(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Elif Çongur" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Elif Çongur" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Elif Çongur
Başkan değil öğretmen
20 Aralık 2016

Sonra babam bi gün geldi, yeni çıkarttığı nüfus kağıtlarımızı elimize tutuşturdu “Bartınlıyız artık” dedi. Bartınlı olduk.

 

“Nasıl yani tam olarak?” dedim. “Zaten Bartınlıydık da” dedi, “Bartın, Zonguldak’a bağlıydı, şimdi il oldu” dedi.

 

Ben tam anlamadım. Zaten kafam küçük ve karışıktı. Ailecek ömrümüz, memleketin bir takımın şehirlerine kurulmuş santrallerde geçiyordu, arada bi kaç zaman gelip Ankara’da soluklanıyorduk. Sonra yine yeni bir şehre doğru yola koyuluyorduk. “Zonguldak neresiydi ki?”, “Neden Bartınlı olmuştuk birdenbire?”, “E Bartınlıymışsak neden Zonguldaklıyız diyoduk o zaman?” filan diye dolandım ortalarda bi süre. Tam anlayamamak bende o zamanlarda başlamış demek.

 

Ben küçükken Kırıkkale Ankara’daydı.

 

Ankaralılar, MKE Kırıkkalespor’un maçlarını takip eder, takımı şehrin takımı sayar, başarısına uzaktan da olsa sevinirlerdi.

 

Sonra bi gün, ben bu bilgilerle sınıfta yine futbol üzerine derin düşüncelerimi paylaşırken arka sırada üç sene öyle mıh gibi oturan o sinir çocuk pis pis güldü. “Saçmalama be” dedi. “Kırıkkalespor nerden Ankara takımı oluyo. Kırıkkale il oldu çoktan.”

 

Yine tam anlamadım. Ama demek böyleydi. Demek bi yeri böyle “Burası şurasıdır” diye bellememek gerekiyordu. Demek her an her şey olabilirdi.

 

Hadiseleri tam olarak kavrayamama durumuma bi de bunu ekleyip devam ettim yoluma. Natüralist bir romanın kahramanı olsam çıkıp “Az anlıyorsam ve bastığım zemin hep ayağımın altından kayacakmış gibi hissediyorsam, suç benim mi, suçlu sadece ben miyim, sorarım size” diyebilirim yani rahatlıkla.

 

Dün, küçükken evimizde maç sonuçlarının sıkı takip edildiği o şehrin bir kulübünden, Kırıkkalegücü Spor Kulübü’nden ödül almaya gittim. 11.sini düzenledikleri “Yılın Spor İnsanları Ödülü”ne, bu yıl Mehmet Can Öztürk’ün adını ve anısını da eklemişler. Beni de ödüle layık görmüşler, takdir etmişler, sağ olsunlar, var olsunlar. Çok kıymetli.

 

Benim ödülüm bana çok kıymetli de daha kıymetlisi Kırıkkalegücü Spor Kulübü Başkanı Güven Gündüz’ün olağanüstü çabası. Şehrin çocukları, gençleri sporu sevsin, sporu tanısın, spor yapsın diye verdiği emek.

 

Gördüm ki, Güven Gündüz’ün bütün bu ödül organizasyonu, bu ödül töreni koşturmaları, bu zor işlerin altına girme hevesi, şehirde spora dikkat çekmek için. Aileleri özendirmek için. Çocukları, gençleri spor alanlarına çekmek için. Verdiği emek büyük. Bir öğretmenin emeği. Kimsenin kendisine “Güven Başkan” dediği yok zaten. Oraların “Güven Hoca”sı o.

 

Kırıkkalegücü Spor Kulübü’ne tekrar teşekkür ediyorum.

 

Ödülümü Beşiktaş saldırısında kaybettiğimiz Berkay Akbaş’ın anısına adıyorum.

 

Gencecik ruhu şad olsun.

Yazının devamı...
Antremanımuz bitmiştur
11 Aralık 2016

Bizim kuşağın çocukları.

 

Ne olup bittiğini hiç anlayamayan çocuklar.

 

Sobalarda kitapların yakıldığını gören, arka odalarda abilerin ablaların saklandığını bilen, evlerde ölüm, işkence, idam, gözaltı laflarından başka bi şey duymayan çocuklar.

