(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Verda Özer" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Verda Özer" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Verda Özer
Bizi Mevlana Birleştirdi
19 Aralık 2016

Bu yılki törenin bir teması vardı: “Birlik Vakti”. Türkiye’nin her yerinden buraya akın eden on binlerce insan, 3 gün boyunca sürekli bunun için dua etti. Bu yüzden Konya belki de bugüne kadar görmediği mahşeri bir kalabalığın evsahibiydi.

 

*

 

Dolayısıyla Konya bize unuttuğumuz, hatırlamamız gereken birşeyi hatırlattı. O da; bu milletin bu vatana karşı hissettiği muazzam aidiyet duygusu. Çevremizde bizi sınayan zorluklar arttıkça, sanki içeride birliğin, beraberliğin yolu aranıyor. Türk milletinin birlik ruhu daha da pekişiyor.

 

Zaten hem Kurtuluş Savaşı zaferini, hem de bugüne kadar karşılaştığımız sınamalar karşısında hiçbir şekilde iç savaşa meyletmemiş olmamızı, bu ruha borçluyuz. İşte bu duyguyu, ruhu aşılayan da Mevlana’nın, hocası Şems’in ve bu topraklarda yaşamış daha birçok evliyanın öğretileri. Mesnevi’de geçen “Biz birleşmek için geldik, ayrılmak için gelmedik. O zaman neden ayrı gibi davranıyoruz?” deyişi de bu hakikate işaret ediyor.

 

Tam da bu yüzden korkunç Kayseri katliamından sonra ortaya çıkan tablo bize yakışmıyor. Öfkenin Kürt vatandaşlarımıza, HDP binalarına yönelmesi, bizi biz yapan değerlerle örtüşmüyor.

 

*

 

Bununla birlikte Mevlana sadece Türkiye’ye birlik ruhu aşılamıyor. Haftasonu İran’dan, Bosna’dan, Hindistan, Pakistan ve Afganistan’dan da yüzlerce insan Konya dergahlarında ve türbelerindeydi.

 

Sadece Müslümanlar değil, Hristiyanlar da buraya akın ediyor. Bugün ABD’de en çok satan şiir kitabı “Mesnevi”. Zaten bu yüzden Hollywood da Mevlana’ya el atmış durumda. ABD’nin en çok tanınan film yapımcılarından Stephen Brown (Şeytanın Avukatı, Yedi, Kusursuz Cinayet gibi filmlerin yapımcısı) bu haftasonu Konya’daydı. Buluşup sohbet ettiğim Brown, yapımına başladıkları Mevlana filminin çekimleri için yaptığı ön hazırlıkları anlattı.

 

Kısacası; belli ki tüm dünya zorluklarla, ayrışmalarla, kutuplaşmalarla baş edebilmek için Mevlana’ya sarılıyor.

 

*

 

O’nun dediği gibi: Güneş bu tarafta batarken, alemin öbür tarafında doğuyor. İşte bizim asıl özümüz olan bu hakikati hatırlayıp enseyi karartmayalım. Zira Güneş batarken, biz göremesek de bir yandan doğuyor.

 

 

HALEP’İN ANLATTIKLARI

Mevlana’nın 20’li yaşlarında yaşadığı Halep’te olanlar bize çok şey söylüyor. Meksikalı yazar Octavio Paz “Yalnızlık Dolambacı” kitabında 30 yıl süren Meksika iç savaşı için, “Ne bir zafer, ne de bir yenilgiydi” der. Halep’in Esad rejiminin eline geçmesi de bana bu sözü hatırlattı.

 

İnsanların acıları ortadayken ne bir zaferden söz edilebilir, ne de yenilgiden. Burada tek dert, tek kıstas bu acıları gidermek olmalı.

 

*

 

Halep’te ateşkes için yaptığımız arabuluculuk ve uzlaşma çabaları da bir gerçeği gösteriyor. O da: Her ne kadar Suriye politikamızda farklı taraflarda olsak da, ancak bizden farklı tarafta olanlarla (Rusya ve İran) işbirliği yaparak çözüm üretebileceğimiz. İşte Halep -belki de yüzyıllar boyunca farklı medeniyetleri buluşturan özünden mütevellit- bunun en somut örneği.

 


LOZAN YİNE YENİDEN


Tam da Lozan’ı en çok andığımız bu günlerde, bize Lozan Anlaşması’nı layıkıyla anlatan bir kitap çıktı. Boyut Yayınevi’nin yayınladığı ve editörlüğünü de genel yayın yönetmeni Bülent Özükan’ın yaptığı “Bizim Lozan”, Lozan’ın arka planını ve sonuçlarını, dönemin belgeleri ve bugüne kadar su yüzüne çıkmamış resimleriyle sunuyor. İnsan göz gezdirirken bile sanki o günlere ışınlanıyor.

 

Kitapta benim de o günün uluslararası bağlamını ele alan bir makalem yer alıyor. “Bu Sınırlar Hiç Durmaz” başlığı altında yazdığım gibi: 29 Ekim 1923 Türkiye Cumhuriyeti’nin doğumgünüyse, ana rahmine düştüğü gün de Lozan’ın imzalandığı 24 Temmuz 1923’tür. Bu yüzden özümüzü kavramak için o günleri iyi anlamamız şart.

 

*

 

İsmet İnönü eşi Mevhibe Hanım’a Lozan’dan yazdığı bir mektupta; “Adresi ‘Lozan’da İsmet Paşa’ diye yaz, mektup beni bulur” demiş. Bu kitap gibi, güzel yapılan işler de öyle. İllaki doğru adresi buluyor. İlelebet raflardaki yerini alıyor.

 

THY DÜNYANIN EN İYİSİ

 

Biz sınırlarımızı ve egemenliğimizi korumaya çalışırken, diğer yandan bizi yükselten gelişmeler de oluyor. İngiltere’nin en büyük tüketici dergisi olan “Which?”in yaptığı ankette, Türk Hava Yolları (THY) dünyanın en iyi havayolu şirketi seçildi. Başlıca kriter ise, müşteri memnuniyeti.

