(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Nihat Demirkol" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Nihat Demirkol" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Nihat Demirkol
‘Geri dönüşsek’ diye iç geçirdim
23 Aralık 2016

 

Kucak dolusu para dökülür, en süslüsü ve en gösterişlisini yaptırmak için... Sonra ele alınır, bir kez bakılır, daha sonrası çöptür! Giden onca paraya mı, harcanan emeğe mi, yoksa hammadde için kullanılan kesilmiş ağaçlara mı yanarsınız? Siz karar verin artık...


Ben bir öğretmenim! Doğruları öğretmeye, öğrencilerinin hayatında yeni ufuklar açmaya çalışan; bütün öğretmenler gibi... Geçen yıl 4. sınıfı okuturken, ‘geri dönüşüm’ ile ilgili çalışmalar yapmaya başladık sınıfta. Küçük başladı her şey önce, ama sınıfın ilgisi, velilerin katkısı büyüdükçe, yaptığımız işler hem okul bahçesinde, hem de Çevre Günü’nde Gündoğdu Meydanı’nda sergi açabilecek kadar büyüdü birden. Emek çok büyüktü, ama farkındalık da bir o kadar büyük oldu... Serginin konusu ‘geri dönüşüm’ olunca, hazırlanacak davetiye de farklı olmalıydı ki, ‘geri dönüşüm’ün önemini tam olarak anlatabilelim. Kitap ayracı şeklinde tasarladık ilk davetiyemizi. Atılmayacak, kullanım amacı olacak, dahası kitap okuma alışkanlığını hatırlatacaktı çocuklarıma... Öyle de oldu.


Bu yıl 1. sınıf okutuyorum. ‘Yerli Malı Haftası’ geldi çattı bu sefer de. Yeni bir etkinlik, yeni bir davetiye demekti. Yine bir farklılık olmalı, farkındalık yaratmalıydı. Bu kez, özellikle ‘Türk Malı’ olduğunu gösteren rakamları vurgulamalıydık. ‘869’un farkına varmalıydı öğrencilerim, velilerim... ‘GELECEĞİN İÇİN, alırken barkoduna BAK’ dedik, slogan olarak. Çocuklarım, yeni yeni okuyorlar. Okudukları kitapların arasına ‘davetiye şeklindeki ayraçları’ koyuyorlar. Alışveriş yaparken, minicik yürekleriyle nereye bakacaklarını biliyorlar. Çünkü ne görmeleri, ne hissetmeleri, neyi aramaları gerektiği, her an gözlerinin önünde...”

Benim gibi, ‘Yerli malı Türk’ün malı / Her Türk onu kullanmalı’ sloganıyla büyümüş bir kuşağın temsilcisi için çok önemliydi bu ‘iddiasız ama büyük’ proje. Rica ettim; bu kitap ayracından 1 adet ulaştı elime... Üzerinde diyor ki, “...Barkodlardaki ilk 3 rakam, ülkeleri temsil etmektedir. Türkiye’nin rakamı 869’dur. Barkod’u 869 ile başlayan ürünler, Türk Malı anlamına gelir...” Siz bu ayrıntıyı biliyor muydunuz? Ben bilmiyordum! Bornova – Çamdibi, Yıldırım Beyazıt İlkokulu 1-C sınıfının öğretmeni ve 27 öğrencisi sayesinde öğrendim. Tabii zamaneler benim gibi yazı çocuğu değil, Barkod çocuğu, QR KOD çocuğu... Onlara da böyle anlatmak lâzım!


Kütüphaneme doğru yürüdüm. Prof. Dr. Toktamış Ateş’in “Ne oldu bize?” isimli kitabına uzandı elim. Ne aradığımı biliyordum. İçini bile açmadım. (1994 koşullarına feryat eden) ilk baskısının arka kapağını çevirdim doğrudan...


“...Mustafa Kemal’in Genç Cumhuriyeti, fukara bir ülkeydi. Halkını ‘tutumlu olmaya’, ‘yerli malı kullanmaya’ özendiren bir ülkeydi. Ama bugünün kimi yöneticilerinin akıllarının alamayacağı kadar itibarlı ve düşünemeyecekleri kadar onurlu bir ülkeydi. O günlerin Türkiye’sinin ‘jet sosyetesi’, ‘paparazzileri’, ‘Âlemleri’ yoktu. Bugün kimilerinin dalga geçtiği Cumhuriyet Bayramı balolarına, ayaklarını sıkan Sümerbank pabuçlarıyla giderdi valiler. O günlerin Türkiyesi’nin başbakanlarının yurtdışında yatırım yapacaklarını söyleseler, söyleyeni ‘deli’ diye akıl hastanesine kaldırırlardı. O günlerin Türkiyesi’nde trilyonluk yolsuzluklarla suçlananlara devlet protokolünde yer vermezler, erdem ve ahlâk üzerine nutuk attırmazlardı. Ama o günlerin Türkiyesi umut ve inanç doluydu. O günlerin Türkiyesi gururluydu, haysiyetliydi. Müstemleke valisi edasıyla konuşmak isteyen kimi kendini bilmezlere, tek tek yalatırdı o söylediklerini... Ne oldu bize?” 

