(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Pucca Günlük" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Pucca Günlük" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Pucca Günlük

Pucca Günlük

Zodi, Capella ve sosisli ekmek
4 Aralık 2016

İlkokuldayız, en yakın arkadaşım benden bir sınıf küçük olan kız kardeşim. Kardeşlik kanununa göre, büyük olan her daim küçüğünü korumak zorunda. Bir gün Yerli Malı Haftası diyerek herkes evinden yiyecek bir şey getirecek. Annem çalışıyor, bırak yerli malını, kadın evde yemek yapmıyor. “Börek falan yapsana” dediğimde, “Kantinden alırsın” cevabını verince zorlamadım kadını. Ertesi gün okula gittim. Üçüncü derste herkes beyaz örtüsünü masaya serdi. Beslenme çantalarından börek, elma ve çikita muzlarını çıkardı. Sınıfı çörekotuyla karışmış ağır yumurta kokusu sardı... Gittim kantinden gevrek ve gazoz alıp sırama oturdum. Önümdeki kız, böreğinden bir parça verdi, ben de ona gevreğimden uzattım. Yemeğim yok ama mutluyum, çünkü ilginç bir şey yapılıyor. Herkes birbiriyle konuşuyor, yanımdaki kızın masa örtüsü çok güzel kokuyor, matematik dersi işlemek yerine yemek yiyoruz, dahası var mı?

Öğretmen de sıra aralarını dolaşarak, uslu duruyor muyuz diye kontrol ediyor. Bana doğru yaklaşınca gevrek ister diye elimi ona doğru uzattım. Bir sinirlendi kadın ama nasıl, o uzun tırnaklarını kulak kıkırdağıma geçirip tahtaya sürükledi beni. Elimde olan gevrek parçası yere düştü, onu almak için eğilmeye çalışırken kulağımı daha da çekiştirip saçımı çekti. Evden yiyecek bir şey getirmedim diye tahtada ayakta bekletip, herkesin yemek yiyişini seyrettirdi.
Ağlarsam kendimi daha küçük duruma düşüreceğim diye ağlayamıyorum, çekip gitmek istiyorum, gidemiyorum. İki-üç çocuğun dalga geçtiğini duyuyorum. Tek istediğim var, zilin çalması, evime gitmem hatta daha acımasızca düşünürsek okulun patlaması ve herkesin hafızasından tahtada duran aç kızın silinmesi... Bütün ders boyunca kafamı iyice önüme eğerek tahtanın önünde bekledim. O günü kendi sıramda hiç kafamı kaldırmadan, hiç ders dinlemeden, dudaklarımı ısıra ısıra ağlayarak geçirdim. Son ders zili çaldı, kafamı kaldırdım. En ön sırada oturan sınıf başkan yardımcısı, defterlerine gözü gibi bakan, öğretmenin en sevdiği kız öğrenci olan Eda, sırasının altında beslenme çantasını unutmuştu.
O da benim gibi
rezil olmamalıydı
Ve o an, sisteme karşı olan ilk öfkem ortaya çıktı. Sinsice herkesin sınıftan çıkmasını bekledim. Ayağa kalktım, tek hamleyle o beslenme çantasını koltuk altıma alıp kaçmaya başladım. Okulun çıkış kapısında beni bekleyen Zodi’ye doğru o kadar hızlı koşuyordum ki, onu gördüğümde nefes nefeseydim. Etrafta kimsenin olmadığını anladığım an, koltuğumun altından beslenme çantasını çıkardım. İçini açtım, elma çöpü, muz kabuğu, bir de hiç dokunmadığı sosisli ekmeği vardı. O sosisli ekmeği Zodi’ye uzattım, “Yarın sen bunu okula götürürsün” diye. Ben rezil olmuştum, o da olmamalıydı! Bundan sonra artık her sabah erkenden kalkıp, ona beslenme çantası hazırlayacaktım. Yüzü asla yere düşmeyecekti. Asla sınıfta açlıkla terbiye edilmeyecekti. Onun bir ablası vardı, gerekirse, çalıp çırpar ona bakardım! Çünkü ablalık bunu gerektirirdi.

