenemez ama, insanlığın ortaklaşa ürettiği düşünün ulaşamayacağı sınır yoktur.

Her birimizin yaşamı, bireylerin teker teker tecrübesi olduğu halde, insanlık, her bir bireyin tecrübelerini de kendi kollektif bilincine katarak ilerler. Çin'de, Afrika'da, Venezuela'da, ya da dünyanın herhangi bir köşesinde yaşanan olaylar, yalnızca kendi lokal çevrelerinde geçseler bile, insanlığın bilgi hazinesine işler. Bunu yalnızca soyut bir olay gibi algılamayın. Bugün yazılı ve görsel medya sayesinde, Hindistan'da yaşanan depremi de, Amerika'daki başkanlık seçimlerini de, İsrail'le Filistin arasındaki problemleri de anında görebiliyoruz veya büyük bir araştırmacının ya da yazarın, hayatını adayarak öğrendiği bütün tecrübeleri, birebir yaşamamakla birlikte kendi yaşam tecrübemize dahil edebiliyoruz.

KUBİLAY’IN ÖLÜMÜ

Şimdi, kendi küçük penceremizden bir adım geriye açılalım ve dünyaya öyle bakalım. Önce yakın tarihimizden bir örnek; 1930 yılı, Menemen. Kubilay adlı yiğit bir yedek subay, bile bile gencecik boynunu kör bıçaklara teslim ediyor ve bu asla boşuna değil. Türk toplumu bu yiğit subayın fedakarlığından alması gereken mesajı hemen alıyor ve ordumuz yapılması gerekeni yapıyor. Öğretmen olan Kubilay'ın anısına Menemen'de bir heykeli dikiliyor ve bugün ders kitaplarında, yiğit Kubilay'ın, genç bir öğretmeni korumak için nasıl yobazlara karşı korkusuzca direndiği anlatılır. Bir bireyin ölümü, onun toplumunun fark etmesini sağlıyor.

BRUNO’NUN YAKILMASI

Şimdi bir kaç adım daha geriye gidelim. 1600 yılı, 17 Şubat, Roma. Karanlık, dogmacı kilisenin görüşlerine karşı olduğu için, dinsizlikle suçlanan Giordano Bruno, Çiçek Meydanı'nda canlı olarak yakılır. Bruno hayatı boyunca, kilisenin dayattığı dogmalara karşı, diyalektik düşünceyi ve bilgilerin, akıl ve deney üzerine temellenmesi gerektiğini savunur. Aristo'yu eleştirir, Kopernik'in güneş sistemi prensiplerini benimser. İnsanı, yaradılışın merkezine koyan dini görüşü teorileri ile sarsan Kopernik'i de mahkum eden kilise, özgür düşüncelerden çok uzaktır. Engizisyon yedi yıl boyunca Bruno'yu zindanda tutar, işkence yapar, sonra da öldürür. Gerçekler uğruna korkusuzca işkenceye ve ölüme direnen Bruno, bugün özgür düşüncenin bir sembolüdür. İnsanlığın bu çok önemli dersi alması için, Bruno'nun ölmesi gerekiyordu. Ve ders yerini bulur, önce onu yakan insanlık sonra heykelini diker.

PROMETHEUS ATEŞİ

Bir de iyice geriye gidip, bir daha bakalım insanlığa. Kafkaslarda sarp bir dağın tepesinde, Tanrı Zeus tarafından zincire vurulmuş bir titan. Bir kartal her gün gelip onun ciğerini yiyor. Acısını sonsuz kılmak için yenilen ciğer her gün yeniden oluşuyor. Ta ki Herkül gelip, onu bu sonsuz işkenceden kurtarana dek. Prometheus'a çektirilen bu tanrısal işkence, onun Tanrılardan çalıp insana sunduğu ateşin (özgürlüğün, aklın) bedelidir. Bütün bu acılara rağmen, Prometheus her zaman insanların yardımına koştu.

Bu örnekleri istediğimiz kadar çoğaltabiliriz. Sonuç olarak söylemek istediğim; İnsanlığın mükemmel bir şekilde devamını sürdürebilmesi için, her birimiz gerektiği taktirde, bizim için ne kadar zor olursa olsun, yapmamız gerekenleri yapmalıyız. Çünkü önemli olan ben değil biz, insan değil insanlıktır, çünkü önemli olan hayattır.

nmahruki@hurriyet.com.tr

Fax: 0 212 677 04 21

Yazının devamı...
Gelişme ve refah kötülükten doğdu
27 Ocak 2001


Nasuh MAHRUKİ

Sokrates, ‘‘Erdemlerimiz olmazsa, toplumumuz çürür’’ der, Mandeville ise, ‘‘Erdemsizliklerimiz olmazsa, toplumumuz gelişmez’’. Ona göre, erdemsizlikler insanı ileriye götüren bir kamçıdır. Bencillikle kamçılanmayan insan miskinin biridir. Eğer tutkular olmasaydı, insan sünepeleşirdi, gelişemezdi.