Özellikle sıkıntılı günler geçirdiğimiz böyle dönemlerde, THY gibi kalıcı ve istikrarlı markalara sahip olmanın kıymeti çok daha iyi anlaşılıyor. Başarıları da nefes gibi geliyor.

 

 

Yazının devamı...
Mesele PKK’nın çok ötesinde
16 Aralık 2016

Yani kısacası PKK yaptı. Ama hem bu katliama, hem sebeplerine, hem de sonuçlarına sadece PKK üzerinden bakmak artık mümkün değil. Çünkü bugün mesele onun çok ötesinde, aslında Suriye meselesi de.

 

*

Obama yönetimi iki yıldır PKK’nın Suriye kolu olan YPG’yi DEAŞ’la mücadelesinde kara gücü olarak kullanıyor. İşte aynı YPG’yi artık PKK’dan ayrı düşünmek mümkün değil. Zira iki örgüt iç içe geçmiş durumda. PKK’nın hem silahını, hem de eylem yapacak elemanlarını YPG karşılıyor. Bu yüzden Ankara, PKK ve YPG’yi artık iki ayrı terör örgütü olarak tanımlamıyor.

 

Ancak mesele burada bitmiyor. YPG meselesini daha da zorlaştıran ve dikkatimizden kaçan çok önemli bir faktör var. O da YPG’nin dönüşümü.

 

YPG’nin ABD’den ve bazı Avrupa ülkelerinden gördüğü destek, sahadaki birçok grubu bu örgüte çekiyor. Daha önce Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) çatısı altında ya da ÖSO’ya yakın olan birçok İslamcı grup, bazı aşiretler ve Şii milisler hızla YPG’ye katılıyor. Tabii ki sunduğu maddi imkanlar ve koruma kalkanı nedeniyle. Dolayısıyla son zamanlarda YPG’nin içindeki Arapların sayısı muazzam artmış durumda.

 

Zaten YPG’nin Arap gruplarla birlikte çatısını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) oluşumu da böyle açıklanıyor.

 

*

 

Bununla birlikte YPG gitgide salt askeri, hiçbir siyasi faaliyet yürütmeyen bir örgüt haline geliyor. Sahada etkinleştiği ve silah desteği arttığı oranda, radikalleşiyor. Yani bir nevi DAEŞ’leşiyor. Bu da YPG-PKK ile mücadeleyi zorlaştırıyor.

 

Dolayısıyla Suriye’de YPG meselesi çözülmeden, içeride de PKK terörünün bitirilmesi imkansız hale gelmiş durumda.

 

DİYALOG

 

BUNUN için de her şeyden önce ABD’nin yeni yönetimini ikna etmek elzem. Elbette YPG’yi kara gücü olarak kullanmaktan vazgeçmesi ve PKK-YPG üzerindeki nüfuzunu kullanması yönünde.

 

Yine Avrupa’nın da desteğini almak, hayati önemde. PKK’nın buradaki finansal ve örgütsel bağlantılarıyla beslendiği malum. Bunun için de Avrupa Birliği ile herşeye rağmen diyaloğu sürdürmemiz, diplomasi kanallarını kullanarak siyasi dengeleri kendi lehimize dönüştürmeye çalışmamız gerek.

 

Gördüğünüz gibi bu, bölgesel ve hatta uluslararası bir mücadele. Bunun için de Başbakan Binali Yıldırım’ın sık sık dile getirdiği gibi; düşmanlarımızın sayısını azaltıp, dostlarımızın sayısını arttırmamız gerekiyor. Terörle mücadelemize en hızlı yansıyacak olan da budur.

 

PKK HDP’Yİ, YPG PYD’Yİ BİTİRİYOR

 

YPG kanadındaki bir diğer dönüşüm ise siyasi kolu olan PYD ile ilişkisiyle ilgili. Yani Suriye’deki Kürt hareketinin evrimiyle.

 

Nasıl HDP’nin PKK ile arasına mesafe koymaması sonucunda, PKK Kürt siyasi hareketine sekte vurduysa... Aynı gelişme Suriye kolunda da yaşanıyor.

 

Eskiden PYD ve onun askeri kanadı olan YPG arasında belli bir mesafe, PYD Başkanı Salih Müslim’in de YPG üzerinde bir hükmü vardı. PYD ayrı bir muhatap, siyasi bir odaktı. Ne var ki YPG daha etkin hale geldikçe ve Batı da YPG’ye gittikçe daha fazla rol biçince... PYD ve onun oynadığı rol gölgede kaldı.

 

Yani PKK’nın HDP’ye yaptığı gibi, YPG de PYD’yi etkinsizleştirdi.

 

*

 

Bununla birlikte PYD ve YPG arasındaki mesafeyi avantaja çevirebiliriz. PYD kendini bir siyasi aktör olarak ortaya koyar, şiddetle arasına mesafe koyarsa; tekrar muhatap haline gelebilir. Örgüt bu yönde teşvik edilebilir. Bu da YPG-PKK ile mücadelemizde elimizi güçlendirir. Suriye politikamızda da geniş bir manevra alanı sağlar.

 

HDP’YE ÇAĞRI

 

AYNI şekilde HDP için de hareket vakti. Soyut ve zayıf bir şekilde terörü kınamak yerine artık adını koyarak, somut ve güçlü ifadelerle PKK terörünü lanetlemek, HDP’nin varlığı için elzem.

 

Gazetemizin kıdemli ve saygın yazarı Taha Akyol’un 13 Aralık’ta yaptığı çağrıyı ben de tekrarlamak istiyorum. Öcalan’ın 21 Temmuz 2013 günü Diyarbakır’da okunan bildirisinde; “Artık silahlar sussun, siyaset konuşsun. PKK’nın silahlı unsurları sınır ötesine çekilsin” fikri savunuluyordu. Kandil’e de bu çağrı yapılıyordu.

 

İşte şimdi HDP içinde bu fikri savunan demokrat isimlerin harekete geçme vakti. HDP acilen böyle bir bildiri yayınlamalı. Bu hem içinde bulunduğumuz tıkanıklığın önünü açar. Hem Türkiye’nin bir parçası olduklarını hissettiklerini (eğer öyleyse) ortaya koyar. Böylelikle onları yeniden Türkiye denklemine sokar. Hem de her şeyden önce bu, Kürt vatandaşlarımıza bir borçları.