 

O çocuklar o korkunç günlerin gecelerinde rahat uyuyabildilerse ondan sebeptir.

 

Üstünden 12 Eylül’ün tanklarının geçtiği bir kuşak çocuğa, elleriyle ısıttığı bir bardak süt uzatmıştır. O çocuklar, çocukların duymaları gereken şeyleri bi tek ondan duymuştur. O çocuklar o ılık sütleri içip uyumuştur.

 

Komik-i Şehir Naşit Özcan’ın kızı Adela Özcan. Biz Adile Naşit diye biliriz. O çocuklar Adile Teyze diye.

 

Adile Naşit, önce memleket tiyatrosunun, sonra sinemasının başına gelen en güzel şeylerden biridir. Hafize Ana’dır. Yaşar Usta’nın sonbaharı Melek Hanım’dır. “Misafir değilim hanım, çocuklarımın anasıyım”dır. “Hadi ordan Rukiye de hanım ağzını yırtarım”dır. “Vay benim elektrikçim elektrikçim”dir.

 

Nuri Ergün’ün yönettiği, senaryosunu Sadık Şendil, Bülent Oran ve Burhan Bolan’ın yazdığı, 1975 yapımı Karadenizli ve Kayserili iki ailenin hikayesinin anlatıldığı “Sevgili Halam” filminin Sevgili Halası’dır.

 

O filmde Trabzonspor efsaneleri ile enfes bir antrenman sahnesi vardır. Döpiyesi çekmiş, ayağında topuklu ayakkabılar, boynunda kravat “Uyy yedum sizu da! Ha futbol mu oynaysunuz yoksa dans mı edeysunuz? Dizilin bakayum karşuma! Top hakkında size malumat vereyum.” diye basar antrenman sahasını. 

 

Futbolcuları karşına diker.

 

“İlk peşun ben kimim onu deyun.” diye sorar. Futbolcular hep bir ağızdan “Sevgili halamızsın!” derler. “Daha başka?” diyince “Trabzonspor’un kurucusu!” diye bağırır futbolcular. “Trabzonspor’u dünyanın en buyuğu etmek onemlidur!” der, “En büyük olacağuz!” diye söz verirler. Sonra ders başlar:

 

“En buyuk olmak için sokakta sürtmek değil aklıni zihnini tekmilnen topa vermek gerekir!”

 

“Vereceğiz!”

 

“Karadeniz’in soylu evlatlarının nam-ı şöhretlerini tekmil dünyanın her bucağına yayacak bir nevi muharebe demektur. Fitbol maçını kaybettiniz mu gozükmeyun gözüme! Fitbol demek Tirabzon’un en buyuk olduğunun ispatı demektur! Antremanımuz bitmiştur!” der çeker gider. Baksanıza, Adile Naşit Trabzonspor’un başına gelmiş en güzel şeylerden biridir.

 

Yirmi dokuz yıl önce bugün, 11 Aralık 1987’de Adile Naşit gittiğinde bizim kuşağın çocuklarının da antrenmanı bitmiştir.

 

Adile Naşit başımıza gelmiş en güzel şeylerden biridir.

 

Bizi hep rahat uyuttu o da rahat uyusun. 

 

 

 

 

 

Yazının devamı...
Yasin Sülün: Altyapıda bir öğretmen
8 Aralık 2016

Samimi söylüyorum kaçırır. Karşılıklı edilen o küfürleri, o hakaretleri, baştan ayağa cinsiyetçi, ayrımcı o berbat cümleleri, tarih yazmaları, onun yazdığı tarihi bozmaları, o utanç verici görselleri filan sürekli gören aklını kaçırır. Ben kaçırdım ordan biliyorum. Kaçırdım, kaçırdığım yerden bildiriyorum.

 

Taraftarlık nasıl bi şey biliyoruz. Akılla fikirle tutulmuyor takımlar anladık. Ama takım tutarken yaşanan bu akıl tutulmasını da artık anlamaya imkân yok. Birbirinden bu kadar nefret etmeyi, ısrarla etmeyi, bir yerden başlamamak için en ufak bir adım atmamayı anlamaya imkân yok.