Bernard de Mandeville, 1714 yılında 'Arılar Efsanesi ya da Genel Zenginliği Yapan Kişisel Kötülüklerdir' adlı bir kitap yayınlar. Bu küçümen kitap, 18. yüzyıl aydınları arasında gerçek bir fırtına koparır. Döneminin hatta bugünün bile genel anlamda kabul gören, Sokrates'in tohumunu attığı ve büyük düşünürlerin geliştirdiği 'olumlu erdem' kuramını kökünden sarsan bu kitap, bence bugünkü bakışımıza göre bile insanları şaşırtacak, düşündürecek ve yoğun tartışmalara yol açabilecek kadar güçlü bir kitaptır.

Mandeville, insan toplumunu bir arı kovanı olarak değerlendirdiği hayli ilginç bir çalışma yapar. Buna göre, arıları durmadan çalıştıran, güvendiren, zengin eden, örgütleyen, örnek bir toplum haline getiren neden, erdemlilik değil erdemsizliktir. Arı kovanındaki yükselmenin nedenleri hırsa, çekememezliğe, kendini beğenmişliğe, açgözlülüğe ve zevk düşkünlüğüne dayanıyordu. Bir diğer deyişle, gelişme ve refah, kötülüklerden doğuyordu. Genel zenginlik, özel kötülüklerin çatışmasından çıkmıştı.

Kişisel tutkular, hırslar, açgözlülükler, çekememezlikler birbiriyle karşılaşıp çatıştıkça arılar toplumu gelişip güçlenmekteydi. Mandeville, buradan sonra masalsı hikayesine şöyle devam ediyor; Erdemsizlikle zengin olmuş bir arı düşünürü, bu genel erdemsizliği gözleyerek; aynı insan topluluklarında olduğu gibi, 'erdem elden gidiyor, bunun sonu nereye varacak' diye veryansın ediyor. Gün geçtikçe, bu söylemi diğer arılar tarafından da destek görüyor ve artık bütün arılar erdemlilik halini özlemeye başlıyor. Bu durumu uzaktan uzağa izleyen ve gerçeği gören Tanrı Jüpiter gittikçe öfkeleniyor ve ceza olarak, arıların tümünü birden erdemli kılıyor.

KÖTÜLÜK KAMÇISI

Kitabın buradan sonrası daha da ilginçleşiyor. Erdemli arıların kovanı artık ıssız bir çöle dönüşmüş. Mahkemeler kapanmış, yargıçlar, avukatlar, polisler, papazlar, devlet memurları, hemen herkes işsizlikten bunalmaktadır. Her arı azla yetinmekte, kimse çalışmamaktadır. Sadece gerekli olan işler yapılmaktadır. Herkes tutumlu olduğu, aşırı zevklerinden sıyrıldığı, başkalarını kıskanmadığı ve pek azla doyduğu için artık çok az şey gereklidir. Lüks, düşünce, sanatlar neredeyse sıfıra inmiştir. İşsizlik almış yürümüştür. İyi arılar savaş güçlerini de yitirmişlerdir ve düşmanları bundan faydalanıp, onları kılıçtan geçirirler. Kitabın sonunda canını kurtarabilen pek azı da bir ağaç kovuğuna sığınır.

Erdemi hep pozitif yanından algılayan çoğu düşünürün yanısıra, bencillikle ve kişisel çıkarlarla erdemin uyuşabileceğini düşünenlerin sayısı da az değildir. Mademki toplumun iyiliğini, - altını kazıdığımızda yine kendi iyiliğimiz çıksa bile- birçok davranışımızda kendi iyiliğimize üstün tutuyoruz, son çözümlemede bu yine de erdemli olmaktır.

Alman düşünürü İmmanuel Kant, düzensizlikler düzen içindir der. İnsan tüm iyi olsaydı gelişemezdi. Kötülükler, insanı iyilikler için geliştirmektedir ki bunun da sonucu bir toplum düzenine varacaktır. Uyuşmazlıklar çatışa çatışa, yetkin toplumu hazırlamaktadır. Bu bakış açısını her zaman çok ilginç bulurdum, düzensizlikler düzenin ve uyuşmazlıklar da uyumun hazırlayıcısıysa, belki de her yaşadığımız sorunu daha farklı bir pencereden algılamayı ve bizi götürdüğü noktayı önceden görmeyi deneyebiliriz.