 

Unutmayın: Ayırmaya çalışanlar aslında sadece birleştirmeye hizmet ederler. HDP de bundan muaf olmamalı.

Yazının devamı...
PKK kendi ayağına kurşun sıktı
12 Aralık 2016

TRUMP GELMEDEN

 

Zamanlama tabii ki en belirleyici faktör. Bu açıdan en önemli etkenlerden biri ise ABD’deki geçiş süreci.

 

Obama yönetimi PKK’nın Suriye kolu olan YPG’yi, özellikle son 2 yıldır DAEŞ’le mücadelesinde kara gücü olarak kullanıyor. Ve YPG, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) çatısı altında Washington’dan güçlü destek alıyor.

 

YPG’yi ise artık PKK’dan ayrı düşünmek mümkün değil. Zira Suriye savaşı başladığından beri iki örgüt giderek içiçe geçti. PKK artık silah almak için bile para harcamıyor. Bu ihtiyacını YPG gideriyor. Eylem yapacak PKK’lıların da kuzey Suriye’deki YPG kamplarında yetişip Türkiye’ye geldiği belirtiliyor. Bu yüzden Ankara, PKK ve YPG’yi artık iki ayrı terör örgütü olarak tanımlamıyor.

 

Şimdi Obama koltuğunu halefi Trump’a devrediyor. Trump’ın ise nasıl bir Suriye politikası izleyeceği, YPG’ye desteği sürdürüp sürdürmeyeceği bir muamma. İşte bu nedenle Obama gitmeden, Trump gelmeden PKK/YPG kanadı büyük bir eylem yaparak son kez “rüştünü ispat etme” derdine düşmüş görünüyor.

 

15 TEMMUZ SONRASI

 

Zamanlama açısından bir diğer önemli nokta da şu: 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında özellikle orduda bir temizlik yapıldığı malum. Daha önceleri MİT’in verdiği sağlam istihbarata rağmen, birçok subay ve generalin PKK hedeflerinin bombalanmasını engellediği kanısı hakim. Dolayısıyla 15 Temmuz sonrasında MİT, asker ve polis arasında terörle mücadelede çok daha etkin bir işbirliği oluştu. Bu da PKK’ya ağır bir darbe vurdu. İşte örgüt de buna karşılık veriyor.

 

Yine Suriye’de yürüttüğümüz Fırat Kalkanı operasyonu da bir diğer etken. Bu hamle özellikle son günlerde YPG’nin kuzey Suriye’de koridor kurmasının önüne büyük ölçüde set çekti. Bu da PKK/YPG kanadını harekete geçirmiş olabilir.

 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak’ta PKK hedeflerini vurması da bir diğer faktör. Buradaki PKK cephanelikleri ve kampları ciddi hasar almış durumda.

 

Kısacası; terörle mücadele sertleştikçe, bunun Türkiye içinde yansımaları oluyor. Bununla birlikte bu tablo; Suriye’de YPG meselesi çözülmeden, içeride de PKK terörürün bitirilmesinin zorluğunu ortaya koyuyor.

 

*

 

Buna bir de Avrupa devletlerinin gösterdiği duyarsızlığı ekleyin. Bazı Avrupa ülkelerinde PKK’nın örgütlendiği, açıkça destek topladığı aşikar. Yine YPG’nin de bazı Avrupa başkentlerinden destek alması, Ankara’nın bir diğer rahatsızlığı. Özellikle de Belçika, Fransa ve Almanya zikrediliyor. Fransa’nın Kasım 2015’teki Paris saldırılarından sonra DAEŞ’le mücadeleye daha çok ağırlık verdiği, bu gerekçeyle YPG’ye desteği arttırdığına dikkat çekiliyor.

 

İşte bu durum da PKK’yı güçlendiren, mücadelemizde bizi yalnız bırakan bir diğer etken.

 

PKK’NIN TARİHİ HATASI

 

Bununla birlikte PKK bu eylemiyle çok büyük bir stratejik hata yaptı. Dediğim gibi ABD yeni bir döneme giriyor. Yeni Başkan Trump’ın YPG’ye destek verip vermeyeceği, nasıl bir Kürt politikası izleyeceği henüz muallak. Ama en azından bir süre daha Obama yönetiminden kalan YPG politikasını sürdürmesi muhtemeldi.

 

PKK ise intihar eylemleri yaparak, Trump’ın YPG’ye destek verme ihtimalini son derece zayıflatmış oldu. Yine; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ile bu konularda yapacağı pazarlıklarda elini güçlendirdi. NATO müttefikimiz ABD’nin, topraklarımızda intihar eylemi yapan bir terör örgütüne silah veren YPG’yi desteklemeye devam etmesi, bundan sonra çok daha zor görünüyor.

 

*

 

PKK’nın bir diğer büyük stratejik hatası da, intihar eylemlerini taktik haline getirmiş olması.

 

Terör örgütlerinin de bir sınıflandırması var. İntihar eylemi yapıp yapmadıkları, en önemli kıstaslardan biri. Bu tür eylemler yapan örgütler, rasyonel düşünme potansiyeli olmayan, en radikal, en marjinal terör örgütleri olarak görülüyor. IRA’nın kuzey İrlanda’da, ETA’nın da İspanya’da bu yönteme hiç başvurmamış olması sebepsiz değil.

 

Dolayısıyla PKK intihar saldırıları yaparak terör örgütü skalasında en uca savrulmuş durumda. Bu da Batı’dan aldığı desteği ister istemez zayıflatacaktır. Sivil zayiat verdiği için de içerideki destekçileri  azalacaktır. Bu da Batı’nın savunması mümkün olmayan bir durum.