Sonra, koca bir paragrafı, bilmeden bir kitap ayracına sığdırmışlar gibi geldi bana. Daha doğrusu , “bu ayracın bir barkodu olsaydı...” dedim içimden; “okuttuğunuzda, yukarıdaki paragraf dile gelirdi herhalde...” Teşekkürler 1-C... Yolunuz açık olsun! Dilerim, tez vakitte, “Genç Cumhuriyet’in itibarlı ve onurlu yetişkinlerine geri-dönüşürsünüz...”

Yazının devamı...
“Keçi tabiatlı” İzmir,  neden yeterince ilham vermiyor ?
19 Aralık 2016

“…Bizimki de dahil, birçok dildeki ‘kapris’ sözünün kökeninde, Lâtince'nin ‘capra’ sözcüğü yatar. ‘Capra’, yani keçi… O sevimli hayvanın yürüyüşü ve hali tavrı, düzensiz sıçramalarla, beklenmedik koşuşlarla dolu olduğu için, iyi düşünmeden ansızın alınan kararların, sürekli değişkenliğin, istikrarsız, düzensiz davranışların, geçici heveslerin adı da ‘kapris’tir. Nitekim, musikide alışılmamış ses düzenlemeleriyle dolu, çok canlı bestelere de ‘kapriçyo’ denir. Çaykovski'nin ‘İtalyan Kapriçyosu’ gibi…” Sözü buraya kadar getiren SOYSAL, tema gereği, yazısında “Paganini”nin ve “Ud’un Paganinisi” denilen “Şerif Muhittin Targan”ın kaprislerinden söz etme fırsatı bulamamış; onları da ben eklemiş olayım.

 

Cuma akşamı, (son günlerde, kapriçyovari sağlık sorunlarıyla yorulmuş annemi ziyaretten dönerken…) , beni bu satırlara, asıl önemlisi Ankara yıllarına götüren bir naklen yayına rastladım radyoda. TRT, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu’ndan, “İtalyan Kapriçyosu”nu yayınlıyordu. O salona, beni yıllarca elimden tutup götüren annemle, bu çok sevdiği eseri ilk kez dinlediğimiz Cumartesi sabahı geçti gözlerimden, kulaklarımdan…

 

İtalyan Kapriçyosu, Pyotr İlyiç Çaykovski'nin 1880 yılında, Roma seyahati sırasında orkestra için bestelediği Op.45 numaralı bir fantezidir. (?!) Besteciye esin veren kıpırtı ise, denk geldiği karnavaldır. Kaldığı otelin karşısındaki süvari birliğinde çalınan kalk borusuyla başlayan şaheser, İtalyan halk müziği ve sokak şarkılarının coşkusunu taşır.

 

Aynı Çaykovski, günlüğünde, “…seyahat dönüşü İstanbul'a uğradığını, boğaz'ı görebilmek için öğleden sonra saat 14:00’e kadar sisin dağılmasını beklediğini; Hotel Luxembourg'da dinlendiğini, Türk postanesinden mektup yolladığını, Galata Kulesi'ni gördüğünü, Tünel’e bindiğini ve Kapalıçarşı'yı ziyaret ettiğini, akşam da gemiyle Rusya'ya geri döndüğünü…” yazar. (İzmir’i ziyaret ettiğine ilişkin bir not yoktur elimizde…) “Osmanlı Pâytahtı”nın, (Kuğu Gölü, Uyuyan Güzel, Fındıkkıran, 1812 Uvertürü ve Yevgeni Onegin gibi…) mütevazı bir tek bestesi olmayan, Romantik Dönemin bu ünlü Rus bestecisine, bir “kapriçyo” armağan edemediği anlaşılıyor. Nitekim, (alaturka bestelenmiş şaheserleri saymazsak) adına bir senfoni yazılması için, 2009’a kadar (iteleyip kakalarken yüzümüzün kızarmadığı) Fazıl SAY’ı bekledi İstanbul…

 