Hava durumu bu kitapta

Doğa sporcularının, yelkencilerin, yürüyüşçülerin, çiftçilerin, balıkçıların, hatta tatil organizatörlerinin her zaman hava durumunu önceden öğrenmeleri ve planlarını buna göre yapmaları gerekir. Bunun için kullanabileceğiniz bir takım web sayfaları internet ortamında mevcut. Örneğin ben, bir hafta sonu arkadaşlarımla birlikte Türkiye'nin herhangi bir yerinde, kara, deniz veya havacılık sporlarından herhangi birini yapmayı planlıyorsam, mutlaka önceden o bölgede beklenen hava durumu ile ilgili bilgi almayı tercih ediyorum. Sizler de herhangi bir doğa etkinliğine çıkmadan önce veya havanın mutlaka açık olmasına ihtiyaç duyduğunuz önemli bir organizasyon öncesinde, Meteoroloji'yi arayıp beklenen hava durumunu sorabileceğiniz gibi, www.meteor.gov.tr, www.nemoc.navy.mil veya www.marineweather.com gibi adreslere girip bir haftalık hava durumu raporlarını da alabilirsiniz.

ANINDA TAHMİN

Bugünlerde kendi kendinize de hava tahmini yapmanızı sağlayacak yeni bir kitap çıktı piyasaya. Son yıllarda pek çok başarılı meteoroloji kitabı hazırlamış olan Alan Watts'ın derlediği, 'Anında Hava Tahmini'. Merak eden herkes için çok faydalı bir başucu kitabı olabilir.

Anında Hava Tahmini, 24 tam sayfa renkli bulut fotoğrafı incelemesinden yola çıkılarak hava tahmini yapılabilen pratik bir rehber. Kullanımı da çok basit. Sizinkini en çok andıran gökyüzünü bulun, sonra başlıca ipuçlarının mevcut olup olmadığına bakın. Eğer varsa, o zaman başlıca öngörülenleri ve açıklamasını okuyun. Meteoroloji, rüzgarlar, bulutlar, cepheler, hava akımları ve benzeri konularda merak ettiğiniz pek çok bilgiyi, son derece basit ve anlaşılır haliyle okuyup öğrenebileceğiniz bu cep kitabının çok işinize yarayacağını düşünüyorum.

nmahruki@hurriyet.com.tr

Fax: 0 212 677 04 21

Yazının devamı...
Kader kimin sorumluluğu?
20 Ocak 2001


Nasuh MAHRUKİ

İnsan aklının gelişimi hala büyük bir maceradır... pek çok açıdan, yeryüzündeki en büyük maceradır.

Norman COUSINS

Geçen hafta yazdığım doğa, olasılıklar zinciri, bütünlük ve ahenk ile ilgili yazıdan sonra sizlerden pek çok mail aldım. Zor bir konu olmasına rağmen, pek çok kişinin daha önceden üzerinde düşündüğü ya da ilk kez duysa bile oldukça ilginç bulduğu bir konu seçmişim. Hemen hemen her hafta okuyucularımdan, hayatımda bazen yeni açılımlara yol açan değişik yorumlar ve bakış açıları alıyordum ama geçen haftaki yazımdan sona gelenler beni gerçekten de kamçıladı ve cesaret verdi. Doğrusu ya, bir yazar için yazdıklarının uzaklarda bir yerlerde, görmediği, tanımadığı kişiler tarafından paylaşıldığını ve üzerinde düşünüldüğünü bilmek ve bunun geri dönüşünü almak herhalde en büyük mutluluklardan biridir. Bu ilginize öncelikle teşekkür etmek istiyorum.

Bu hafta da, bu konunun devamı niteliğinde olduğunu düşündüğüm kader, özgür irade ve seçim konularındaki düşüncelerimle devam etmek istiyorum.

OLASILIKLAR VE BİREY

Geçen hafta, matematik bir denge üzerine kurulu olduğunu düşündüğüm doğanın, duygudan yoksun olduğundan ve şaşmaz bir kesinlikle olasılıklarını gerçekleştirdiğinden bahsetmiştim. Aynı şekilde her birey için de, sonsuz sayıda olasılık vardır. Doğu düşünündeki karma, bir diğer deyişle nedensellik yasasına göre, bugün pozitif enerji üretenler, yarın pozitif enerji bulacaklardır. İyilik yapan iyilik bulur, ya da tam tersi. Doğayı, bir neden-sonuç ilişkisi olarak algılayabildiğimiz taktirde, gerçekleşen olayların, aslında doğadaki olasılıklar zincirindeki kuvvetlerin ilişkisine bağlı olduğunu görebiliriz. Bu olasılıkların varlığının ve birbirleriyle olan şaşmaz ilişkisinin gerçekte, din kitaplarının ‘‘kader’’ diye adlandırdığı şey olduğunu düşünüyorum.

