(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Doğan Hızlan" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Doğan Hızlan" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Doğan Hızlan
Karikatör’ün gösterdikleri
22 Aralık 2016

Daha afişinde neyle karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyuyor Rozental. Yan yana üç sinema iskemlesi. Şu meşhur yönetmenlerin sette kullandıklarından...

 

Üç koltuktan biri boş, ikisi dolu.

 

Aktör: Koltuğu boş. Diğer ikisi ise Direktör ve Provokatör!

 

Hazırlanan kataloğun arka kapağında ise patlayan bir atom bombası görüntüsü, altındaki yazı ise trajikomik: “Peace Forever”.

 

“Gazeteciler Basın Koğuşu’nda.”

 

Ağlanacak halimizin özeti. Koğuşun demir parmaklıklarının arasından, ellerindeki kalemi münasip bir biçimde polislere gösteriyorlar.

 

Polisler şunu söylüyor: “Bu yazar çizer takımına artık kalem vermeyelim... Tedirgin oluyorum!”

 

Galiba polisler haklı(!).

 

Karikatürcülerin eline kalem vermeyeceksin.

 

Çünkü sergiyi gezerken İzel Rozental’in karikatürlerine şerh koymuşlar.

 

Sanat dalları içinde karikatür Muhammed Ali gibidir. Kelebek gibi uçuşuna bakarken, arı gibi soktuğu zaman ağrısıyla kendinize gelirsiniz. Çünkü çok zaman anımsatma görevi vardır...

 

Öldürülenlerin mezar taşlarından oluşan bir mezarlık ve altında şu yazı: “Küçük Prens Yeniden”.

 

En hoşuma giden karikatür ne biliyor musunuz?

 

Yan yana iki dükkân biri sinek avlarken diğerinde kuyruk dışarılara taşmış. Birinin vitrininde Bob Dylan adı var. Herkes o dükkânın önünde kuyrukta, albüm alıyor. Nobel Edebiyat Ödülü alan Dylan’ı kitapçıdan arayan soran yok. Kitapçı kaşlarını çatmış kuyruğa bakıyor.

 

Nobel Edebiyat Ödülü’nü bu sene Bob Dylan’ın aldığı açıklandığında edebiyatçılar ve müzikçiler az tartışmamıştı...

 

‘Ali Ulvi’ye Saygıyla...’, ‘Don Martin’e Saygıyla...’ karikatürleri sanatçının sanatçıya saygısını imliyor.

 

***

 

PARMAK ODASI bize günlük haberlerde kullanılan bir klişeyi anımsatıyor.

 

Karikatürde o kadar çok parmak var ki, şaşırırsınız...

 

Bir Güneş Tutulması’na bakın bir de Akıl Tutulması’na. İkincisinde silah ve bıçak elde.

 

Günümüzde yaşanan bir trajedinin kara karikatürü. Bir cam şişe içinde, mülteci botu ve bir adam içeriye bir can simidi sokmaya çalışıyor.

 

Karı-koca televizyonda mülteci botunu seyrediyorlar. Sular taşmış odayı kaplıyor ve içinden fırlayan Aylan Kurdi’nin cansız bedeni yerde yatıyor.

 

Bir bottaki mülteciler karikatürü daha: “Ufukta ütopya göründü” yazıyor.

 

‘Peace Forever!’la başlayan kitap ‘Peace Never!’la bitiyor.

 

İzel Rozental’in karikatürleri, karikatürün günceli ihmal etmeyip kalıcı sorunlara da gönderme yapma işlevini vurguluyor.

 

Albümün başında yer alan Plantu’nun bir cümlesini okuyalım: “Farklı kültürler, görüşler, inançlar arasında bir köprü inşa ediyor.”

 

Michel Kichka’nın görüşü, onun sanatını tanımlıyor: “Kimi zaman naif, kimi zaman hınzır.

 

Kaleminin ucu kâğıdı tırmalasa da, etrafa mürekkep sıçratsa da çizgisi her daim hassastır. El yapımı kalıp gibi oturan bir çizgi.”

 

***

 

İYİ bir karikatüristin ahvalimizi ortaya koyan çalışmaları.