Bu yazıyı yazarken, bir yandan da, İtalyan Kapriçyosu’nu, Herbert von Karajan yönetimindeki Berlin Filarmoni Orkestrası’nın 1967 kaydından dinliyorum… İzmir adına içimden geçen, Attilâ İLHAN’ın betimlemesiyle, tam bir “beyhudelik hissi”dir artık. Attığında mangalda kül bırakmayan hemşehrilerime de soruyorum:

 

“Geleneksel müziğimizin bestecileri, birkaç kordon zeybeği ve kordon buluşması ile tarihe not düşmemiş olsalar (ki onların adını taşıyan bir kültür merkezi de yoktur bu kentte…), “popüler müziğin, üç vakte kadar buharlaşacak ikinci sınıf uyduruklar”ından başka ne vardır elimizde söyler misiniz ?  7000 yıllık tarihi olan bir kentin, son birkaç yüzyılı bile, bestecilere neden yeterince ilham vermemiş, vermiyor; hiç merak etmiyor musunuz acaba ? Simgelerini, birkaç  yazıya sığdıramayacağımız bu şehrin adına bestelenmiş bir “senfonik eser”, bir konçerto, bir kapriçyo neden yoktur, evrensel sanat arenasında ?

 

Bu kentin yerel yöneticileri, ne zaman “…düzensiz sıçramalardan, beklenmedik koşuşlardan, iyi düşünmeden ansızın alınan kararlardan, sürekli değişkenlikten, istikrarsız, düzensiz davranışlardan, geçici heveslerden, ‘kazdım hastalığı’ndan…” kurtulup, devâsa bütçeli, anlamlı ödüllerle desteklenmiş, uluslararası ölçekli, bir “İzmir senfonisi ya da besteleri yarışması” düzenlemeyi akıl edecek acaba ?

 

Yazının devamı...
İzmir için en tehlikelisi “Şantiye mi, şanti mi?”
16 Aralık 2016

Aynı kalıbı, bazıları övmek, bazıları da yermek için kullanıyor. “Acaba” dedim içimden, “hangi kullanım kent için daha tehlikeli?” Hatta, “şantiye ısrarından vazgeçip, topyekun ‘şanti’ üzerine mi odaklansak?” Güzel İzmir için, huzur, lezzet ve mutluluk, hangi tarifte gizli?

“Şantiye” için, basitten karmaşık olana doğru bir yolculuk yaptım:
“Bir yapının hazırlandığı ve üzerinde kurulduğu alan” diye adeta geçiştiren bir tanım çıktı önce karşıma. (Moda olan ağızla...)
Bir tık sonra, “yapı gereçlerinin, gerektikçe işlenmek üzere, yığılıp korunduğu alan...” deniyordu.
Akademisyenler, sözcüğü daha kitabi detaylandırıyordu;
“Bir yapıyı, en düşük maliyetle ve ekonomik olarak oluşturmak üzere, o yapıya ait makine, malzeme ve insan gücü arasındaki optimum dengenin sağlanması amacıyla, proje ünitelerinin inşa edileceği yerlere denir.”
Bir kısım tanımlar ise yaşanmışlıklara daha yakın kaleme alınmıştı:
“İnşaatta kullanılacak çeşitli yapım üretim, depolama, tamir ve bakım tesisleri ile tüm çalışanların gerektiğinde yeme ve yatma ihtiyaçlarını da karşılayacak yapılara şantiye denir.”
Nihayet bir diğerinde, fotoğrafın sosyolojik filtre ile çekilmiş hali konulmuştu çerçeveye;
“İnşaatın yapıldığı ve inşaat malzemelerinin bulunduğu sahaya verilen isim olmakla birlikte, şantiye, belli bir zaman sonra bir ‘hayat tarzı’na dönüşmeye başlar. Ameleler ve mühendislerin bir arada barındığı mekanlar akla gelir sadece...”
Kanımı donduran tarif ve bana göre İzmir için en büyük tehlikeyi tarifleyen göz, işte bu ayrıntıyı yakalayan gözdü. Çünkü içinde, “devinimi değil, durağanlığı barındırıyordu. Üstelik, bunu sıradanlaştırıyor, kanıksıyor ve bize hayat tarzı olarak dayatıyordu.”
Oysa, uyduruk ve fantezi arayan reçeteleri dışlarsanız, (krem) “şanti”nin, Metrdotel François Vatel’e ait tek bir tarifi vardı. Sözcüğün, marka değeri taşıyan vakur bir duruşu mevcuttu her şeyden evvel... Şantiyenin karmaşık genetiğine rağmen şanti, basitçe “şekerli bir krema idi. Pasta süslemelerinde, meyve salatalarında, sıcak içeceklerin üstünde, sundae ve bazen profiterol yapımında kullanılmaktaydı. Parlak ismi, tarifin 17. Yüzyılda ilk kez uygulandığı Chateau de Chantilly’den (Şanti Şatosu’ndan) gelmekteydi ve sözcüğün ilk kullanımı, 18 Haziran 1784’e tarihlenmekteydi...”
Lafı hiç dolaştırmaya gerek yok sanırım. Açıkça anlaşılıyor ki, İzmir için giderek yükselen en büyük tehlike, şehrin yaşam tarzının, ‘büyük bir şantiye’ seçeneğine evrilmesidir. Şu 3 günlük dünyada, ben tercihimi, “şanti”den yana kullanıyorum...
Ya siz?