Sonra tabii o sosisli ekmeği yolda yedik. Yarına bırakamadık. Bütün gece ikimiz de sosislerin bizi kovaladığı kâbuslar gördük. Okula biraz daha erken
gidip, kızın beslenme çantasını yerine bıraktım. Hırsızlığa tövbe ettim.

Yazının devamı...
Yuva, hangi durumlarda yıkılmalı?
26 Kasım 2016

Gülben Ergen’in boşanması, benim için evliliği kadar şok etkisi yaratmadı açıkçası. Gülben Ergen olmasını falan geçtim, eldeki donelere bakınca ayrılık onlar için normal diyorsun. Ortada çoluk çocuk olunca çünkü, ağzını açamıyorsun. Beni asıl şaşırtan, Ebru Gündeş’in adam içeri alınır alınmaz, hooop hemen dava açması. Kadın, Amerika’ya iki temiz çamaşır götürmeye üşendiği için ayrıldı resmen. Sadece ünlüler ayrılmıyor tabii, ayrılık herkesin yaşayacağı bir durum neticede; peki, bir yuva ne gibi durumlarda yıkılmalı?

 

İçinde şiddet varsa! “Dedem de babaannemi döverdi, 60 sene mutlu mesut yaşadılar” diye karşınıza çıkan adamları boş verin. 60 sene boyunca dayakla yaşamak ister misiniz, onu düşünün.

 

Çocuk istismarı! Bu istismar kelimesi sadece taciz anlamında değil. Şiddet, okuma hakkının elinden alınması, küçük yaşta çalıştırılması, ilgisizlik... Çocuklarınıza kötü davranan bir adamla neden aynı evde yaşamak zorundasınız? Gerçi hoş, Türk erkeklerinin sanırım neredeyse hemen hemen hepsi, nikâhtan sonra inanılmaz değişiyor. Evlenmeden önce, sevgilisiyle bir gece daha geçirmek için canını veren adam, evlendikten sonra ‘bu akşam da annemlere gidelim’ diye tutturuyor misal. Bir de nasıl olsa elde biri var diye midir nedir, ne sürprizi oluyor, ne bir adımı.

 

Tabii ki aldatma! Bunu bir kere kabul ederseniz, bir sonrakilerin yolunu açarsınız bence. Hoş, adamlara göre aldatmaları bile dünyanın en normal şeyi. Telefonunda mesaj bulsanız, “Bir mesaj için amma tatava kopardın”, kafede biriyle baya samimi görseniz, “Saçmalama, kardeşim gibidir, abartma”, yatakta bassanız, “Bizim yatağımızda mı yaptım, sen buna cevap ver önce”... Ama aldatan kadınsa, aynı adamın neler yapacağını hiç yazmayayım.

 

Sürekli kavga etmek: Artık konuşularak halledilecek konularda bile kavga etmek... Evde kırılmamış tabak çanak bırakmamak... Kıskançlık krizleri, “Televizyonun kumandası nerede” öfkeleri, “Sabah beni neden kaldırmadın” diye saç baş yolma. Şiddetli geçimsizlik dedikleri sanırım bu oluyor.

 

Saygısızlık: Ya aslında “Evlilikte saygı önemli” kafasını hâlâ anlamadım ama burada bahsettiğim, sürekli sizi aşağılayan biri varsa karşınızda, hayat gerçekten zor geçer. Yaptığınız işi hor gören, sizi beğenmeyen, sizi dinlemeyen, değer vermeyen... Gerçekten bunun için mi dünyaya geliyorsunuz?

 

Para-pul maddi durum: Bu konuda biraz Pollyanna’yım. Bugün paramız yoksa, yarın kesin olur diye düşünüyorum. O yüzden bu konuda hâlâ tereddütlerim var. Ama bir yandan da etrafımdan duyduklarım, adamların kumar gibi özel zevkleri yüzünden birçok yuva yıkılıyor. O yüzden bilemiyorum.

 

Tabii gönül ister kimse ayrılmasın. Bir taraftan da aynı evin içinde artık sevmediğin, ilgi görmediğin, ortak paylaşacak bir şey bulamadığın, zarar gördüğün biriyle ne kadar yaşayabilirsin? Kendine neden bu kötülüğü yaparsın?