Her birimizin kaderinde sonsuz sayıda olasılık vardır. Biz, özgür irademize bağlı seçimlerimizle ürettiğimiz negatif ya da pozitif enerjilerilerle, bu olasılıklardan bazılarının gerçekleşmesine sebep oluruz. Sonra da onları, bize göre iyi ya da kötü diye niteleriz. Yaşam, aslında bizim seçimlerimize bağlı olan bu olasılıkların peşpeşe ortaya çıkması, bir diğer deyişle kaderin gerçekleşmesidir. Buna göre kaderimizde sonsuz sayıda olasılık var. Bizim seçimlerimiz ve ürettiğimiz enerjiler, bu olasılıklardan hangilerinin ne sırayla ve süreyle gerçekleşeceğini belirler.

Burada bireysel varlığımızın deneyimlediği olayları sadece bir insan ömrü (şimdiki zamandaki kendi ömrümüz) içinde değerlendirmek bizi yine çıkmaza sürükleyecektir. Bu yüzden daha geniş bir pencereden görmeye çalışarak, bütünün bir parçası olduğumuzu ve bütünün içindeki bizim kavrayamayacağımız ancak varolan karmaşık ilişkiler dengesinden de etkilenerek hayatımızdaki olayların gerçekleştiğini düşünmemizin daha doğru olduğunu söyleyebilirim.

Hindu Upanişad'larında şöyle bir cümle geçer: ‘‘İnsan eylemleriyle kendisini yaratır, insanın arzuları ne ise kaderi de odur.’’ İnsanoğlu sürekli elinde tuttuğu seçim özgürlüğü ile, geleceğini kendisi belirler. Daha önceki seçimlerine göre sürpriz bir seçim yapabilme özgürlüğüne her zaman sahip olması da, büyük kahinlerin ve kehanetlerinin bile, neden zaman zaman yanıldıklarının bir açıklamasıdır. Aslında hepimiz sonsuz bir özgürlüğe sahibiz, ancak hep aksi yönde koşullandırıldığımız için bunu kullanamıyoruz. Son çözümlemede yaşadıklarımız hep sonsuz özgürlüğümüzün seçimlerinin doğal sonuçlarıdır. Sonuçların sebeplerden türediğini kavradığımız zaman, sebepleri değiştirerek, sonuçlar üzerinde etkili olabileceğimizi görürüz. Bir diğer önemli nokta da, bugün sonuç olanın, yarın bir başka sonuç için sebebe dönüşeceğinin farkında olmaktır.

Kaba bir benzetme yapacak olursak, birden itibaren saymaya başladığımızda normal şartlarda iki, üç, dört, beş gibi devam edeceğimizi düşünürüz. Ancak özgür irade, her zaman dörtten yediye atlama veya geri dönüp üçü seçme şansına sahiptir. Bir başka deyişle, sıradışı bir seçim yapabilir. Sıradışı bir seçim de sıradışı bir gelecek doğurur.

İYİ VE KÖTÜ

Hemen bununla paralel olduğunu düşündüğüm bir başka kavrama geçmek istiyorum. Buddha'ya göre; Bilge kişi için kötü denilecek bir şey yoktur. Hayatın herhangi bir tersliği, bunu nasıl kullanacağını bildiği taktirde onun gelişimine yönelik bir basamak oluşturur. Buna göre en önemli konu, olaylara ne şekilde ve ne yönden baktığımızdır. İçinde yarım bardak su bulunan bir bardağı yarısı dolu veya yarısı boş diye tanımlamak, tamamen bize bağlıdır. Pozitif taraftan bakmaya çalıştığımız sürece, aynı olayın hayatımıza etkisi son çözümlemede bütün olasılıklar yerine oturup, kaderimiz gerçekleştiğinde, yine pozitif olacaktır. Üzerinde durmak istediğim bir diğer önemli konu da pozitif veya negatif kavramını, son derece göreceli olan iyi ve kötü kavramları ile karıştırmamak gerektiğidir. Ama bu bir başka yazının konusu...

nmahruki@hurriyet.com.tr

Fax: 0 212 677 04 21

Yazının devamı...
Ben herşeyim, hiçbirşeyim
13 Ocak 2001
Nasuh MAHRUKİ

Vahşi doğada başı derde girenlerin şaşırdıklarından bahseder Jack London: ‘‘İnanması zor gelir ya da daha doğrusu iki ziyaret arasında anımsaması zor olur ama vahşi doğa bize ne olduğuyla hiç ilgilenmez. Bizim ona gitmemizin sebeplerinden biri de budur aslında. Arada pek önemli olmadığımızın bize hatırlatılması iyidir.’’