 

Nefretin nasıl pompalandığını biliyoruz bilmesine de, bu tuzağa böyle her defasında aynı biçimde nasıl düşülüyor, düşünce nasıl kalkılamıyor, nasıl ordan asla çıkılamıyor, neden taraftarlık bu düşman iklimden beslenmekte böyle ısrar ediyor.

 

Ama etmeyen var. Çok şükür var. Kaçan aklımızı yoldan çevirip tutan var. “Durun hâlâ umut var” diyen var. Yasin Sülün gibi. Futbolun bi iyi yanı, bi oyunsu tarafı, bi güzel dünyası varsa o da Yasin Hoca gibilerin yüzü suyu hürmetine dönüyor.

 

YASİN ÖĞRETMEN

 

Yasin Sülün’ün kariyerini uzun uzun anlatmaya gerek yok. Beşiktaş’ın alt yapısından yetişir. Beşiktaş'ın 100. yılındaki şampiyon kadrosunda vardır. Biliyoruz işte. Yasin. Beşiktaşlı Yasin.

 

Yasin Sülün, futbolculuk yıllarını geride bıraktıktan sonra, 2011’de Beşiktaş U18 altyapı takımında antrenörlüğe başlar. 2012-13 ve 2013-14 sezonlarında U17 takımının başındadır. 2014-15 sezonunda U19 takımını, 2015-2016 sezonunda U21 takımını çalıştırır. 2016-17 sezonunda U 21 Futbol Takımı Teknik sorumlusudur.

 

Futbol kamuoyu, Yasin Sülün’ün yetiştiği çimlerde hocalık yaparken, başka türlü şeylerin de peşinde olduğunu, Beşiktaş ile Kayseri Erciyesspor arasında oynanan U19 maçında fark eder.  

 

İlk yarısı 1-1 biten maçta hakem Beşiktaş lehine bir penaltı kararı verir. Yasin Sülün, penaltı kararının haksız olduğunu düşünür. Penaltıyı kullanmak üzere topun başına geçen Eslem Öztürk'ten atışı gole çevirmemesini söyler. Eslem topu rakip kalecinin kucağına yuvarlar.

 

O vakitler bir sürü laf edildi elbette. Kaçırırlar mı. Kaçırmadılar. Amatörlüğün kötü bi şey olduğuna adları kadar emin oldukları için profesyonellikten dem vurdular. “Amatör” dediler. “Futbolda bunlara yer yok” dediler. “Aşırı hassasiyet” dediler. Aslında çok güzel şeylerle suçladılar Yasin Hoca’yı haberleri yok.

 

BABA HAKKI RUHU

 

Futbolda esas bunlara yer var, bunlara ihtiyaç var, bunlara çok ihtiyaç var bu bir. Amatör ruh muazzam bi şeydir, futbol denen oyun amatör ruh üzerinden yükselir bu iki. Hassasiyetin aşırısı bu değil, buna gev gev etmektir bu da üç.

 

Yasin Hoca oralı olmadı. Belli ki, futbolcu yetiştirmenin, topa vurmayı öğretmekten ibaret olmadığını biliyordu. Belli ki, öğretmen olmanın, gençlere kazanmaktan önce çok başka şeylerin öğretildiği bir meslek olduğunu düşünüyordu. Belli ki, yolundan sapmadı.

 

Bu defa da Fenerbahçe U21 takımıyla oynadıkları maçta, oyuncu değiştirme hakkı dolan rakip takımın futbolcusu sakatlanıp oyun dışı kalınca kendi takımını da bir kişi eksiltti. Maç onar oyuncuyla tamamlandı.

 

O gün, hiç kimse bi şey öğrenmediyse altyapıdaki o pırıl pırıl gençler, futbolun böyle de oynandığını, kazanmanın her şey demek olmadığını ve Yasin Hoca’nın dediği gibi hiçbir galibiyetin bir gencin geleceğinden daha önemli olmadığını öğrendiler.

 

Sağ olsun Yasin Sülün. Aklımızı fikrimiz kaçırtan, alayımızı futboldan buz gibi soğutan, çok utandıran onca rezilliğin arasında bunu yapıyor. Var olsun.

 

Baba Hakkı’nın da ruhunu şad ediyor haberi olsun. 