 

Ama işte bir aşka başlarken, sadece kalbinin sesini dinliyorsun. Öyle kereste gibi, “Sonu ne olur, ortası nedir, bu adam iyi midir” diye düşünmeden atlıyorsun. Ayrılırken ise, o kalp hiç konuşmuyor. Sadece mantık devreye giriyor. İkilemde kalmamızın en büyük nedeni de bu olsa gerek. 

Yazının devamı...
‘O KIZ’
19 Kasım 2016

O dönem, bizim okulda bile ortalık büyük bir fısıltıya boğuldu. Kızlar tuvaletine erkekler telefon yerleştirmiş, görüntülerimizi çekiyorlarmış! Soyunma odasına kamera koymuşlar. Yürürken etek altımıza bakıp, internete atacaklarmış! Hepimizi bir korku kapladı. Tabii daha kötüsü de oldu, “Onun fotoğrafları, şunun elindeymiş” diyerek, tehdit edilen bir sürü kızdan bahsedilmeye başladı. Okul artık bizim için, arkadaşlarımızla eğlendiğimiz yerden çıkıp; her an kendimizi korumamız gereken alana dönüştü. Daha iki gün önce yanında oturduğum sınıf arkadaşımdan artık kendimi korumam gerekliydi.

 

Ardından korkulan oldu. Bir sabah, her gün okula giderken kullandığımız o uçaklı parkta, kız çocuğunun biri kendini asmış bir şekilde bulundu. Sevgilisi (?) tarafından tehdit edilmiş, çocuk, kıza arkadaşlarıyla da birlikte olması gerektiğini söylemiş. Yoksa, kızı ailesine söyleyecekmiş. Ailesi duyarsa, kızın arkasında durmak yerine onu öldürür diyerek o da kendini öldürmeyi tercih etmiş. Minicik yaşında, ailesinin bile ona sırt çevireceğini düşünecek kadar yalnız bir çocuk. İlk aşkın masumluğunu yaşamak yerine, ona iğrenç tekliflerde bulunan, onu tehdit eden bir sevgiliye sahip çocuk!

 

ERKEK ÇOCUKLARINIZA SEVGİYİ ÖĞRETİN!

 

Mahallede babaannemler dahil, çok konuşuldu bu konu. “Su testisi su yolunda kırıldı” dendi, “Eee belliydi başına bir şey geleceği” dendi. “Zaten fink fink geziyordu” diye içlerini rahatlattılar. En kötüsü de tehditler yüzünden sorgulanan çocuk için söylenenlerdi. “Olan çocuğa oldu!” Kızın ailesi, hemen başka şehre taşındı.

 

Tehdit eden çocuğun annesinin, apartmanın önünde dizlerine vurarak, “Oğlumun başını yaktı” diye ağıt yakması hâlâ kafamın içinden gitmiyor. Mahallenin kadınları nasıl olsa her şeyi konuşuyor diye nedense çok önemsememiştim. Çünkü onlara göre, bizim de testimizin kırılması gerekirdi. Babama, “Bu kızları evlendir de hemen kurtul, katil olursun sonra” diyeni bile vardı. Annesi başında olmayan, biraz gezmeye meraklı her kız çocuğunun sonu onlar için parkta bir ağacın dalına asılmaktı. Aslında bu yine o kız çocuğuna yapılan iyilikti. Bir de bunun, barlara, diskolara düşmesi vardı ki Allah korusun!

 

Asıl kötü olan, bütün okulun aynı şeyi düşünmesiydi. Çünkü o mahalleli dediğim, o çocukların annesi babasıydı. O kız bunu hak etmişti. Kimse adından bile bahsetmiyordu. Herkes, “O kız” diyordu. Biz kendimizi bir anda ergenlikle ‘erkekleşen’ çocuklardan korumuştuk. Biz bu survivor’ı atlatmıştık ama o zayıf halka seçilmişti. Oysa bakınca, çoğumuzun o kızdan farkı yoktu. Hoşlandığımız çocuğun adını matematik defterimizin arkasına yazıyorduk. Teneffüslerde çocuklarla bakışıyorduk. Okul çıkışı, konuşmaya gelirse eve kadar yürüyorduk.