Yazının devamı...
Radio Cafe Turc
12 Aralık 2016

Tam, “tadındadır, burada bırakalım…” diye düşünmekteydim ki,

İzmir “Fransız Kültür Merkezi”nden gelen davette, şu satırlar ilişti gözüme:

 

Yeni Yıl (Noel) Pazarı - Marché de Noël…

15 - 16 - 17 Aralık 2016, 13:00 – 20:00 saatleri arasında,

‘artık geleneksel hale gelen etkinlikte’;

birbirinden farklı ürünler sunulan 40 stantta farklı hediye seçenekleri bulabilir,

yeme-içme stantlarında değişik lezzetleri tadabilirsiniz.

Ayrıca sizleri ve çocukları sürprizler ve çekilişler bekliyor olacak...

Etkinlik kapsamında, ‘Phantom Boy’ ve ‘Asteriks - Roma Sitesi’ filmleri de gösterilecek.

Ziyaretiniz esnasında, her an Noel Baba ve Noel Annelere rastlayabilirsiniz !”

 

Birden, “geleneğe”, bu yıl “gelecek” de eklenmiş gibi geldi bana. Çünkü ev sahipleri, etkinliğin küçük eksiğini, ustaca bir dokunuşla (üstelik, bildiğim kadarıyla alternatifi de olmayan bir renk katarak) giderivermişler.   “-Radyo Café Turc-, 3 gün boyunca, Fransız Kültür Merkezi bahçesinden canlı yayın yapacak…” diyordu tanıtımın son cümlesi… “Galiba bitmemiş medya gündemi” diye geçirdim içimden. Aklıma “Monty Python's Spamalot” müzikalinin ünlü sahnesi geldi. Öldü zannedilerek, el arabasına yüklenen adamın şarkısını hatırladım;  “I’m not dead yet / daha ölmedim…” diye çırpınıyordu. O misal, “sende hâlâ iş var galiba İzmir” diyerek sevindim. “Yerel”den atılan bu çok önemsediğim okun, yakın gelecekte nereleri vuracağını izleyeceğim. Aslında, çok başarılı bir web siteleri var (http://www.radyokafeturk.com) ; her şey orada açık seçik anlatılmış. Benimkisi, ancak “dinleyici kulağı”yla ve “benim gözlüğümden” bakınca faslı olabilir.

 

İzmir’den web tabanlı yayın yapan

ve Türkiye’nin “Türkçe – Fransızca  (konuşan) ilk radyosu” olan “Radyo Kafe Türk”ün;

 

“…Mekândan bağımsız ve 4 duvara sıkışmış olmayı reddeden,

Kalp atışları, evde, işyerinde, arabada, bisiklette, tablette ve akıllı telefonlarda duyulabilen,

Bugünün değil, yarının radyoculuğuna yatırım yapmış,

Farklılık ve benzerliklerin yönetiminden haberdar,

dolayısıyla, ‘çok kültürlü albenisi’nin farkında,

Arka plana estetiği yerleştirmiş,

haliyle ‘güzeli çirkinden ayırma yetisi’ni önemseyen,

Taklitçi olmamaya, aksine ilham vermeye tâlip,

Genç olmayı yeterli saymayan, her dem genç kalmaya niyetli,

bu sebeple, ‘sakin, dingin, telâşsız’,

Fransızların ‘hâtez-vous lentement / acele et yavaşça’ deyişini

(ki lâtincesi de festina lente…) kulak arkası etmeden büyümeyi hedeflemiş,

Saklamayan, sakınmayan; paylaşımı öncelikli sayan,

‘Akl-ı selim’i temsil ederek klâsik olmaya, zaman ötesine ulaşmaya göz dikmiş,

‘Güzel Türkçenin kulak hoşnutluğu’nu, vazgeçilmezleri arasına almış,

İyi müziğe odaklanmış ama ‘söz’ünü bilip de konuşan,

Konuştuğunu, müzikle, müziği sözle dengeleyen,

 ‘Piyer Loti Saati’nden ‘Büyüklere Masallar’a, ‘Kültür Kafe’den, ‘Yastık Altı Hikâyeleri’ne,