 

Yazının devamı...
Ağla Samsun, ağla Chapecó, ağla Adana, ağla kimse ayıplamaz
30 Kasım 2016

Bugün bir kez daha hem Samsunspor için hem Chapecoense için hem de Adana Aladağ’da kaybettiğimiz çocuklarımız için:

 

Biz çocukken, genç ölmek meseleydi. Çok büyük meseleydi. Genç ölümlerin öyle hemen üstesinden gelinemezdi. Hayat, öyle hiç bi şey olmamış gibi devam edemezdi. O zamanlar büyükler yas tutmayı da isyan etmeyi de bilirdi.

 

Biz çocukken, genç ölmek meseleydi. Çok büyük meseleydi. Üstünden atlanıp geçilmezdi. Ağır ağır yürünür; ağrısı, sancısı, acısı efendi gibi yaşanırdı. Öyle gördük. O yüzden çok derindir bizim kuşakta genç ölümlerinin bıraktığı izler.

 

20 Ocak 1989 günü, babamın yasını ve gözünün yaşını gördüğüm gündü. Ajansı seyrediyordu. Seyretmek olur mu ajansı alıyordu.  “Şekerpancarı yüklü kamyon” diyordu ajansta. “Olacak şey değil. Facia bu” dedi babam, dondu kaldı televizyonun karşısında.

 

Yıkıldı demek daha doğru sanırım. Kimseciklerin ilan etmesine filan gerek yoktu, o kuşak, kendi yasını kendisi ilan ederdi. Annem hiç ellemedi, beni yanından aldı, içeri gittik.

 

On iki yaşındaydım.

 

On iki yaş, ölümden konuşmak için uygun bir yaş değildi o zamanlar.

 

On iki yaş, ölmek için uygun bulunuyor hâlbuki bu zamanlar.

 

Sonradan öğrendim, o sabah Samsunspor kafilesi Malatyaspor maçı için yola çıkmıştı. Aynı sabah, aynı saatlerde, aynı şehrin takımı olan Çarşambaspor’un Diyarbakır deplasmanı için çıktığı gibi.

 

İki takım otobüsü, yolda ara ara karşılaşıyor, otobüsten otobüse eller sallanıyor, selamlar veriliyor, şakalaşılıyordu.

 

 

Sonra, yol hali, aralarına mesafe girdi.

 

Çarşambaspor kafilesinin, Samsunspor kafilesi ile bir sonraki karşılaşması, babamın “facia” dediği şeydi. İçinde 17’si futbolcu 23 kişinin olduğu Samsunspor otobüsü, Havza çıkışında, şeridine giren bir kamyonla kafa kafaya çarpışmıştı. Şekerpancarı yüklü bir kamyonla. Bu manasız ayrıntıyı hiç unutamam. Kulağımda çınlar durur.

 

Çarşambasporlular arkadaşlarını şarampole yuvarlanmış halde buldular. Kan donduran bir deyim vardır “Can pazarı” diye. Öyle işte. Koşar ilk müdahaleyi onlar yaparlar, bir yandan ağlayıp bir yandan yaralı arkadaşlarını taşırlar, hastaneye yetiştirirler, kan verirler. Kimine can verirler, kimine veremezler.

 

Teknik direktör Nuri Asan, futbolcular Muzaffer Badalıoğlu, Mete Adanır ve şoför Asım Özkan Havza Devlet Hastanesi’nde hayatlarını kaybederler. Yugoslav futbolcu Zoran Tomic, ailesinin isteğiyle götürüldüğü memleketinde, altı ay komada kaldıktan sonra hayatını kaybeder. Hayatta kalanların birçoğu ağır yaralanmıştır, bir kısmı geri dönüşsüz sağlık sorunları yaşar. Malulen emekli olanlar olur.

 

Şehrin acısı tarifsizdir. Kepenkler iner, gazetelerde “Ağla Samsun, aslan gibi gençlerini kara toprağa verdin, ağla kimse ayıplamaz!” yazar. O sezon, ligin Onur Şampiyonu ilan edilen Samsunspor, kırmızı-beyaz olan renklerine, yaşanan bu acının ardından “siyahı” ekler.

 

Bu satırlar, yirmi altı sene önce o faciada ve dünkü faciada hayatını kaybedenlerin anılarına, hayatta kalanların acılarına saygı duruşu olsun.