 

Sonrasında zaten, kızın adı tamamen unutuldu gitti. Bize miras kalan, kendimizi korumamız gerektiği, kimseye güvenmememiz ve ailemizden korkmamız oldu. Saçma salak ilişkiler yaşadık. Şimdi düşünüyorum da en güzel çağlarımızı, en eğlenmemiz gereken zamanları korkuyla ve travmalarla geçirmişiz. Ve şimdinin çocukları aynı korkuyu daha kötü bir şekilde yaşıyor. Yapmayın artık, erkek çocuklarınıza sevgi denilen şeyi öğretin. Kız çocuklarınız, başlarına bir şey geldiği zaman, sizin kanatlarınız altında güvende hissetsinler.

Yazının devamı...
Varsa bir iyi niyetinizi alırım
12 Kasım 2016

Bu kelimeyi kullanmayı sevmiyorum ama bir ‘mucize’ oldu. Onca koruma yöntemlerimize rağmen; alınan sol tüpümden hamile kaldım. Yine aynı şeyleri yaşayacağım diyerek öyle korktum ki, kimseye söylemedim. Kabullenmeme, “bu kez de olmazsa” diye sevinmeme, kendimi en kötüsüne alıştırmaya çalışma derken 17’nci haftaya girdim. Daha yeni yeni, işin tatlı kısmını hissetmeye başladım. O yüzden, “Tamam artık insanlara anlatabilirim” dedim. Bu kez de etrafın baskısı garip gelmeye başladı. Ben hamileliği, yiyip içip, kocanı manava göndermek zannediyordum. Meğer alakası yokmuş. Çünkü herkesin hamilelikle ilgili bir bildiği var, herkes bir laf söyleme ihtiyacında hissediyor kendini. Ve sen, sudan çıkmış balığa dönüyorsun.

 

Hamilelikle ilgili herhangi bir şikâyet halinde hemen, “Allah’ın sana vermiş olduğu bu mucizeye böyle diyemezsin” diye üstüne saldıranlar... Ne yapabilirim, midem bulanıyor. Hayatımda ilk defa dört ay boyunca kesintisiz kusuyorum. Bırak, azıcık şikâyet edeyim!

 

GÖBEK GÖRMEK İSTİYORUUUZ!

 

Sürekli olarak, “Daha bunlar iyi günlerin” diye seni korkutanlar. “Dördüncü aydan sonra iştahın açılacak, şişmanlayacaksın, o zaman ararsın bu kusmaları!” “Ooo karnın kocaman olsun, sen o zaman gör”, “Çocuk doğsun, ben seni görürüm”, “Çocuk bi konuşmaya başlasın hele...”

 

Göbek fetişistleri! Anlam veremediğim bir grup bu. Sürekli olarak, “Göbeğini göster!” diye emir veriyorlar. “Göbek görmek istiyoruzzz!”

 

Bi de yolda gördükleri zaman göbeğe dokunanlar. Bunlar beni çok tedirgin ediyor.

 

YASAK O YASAK, YAPMA!

 

Hamileliği hastalık gibi görenler. Ne yaparsan, ‘sakın yapma, çocuğun düşer!’ Makyaj yapmaktan tutun, güneşe çıkmaya kadar her şey yasak zannediyorlar. Ve attığın her adımda, kafanda zeballah gibi durup, “Yasak o yasak, yapma” diye parmak sallıyorlar.  “Eskiden, tarlada bahçede doğuruyorlarmış” örneğinden yola çıkıp, sana takla attırmaya çalışanlar... Ufacık bir şeyinde, “Yaa boş versene, herkes doğuruyor, ne olacak” diyerek, evde masa altında doğurmanı bekleyenler....

 

Aldığın kiloları merak edenler! ‘Nasılsın’dan önce, “Kaç kilo aldın?” diye soranlar... Yüzün şişmiş! diye mutlu olanlar. “Ayyy ben beş kilo alarak hamileliği bitirdim, dikkat et dikkat!” diye elinden ekmeği alanlar...

 

AY SÖYLEME, NAZAR DEĞER!

 

Hamile olduğunu duyar duymaz, “Ayy senden iyi olmasın bir akrabam vardı, aynı senin gibi hamile kaldı, sonra doğumda bebek ölü doğdu”, “Benim arkadaşım da senin gibi kusuyordu, çocuk sonra üç kollu doğdu”, “Aynı senin gibi ‘gazım var’ diyordu, meğer çocuğu düşüyormuş o sırada. Fark etmediği için, sen bebek onu zehirle. Kız öldü valla!” diyerek sürekli kötü haber verenler...