Bu paragrafı ilk okuduğumdan bu yana zaman zaman üzerinde düşünüyorum. ‘‘...önemli olmadığımızın bize hatırlatılması iyidir.’’ Doğrusu ya, kendini herşeyin merkezi olduğuna inandırarak varlığını sürdüren insanoğluna, aslında bu düşüncesinin ne kadar boş olduğunu göstermek bana hep çok ilginç gelmiştir.

Vahşi doğa

Bu başlığı koyarken çok düşündüm. Tutkuyla aşık olduğum doğaya, doğa kadar büyüleyici, etkileyici ve müthiş cazibeye sahip bu olağanüstü güzelliğe ‘‘vahşi’’ demek biraz ağırıma gidiyor. Ancak herkesin benim gözlerimle bakmadığının ve bakması da gerekmediğinin farkındayım. Bu yüzden biraz daha herkesçe anlaşılabilir olmayı tercih ettim. Son çözümlemede, kişisel olmayan ve kendi başına bırakıldığı taktirde sadece tartışılmaz bir kesinlik ve adalet içinde işleyen bu sistemin kusursuz olduğunu düşündüğümü söyleyebilirim. Kesin bir düzen içinde işleyen doğa duygudan yoksun olduğu için, bizim onun hakkında ne düşündüğümüze aldırış etmez, çünkü hiç birini fark etmez. Doğa yalnızca olasılıklarını gerçekleştirir.

KAOS MU, AHENK Mİ?

Demokrit'e göre evrende her şey, dünya, güneş, deniz, dağlar, insan ve insan yasaları, Tanrıların iradesiyle değil, sebeple sonucun zorunlu akışıyla meydana gelmiştir. Evren bir kaos olmayıp, bir ahenktir. Görünen düzensizlikte, kendine göre sıkı bir düzen vardır. Her şey zorunluğa bağlıdır.

Dünya, karma, bir diğer deyişle sebep-sonuç ilişkisine bağlı bir olasılıklar zinciri üzerine kurulu. Her şey yalnızca bu olasılıklar zincirinin bir parçasıdır. Benim Everest'e, veya K2 dağına tırmanan ilk Türk dağcısı olmam da öyle. Everest'e 1995 Mayısında ve K2'ye 2000 Temmuzunda bir Türk'ün çıkmasının sebebi, olasılıklar zincirinde bunların zamanı ve sırası geldiği içindi. Bu Türk'ün ben olmam ise yalnızca benim için farklı görünüyor. Çünkü kendi bilincimi ayrı bir varlık, kendimi tamamen bağımsız, ayrı bir birey olarak görüyorum, bir başka deyişle kendimi bu şekilde önemsiyorum. Gerçekte yalnızca doğadaki olasılıklardan biriyim ve diğer olasılıklardan ne daha değerli ya da değersiz, ne daha önemli ya da önemsiz, ne de daha iyi ya da kötüyüm. Yalnızca doğa dediğimiz bütünün bir parçasıyım. Bu bütün, ancak bütün parçaları ile birlikte varolabilir, ne eksik ne fazla. Dolayısıyla bu noktada birey olmak, kendi olmak kavramının dışına çıkmak ve bütünün diğer parçalarına eşdeğer bir parçası olarak kendimizi algılamamız gerekiyor. Budistler, ‘‘self’’-‘‘kendi’’ diye bir şey olmadığını söylerler. Tasavvufta da, öğretiyi alanlara son aşama olarak, Tanrı özünden başka bir öz bulunmadığı ve kendi varlığının aslında yokluk olduğu öğretilir.

Hatırlıyorum da, bu duyguyu ilk kez bundan 5.5 yıl önce Everest'in zirvesinde geçirdiğim 20 dakika içinde hissetmiştim. Gözyaşlarım bana inat süzülürken ‘‘aslında her şeyin ben olduğumu ve benim hiç bir şey olmadığımı’’ farketmiştim.

Bu noktada şunun farkına varıyorum: Ben, Everest'e tırmanan ilk Türk ve Müslüman olmuş, Yedi Zirveleri tamamlayan dünyanın en genç dağcısı olmuş, Kar Leoparı ünvanlı, K2 dağına tırmanmış, bir sürü ilginç iş başarmış ‘‘koskoca! Nasuh Mahruki’’ değilim. Yalnızca, doğanın gerçekleşme zamanı gelmiş olasılıklarından biriyim. Benden başka herkes, benim doğanın olasılıklarından bir tanesi olduğumu anlayabilir. Yalnızca ben, kendimi ayrı bir birey olarak algılama yanılgısına düştüğüm için (kendimi önemsediğim için) bunda zorlanıyorum. Oysa dışarıdan bakıldığında, rahatlıkla, eee, artık Everest'e de bir Türk'ün ya da Müslüman'ın çıkma zamanı ya da K2 dağına da bizden birinin tırmanma zamanı gelmişti denilebilir. (1995 yılında) 29 yıllık Dağcılık Federasyonumuz ve binlerce yetişmiş dağcımız var. Onlardan biri, elbette ki bir gün tırmanacaktı Everest'e.