 

 

 

TAK KARMAŞASI

 

 

Son olarak: Bu saldırıyı evet TAK üstlendi. Ancak basında sadece “TAK” diye anılınca, PKK’dan ayrı bir örgütmüş gibi algılanıyor. Zira birçok kişi TAK’ın PKK’nın intihar eylemlerini düzenlemekten sorumlu alt grubu olduğunu bilmiyor. Zaten birçok uzman da PKK’nın da bu algıyı yaratmak için, yani intihar eylemleriyle özdeşleşmemek için TAK’ı kurduğunu düşünüyor.

 

Dolayısıyla TAK’ı her seferinde PKK’yla birlikte anmakta fayda var. 

Yazının devamı...
Bir de Buradan Bakın
9 Aralık 2016

Bunu en son iki hafta geçirdiğim Meksika ve Guatemala’da deneyimledim. Bu topraklara eski Maya uygarlığını biraz daha iyi anlamak için gitmiştim. Ve sonunda eski Mayaların da, bugün Meksika ve Guatemala halklarının da, bizimle benzer süreçlerden geçtiğini farkettim. Yani ne mekan, ne zaman aslında hiç farketmiyor. İnsanoğlu hep aynı döngünün içinde yaşıyor.

 

EN KANLI SAVAŞ

 

Meksika Devrimi, Batı Yarımküre’nin bugüne kadarki en kanlı olayı. 1876-1910 arasında 30 küsur yıl sürmüş olan iç savaşta, her 8 Meksikalı’dan 1’i ölmüş. Toplamda 1,5 milyon kişi hayatını kaybetmiş. Ve bu devrim, 35 yıllık kaskatı Diaz diktatörlüğünü bitirmiş. Bizim tarihimiz boyunca yaşadığımız sarmalları, kırımları birebir andırıyor.

 

Meksikalı Nobel ödüllü yazar Octavio Paz “Yalnızlık Dolambacı” kitabında bu devrim için, “Ne bir zafer, ne bir yenilgiydi. Sadece Meksika ulusunun doğuşuydu. Ve Meksikalılar kendini devrimde buldu” der. Bu da bizim kurtuluş ve kuruluş hikayemize fazlasıyla benziyor.

 

*

 

Bir diğer benzerlik de, burada halkın kendi özüne karşı koyduğu mesafe. Milat’tan önce 1500 yılından Milat’tan sonra 9. yüzyıla kadar, yani 2 bin küsur yıl boyunca bu toprakların hakimi Mayalardı. Ne var ki 16. yüzyılda İspanyol işgaliyle birlikte Mayalar 2. sınıf vatandaş konumuna düştüler. Beyazlar tarafından hor görüldüler.

 

Bugün hala Meksika, Guatemala ve Belize’de -yani Mayaların ana vatanlarında- nüfusun çoğunluğunu oluşturan Mayalar, alt sınıfa aitler. İş dünyasında ve siyasette  hiçbir şekilde yer bulamıyorlar. Bizim Kürtlerle, mütedeyyin kesimle ve Alevilerle yaşadığımız sıkıntıları andırmıyor mu?

 

MEKSİKA PKK’SI

 

Bağımsızlık sonrasında devrimle yukarıdan aşağıya pompalanan demokratik değerleri de halk hiçbir zaman benimsememiş Meksika’da. Eski elitler, özellikle de ordu, on yıllarca demokrasiye direnmiş. Bu da bir diğer ortak noktamız olsa gerek.

 

Hakeza on yıllar boyunca maruz kaldıkları darbeler de aynı şekilde. Ülkede 40 yıl içinde tam 56 kez hükümet değişince, “sabah erken kalkan darbe yapıyor” özlü sözleri haline gelmiş.

 

Meksika’daki “Zapatista” hareketinin PKK ile gösterdiği benzerlik de dikkate değer. Hem ideolojileri, hem örgütsel yapılanmaları son derece benzer. Polis Akademisi’nin 2011 tarihli raporu da bunu detaylarıyla ortaya koyuyor.

 

Meksika’da 1847’den bu yana bizim geçmişimizdeki gibi çok katı bir laiklik anlayışı uygulanıyor. Ülkede dini bir okul kurulamıyor. Papazlar da cüppeleriyle dolaşamıyor.

 

MAYALAR VE MÜLTECİLER

 

Bugün bölgede ve dünyada yaşananlarla da ciddi bir benzerlik var Meksika tarihinde. İspanyollar Meksika’ya ilk kez varıp sömürge kurduklarında, yerlilerle aralarında muazzam bir iletişim kopukluğu olmuş. Mesela o zamana kadar hiç at görmemiş olan Mayalar, İspanyol askerlerin sürdükleri atın insanla bir bütün olduğunu sanmışlar. Yine; kılıcı ilk kez İspanyolların elinde gören yerliler, bunu insan elinin devamı olarak algılamışlar.

 

Gezi boyunca rehberliğimizi yapmış olan Fest Travel rehberi Sayat Turabik anlattı: İspanyollar ilk kez Meksika’ya vardıklarında, bir İspanyol’un sözlerini anlamayan bir Mayalı “seni anlamıyorum”, yani Maya dilinde “Yucatan” demiş. O İspanyol da buranın adını “Yucatan” sanmış. Böylece burası “Yucatan eyaleti” olarak kalmış.

 

Tüm bunların bugün Afganistan, Irak ya da Suriye’den kaçan bir mültecinin Avrupalılarla ilk temasında yaşadıkları iletişimsizlikten hiçbir farkı yok.

 

*

 

İspanyollar Meksikalıları ve onlara ait herşeyi talan etmekle kalmamışlar. O zamanlar Avrupa kıtasında başgösteren çiçek mikrobunu yayarak da bir nevi biyolojik kırım yapmışlar. Bu da sonraki yüzyıllarda büyük güçlerin mazlum halklara uyguladıkları benzer biyolojik savaşları andırıyor.

 

İspanyollarla yerel halkın savaşı ise sadece yıkımı değil, birbirleriyle etkileşimi de getirmiş. Mesela daha önce çok tanrılı olan Mayalar ve Aztekler, İspanyol işgaliyle Katolikliğe geçmişler. Bu da bizim tarihimizde bir yandan Batı’ya karşı savaşıp, diğer yandan Batı’ya eklemlenmemizi anımsatıyor.