 

Nazarcıları unutmamak lazım tabii. Bu nazar mevzuu zaten inanılmaz rahatsız ediyor insanı. Mutluluğu paylaşmanın bu denli kötü olması çok itici. Ne söylesen, ‘ayy kimseye söyleme, nazar değer’, ‘amaaaannn sakın ha, bak nazar değecek’. Bir de ‘kötü göz’ denilen şey, neden iyilikten üstün anlamıyorum. Ee iyilik hani hep kazanıyordu, millet bi bakışıyla senin canını alabiliyor resmen.

 

Hâlâ çok korkuyorum, hâlâ kâbuslarımda doktor, ‘bebek yokmuş meğer’ diyor. Ve sürekli bir şey olursa diye çok mutlu olmak istemiyorum. Bence en korkunç şey bu.

Yazının devamı...
Yuvanın tarifi çok açık bir sen, bir ben, bir de bebek
5 Kasım 2016

Evlilik kararını verirken, ilk düşündüğüm şey, “çok şükür ya, akrabalar artık susacak” olmuştu. O kararı verirken inanılmaz bir korkuya kapılmıştım. Tek bir adamla birlikte olma, bir daha kimseye aşık olmama, tüm hayatımın değişmesi, aynı evin içinde sonsuza kadar birlikte yaşama! Bu korkularımın yanında bir de, “Ya benden sıkılırsa, beş sene sonra başkasına âşık olup giderse, ya ben onun için yanlış kişiysem!” Aşk dediğin şey dünyanın en garip hissi. Nereden nasıl yakalayacağını bilmiyorsun. Mesela, kocam gibi biri benim için, asla birlikte olunmaması gereken erkek tiplerinin başını çekiyordu. Ama ilk gördüğüm günden beri ağzımın suyu aka aka dolandım peşinde. Keza, ben de onun için öyleydim. Ve ikimiz de aşk için uygun olmadığımız dönemde tanışmıştık. Demek ki aşk denilen planlı programlı bir şekilde oluşmuyor. O yüzden de ikimizin başına her an gelebilir. Mesela, başka birine karşı bir şey hissettiği zaman onu mu suçlamam gerekli; yoksa kendimi mi? Ya da Allah’ın takdiri mi demem lazım?

 

 

ZEKİ TAKLİDİ YAPMANA GEREK YOK TATLIM!

 

Ama bir taraftan da belli bir süre geçince aşkı aramıyorsun. Tuvaletten salona giderken gördüğüm zaman beynim erimiyor mesela. Ama evin içinde görmek istediğim tek canlı da kendisi. ‘Kim 500 Milyar İster?’ yarışmasını izlerken, internetten gizli gizli cevaplarını aramıyorum artık. Çok zeki taklidine gerek yok. Zaten, “Sen bu soruyu bil, kafamı keserim!” diyerek, neyi ne derece bildiğimi biliyor.

 

Evet doğru: Evlenince aşkın o kafa karıştıran, ‘acaba’larla dolu olan, kendini sürekli beğendirmeye çalıştıran, beynini süngere çeviren kısmını aramıyorsun. Yuva dediğin çoluk çocukla mı olur, o kısmını henüz bilmiyorum ama güvenle oluyor. Yani ilişkinin en zor elde edilen şeyiyle. Kendini tamamen bırakmakla, “bana zarar verecek en son kişi budur” demekle. “Artık yalnız değilim” hissiyle. ‘Sonsuza kadar’ düşüncesinden olan korku, huzura erişince. 

 

 Demek ki aşk denilen planlı programlı bir şekilde oluşmuyor. O yüzden de ikimizin başına her an gelebilir. Mesela, başka birine karşı bir şey hissettiği zaman onu mu suçlamam gerekli; yoksa kendimi mi?