‘Oldies But Goldies’den ‘Top France’a uzanan bir moziği, katma değere çevirmiş”

bir hali var gibi geldi bana…

 

“Yeni Yıl Pazarı”nda , arka bahçede, veranda bölümünde olacaklarmış. “Herkes bir dostunu alıp uğrasa” diyorum. Ben Deniz Sipahi’yi kestirdim gözüme; onu alıp götüreceğim meselâ. (Frankofon’dur malûm…) İzmir, “içinden çıkan güzelliklere sahip çık !”  Tık’layın, destek verin; birlikte büyütelim bu radyoyu …

Yazının devamı...
İsabet... Battı!
8 Aralık 2016

Kasetlerle oyun programları yüklerdik.

“Commodore 64”ün kral olduğu günlerden bahsediyorum.
Bu “devrim” her şeyi devirmeden önce, “oyunun sınırları”nı kendimiz belirler, oyunumuzu kareli kâğıda kendimiz çizerdik...
Hızlı oynamak için 10x10, vaktimiz varsa, büyük, çok daha büyük alanlarda oynardık.
Hafızam beni yanıltmıyorsa, 1 adet 4’lü (ki bu Amiral gemisiydi...) 2 adet 3’lü, 3 adet 2’li ve 4 tane de tekli işaretlenirdi.
“Zırhlı, muhrip, denizaltı” birbirine yapışık yerleştirilemezdi.
Kaliteli plastikten yapılmış “fiyakalı”sını, oyuncakçının vitrininde ilk gördüğümde, (o yıllar için bir ilk turfanda olan) “ışın kılıcı görmüş” gibi olduğumu hatırlarım.
Karşılıklı olarak koordinatlar söyler, hayali atışlar yapar, rakip oyuncunun “donanması”nı batırmaya çalışırdık.
Hemen herkes bilir ama, hatırlatalım; “d2...” derdik örneğin, bazıları tek seferde birkaç atış yapardı: “c6, d6, f9...” gibi.
Atış, yerleştirip sakladığınız donanmanızın herhangi bir parçasını vuramamışsa, büyük bir keyifle “karavana” denirdi.
Görece büyük bir parçanız, diyelim ki, bir 3’lünüz vurulmuşsa, “isabet; devam ediyor...” demek zorundaydınız.
İsabet kaydeden, tekrar atış yapma hakkı kazanırdı.
Taaa ki, en son parça da vurulana, yani tüm donanma imha edilene kadar.
Kim önce karşı tarafı bitirirse, kazanırdı...
“İsabet”, sonsuza kadar “devam” etmezdi, edemezdi elbette...
Son öldürücü vuruş hedefe ulaştığında, “isabet, battı...” denilirdi.
Kurallar, “Amiral gemisi” batırılmış bile olsa, son parça da “düşene kadar”, oyunun devamına izin verirdi ama...
“Ama”sı var işte! O 4’lü gemi, manevî bir sembol olduğu için, bozulurdunuz, suratınız düşerdi...
Hafiften bir panik havası yaşanırdı.
Bazıları kurtarırdı paçayı, bazısı o moral bozukluğu sarmalında, “strateji ile rastlantı” arasına sıkışıp, kaybederdi oyunu...
İzmir medyasındaki “isabet alma” ve “batış” hali, birkaç senenin ya da birkaç atışın eseri değildir.
Esasen, atışı kimin yaptığı da artık önemini kaybetmiş vaziyette.
Arka arkaya, teker teker kaybedilen, irili ufaklı oyuncular, “oyunun sınırları”nı hep kendilerinin çizdiğini zannediyorlardı.
“Kalan sağlar bizim”di nasıl olsa, “kâğıt üzerinde”.
Gerçekten de kâğıt üzerindeymiş...
Yılın sonunda, 1995’ten beri program yaptığım Ege TV de yayın hayatını noktalıyormuş (?!)
“Ne dersin bu işe?” diye sorarsanız, (sorunun gizli öznesi “bir semboldü” diye iç geçirir...) samimi bir hüzünle, İzmir’de “devam ediyor”lar tükendi; “İsabet, battı!” derim...