 

ZAMAN

 

“Azteklerde zaman yinelenen bir ard arda sıralanıştı. Bir dönem biterken öteki yeniden başlardı.” Der Octavio Paz. Zira Meksikalılar ve onların ataları olan Mayalar ve Aztekler için her son aslında bir başlangıç. Ki zaten sadece yukarıda anlattıklarım bile insanlık tarihinin hep benzer döngülerden geçtiğini ve sonlardan sonra hep yeni başlangıçların geldiğini göstermiyor mu?

 

İşte zaten oradan bakınca “son” dediğiniz başlangıca, “dert” dediğiniz de tecrübeye dönüşüyor.

Yazının devamı...
Dolara Alo Yardım Hattı
5 Aralık 2016

Yalnız Meksikalılarla beklentilerimiz taban tabana zıt. Biz Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmasıyla işlerin yoluna girmesini bekliyoruz. Meksika’da ise Peso bizatihi Trump nedeniyle düşüyor!

 

*

 

İki haftadır bulunduğum Meksika’da halkın Trump’tan nasıl korktuğunu bizzat gözlemliyorum. Gazetelerin manşetleri, TV ekranları Trump’la dolup taşıyor. Yeni ABD Başkanı söz verdiği gibi Meksika sınırına duvar örecek mi? Ve Meksikalıları kapı dışarı edecek mi? Tam bir korku nöbetindeler.

 

O kadar ki, bundan 2 hafta önce Meksika Başkanı Nieto bir mesaj yayınladı. Ve ABD’de yaşayan vatandaşlarına “Korkmayın, yanınızdayız. Yalnız lütfen mümkün mertebe politika konuşmaktan kaçının!” dedi. Dahası, korkan göçmenler için 24 saat açık bir “alo yardım hattı” açıldı. Sırada cep telefonları için bir uygulama (app) yüklenmesi var!

 

*

 

Bu kadar endişelenmeleri ise boşuna değil. Bugün neredeyse her Meksikalı ailenin en az bir bireyi ABD’de yaşıyor. Oradan gelen para da, bu ailelerin geçimini sağlıyor. ABD’de yaşayan Meksikalı sayısı ise 30 milyon civarında. Yani Meksika ekonomisi neredeyse onlarla ayakta duruyor.

 

Trump’ın kampanyada verdiği sözler arasında NAFTA’yı (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) rafa kaldırmak da var. NAFTA 1994’te yürürlüğe girmeden önce Meksika’nın ABD’ye ihracatı (toplam ihracatına oranla) sadece yüzde 8’di. Bugün ise bu oran yüzde 80. ABD bugün Meksika’nın en büyük ihracat pazarı ve ticari ortağı.

 

Trump’ın Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması’ndan (TPPA) çekileceğini söylemesi de Meksikalıları korkutuyor. Yakında yürürlüğe girmesi beklenen anlaşma, Amerika kıtasının batısıyla Asya’nın doğu-güneydoğusunun ticari birliğini sağlayacaktı.

 

Bununla birlikte birçok Amerikan şirketinin Meksika’da büyük yatırımları var. Meksikalılar şimdi bu şirketlerin çekilmesinden de çekiniyor.

 

Her 100 kişiden 51’inin yoksulluk sınırı altında yaşadığı bu ülkede, bu korkuları yaşamak kolay değil.

 

TÜRKİYE VE MEKSİKA

 

Meksika’yla Türkiye’nin şaşıracağınız kadar çok benzer yönü var. Herşeyden önce, onlar da bizim gibi on yıllarca askeri darbelerden, siyasi çalkantılardan ve şiddet sarmalından çekmişler. “Meksika’yı yönetmek bir kaplanın üstüne binmek gibidir” sözleri sanırım bize de uyarlanabilir!

 

Yine her ikisi de birer köprü ülke. Türkiye Asya ve Avrupa’yı, Meksika ise Latin Amerika ve ABD’yi bağlıyor. Dolayısıyla ikisinin de göçmenlerle ve sınır güvenliğiyle başı dertte. Ve bugün her ikisi de bu sınırlarla imtihan veriyor. Bir yanda Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile müzakereleri dondurma kararı. Diğer yanda Trump’ın sınırı duvarla örme tehdidi.

 

Vakti zamanında her iki ülke de birer imparatorluktu (Osmanlı/Aztek). Önce yabancı güçlerce istila edildiler (Müttefik Güçler/İspanyollar). Sonra da bağımsızlıklarını kazanıp ulus devlete evrildiler.

 

*

 

İki ülkenin de kendi özüne yaklaşımı ikircikli. Bir yanda Türk kimliği inşasında Ortadoğu ve Osmanlı’ya karşı konan mesafe. Meksikalıların da kendi özleri olan Mayalara yukarıdan bakışı. Türklerin “Ortadoğulu muyuz, yoksa Avrupalı mı?”, Meksikalıların da “Latin Amerikalı mı, Amerikalı mı yoksa Maya mıyız?” sorusunun oluşturduğu kimlik krizi...

 

Yine her ikisinde de uygulanan önce çok katı, sonra esneyen bir laiklik anlayışı sözkonusu. İki ülkede de bağımsızlık sonrası devrimle yukarıdan aşağıya aşılanan değerler, halk tabanında tam anlamıyla özümsenmedi. Ve orduları demokratikleşme karşısında direnç gösterdi.

 

Meksika’da özerklik talep eden Zapatista gerillalarının (EZLN ) PKK’yla yapısal ve ideolojik benzerliği de diğer bir ortak noktaları.

 

THY FENA ALIŞTIRDI

 

Şu anda Türk Hava Yolları’nın (THY) Meksika’ya direkt uçuşu olmadığı için, mecburen yabancı bir hava yolu şirketiyle uçmak zorunda kaldık. Uçakta hem ekonomi, hem business sınıfı yolcuları o kadar sıkıntı çekti ki, birlikte seyahat ettiğim herkes dönüş biletini THY’na çevirdi. Özellikle birçok yabancının “THY bizi kendi standardına fena alıştırdı” dediğini duymak gurur vericiydi.