Yazının devamı...
Ayrılık sosyal medyaya dahil mi?
30 Ekim 2016

İkisinden de bir açıklama gelmeyince, her yaptıkları didiklenir oldu. En son, Tuba Büyüküstün, Onur Saylak’ın Instagram’da fotoğrafını beğenince, ‘barıştılar’ denildi. Hayır, sanki adam kadının babasını küvette boğmuş, evin arka bahçesine atmış. Tuba’nın da kolunu kesip, sokaklarda dilendirmiş gibi büyük bir düşmanlık bekliyorlar. Tuba Büyüküstün de olsan, alt komşumuzun kızı Hacer de olsan aynı. İnsanlar ilişkinin gidişatını sosyal medyadan öğrenip, yorum yapıyorlar.

Sosyal medya artık hayatımızın her alanında, yapacak bir şey yok. Hatta, insanlar artık sevgililerini sosyal medyadan pat diye buluyor. Mantıklı mı, gayet mantıklı! Kişinin fotoğraflarını en ince ayrıntısına kadar inceliyorsun. Kimle arkadaş, oturup tek tek bakıyorsun. Bir dakika içinde siyasi görüşüne dair fikir yürütüyorsun. Hangi mekânlara gider, en sevdiği yemek nedir biliyorsun. Nereden mezun olmuş, eski mesleği neymiş, neden oradan çıkmış pat pat pat, hepsi önünde. Eskiden bunları bulmak için canımız çıkıyordu. Adamla en az 5 buluşma gerekliydi. Şimdi hoop, baştan niyet belli.

 

Tam kendine uygun birini buluyorsun. İşte buluşmalar, eski sevgilisini araştırmalar derken... Eski kızla Instagram’a 3 fotoğraf atmış. Seninle daha bir tane atmadı diye içten içe, ‘İlişkimiz ciddi değil mi?’ diye dertlenmeye başlıyorsun. Önceden, ‘anasıyla beni tanıştırmadı’ muhabbeti, şimdi ‘Benimle fotoğraf koymadı’ olayına dönüyor tabii. Ardından bütün mecralardan, ‘Bunun sahibi var’ sinyalini vermek için uğraşıyorsun.

 

Sonra işte, işin en kötü tarafı geliyor. Adamla kavga ediyorsun mesela, aklından ilk ayrılık geçiyor. “Ama şimdi ayrılırsam, o fotoğrafları kim silecek” diye kara kara düşünüyorsun. Eş dost diyecek ki, “Bu kız da bir dikiş tutturamadı.” “Keşke bu kadar çabuk atmasaydım” diyorsun. Milleti sevindirmemek adına ayrılmıyorsun. Ama bazen de karşı tarafa ne kadar gözü kara olduğunu belli etmek için, ufacık bir tartışmada; onu evdeki buzdolabından bile engelleyip, ortada toz bırakmıyorsun. İşte bu da kötü, çünkü bunun barışması var. Bu kez de elâlem, “Ay bunlar da zırt pırt kavga ediyor. Bi cacık olmaz bu ilişkiden” diye konuşacak. Aslında ne yapsan konuşacaklar.

 

Ayrılık kısmında acı çekmeni izlemelerini istemiyorsun, ama adama da mesaj göndermek istiyorsun. O yüzden çok dram olmayan, genel görünen, aynı zamanda kişiselleştirebildiğin Mevlana sözlerini paylaşıyorsun. Anlayan anlıyor tabii. Misal, Gaziantep’te oturan yengen, “Yazık bu kıza” diyor oturduğu yerden. O yıllarını verdiğin, güçlü kadın gibi durduğun, en kaliteli, organik yemekleri yediğini gösterdiğin, sürekli gezmelerde olduğunu belli ettiğin, ‘imrenilecek derecede mükemmel’ olan sosyal medya hesaplarına bir bomba atıyorsun. Her durumda yazıklı insan oluyorsun, yapacak bir şey yok. Bütün emekler çöpe gitti!

 

Bir-iki seneye kadar geçer bu ‘hayatlarımızı mükemmel gibi gösterme arzusu’. O yüzden, mutlu olmak istiyorsan, sosyal medyayı sadece başkalarının hayatlarını kurcalamak için kullanacaksın. İşin gıybet tarafı çok eğlenceli, gıybete konu olma kısmı ise çok rahatsız edici.