 

Spor yaşamları sırasında; maçta, antrenmanda, müsabaka yolunda hayatını kaybeden tüm sporculara saygı duruşu olsun.

Kimi zaman doğaya, kimi zaman fizik kurallarına kafa tutan, sağlıklı bedenleriyle ölüme çok uzakmış gibi görünen ve fakat genç ölen tüm sporculara saygı

duruşu olsun.

 

Dün Adana’da kaybettiğimiz el kadar çocuklarımıza benden utanç içinde bir veda olsun.

 

Ağla Samsun ağla Chapecó ağla Adana, ağla kimse ayıplamaz.

 

Yazının devamı...
Fidel ve Diego
28 Kasım 2016

Kızartılmış Yeşil Domatesler olarak mı çevrilmeliydi acaba tam emin değilim. Çünkü “yeşil domates kızartması” söz konusu olan. Güneşte kendi kendilerine kızarmıyorlar yani, yemek için kızartılıyorlar. Yeşil Domates Kızartması da olabilir bakın. Uzattım tamam.

               

Muazzam bir dostluk hikâyesidir. Idgie ve Ruth adlı iki genç kadının 1920’lerde yaşadıkları eşsiz dostluğu anlatır.

 

Birbirlerini zenginleştiren, birbirlerinin hayatlarını değiştiren ve hatta kurtaran bir arkadaşlık. Tamamen zıt karakterlerdeki iki kadının birbirlerini sadece severek kurdukları bir dünya. Başka sevgilere ilham veren, sevdikçe daha çok sevmeyi, paylaştıkça daha çok paylaşmayı öğrendikleri bir dostluk. Çok güzel filmdir.

 

            Castro ve Maradona’nın dostluğu gibi

 

Yolları ilk kez, Maradona’nın aklımızı fikrimizi aldığı, gönlümüzden asla inmeyeceği o tahta oturduğu 1986 Dünya Kupası’ndan sonra kesişir. Maradona, Arjantin’den atlar Küba’ya gider. Sanıyorum kalbinde Che’yi de götürür. Castro’yla tanışırlar. Maradona, kalbinde taşıdığı dostunun dostundan çok etkilenir. 

Daha sonraki yıllarda sık sık bir araya gelirler. Maradona ona forma hediye eder, Castro ona üniforma. Ama dostluklarının en kuvvetli virajını Maradona’nın yaşadığı karanlık, sıkıntılı, dumanlı günlerde dönerler. Maradona’nın uyuşturucuyla savaşmaya çalıştığı uzun, zor, acılı günlerde. Dostlukların sınandığı en kuvvetli eşikler zor zamanlar zaten. Benim de Ayça’m var mesela, dostluğumuzu hep zor günlerin eşiklerinde sınadık. 

DOSTLUĞUN ZAFERİ

 

O günlerde Castro, Maradona’nın uyuşturucuyla savaşına omuz verir, dostuna kol kanat gerer, dünyanın en önemli doktorlarını yetiştiren ülkesinde dostunu tedaviye başlatır. Maradona, Küba’daki La Pedrera kliniğine yatar. Bu başlangıç, Maradona’nın uzun sürecek ama zaferle çıkacağı uyuşturucu mücadelesinin ilk büyük adımı olur.

 

İki kadının dostluk hikâyesinin, Idgie’nin, Ruth’u sürekli döven, ırkçı, berbat, pislik kocasının evinden kurtarmaya geldiğinde başlaması gibi, onların dostluk hikâyesi de işte böyle, Castro’nun Maradona’yı uyuşturucu illetinden kurtarma çabasıyla başlar. Zaferle biter. Dostluğun zaferidir. Sonsuza kadar da sürecektir.

           

O muazzam cümledeki gibi: Zafere kadar daima. 

Yazının devamı...
Yapmayın bunu
21 Kasım 2016

Futbolumuzun kendisiyle arasına mesafe koyduğu şeylerin başında sanırım ağırbaşlılık geliyor. Kazanırken de kaybederken de ağırbaşlı olamıyoruz. Sevinirken de olamıyoruz üzülürken de. Maçtan önce de sonra da.