Bu noktada şunu belirtmek ihtiyacı duyuyorum: Bence en doğrusu, yaşama güçlü bir bireysellikle başlamak ve kendini iyice tanıyıp öğrendikten sonra, doğanın ve sistemin işleyişini kavramak ve sonra da bu sistemin içinde, kendi yerinin farkına varmak olmalı. Böylece kişinin, kendi olmaktan çıkıp, doğanın bir parçası olduğunu algılayarak, gerçek konumunun idrakine varmasının en doğrusu ya da en kolayı olduğunu düşünüyorum.

nmahruki@hurriyet.com.tr

Fax: 0 212 677 04 21

Yazının devamı...
Tek başına dünyaya yelken açmak
6 Ocak 2001
Nasuh MAHRUKİ

Geçtiğimiz bayram, Finike yat limanına demirlemiş 13 metrelik 'Solitaire' - 'Tek Başına' adlı, 14 yaşındaki yarış için tasarlanan teknesiyle iki yıldır dünyayı gezen Küba asıllı Amerikalı bir denizciyle tanıştım. Eski bir polis olan Stephen Faustina, 18 yıl boyunca Oakland'da görevini yaptıktan sonra emekliye ayrılmış ve son üç yılı teknede yaşayarak olmak üzere 10 yıldır sürdürdüğü deniz tutkusu, onu sonunda bu dünya seyahatine çıkarmış.

San Fransisko'dan başladığı yolculuğuna, Meksika, Kosta Rika, Panama, Honduras, Yukatan yarımadası ve Küba ile devam etmiş. Sonra geriye Florida'ya dönmüş ve teknesini Atlantiğe burada hazırlamış. Florida'dan Bermuda'ya, oradan Azor Adaları’na ulaşmış, sonra da Cebelitarık Boğazı'nı geçip Akdeniz’e girmiş. Arada fırsat buldukça teknesiyle, tek kişilik ya da tayfa olarak kendisine katılan diğer denizcilerle birlikte yerel yat yarışlarına katılmaktan büyük keyif alıyormuş.

4 YIL DÜNYA SEYAHATİ

59 yaşında olmasına rağmen atletik bedeni ve kırışmamış cildiyle inanılmaz dinç ve sağlıklı görünen bu güler yüzlü adamla aramızda kısa sürede çok hoş bir dostluk oluştu. Hayata ve dünyaya o kadar benzer duygularla bakıyormuşuz ki, yaşam tecrübesi benden çok daha fazla olan, benim yaşımda çocuklara sahip bu denizciyle yaşadığım duygusal paralellik benim için hoş bir tecrübe oldu. Sohbetimiz sırasında bir an sanki kendi yaşlılığımla konuşuyormuşum gibi bile hissettim.

Aylık 1500 - 2000 dolara gelen emekli maaşıyla son derece rahat bir şekilde iki yıldır sürdürdüğü seyahatinin iki yıl daha süreceğini söyleyen Stephen, Haziran sonunda geldiği Finike'den Ocak sonunda ayrılmayı düşünüyor.

Bu süre içinde, İstanbul'u, Kuşadası'na kadar olan kıyılarımızı ve Kapadokya'ya kadar da ülkenin iç kısımlarını gezmiş. Aslında burada bu kadar uzun süre kalmayı planlamıyormuş ama, Türkiye'yi o kadar beğenmiş ki süresini uzatmış. Finike'deki yat limanını, rahatlığı, güvenliği, düzenli yapısı ve Finike'nin çok hoş iklimi ve doğal güzelliği nedeniyle seçmiş. Gerekli bakım ve onarımını da burada yaptırdığı Solitaire, ay sonunda önce Kıbrıs'a, oradan Mısır'a ve Süveyş Kanalı'ndan Kızıl Deniz'e doğru yola çıkmaya hazır durumda heyecanla bekliyor.

KEYİF ALIYORUM

'Yelken yapıyorum çünkü keyif alıyorum' diyenlerden. Yaptıklarının arkasına derin felsefeler veya haklı gösterecek gerekçeler koymuyor, sadece sevdiği için yelken yaptığını söylüyor. Gün gelir bana aynı tatmini veren başka bir şey bulursam, önceliklerimi rahatlıkla değiştirebilirim diyecek kadar da değişime açık bir karaktere sahip. Şansı fazla önemsemiyor ama insanın karşısına çıkacak fırsatları değerlendirmesi gerektiğini düşünüyor.