 

Yazının devamı...
Ayrılık sosyal medyaya dahil mi?
29 Ekim 2016

Boşanıyorlar mı, hangisinin dizisi daha iyi, çocuklara kim bakacak, kim daha fazla kazanıyor ve daha nicesi. İkisinden de bir açıklama gelmeyince, her yaptıkları didiklenir oldu. En son, Tuba Büyüküstün, Onur Saylak’ın Instagram’da fotoğrafını beğenince, ‘barıştılar’ denildi. Hayır, sanki adam kadının babasını küvette boğmuş, evin arka bahçesine atmış. Tuba’nın da kolunu kesip, sokaklarda dilendirmiş gibi büyük bir düşmanlık bekliyorlar. Tuba Büyüküstün de olsan, alt komşumuzun kızı Hacer de olsan aynı. İnsanlar ilişkinin gidişatını sosyal medyadan öğrenip, yorum yapıyorlar.

 

Sosyal medya artık hayatımızın her alanında, yapacak bir şey yok. Hatta, insanlar artık sevgililerini sosyal medyadan pat diye buluyor. Mantıklı mı, gayet mantıklı! Kişinin fotoğraflarını en ince ayrıntısına kadar inceliyorsun. Kimle arkadaş, oturup tek tek bakıyorsun. Bir dakika içinde siyasi görüşüne dair fikir yürütüyorsun. Hangi mekânlara gider, en sevdiği yemek nedir biliyorsun. Nereden mezun olmuş, eski mesleği neymiş, neden oradan çıkmış pat pat pat, hepsi önünde. Eskiden bunları bulmak için canımız çıkıyordu. Adamla en az 5 buluşma gerekliydi. Şimdi hoop, baştan niyet belli.

 

Tam kendine uygun birini buluyorsun. İşte buluşmalar, eski sevgilisini araştırmalar derken... Eski kızla Instagram’a 3 fotoğraf atmış. Seninle daha bir tane atmadı diye içten içe, ‘İlişkimiz ciddi değil mi?’ diye dertlenmeye başlıyorsun. Önceden, ‘anasıyla beni tanıştırmadı’ muhabbeti, şimdi ‘Benimle fotoğraf koymadı’ olayına dönüyor tabii. Ardından bütün mecralardan, ‘Bunun sahibi var’ sinyalini vermek için uğraşıyorsun.

 

Sonra işte, işin en kötü tarafı geliyor. Adamla kavga ediyorsun mesela, aklından ilk ayrılık geçiyor. “Ama şimdi ayrılırsam, o fotoğrafları kim silecek” diye kara kara düşünüyorsun. Eş dost diyecek ki, “Bu kız da bir dikiş tutturamadı.” “Keşke bu kadar çabuk atmasaydım” diyorsun. Milleti sevindirmemek adına ayrılmıyorsun. Ama bazen de karşı tarafa ne kadar gözü kara olduğunu belli etmek için, ufacık bir tartışmada; onu evdeki buzdolabından bile engelleyip, ortada toz bırakmıyorsun. İşte bu da kötü, çünkü bunun barışması var. Bu kez de elâlem, “Ay bunlar da zırt pırt kavga ediyor. Bi cacık olmaz bu ilişkiden” diye konuşacak. Aslında ne yapsan konuşacaklar.

 

Ayrılık kısmında acı çekmeni izlemelerini istemiyorsun, ama adama da mesaj göndermek istiyorsun. O yüzden çok dram olmayan, genel görünen, aynı zamanda kişiselleştirebildiğin Mevlana sözlerini paylaşıyorsun. Anlayan anlıyor tabii. Misal, Gaziantep’te oturan yengen, “Yazık bu kıza” diyor oturduğu yerden. O yıllarını verdiğin, güçlü kadın gibi durduğun, en kaliteli, organik yemekleri yediğini gösterdiğin, sürekli gezmelerde olduğunu belli ettiğin, ‘imrenilecek derecede mükemmel’ olan sosyal medya hesaplarına bir bomba atıyorsun. Her durumda yazıklı insan oluyorsun, yapacak bir şey yok. Bütün emekler çöpe gitti!

 

Bir-iki seneye kadar geçer bu ‘hayatlarımızı mükemmel gibi gösterme arzusu’. O yüzden, mutlu olmak istiyorsan, sosyal medyayı sadece başkalarının hayatlarını kurcalamak için kullanacaksın. İşin gıybet tarafı çok eğlenceli, gıybete konu olma kısmı ise çok rahatsız edici.