Yazının devamı...
“HÜRRİYET”, neden “Amiral Gemisi”dir ?
5 Aralık 2016

Gavsi Ozansoy, Türk Edebiyatının ünlü kalemi (aynı zamanda hecenin 5 şairinden biri olan) Halid Fahri Ozansoy’un oğludur ve gazeteci kimliği zaman zaman daha öne çıkartılmış olsa da, kendisi de bir şair ve yazardır. Babasının yazı işleri müdürlüğü yaptığı “Servet-i Fünûn – Uyanış”  dergisinde, 1940 yılında “Tasfiye Lâzım” adlı bir yazı yayınlayarak edebiyatımıza “Tasfiye Hareketi” adı ile geçen isyanın da öncüsü olur. Tasfiye hareketi, sebepleri itibariyle çok ses getirecek bir güce sahip bulunmasa da, sonuçları itibariyle edebiyatta yeni oluşumlara kapı aralamış, meselâ kendisinden sonra gelecek Garip akımının hazırlayıcısı olmuştur.  İşin hoş ve çarpıcı tarafı, baba oğul, aynı gazetede, karşılıklı köşelerde yazmaktadırlar ve tasfiye edilecekler listesinde, (hareketi gelip geçici bir gürültüden ibaret olarak gören…) baba Ozansoy’un da adı vardır. Ayrıntıları, çeşitli akademik çalışmalara konu olmuş bu “kırılma noktası”ndan, burada uzun uzun bahsedecek değilim; ama tartışmasız şekilde önemli bir çıkıştır ! Çünkü Türk medyası, dümen suyu yayıncılığından, ortak manşet kültürüne doğru seviye kaybederken, basın tarihçilerine bırakılmış önemli ayak izleri içerir “Tasfiye Hareketi”. Peki yıllar sonra, “benim aklıma nereden düştü” dersiniz ?

 

Geçtiğimiz Cuma günü, sevgili Adnan Kaya’nın “Eleştirin Ama” başlığını taşıyan yazısında, (mealen)“…Oraya yağınca ‘doğal afet’, buraya yağınca ‘beceriksizler’ deniyor” feryadındaydı yazar. “…Tüm yurdu etkisi altına alan yağışlı hava Ege’yi de vurdu. Geçen pazartesi ve salı gök adeta delindi. Meteorolojinin resmi rakamlarına göre (sadece) İzmir’de metrekareye ortalama 85 kilogram yağmur düştü…” diye devam ediyor, ilçelerde ve Ege’nin farklı noktalarında metrekareye düşen yağmur miktarını paylaşıyordu; “99, 103, 122, 215…” Yazısındaki “tabii sonrasında bildik manzaralar” ifadesi zarif bir ironi içerse de, ağzını hiç korkak alıştırmadan, (insafsızca bulduğu) vatandaş tepkilerini örnekliyordu: “…yüzme bilmeyen sokağa çıkmasın, aşırı yağış İzmir’in sokaklarını kazlar ve ördekler için doğal yaşam alanına dönüştürdü…” gibi. “Haber kutsal, yorum hürdür bahsi”nde ise, fikri çok açıktı: “Peşinen söyleyeyim, hiçbirine en ufak bir itirazım yok. Benim takıldığım, tüm bunların sadece muhalif belediyelerin yönettiği yerler için yapılması. Diğerlerinin ya hiç görülmemesi ya da ‘yüzyılın doğal afeti’ nitelendirmesiyle, kimsenin yapabilecek bir şeyinin olmadığının vurgulanması. Kimseyi savunacak değilim. Zaten bu köşeyi okuyanlar, yerel yönetimleri nasıl eleştirdiğimi de hatırlayacaklardır. Ama… Konuşmak için her yağmurdan medet umanlara da ‘El insaf’ diyorum…”

 

Bendeniz ise, aynı gün, Hürriyet Ege’nin aynı nüshasındaki yazıma, “İzmir’in yazgısı ve ‘su’dan şeyler” başlığını atmıştım. Hepimizi geren bu konuya biraz daha gülmece gözlüğünden yaklaşmış ve “anakronik bir derleme”yle, yazıya hayalî karakterler sokuşturmuştum. Nihayet, “Ne olacak bu su işleri Başkan, hiç gülmeyecek mi yüzümüz ?” sorusuna, Sadettin Kaynak’ın muhayyer şarkısıyla yanıt vermiştim: “Su akar güldür güldür / mendilim dolu güldür / yeri göğü yaratan / bir gün bizi de güldür…” En sonunda konuyu, “Daha ne söyleyeyim ? ‘Ârif olan anlar” diye bağlamış ve “bu işin ‘suyu’ çıktı demekle yetiniyorum... Daha konuşturmayın beni !” diye bitirmiştim.