Denizciliğin yanısıra Stephen, aynı zamanda eski bir maraton koşucusu ve kaya tırmanıcısı. Gençken yaptığımız her şeyin şimdi fark etmesek de, gelecekte fiziksel olarak, eklemler, bilekler, kemikler, iç organlarımız veya vücudumuzun başka bir yeri için zararlı sonuçları olabileceğine dikkat çekiyor ve titremesini kontrol edemediği ellerini gösteriyor. Mesleği ve hobileri gereği yaşadığı aşırı gerilimli olaylardan dolayı, ani adrenalin yüklenmelerinin ileri yaşlarda zararlı olacağını bilecek kadar tecrübeli. Bir kedi olsaydım, çoktan öbür tarafa gitmiştim diyor, 9 canın yaşam tarzına az geleceği açıkça anlaşılıyor.

HER GÜN BİR ARMAĞAN

Her günün bize verilmiş paha biçilmez bir armağan olduğunu söylüyor.

Herkesin kendi hayatını değiştirebilecek, istediğinde yeniden düzenleyebilecek güce sahip olduğuna inanıyor. Bireyin gücüne inanıyor ve bugünkü vizyonunu, birey olma özgürlüğünü destekleyen bir ülkede doğmasına, bir sosyal çevrede yetişmesine ve bir aileye sahip olmasına bağlıyor. Vizyondan bahsederken en başa eğitimi yerleştiriyor ve bunu güçlü ahlaki değerler ve doğru ile yanlışı ayırd etmemizi sağlayacak bir inanç ve güven temeliyle desteklemeliyiz diyor.

Dağcılığın, denizciliğin bütün cazibesine ve güzelliğine rağmen, herkes için olmadığını önemle vurguluyor. Her bireyin kendisi için iyi ve doğru olanı bulması gerektiğini söylüyor. Üstüne basarak da fiziksel antrenmanın, sporun sağlıklı bir vücut ve sağlıklı bir zihin için çok faydalı olduğunu ekliyor.

KRİTİK ANLAR

Büyük depremlerde, yangınlarda, afetlerde görev yapmış bir polis olarak da, en sert denizde teknesindeki tayfanın sorumluluğunu taşıyan bir kaptan olarak da, 'kritik anlar' diye tanımladığı tehlikeli ve riskli durumlarda kendini kontrol etmeyi ve kendisinden bir şey bekleyen insanları sakinleştirip, doğru harekete yönlendirmesi gerektiğini çok iyi biliyor. Meslek hayatı boyunca eğitim verdiği genç polislere verdiği en önemli öğüt; kritik anlarda ne yapacağını bilemez bir şekilde durmaya, kendinlerini olayların akışına bırakmaya hakları olmadığı yolundaymış. Bu tür aşırı gerilimli durumlarda, insanların en azından manevi olarak bir lidere, bir yol göstericiye ihtiyaç duyduğunu ve oradaki tek üniformalı kişi olarak mutlaka bir şey yapmaları gerektiğini öğretmiş. Kendisini hayatı boyunca bu sorumluluğa sahip biri olarak yetiştirmiş.

Finike'deki yat limanında, ya da güzelim kıyılarımızdaki diğer yat limanlarında, Stephen'dan başka dünya seyahatine çıkmış, yıllardır denizlerde olan, her biri birbirinden ilginç hikayelere sahip pek çok denizci var. Bizim kültürümüz için her ne kadar garip görünse de, batılı denizciler arasında hayatlarının bir döneminde böylesine büyük bir seyahate çıkmak son derece doğal. Bana gelince, kendi dünya seyahatimin biletini yıllar önce alıp kalbime koymuştum, sadece zamanının gelmesini bekliyorum.

Stephen'a ve açık denizlere yelken açan tüm denizcilere bol şans diliyorum. Rüzgarları kolayına olsun...

nmahruki@hurriyet.com.tr

Fax: 0 212 677 04 21

Yazının devamı...
Yeni randevu Pasifik’te
25 Mart 2000
Nasuh MAHRUKİ

Camel Trophy 2000 elemeleri Güney Afrika'da, Sodwana körfezinde yapıldı. Türkiye, Rusya ve Güney Afrika'da düzenlenen elemelerde seçilen son 10 yarışmacı, bir hafta boyunca 40 decece sıcak ve yüzde yüze yakın nemli bir ortamda, 3-4 metrelik dalgaların arasında ve gün içinde okyanusta gerçekleşen gel-git hareketleriyle mücadele ettiler. Sözkonusu üç ülkenin, son üç yarışmacısını belirlemek için burayı seçmesinin en önemli sebeplerinden biri de, Sodwana'nın coğrafi ve iklim koşulllarının Güney Pasifik koşullarına yakın olmasıydı. İlk günlerin boğucu sıcağına rağmen, bu sezonun Güney Afrika'da aşırı yağışlı geçmesi, haftanın ikinci yarısında yarışmacıların işini daha da zorlaştırdı.