 

Oysa kazanmanın da kaybetmenin de adabı vardır. Kaybedince üzülmeyi yerlerde sürünmekten ayıran, kazanınca sevinmeyi berbat bir şımarıklıktan ayıran bir alan vardır. O alanı çoktan kaybetmişiz biz.

 

Diyelim ki o alandan vazgeçtik. Vakardan, efendilikten, centilmenlikten filan da vazgeçtik. Kibre, şımarıklığa, tadı kaçan şakalara da tamam dedik. İçimize sindiremesek de dedik diyelim hadi. Demiş gibi yaptık, görmezden geldik, oralı olmamaya çabaladık. Ama asla tamam diyemeyeceğimiz, yok sayamayacağımız, ses çıkarmaktan geri duramayacağımız bir şey var.

 

Zafer sevincini cinsiyetçi bir söylem üzerinden yaşayanlara ses etmemeye olanak yok. Benim için yok. Buna bir ömür itiraz edeceğim.

 

Tribünde karşı takımın formasını şişme kadınlara giydirip yakmalara, sevilmeyen futbolcuya makyaj yapmalara, elbise giydirmelere, peruk takmalara, kadını aşağılamalara, galibiyet sevincini iğrenç bir cinsiyetçi, ayrımcı, şiddet içeren tonla kutlayanlara itiraz edeceğim.

 

Hele hele utanmadan sıkılmadan yapılan tecavüz benzetmelerine. Bir maç kazanmanın böyle bir ima ile kutlanmasına. Tecavüz denen insanlık suçunun bu şekilde normalleştirilmesine itiraz edeceğim. Bıkmadan usanmadan.

 

En akıllı başlı insanların, söz konusu futbol olduğunda nasıl akıldışı şeyler yaptığını, neler söylediğini, nasıl kendisinden beklenmedik davranışlar gösterdiğini biliyoruz. Babam Fenerbahçe’nin Bordo zaferinden sonra radyoyu omzuna alıp tur atmıştı evde. Dünyanın en mantıksız, en olmadık, en ipe sapa gelmez hareketlerini takımının kazanması için totem diye yapan var. Ofsayt kere ofsayt olan pozisyona bakıp bakıp “Nerde ofsayt? Nerde be, nerde?” diye ağlayan biliyoruz.

 

Bunlar olur. Bunlar başka. Kazanılacak, kaybedilecek, sevinilecek, üzülünecek, iddialara girilecek, tatlı tatlı itişilecek, bazen biraz uzatılacak, karşı taraf kızacak, küsecek. Bu işlerde sıra elbet karşı tarafa da gelecek. Bunlar futbol sevmenin, bunlar takım tutmanın, bunlar kazanmak istemenin tatlı yanları.

 

Ama kim olursa olsun, hangi kulübün nesi, hangi takımın taraftarı olursa olsun galibiyetin cinsiyetçi ve ayrımcı bir biçimde, hele hele tecavüz iması ile kutlanması kabul edilemez. Herkesin, her ortamda, bıkmadan usanmadan itiraz etmesi gerek buna. Vakardan şundan bundan geçtik diyelim ama bundan vazgeçilemez.

 

Bu korkunç şakalar, imalar, pankartlar, paylaşımlar; kadına şiddete, ayrımcılığa, tecavüz gibi bir büyük insanlık suçuna hizmettir. Ortak olmaktır.

 

Yapmayın bunu. Yaptırmayın. Kimseye.

 

 

 

 

 

 

 

Yazının devamı...
Büyülü Macar
17 Kasım 2016

Bu tür cümlelerdeki aşkı severim. Kendi aşkını bir başka terazide tartma ihtiyacı duymayan bu tavrı severim. Bi yandan çok iddialı, ama bi yandan da gizli öznesi “bence/benim için/bana göre” olan bu cümleleri çok severim.

 

Çehov da benzer bi şey söylemiş zamanında: “Edebi eserler benim için ikiye ayrılır,” demiş. “Sevdiklerim ve sevmediklerim. Benim için başka kıstas yoktur.”


 

O yüzden bende çok vardır bu cümlelerden.