 

İki yazıda ortak olarak kullanılan sözcüğün “insaf” olması, okuyucunun dikkatini çekti mi veya Adnan Kaya, aşağıdaki satırlar için bana katılır mı bilmiyorum ama, yola bu “görünmeyen mutabakat” üzerinden devam etmenin katma değeri yüksek olabilir kanısındayım. Bana göre, “bütün ama bütün seçilmişler”, “yakınmak için değil, yakınmayı ortadan kaldırmak için” seçilmişlerdir… Eş zamanlı olarak, “bütün ama bütün suimisaller de misal olmaz / Kötü örnek, örnek değildir…” Ve bir Gaziantep Atasözü, gereksiz alınganlıkları şöyle hicveder: “Eğer 2 kişi başında fes yok diyorsa, elini başına götür de bir bak kardeşim ! “

 

2 “şehir yazarı”nın, (insaf gibi bir) asgarî müşterekte buluşan, ama (sanki karşısındakine -tasfiye lâzım- diyormuş gibi…) taban tabana zıt 2 köşe yazısı, aynı gün gazetemizin sayfalarındaydı. Okuyucu “her iki görüşü” de okudu; son tahlilde karar, elbette kendisine bırakılıyordu… Dikkatli gözler için, bu bir “gazetecilik dersi”dir. İşte Hürriyet, bunun için Amiral Gemisidir ! 

Yazının devamı...
İzmir’in yazgısı ve “su”dan şeyler üstüne
2 Aralık 2016

Yine, “2009 yılının mart ayında 192 ülkeden 30 binin üzerinde katılımcıyı ağırlayan 5. Dünya Su Forumu’nun büyük başarısını, OECD Su Yönetişimi İlkelerinin yeni destekçiler aradığını, Dünya Su Konseyi 60. Guvernörler Kurulu Toplantısının 25-26 Kasım 2016’da, Marsilya – Fransa’da yapıldığını, Budapeşte Su Zirvesinin, 28-30 Kasım 2016’da Macaristan’da gerçekleştirildiğini, nihayet 4. İstanbul Uluslararası Su Forumu’nun ‘Su ve Barış’ ana temasıyla 10-11 Mayıs 2017’de düzenleneceğini...” de aynı adresten öğreniyoruz.

Bu kadar “sulu” haberin arasında ajanslar, (Zaytung bile) İzmir’deki “Su Zirvesi”ni ise (sanki sudan şeyler konuşulmuş, havanda su dövülmüş gibi bir muameleyle...) atlamış, en hafif tabiriyle önemsememiş görünüyor. Kentimizdeki toplantı, elbette su kaynakları üstüne değildi ama önemliydi! Bu toplantıda, “Gerek ulusal gerekse uluslararası ölçekte daha karmaşık duruma gelen su yönetimi denkleminin çözümünde Hidro-diplomasi’nin çok daha etkin bir rol oynayacağı” üzerinde durulmadı. Ülkemizde yasal ve kurumsal olarak yeniden şekillenen su yönetimi yapısının, katılımcı, hızlı karar verme yeteneğine ve karar destek sistemlerine sahip, gelişmelere hızla adapte olabilecek bir yapıda olması gereğinin izdüşümleri tartışılmadığı gibi, “geleceğin suyu ve su yönetimi” temasının, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için daha uzun dönem belirsizlikler taşımaya devam edeceği öngörüsü filân da konuşulmadı. Çok değerli konuklar vardı. Temanın etrafında dolaşılarak, tebliğler sunuldu.

Barok dönemin en büyüklerinden Handel, bestelediği “Su müziği”nin yüzyıllara meydan okuyuşu ve “onu hiçbir şeyin kirletememesi” üzerine sakin bir konuşma yaparken, bir dâvetsiz misafirin “suya sabuna dokunmamak” üstüne korsan bir konuşma yapmak istemesi, görevliler tarafından engellendi ve kısa süreli bir gerginlik yaşandı. Bunun üzerine bir başka katılımcı, “tatlı yiyip tatlı konuşalım” diyerek “su muhallebisi” tarifi verdi. Ardından, bir izleyicinin, “Ne olacak bu su işleri Başkan, hiç gülmeyecek mi yüzümüz?” sorusuna da Âşık Ömer’in “Su akar güldür güldür / mendilim dolu güldür / yeri göğü yaratan / bir gün bizi de güldür...” sözleriyle bilinen Muhayyer şarkısıyla yanıt verdi Sadettin Kaynak... Hemen anlamış olduğunuz gibi, aslında bu toplantıdaki temel soru, “Her yağmurda, taşkın ve sellere teslim olan İzmir’in, ne olacak bu halleri?” sorusuydu.