Toplam 30 yarışmacı kendi ülkelerini Tonga / Fiji'de en iyi şekilde temsil edecek en iyi ekibi belirlemek için günler ve geceler boyu son derece zorlu ve ağır etaplarda yarıştılar. Öncelikle bu yılki Camel Trophy'nin kendine özgü disiplinlerinde başarılı olmak için gereken her türlü eğitim ve tecrübe, uzman eğitmenler tarafından bütün yarışmacılara verildi. Ardından yarışmacılar, rakiplerinin aralarından sıyrılmak için bu disiplinlerde sıkı bir mücadeleye girdiler.

KATILMAK HERŞEY

Yarışmacılar, fiziksel yetenek, dağ bisikleti, kano, tırmanış, kıyı kurtarma, şnorkelli dalış, aletli dalış, RIB (sert şişme bot) kullanma tekniği, güvenlik ekipmanları, düğümler ve bağlama teknikleri ve navigasyon konularında önce eğitim aldılar ve ardından ilgili konularda yeteneklerini sınadılar.

Yarışmacılar bazen teker teker, bazen de ikili, üçlü, dörtlü, onlu gruplar halinde birbirleriyle mücadele ettiler. Burada amaç, hem her yarışmacının bireysel yeteneklerini hem de grup içindeki uyumunu ve grup çalışmalarındaki etkinliğini anlamak. Fikir üretebilen, başkalarının görüşünü de değerlendirip en uygun yöntemi seçmesini bilen ve liderlik yeteneği olan yarışmacıları tanımak amacıyla, bazı etaplar bütün fiziksel zorluğunun ötesinde, ancak çok verimli bir işbirliği, uyum ve konsantrasyon sayesinde yapılabilecek şekilde tasarlanmıştı.

Camel Trophy'lerin genel uygulaması olarak her yarışmacı çok iyi bir ilkyardım eğitimi de aldı. Zorlu doğa koşullarında verilecek mücadele sırasında olası bir kazaya karşı her yarışmacının ilk müdaheleyi yapabilmesi için son derece önemli olan ilkyardım eğitimini bütün yarışmacılar dikkatle izledi.

Haftanın sonunda, bütün gücüyle yarışan ve herbiri bir diğerine yakın performansta olan 30 yarışmacıdan yalnızca dokuzunu bir sonraki elemeye katılmak üzere seçmek bütün hakemler için çok zor oldu. En sonunda birbirinden yalnızca ince detaylar ve küçük puan farklarıyla ayrılan her ülkeden ilk üç aday belirlendi. Camel Trophy'nin mottosu olan; 'Kazanmak işin yalnızca bir parçası, katılmak ise herşeyi' cümlesi her bir aday yarışmacı için de geçerliydi. Burada yaşadıkları tecrübeleri, kendi yetenekleri ve doğa hakkında öğrendikleri incelikleri ve yaşadıkları dostlukları bir ömür boyu hatırlayacak olan bu gençler, son üç adayın içinde olamasalar da, Camel Trophy'nin bir parçası olmaktan mutlu, belki bir dahaki sefere diyerek, Sodwana'dan ayrıldılar. Öyle ki hemen hemen hepsinin aklında iki yıl sonraki Camel Trophy'nin elemelerine daha sıkı hazırlanıp bir kez daha katılmak var...

2000 TROPHY’Sİ

Bundan sonraki eğitim ve eleme önümüzdeki ay, İngiltere'de toplam 16 ülke yarışmacılarının son üç adayları arasında yapılacak. Buradan seçilecek son iki yarışmacı da haziran - temmuz aylarında Güney Pasifikte düzenlenecek Camel Trophy 2000'de yarışacaklar.

1996 yılında Selim Kemahlı ile Türkiye'yi temsilen katıldığımız Kalimantan'da Takım Ruhu ödülünde ikinci, genel sıralamalarda dördüncü olduğumuz Camel Trophy'e göre son derece yeni bir disiplin ve bakış açısı ile düzenlenen bu yılın Trophy'sinin oldukça heyecanlı ve zevkli olacağını görebiliyorum. Her Trophy'ci gibi Kalimantan hala benim için çok hoş ve keyifli bir anı...

Bu yıl Türkiye'yi temsil edecek olan Zeynep Atabay, Arif Gürdenli, Serkan Koray üçlüsünden seçilecek olan ikilinin Türkiye'yi en iyi şekilde temsil edeceğini ve bu yıl bize iyi bir derece getireceğine inanıyorum.

nmahruki@hurriyet.com.tr

Fax: (0212) 677 04 21

Yazının devamı...