 

Mesela kanıtlamayı filan umduğum değil, emin olduğum bi şeyi söyliyim size hemen: Ahmet Kaya ve Kazım Koyuncu hayatta olsaydı, bu korkunç zamanlarda işimiz daha kolay olurdu. Yaylı tamburun dünyadaki en şahane saz, Fransız Teğmenin Kadını’nın dünyada yazılmış en güzel roman, Marlon Brando’nun dünyaya gelmiş en yakışıklı insan olduğuna emin olduğum kadar eminim buna. Merhaba’nın dünyanın en güzel şarkısı, Hayaller Kâhyası’nın dünyanın en güzel öyküsü, Münir Özkul’un dünyanın en büyük oyuncusu olduğuna emin olduğum kadar eminim.


 

O zaman şimdi dünya futbol tarihinin gelmiş geçmiş en büyük golcüsünü anabilirim.


 

Ferenc Puskás, 1927 yılında Budapeşte’de doğar. 1 Nisan’da. Babası, daha ilk günden hem oğlunun hem de dünya futbol tarihinin kaderine müdahale etmeye kararlı gibidir. Önce 1 Nisan doğumlu olmanın alay konusu olacağını düşünerek oğlunu 2 Nisan diye kaydettirir. On yıl kadar sonra “Purczeld” olan soyadlarını “Puskás” yapar. Sonra da oğlunu kendisinin teknik direktörü olduğu Kispest takımında yeşil sahalara çıkarır. Yirminci yüzyıl futbol tarihini sanki biraz da Baba Puskás yazar.



Böylece dünya futbol defterine “Kudretli Macarlar” sayfalarının yazıldığı yıllar başlar. Kalem, Puskás’ın elindedir. Kispest takımını ordunun devralmasından sonra takımın adı Honved olarak değişir. Oyunculara rütbeler verilir. Puskás binbaşı olur. O günlerden geriye “Dört Nala Koşan Binbaşı” lakabı kalır.


           

Sonrası artık hep akıl almaz gol vuruşları.  1947/48, 1949/50, 1950 ve 1953 sezonlarının gol kralı. Avrupa Liglerinin en golcü ismi.  Sol ayakla yapılan olağanüstü vuruşlar. Kurşun gibi. Mavzer gibi. Dağ gibi vuruşlar.

 

O vuruşlar 1952’de Macaristan’a olimpiyat şampiyonluğunu getirir. 1953’te İngiltere’yi 6-3 ve 7-2 filan gibi acayip skorlarla yenerlerken topun arkasında hep o vardır. Sir Bobby Robson, olan bitenin ardından bakakalır ve sadece “Adama ‘Binbaşı’ diyorlardı, Macar bir binbaşı bizi Wembley’de nasıl teslim alabilirdi ki.” diyebilir. Bir İngiliz futbolcunun ise “Şu şişko çocuğa bakın. Neredeyse onun katili olacağız.” dediği rivayet edilir.

 

Honved’in Bilbao ile oynayacağı bir maç için İspanya’ya giden Puskás, ülkesine tekrar dönmez. O arada olanlar tek başına bir başka yazının konusu, yazarım, konuşuruz onları sonra. Macaristan’a dönmeyen Puskás, 31 yaşındayken Real Madrid’te oynamaya başlar. Futbol tarihinin en şahane golleri işte o günlerde atılır, futbol en şahane ikililerinden birini o tarihlerde bulur, Puskás ile Di Stéfano fıstıklı baklava olur. Karnıyarık ve pilav da denebilir. Ya da yoğurtlu sarma. Tek başlarına da muazzamdırlar ama bir aradayken akıldışı.


 

O yıllarda, Real Madrid’in üst üste aldığı lig şampiyonluğu hikâyelerinde hep Puskás’ın golleri yazar. Defalarca İspanya liginin gol kralı olur. 528 maçta 512 gol atar. Sol ayağı ile herkesi büyüler. İspanya’da ve dünyadaki adı artık “Büyülü Macar”dır.


 

39 yaşında futbolu bırakır. 17 Kasım 2006’da buralardan gider.

 

Real Madrid’ten takım arkadaşı Santamaria onun için “Şaşırırdık, ne zaman paraya sıkışsak elini cüzdanına atar borç verirdi. Yolda gezerken bir fakir görse yine aynısını yapardı. Hele bir Macar görürse, üstündekileri bile verirdi. Sonra şarap içmeye gittiğimizde oturur buna ağlardı.” demiş. Güzel olan sadece golleri değilmiş belli ki.