Onur konuğu olarak ayakta alkışlanan, Olympos’lu tanrılar arasında denizi simgeleyen ve denizlerin mutlak hakimi olan Poseidon, destanlarda kendisine verilen sıfata (Enosigaios) uygun bir tavırla yaptığı konuşmasında, yeri-göğü sarstı ve titretti. “Herşey tamam da” diye gürledi, “kıyıya 10 metre mesafedeki suyu, nasıl oluyor da denize ulaştıramıyorsunuz, işte buradaki mühendisliği anlamıyorum” dedi. Toplantıdan erken ayrılmam gerektiği için, Nuh Peygamber’in tebliğini kaçırdım ama, “kuşlar” son cümlesini yetiştirdi:
“İnsaf! Bizim zamanımızda bile, onca imkânsızlık içinde bile...” diye başladığı konuşmasının sonunu, “Daha ne söyleyeyim? ‘Ârif olan anlar” diye bağlamış ve noktayı koymuş, “bu işin ‘suyu’ çıktı demekle yetiniyorum... Daha konuşturmayın beni!”

Yazının devamı...
“Büyüklerimiz”in uzun gölgeleri hakkında…
28 Kasım 2016

Önsöz’ün ilk paragrafında şöyle deniyordu:

“…Büyük adamlar inziva içinde yaşadıkları zaman bile,

devirlerinin birer mümessili sayılırlar.

Bu bakımdan onların hayatları ve eserleri, tarihin hulâsası, özü demektir…

‘Elli Türk Büyüğü” engin Türk tarihinin,

elli meşâle altında umumî bir temâşası demek oluyor…”

 

Aynı “peşrev”de yazar, metodoloji hakkında bilgi veriyor,

seçim ve sınıflandırmanın zorluğundan bahsediyordu.

Hattâ, mahcubiyet içerisinde olduğunu hissettirerek,

“…Bu mahdut listeye girmeyen öteki büyüklerin ruhu da,

 elli büyük Türk’ün hatırı için bizi affedecektir kanaatindeyiz…” diye ekliyordu.

 

“Takdim”in sonlarında ise, (Gazetem adına anılması gereken bir portrenin ismi de zikredilerek), şu ayrıntı paylaşılıyordu:

“Elli Türk Büyüğü”nün şekli, değerli dostum Sedat Simavi’nin zevkinden,

orijinal birer sanat eseri olan tabloları,

kıymetli ressamımız Münif Fehim’in fırçasından doğdu.

Eser halkımızın ve gençliğimizin kültürüne ümit ettiğimiz faydayı temin ederse,

bundan üçümüz de sevineceğiz…”

 

Sonradan bu türdeki kitaplar,  “Türk Büyükleri…” ,

“60 Türk Büyüğü” , “100 Türk Büyüğü” gibi isimlerle tekrar tekrar basıldı;

liste genişledi, zenginleştirildi…

Sonunda, promosyon çılgınlığı yıllarında,

gazetelerin kuponla verdiği armağanlara dönüştü.

Bugün, ilk baskılar için bile (ne hazindir ki, Türk Büyükleri’nin ) değeri,

müzayede sitelerinde 20.- TL’den fazla etmiyor.

 

Yıllar geçtikçe, bu gibi kitapların yeni baskıları yapılacak elbette.

“Büyükler bahsinde”, “yüz”ler “ikiyüz”leri, “beşyüz”ler “bin”leri bulacak belki.

Rüzgâr nereden eserse, bu sayfalara, satılmış kalemler eliyle,

“ölçütler ve sınıflandırma tercihleri sulandırılarak,

üstelik, sığ, duygusal ve hamasî yaklaşımlar ile

(yetmez…) tesadüfî varsayımlar kullanılarak” olur olmaz portreler girecek;

ortaya bir “nevzuhûr – yeni yetme isimler ansiklopedisi” çıkacak gibi geliyor bana.

Yani bu kitaplara, önümüzdeki senelerde “münasebetsiz” bir sürü ismi de sokuşturacaklar.

“İş işten geçmeden” dedim; “bir vicdan borcunu yerine getireyim…”

 

Malûm, iki koşulda gölge yoktur: bir karanlıkta, bir de güneş tam tepedeyken...

Önceki derlemeler, Türk büyüklerinin aydınlık yüzlerini resmeder.

Yani, güneş doğarken, yükselirken verdikleri gölge, var olanın, mevcudun yansımasıdır.

Güneş batarken daha “uzun” görünenler ise,

yükselen değerlerin bir bir yok olmasından sebeplenenlerdir.

 

Yukarıda sözünü ettiğim düzmece kitapların basılması ihtimaline karşı, “…devirlerinin birer mümessili sayılanlardan, kuru kalabalık yüzünden, bu sınırlı listeye giremeyenlerden,                       -gölgesi, gövdesi ile aynı boyda olan edep sahipleri-nden ve özellikle, “isimleri ‘yeni yetmeler’ ile bir arada anılacak cümle büyüklerimiz”den de peşin peşin özür diliyorum.

 

Umarım, “bu büyüklüğün sembolik hatırı için bizi affedebilirler…”

Yazının devamı...