 

THY bugün hakikaten havayolunda dünyanın gözbebeği konumunda. Dünya çapında böyle 4 markamız daha olsa, inanın Dolar karşısında Türk Lirası bu kadar değer kaybetmez. Sırtımız yere gelmez.

 

Kaldı ki THY sayesinde Türkiye ismi dünyada çok daha güçlü yankılanıyor. Hele ki AB ile ilişkilerde sıkıntı yaşadığımız böylesi dalgalı dönemlerde, THY gibi kalıcı ve istikrarlı markalara sahip olmanın kıymeti çok daha iyi anlaşılıyor. Hep birlikte bu değerlerimize sahip çıkmak boynumuzun borcu.

Yazının devamı...
Trump Sonrası Aydınlık
18 Kasım 2016

“İyi de nerden çıktı şimdi bu” diyeceksiniz. Yine Oxford Sözlüğü’ne göre, Trump’tan çıktı! Yani Trump bu yeni gerçeklik sayesinde seçildi.

 

*

 

Malum; Trump seçildiğinden beri dünya karışmış durumda. “Nasıl oldu da dünyanın en büyük gücünün başına Trump geldi” tartışması aldı başını gidiyor. Yeni başkanın göçmenlere, İslam’a, kadınlara karşı çıkışları uzun zamandır tepki çekiyor.

 

 

İyi de Trump’ın ağzından çıkan bu sözleri Amerikan halkının büyük kısmı zaten söylemiyor mu? Zaten tam da bu yüzden oy verenlerin neredeyse yarısı onu seçmedi mi? Yani Trump, bu insanların birebir yansıması değil mi? O zaman Trump yerine daha farklı bir başkan görmek istiyorsak, bu değişimin önce bizlerden başlaması gerekmiyor mu?

 

HAKİKAT-ÖTESİ DÜNYA

 

O zaman şunu sormalı: Nasıl oldu da Trump’ı seçen “aşırı sağ” (yeni deyişle “alternatif sağ”) görüşlü insanlar ortaya çıktı? Tabii ki “küreselleşme” denilen sistem yüzünden.

 

Küreselleşen dünyada eşitsizlikler arttı. Ve yerel kimlikler bastırıldı. Bu yüzden ezilen ve korkan kitleler, kimliklerine sarıldılar. “Bizden” dediklerine sımsıkı tutundular. “Öteki”ni, farklı olanı dışladılar. Böylece “biz” ve “onlar” arasındaki nefret gitgide tırmandı.

 

Trump’ın seçilmesi de işte bu gerçekliği yüzümüze tokat gibi çarptı. Şimdi yerküre çalkalanıyor: “İnsanoğlu nasıl oldu da bu hale geldi” diye. Küreselleşme, demokrasi, elitler gibi kavramlar derinlemesine sorgulanıyor. “Biz nerede yanlış yaptık” diye soruluyor.

 

O yüzden aslında daha şimdiden bir uyanış başlamış durumda. Zaten yazının başında bahsettiğim “hakikat ötesi” kavramının bu kadar popüler olması da, bu uyanışın bir göstergesi. Yani duygularımızın algılarımızı nesnel gerçeklerden daha çok etkilediğini anlamaya başladığımızın.

 

*

 

Ancak buna neden “hakikat ötesi” dendiğini anlamış değilim. Çünkü aslında bu hakikatin ta kendisi. Sadece şimdi yeniden farkedilmiş gibi. Hislerimizin, önyargılarımızın, “sen-ben” diye ayırmamızın nelere yol açtığını şimdi farkediyoruz. Ancak bu ayırımı aşabilirsek aydınlığa çıkabileceğimizi bugün algılamaya başlıyoruz. Dolayısıyla belki de Trump’ın gelişi böyle bir aydınlanmaya vesile olacak. Yıkıcı görünen bu trend’den, çok daha adil bir düzen çıkacak.

 

O yüzden biz en iyisi buna “hakikat ötesi dünya” demeyelim. Trump sayesinde “hakikat dünyası”na şimdi giriyoruz diyelim.

 

İSRAİL’LE NORMALLEŞME TAMAM

 

“Türkiye ve İsrail bu kaotik bölgenin, benzer değerlere sahip ve makul iki adası gibi. Karşılıklı büyükelçileri atamamız, artık normalleştiğimizin simgesi”, diyor İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Shai Cohen.

 

Ankara ve Tel Aviv’in karşılıklı büyükelçi atadıklarını açıkladıkları gün; diplomatlar, iş dünyası ve akademisyenlerden oluşan bir grup Shai Cohen’in evindeydik. İlişkilerin normalleşmesinin bir nevi kutlaması olan davette, Cohen kısa bir konuşma yaptı. Ve en çok da, bundan sonra iki ülkenin güvenlik alanında işbirliği yapacağını vurguladı. 

 

Cohen’le Mayıs ayında -yani mutabakat metni imzalanmadan ve İsrail tazminat ödemeden çok daha önce- mülakat yapmıştım. Zaten daha o günlerden güvenlik işbirliğinin işaretini vermişti.

 

“Türkiye’yle özellikle Suriye’deki cihatçı terör örgütlerini bertaraf etmek için istihbarat ve bilgi paylaşımını arttırmaktan ve operasyonel işbirliğinden kaçamayız” demişti.

 

“KARBON KOPYAYIZ”

 

Davette Cohen’den sonra sözü alan eski Tel Aviv Büyükelçimiz Namık Tan da; “Büyük düşünmeliyiz. Bu iki ülke arasında iyi bir ilişki olmadan bölgeye barış gelemez” diyerek işbirliğine işaret etti. Hatta bunu “stratejik bir gereklilik” diye nitelendirdi.

 

Tan, “Türkiye ve İsrail aslında birbirinin aynası. Birbirimizin karbon kopyası gibiyiz. İkimizde de siyasi ve toplumsal kutuplaşma var. Bölgede demokrasiye inanan tek 2 ülkeyiz. İkimiz de duygusal ve sıcakkanlı Akdenizlileriz” diyerek, bunun doğal bir ilişki olduğunu söyledi. Aynı zamanda da: “Evet bu bir aşk ilişkisi değil. Ama bugüne kadar her iki ülkeyi de kim yönetiyorsa, bu ilişkinin önemini hep sonunda çok iyi kavramışlardır” derken de gerçekçiydi.