 

Futbol tarihinin gelmiş geçmiş en büyük golcüsü Ferenc Puskás gideli bugün on yıl oluyor. Birileri topa ne zaman onun gibi vursa, o top gitse çok güzel bi gol olsa akla hep o geliyor. Güzel gollere verilen bir büyük ödül onun adını taşıyor. Ölümsüzlük böyle bi şey, Puskás golleriyle yaşıyor. 

Yazının devamı...
Gol üzerine bazı düşünceler
6 Kasım 2016

Arsada da onun için, arenada da onun için. Sokakta da statta da. Futbolda her şey gol için yapılıyor.

 

Her şey o ağlar havalansın diye. Ayağa fırlansın diye. “Goooool” diye avaz avaz bağırılsın sonra dönüp yanındakine sarılınsın diye.

 

Bu sevmeler, bu kızmalar, bu ağlamalar gülmeler, sabahtan akşama kadar konuşmalar, akıl vermeler akıl almalar, çok öfkelenmeler, çok heyecanlanmalar, bu bi türlü yatışamamalar filan nihayetinde hep golle alakalı. Her şey gol atıldı diye. Her şey gol atılamadı diye.

 

VURDU GOL OLDU

 

Başka hiçbir sporda, futbolun golle kurduğu kadar güçlü bir bağ yok mesela. Elbette basketbolun basketle, voleybolun sayıyla, başka bir sürü sporun skorla benzer bağları var, olmaz mı. Ama futboldaki başka türlü. Ben onu diyorum.

 

Bi kere bir maçta gol, öyle çok fazla atılamıyor futbolun doğası gereği. Tekniği, alanı, süresi gereği. O yüzden kıymetli. Atıldı mı uzun seviniliyor, kaçırıldı mı bi süre dövünülüyor. Basketbolda basket atınca o kadar sevinip dövünmeye kalk bakalım, ne olduğunu anlamadan beş tane daha basket yer oturursun yerine.

 

E az atılan bi şey çok atıldığında bu defa başka kıymetli oluyor. Farklı galibiyetler bu yüzden daha çok önemseniyor. Üç- sıfır, dört- sıfır önemli skorlar, üç fark, dört fark çok önemli farklar ama beş- sıfır sanki başka bir şey futbolda. Bir eşik. Yazılı olmayan bir kural gibi. 5-0 diye yazsam daha netleşir mesele. Beşten sonra ise artık başka bir şey başlıyor. Sanki iş futboldan uzaklaşıyor. Beş, bu anlamda da bi eşik bence.

 

Gol, oyunun şerefiyle de bir tutuluyor. Çok farklı yenilgilerde hiçbir şeyi değiştirmeyecek olsa da yenmiş olan o kadar golü geri döndürmeyecek olsa da bir işe yaramayacak olsa da mutlaka bir gol isteniyor. Atılması beklenen o tek gole “şeref golü” deniyor.

 

NAKIŞ GİBİ, YEŞİL GİBİ, AL GİBİ BİR GOL

 

Futbol kimilerimizin sığınağı, kaçışı, derdini kederini dağıtışı. Kötü gün dostu. O top bazen o ağları değil de sıkıntımızı dağıtıyor sanki. Bu zor günlerde Moussa Sow’un Manchester United’a attığı o gol gibi.

 

82 Dünya Kupası’ndan beri bilfiil futbol seyrediyorum, bunca yıldır gördüğüm en güzel gollerden biri olan o gol.

 

Nakış gibi, yeşil gibi, al gibi bir gol.

 

Hayal etmeyi, cesaret etmeyi, cüret etmeyi hatırlatan muazzam bir gol.

 

Daha havalandırdığı ağlar havalandıkları yerden inmeden, bize “2016 FIFA Puskas Ödülü’nün sahibi” dedirten o gol.

 

Söz Puskas’tan açılmışken “20. yüzyılın en önemli Macarı’nın” ölüm yıldönümü yaklaşıyor. Oturayım da bir Puskas yazısı yazayım. Bazı goller dünyayı nasıl güzelleştirir ona bakayım.

 

Bakayım da acık memleket ağrımı dağıtayım.

 

 

 

 

Yazının devamı...