 

(*) Gözlem Yayınları etiketiyle sergiyle aynı adlı bir de albüm/kitap yayımlandı.

Yazının devamı...
Maçka Sanat Galerisi’nin hoş ortamını özleyeceğiz
21 Aralık 2016

Dostlarınızla orada karşılaşır, hasret giderirsiniz. Değişik alanlardaki sanatçılar, edebiyatçılar birbiriyle bilgi alışverişini de burada gerçekleştirirler.

 

İşte 40 yıldır açık kalan Rabia Çapa’nın Maçka Sanat Galerisi böyle bir mekândı. Ressamlar, edebiyatçılar her sergi açılışında buradaydılar.

 

Ama artık bu buluşmaları yapamayacağız, dostlarla karşılaşamayacağız. Çünkü kapanıyor...

 

40. yıl için hazırlanan “Görünmeyene Bakmak” kitabının sonundaki binanın mimarı Mehmet Konuralp’in Veda yazısından bir bölüm:

 

“Pek sevmediğim bir söz, yaşananları anılara terk etme zamanı. Gerçi alışığım ama, kırk yıllık sevdaları terk etmek pek kolay olmuyor. Ama işte, gene veda zamanı geldi çattı. Rabiş’le yeni sulara yelken basmak üzere... Hoşça kal Maçka Sanat Galerisi.”

 

Maçka Sanat Galerisi 40. yıl kutlamaları için çeşitli etkinlikler gerçekleştirildi. Az evvel andığım “Görünmeyene Bakmak” kitabı bunlardan biri. Tasarımı Yeşim Demir tarafından yapılan kitabın yazarları Karoly Aliotti, Mahmut Nüvit Doksatlı, Sezer Duru, Özge Ersoy, Nazlı Gürlek, Burcu Pelvanoğlu, Nergis Abıyeva ve Necmi Sönmez’den oluşuyor. 

 

Nisan 2016’dan itibaren galeride arşiv sergileri düzenlendi. Bu sergiler Füsun Onur, İz Öztat, Serhat Kiraz ve galerinin mimarı Mehmet Konuralp tarafından gerçekleştirildi. Konuralp’in “Tektonik Yansımalar” sergisi yıl sonuna kadar ziyarete açık. Arşivin düzenlenmesi ve dijitalleştirilmesi projesi de 40. yıl projelerinden birisi. Rabia Çapa, Nergis Abıyeva ve Güler Demir tarafından gerçekleştirilen arşiv çalışması tamamlandığında Rabia Çapa’nın sergi giysileri koleksiyonunun da bulunduğu Vehbi Koç Vakfı’na teslim edilecek. Gecede Nuri Harun Ateş de aryalar söyleyecek.

 

***

 

ŞİMDİ kitabın içeriğini tanıtacağım.

 

Kitap, Demir Özlü’nün Kanal Kentlerinde Berlin & Amsterdam kitabından bir alıntı ile başlıyor. Ardından galeriden fotoğraflar ve Rabia Çapa’nın Sunuş yazısı yer alıyor. Rabia Çapa galeriyi şu sözlerle anlatıyor:

 

“1976 yılında kardeşim Varlık’la beraber açtığımız Maçka Sanat Galerisi 40 yılını doldurdu ve bir yaşam biçimi olarak hayatımla bütünleşti.

 

Hayatımı renklendirdi...

 

Güzelleştirdi...

 

Zenginleştirdi...

 

İlk günden bugüne dek hiç eksilmeyen bir heyecanla sergiler kuruldu, sergiler açıldı ve her açılışta sergi giysileri giyildi... Sergiler sergileri, konuşmalar konuşmaları, mutluluklar mutsuzlukları kovaladı ve anıları bizde kalmak üzere 40 yıl geçti. Galeri 40 yıllık yaşamını, gittikçe kuvvetlenen sanat sevgisine, dostluklara, sergilerimizi severek gezip akşam özel votkamızı paylaşan sanatçılara, edebiyatçılara, mimarlara, sanatseverlere ve gençliğe borçludur. Bu 40 yıllık geçmişe katkı sağlayan sanatçılara, yazarlara, sanat dostlarına ve aileme teşekkür ederim.”