 

Mavi Marmara’dan beri bu ilişkinin sadece siyasi ayağının donduğunu; ekonomik ve güvenlik ayağının ise hep devam ettiğini özellikle vurguladı. Mavi Marmara sonrasında ticaret hacminin ikiye katlandığını söyleyerek bunu verilerle ortaya koydu.

 

*

 

“Herşey her an değişiyor, ama aslında bütünde hiç birşey değişmiyor” derler ya. Türkiye-İsrail ilişkilerini de herhalde en iyi bu cümle anlatıyor. 

 

Yazının devamı...
Ankara’nın Seçim Vakti
14 Kasım 2016


Evet Ankara’nın Trump döneminde Suriye konusunda bazı tavizler vermesi gerekecek. Ama bunları Trump dışarıdan dayattığı için değil, kendi isteğiyle ve kendi bekası için yapacak.


TRUMP’IN SURİYESİ


Trump seçilir seçilmez hemen iki mülakat verdi bile. Biri Wall Street Journal gazetesine. Diğeri de haftasonu CBS televizyonuna. Ve kampanyası boyunca ipuçlarını verdiği Suriye politikasını savunmaya devam etti. Bu da bize aşağı yukarı nasıl bir çizgi izleyeceğini gösterdi.

 

Trump’ın reçetesi en kaba haliyle şöyle: “DEAŞ yok edilmeli. Esad ve Rusya DEAŞ’a karşı savaşıyor. Öyleyse Esad’ı yerinde bırakalım. Dahası Esad ve Moskova’yla işbirliği yapalım.”

 

PYD/YPG konusunda ise aynı sebeple Obama’dan farklı bir çizgi izleyebilir. Zira Esad ülkesinin kuzeyinde bir Kürt koridoru istemiyor. Esad’la uzlaşmak demek de, YPG/PYD’ye destekten –en azından şimdiki boyutta- vazgeçmek demek. Kaldı ki ABD’nin Suriye ve Rusya ile birlikte çalışması, YPG’ye ihtiyacını ortadan kaldıracaktır.

 

Bununla birlikte Trump Suriye’de güvenli bölge kurulmasından yana. Bu da kuzeyde PYD/YPG koridorunun oluşmasına zaten kendiliğinden mani olacaktır.

 

SURİYELİ MUHALİFLER

Suriyeli muhalifler için de aynısı geçerli. Washington artık bu güçlere de ihtiyaç duymayabilir. Dahası Trump CBS mülakatında açıkça, “Muhalifler, DEAŞ’la savaşan Esad’a karşı savaşıyor” diyerek, DEAŞ’la mücadeleye sekte vurduklarını söyledi. “Kim bu gruplar? Onları tanımıyoruz. Esad’ın yerine onların gelmesi çok daha kötü. Niye onlara destek verelim ki?” diye de ekledi. Böylelikle muhaliflere desteği keseceğinin işaretini verdi.

 

“Liderlerimiz Irak ve Libya yerine plaja gitselerdi çok daha iyi olurdu” diyerek Saddam ve Kaddafi’yi devirmenin hata olduğunu da söyledi. Yani Esad’ın gitmesinin daha büyük bir kaosa meydan vereceği görüşünde.

 

Bununla birlikte, malum, Trump “ılımlı” denilen muhaliflerle radikal İslamcıları aynı kefeye koyuyor. Danışmanlarından Whalid Phares’ın Müslüman Kardeşler’i terör örgütü ilan etmekten bahsetmesi, bu görüşün bir sonucu.

 

*

 

Dolayısıyla Türkiye Trump döneminde ABD ile işbirliği yapmak istiyorsa, hem Esad’ı kabullenmesi gerekecek. Hem de muhaliflere verdiği destekten vazgeçmesi.

 

Ancak Trump’ın seçiminin ortaya koyduğu bu tablo, zaten bir süredir Ankara’nın önündeydi. Yani Ankara’nın yapmak zorunda olduğu bir seçim çoktan gelip kapısına dayanmıştı. Şimdi Trump sadece bu seçimi hızlandırıyor.

 

Şöyle ki:

 

ANKARA’NIN SEÇİMİ

 

Türkiye’nin Suriye politikasının iki ayağı olageldi. Bunlardan biri hayati. Diğeri de tercihen.

 

Şu an Ankara için hayat memat meselesi olan konu, Suriye sınırlarında oluşacak bir PYD/YPG koridoru. Suriye politikasının belkemiğini de bu endişe oluşturuyor. Hakeza Fırat Kalkanı operasyonunun arkasındaki ana motivasyon da bu. Suriye politikasının diğer ayağı ise Esad’a karşı Özgür Suriye Ordusu’nu (ÖSO) desteklemesi. Bu ise tercihen aldığı bir karar.

 

*

 

İşte bu iki yolu aynı anda izlemek zaten bir süredir mümkün değildi. Suriye’de YPG/PYD’ye karşı hareket alanı kazanabilmek için Ankara geçtiğimiz aylarda Rusya’yla yakınlaşmıştı. Dolayısıyla Rusya’nın desteklediği Esad’a karşı muhalifleri desteklemesi gitgide zorlaşıyordu.

 

Yani zaten artık bu tercihinden vazgeçmesi gerekecekti. Şimdi Trump sadece bunu hızlandıracak. Önümüzdeki dönemde Washington ve Moskova yakınlaşırsa, Ankara’nın bu seçimi daha da hızlanacak.

 

Kısacası; Ankara’nın PYD/YPG tehdidine karşı yeni Amerikan yönetiminin desteğini alması muhtemel. Buna mukabil zaten bir süredir değişen dengeler sonucunda Esad ve muhalifler konusunda revizyona gidebilir.

 

Zaten Halep çevresinde muhaliflerin gitgide zayıflaması ve Esad güçlerinin güçlenmesi, Türkiye ve Rusya yakınlaşmasının böyle bir değişime çoktan yol açtığının da göstergesi.