Yazının devamı...
Hayalleri gerçekleştirmenin yolu
22 Ekim 2016

Artık olayın, mistik yönü nedir ne değildir bilmiyorum ama panoya koyduğum ne varsa hep gerçek oldu. Tek şartı, pano mutlaka hep gördüğün bir yerde durmalı. Onu da şuradan biliyorum, bu sene taşınırken panomu kaybettim. Artık kaybedince lanetleniyor musun nesin, öyle bir özelliği var mı bilemedim ama o günden sonra oraya ne koyduysam olmadı. Güya 50 kiloya kadar inecektim. Biraz daha gayret etsem 50 kilo alacaktım neredeyse. Angelina Jolie ile Brad Pitt’in fotoğrafını koymuştum, ertesinde ayrıldılar! Bu sene o yüzden gözümün önünden ayırmayacağım bir hayal panosu yapmak için kolları sıvadım.

 

 

GEREKLİ OLAN MALZEMELER

 

Eski bir tablo ya da mukavva. O da yoksa bir kartonu dört köşe kesin olsun bitsin.

 

Hayalleriniz tabii. Ona uygun fotoğraf ve yazılar. Dergilerden kesebilirsiniz, yalnız kadın dergilerinin şöyle bir sorunu var: Dergiler baştan sona kadın fotoğrafı dolu. Her sayfada ilik gibi kadın fotoğrafı görüyorsun. Biri de dememiş ki şu dergiye iki tane kaslı çıtır delikanlı ekleyelim. Ya da ev fotoğrafı falan koyalım, ne bileyim, tarihten ilham alan kadınların hikâyelerine yer verelim. Bu dergileri okuyan kadınları sadece bir seksenden uzun kadın fotoğraflarına mı hasta zannediyorlar anlamıyorum. O yüzden bu sene istediğim fotoğrafları yazıcıdan çıkarttım. Zaten bu aralar yazıcımla bildiğin aşk yaşıyorum.

 

Yapışkan ya da raptiye. Ben bir kere yaptığım zaman yapıştırıcı bulamamıştım evde. Ağda bantlarıyla yapıştırmıştım. Bir hafta sonra panoyu karınca bastı. Ağda bandı iyi bir fikir değil,
o yüzden uyarayım.

 

 

PANOYA MUTLAKA FOTOĞRAFLAR ASIN

 

Hayallerinizin temsili fotoğraflarını yazıcıdan çıkarttıktan ya da dergilerden kestikten sonra, panoya yapıştırıyorsunuz. Kendimden örnek vermek gerekirse, ilk olarak dolar fotoğrafları koydum. Ne olur ne olmaz diyerek, deste deste dolar fotoğrafları koydum. Hatta işi garantilemek adına, ‘para, çok para’ diye de panonun sağına soluna yazdım.

 

Bu sene dünyayı gezmek istiyorum. O yüzden dünya haritasının üzerinde pasaport olan bir fotoğraf koydum. Belki evren yanlış anlar, ülkemizden Avrupa’ya vize de kalkabilir...
Hangisi olursa kabulüm.

 

O kadar para koydum, ben şimdi geri zekâlıyım giderim o parayı har vurup harman savururum diyerek bir ev fotoğrafı ekledim. En azından paranın bir kısmını eve yatırayım.

 

Bebek fotoğrafı tabii ekledim. Üstüne de doğumdan sonra hemen kilo vereyim diye 32 beden incecik bel fotoğrafı ekledim.

 

Huzurlu mutlu yuva isteğimi bu sefer ünlülerden yana kullanmadım. Kimi koysam boşanıyor. Millete yazık günah.

 

Benim mülteci hayallerimin bir kısmı böyle. Zaten aklıma bir şey gelirse yapıştırırım diyerek boş yerler de bıraktım. Mutlaka siz de yapın. Gerçekleşip, gerçekleşmemesini geçtim. İnsan, büyüdükçe hayal kuramıyor, artık onu fark ettim. Aklına hayal bile gelmiyor, ‘nasılsa olmaz’ diye... Oysa çocukken, sadece hayal kurmak için bile yatağa gitmeyi severdim. O hissi tekrar canlandırıyor, umut etmeyi, beklemeyi sevdiriyor. Bütün
hayalleriniz gerçek olsun...

Yazının devamı...