 

Bu yazıyı Didem Çapa ile Sinem Çapa’nın yazıları izliyor.

 

Dönemler başlığıyla, sergilenenler onar yıllık bölümler halinde değerlendiriliyor. 1976-1986, 1986-1996, 1996-2006, 2006-2016.

 

Ana başlıklar şöyle:

 

Dönemler, Yorumlar, Akan Zaman Duran Zaman, Sergi Giysileri, Bir Albümden, Tanıklar, Mektup, İthaf ve Notlar, Veda, Sergi Açan Sanatçıların Kronolojik Listesi, Yazar Özgeçmişleri, Dizin.

 

Bütün çalışmaların gerçekleşmesinde Ömer Koç ve Vehbi Koç Vakfı’nın katkılarını belirtmeliyiz.

 

***

 

BİR galerinin 40 yılının kitabı sanatımızdaki aşamaları göstermesi bakımından da ilgi çekici.

Yazının devamı...
İyi bir çevirmen, gerçek bir aydın: Bertan Onaran
19 Aralık 2016

Onlar aramızdan ayrıldıktan sonra haklarında yazılmaz. Oysa birçok yabancı yazarı biz onların çevirilerinden okuruz, öğrenir edebiyat bilgimizi ve beğenimizi onlar sayesinde geliştiririz.

 

Sadece Türkiye değil, dünya tarihine bakın. Bütün önemli kırılma noktaları, medeniyet sıçramaları çevirilerin niteliği ve niceliği sayesinde yaşanmıştır. Osmanlı’da da, Avrupa’da da, erken Cumhuriyet döneminde de... Bu değişmez kuraldır! Çeviri dünyayı algılamamızda rol sahibidir.

 

Önceki yıllarda özel bir çeviri ödülünü anımsamıyorum. Tek çeviri ödülünü Türk Dil Kurumu verirdi.

 

Bugün Çeviri Derneği’nin verdiği ödül haricinde üç çeviri ödülü var.

 

Şair, çevirmen Talât S. Halman adına İKSV’nin verdiği ödül, bugün saat 19.00’da yapılacak törenle kazanan isme ödülünü verecek. Geçen pazartesi Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Alman Dışişleri Bakanlığı’nın düzenlediği Tarabya Ödülü de belli oldu, önümüzdeki günlerde ayrıntılı haberini okuyacaksınız. Çarşamba akşamı da Dünya Kitap Jürisi toplanacak, yılın telif kitabıyla beraber yılın çeviri kitabı dallarında ödülünü kazanan belli olacak.

 

Çevirmenler, onların ‘dil yaklaşımları’, yaptıkları çeviriler her açıdan önemlidir...

 

* * * 

 

USTA çevirmen Bertan Onaran’ı da ebediyete uğurladık. Bugün, bütün iyi okurların kütüphanesinde mutlaka bir Bertan Onaran çevirisi vardır. Çünkü dünya edebiyatının, özellikle Fransız edebiyatının, düşünürlerinin en önemli kitaplarını dilimize o aktarmıştır.

 

Hürriyet’te hakkında çıkan haberde, çevirdiği yazarların önemli bir kısmının adı anılmış. Meraklıları internetten, kimleri ve hangi eserleri çevirdiğine bakabilirler...

 

50 yıllık çevirmenlik hayatı boyunca, alelade, herhangi bir kitabı, sırf ekonomik katkı olsun diye çevirmemiş, değeri olan, nitelikli kitapları, yazarları tercih etmiştir...

 

Türkçede tam metin halinde Cervantes’in Don Quixote’sini de ilk ondan okuduk, Sartre’ın Sözcükler’ini de...

 

Dil bilinci, dil özeni elbette iyi bir çevirmen için vazgeçilmez hususlardır. Bertan Onaran da böyle bir çevirmendi. Arı, duru Türkçe anlayışı doğrultusunda yabancı kelimelere birçok Türkçe kelime karşılık kazandırmıştır.

 

Toplumsal olaylarla da ilgilenen, bir aydın olarak tavrını koyan biriydi. Bu anlayışıyla birçok toplantıya, etkinliklere katılır, ‘aydın sorumluluğu’nun bilincinde davranırdı.