 

*

 

Ezcümle; Türkiye’nin Trump’la üzerinde uzlaşacağı meseleler, kendisi için hayati önemde olanlar. Buna karşılık taviz vermesi gerekenlerse, zaten uzun süredir Ankara’nın gündemindeler. 

 

 

Yazının devamı...
Trump: Bir Anti-Kahraman
11 Kasım 2016


*


Herşeyden önce, bu seçim “anaakım” diye tanımlanan herşeyin iflas ettiğini artık iyice ortalığa serdi. Bundan kastım anaakım siyaset ve anaakım medya.

 

Amerikan medyası Trump’ı seçim kampanyası boyunca büyük oranda dışladı. Anaakım medyanın yüzde 90’ının Trump’ın karşısında konumlandığı söyleniyor. Yani resmen manşetlerle çarpışa çarpışa iktidara geldi.

 

Buna mukabil Trump da sosyal medyayı tepe tepe kullandı. Twitter’da Papa’yla bile söz dalaşına girecek kadar aktifti. Bu da bize anaakım medyanın, sosyal ve dijital medya karşısında gücünü gitgide kaybettiğini, hatta eridiğini gösterdi.

 

ANAAKIM ÇÖKTÜ

 

Anaakım siyaset de iflas eden bir diğer kurum. Yani “merkez”.

 

Sadece ABD’de değil, genel olarak Batı’da merkezi temsil eden politikacılar, karşı karşıya oldukları sorunlara çare bulamadılar. Göçmen sorunu, “öteki”nin entegrasyonu, terör, ekonomik sıkıntılar... Bu sorunlardan sadece birkaçı.

 

Cevabı mevcut sistemde, yani yerleşik düzende bulamayan seçmen de, uçlara savruldu. Çünkü seçmenin bu sorunlarına ancak radikaller karşılık verdi. İşte şimdi bu trende ABD de eklendi. Her ne kadar buradaki radikal, yani Trump, yerleşik düzeni temsil eden Cumhuriyetçi Parti’den olsa da.

 

*

 

Dolayısıyla seçmen 30 yıldır siyasetin içinde olan Hillary Clinton’ı seçmedi. Hatta o kadar ki; Clinton’ın yerleşik düzeni temsil ediyor oluşu, kadın kimliğinin önüne geçti. Buna karşılık halkın çoğunluğu; hiçbir siyasi tecrübesi olmayan, damdan düşmüş gibi başkanlık seçimine girmiş bir emlak kralının peşinden sürüklendi.

 

O yüzden aslında bu, seçimden ziyade yerleşik düzene bir başkaldırıydı. O düzenin zaaflarını, eksiklerini, yetersizliklerini ortaya döküp saçan Trump’ın şahsiyetinde bir isyandı. Yani mevcut sistemin reddi. Clinton seçilse sanki mevcut düzen bir kez daha onaylanmış olacaktı.

 

 

 

UMUTTAN KORKUYA

 

 

Bu seçim Başkan Obama için de referandum niteliğindeydi. Zira Obama döneminde Dışişleri Bakanlığı yapmış Clinton’ın seçilmesi, Obama politikalarının devamı demekti.

 

Zaten yapılan anketler de, bu seçimde Obama’nın da oylandığını gösteriyor. New York Times’ta yayınlanan Edison Araştırma’nın anketine göre: Demokrat Partililerin yüzde 83’ü ülke ekonomisinin durumu için “mükemmel” diyor. Cumhuriyetçilerin yüzde 79’u ise ekonominin durumu için “kötü” diyor.

 

*

 

Bununla birlikte nasıl Obama iktidara “yapabiliriz” sloganıyla yani “umut” temasıyla geldiyse, Trump da bu seçimi “korku” temasıyla kazandı.

 

Göçmenlerin iş imkanlarını kapmasından, İslam’dan ve her türlü “öteki”den korkan beyaz Amerikalılar bu seçimin kazananı. Bunda ABD’nin değişen demografik yapısının da elbette etkisi var. Barack Obama’nın seçildiği 2008’de ABD’deki beyaz Hrıstiyan nüfus yüzde 54’tü. Oysaki bugün yüzde 43’e kadar düşmüş durumdalar. Yani azınlık oldular. İşte bu da, bu korkuları daha da körüklüyor.

 

Dolayısıyla ABD’de yaşayan göçmenler, Latin kökenliler ve siyahiler bu seçimin kaybedeni. Yaşlanan beyaz Hristiyan Amerikalılar ise kazananı.

 

Rakamlar da bunu doğruluyor. Aynı ankete göre Trump’a oy verenlerin yüzde 58’i beyaz. 65 yaş üstü seçmenin de yüzde 53’ü Trump için sandığa gitmiş. Clinton’a oy verenlerin ise sadece yüzde 37’si beyaz. Siyahilerin yüzde 88’i, Latin ve Asya kökenlilerin de yüzde 65’i Clinton’a oy vermiş.

 

ANTİ-KAHRAMAN

 

Bu sonucu destekleyen bir başka anket de, New York Times’ta yayınlanan Amerikan Değerleri Araştırması. Buna göre Amerikalıların yarısı “Amerikan kültürü ve yaşam şekli 1950’lerden beri kötüye gidiyor” diyor. Yani kendini tehdit altında hissediyor. Bunların yüzde 70’i de Cumhuriyet Partili.

 

Yine aynı ankete göre iki partinin seçmenleri arasındaki en bariz fark da “korku” konusunda ortaya çıkıyor. Mesela Cumhuriyetçilerin yüzde 86’sı, Trump’ın “Meksika sınırına duvar öreceğim” sözünü destekliyor. Demokratların ise sadece yüzde 10’u.

 

*

 

Bu seçimi evet Trump kazandı. Ama onun karşısında yenilen sadece Clinton değil, ABD’deki mevcut düzen oldu. Dolayısıyla düzenin çöküşünü temsil eden Trump, aslında bu hikayedeki kahraman değil. “Olumsuz özellikleri olan baş karakter” anlamanına gelen bir anti-kahraman. 

Yazının devamı...