 

Anılar çekmecesini karıştırıyorum. Panait İstrati’yi ilk Yaşar Nabi Nayır’ın çevirilerinden okumuştuk. Yıllar sonra bir kitapçıda yazarın Mihail (Arkadaş) kitabını görüp hemen almıştım. Çünkü kitabı Bertan Onaran çevirmişti.

 

Birden fazla kuşağın okuduğu iyi çeviriler, klasik eserlerin çevirileri mutlaka Bertan Onaran imzası taşır.

 

Onun Ruhi Su sevgisinden de mutlaka söz edilmeli bu yazıda.

 

Ruhi Su’nun ölümünden sonra yayımlanan albümlerinde büyük emeği vardır Onaran’ın. Karabey Aydoğan’ın derlediği ‘Ruhi Su Türküleri’ kitabında 1985 sonrasında çıkmış her albüm takdiminde eşi Sıdıka Su, Onaran’a teşekkür etmiştir.

 

* * * 

 

ÇEVİRİLERİNDE ve anılarda yaşayacak.

 

Yazının devamı...
‘Eğer piyango zengini olsaydım...’
17 Aralık 2016


Müzikal, Ankara Devlet Opera ve Balesi tarafından 14 Ekim 1969 tarihinden başlayarak Büyük Tiyatro’da sahnelenmeye başlamış, başrolü Tevye’yi Cüneyt Gökçer üstlenmişti.

 

Bir müzik dergisi*, bu başlık altında, müzisyenlere sormuş, eğer yılbaşı çekilişinde size 10 milyon pound (44.1 milyon TL) çıksa ne yapardınız?

 

Televizyonlarda muhabirler, yılbaşı çekilişi öncesi, rastladıklarına sorarlar, çok kimse de hayallerinden söz eder. Gerçi kazanmadan önce söylenenle kazandıktan sonraki uygulamalar çoğu zaman birbirine uymaz ama olsun. Hayallere engel yok...

 

Bazı müzisyenlere bu soru sorulmuş ve bakın soruyu nasıl yanıtlamışlar.

 

Tasmin Little’ın (kemancı) hayalini çok beğendim. Sanırım Jules Verne’in ‘80 Günde Devriâlem’ini unutmamış. Onu gerçekleştirmek istiyor. “80 günde 80 konser veririm, fantastik müzisyenleri de yanıma alırım, öyle yerlere gitmek isterim ki, şimdiye kadar hiç canlı müzik dinlememiş olsunlar.”

 

Sir James Galway (flütçü): “Çocuklara okullarda klasik müzik öğretmek isterim. Bir flüt sınıfı kurma hayalini gerçekleştiririm. U2, Beatles ya da Pink Floyd gibi gruplardaki müzisyenlerin çoğu teoriyi okulda öğrenmiştir. Yetenekli gençlere flüt armağan etmek de tasarılarım arasında” demiş.

 

Ailish Tynan (soprano) ise İrlanda’da bir opera kurmanın en büyük hayali olduğunu söylemiş. Gerekçesi ise önemli. “Böylece, İrlandalılar genç şarkıcıları dinlerler.” Ulusal bir özlem. Ben de katılıyorum bu isteğe.

 

Christophe Rousset (klavsenci, şef): Onun düşüncesini gerçekleştirmek mümkün mü? Bilemiyorum. İsteğine bir bakın sonra karar verin.

 

“Benim rüyam her yıl Covent Garden’da bir Fransız operası yönetmek. Çünkü onların Fransız operasının Berlioz’un Les Troyens, Debussy’nin Pelleas et Melisande ya da Bizet’nin Carmen operasından ibaret olmadığını öğrenmeleri gerekir.”

 

Düşünüyorum da bizim bestecilerin operaları da yurtdışında temsil edilse, ne kadar mutlu olurdum. Uluslararası tanıtmanın önemini bildiğinden, parasının bir bölümünü bu işe harcayacak insana şimdiden saygılarımı sunarım.

 

James Rhodes (piyanist): Önce kendine ihtiyacı olan bir Steinway B piyano alacakmış. Her çocuğa bir enstrüman öğrenme fırsatının verilmesi kanaatinde.

 

Julian Lloyd Webber (çellist) ise bütün okullara müzik dersi koyacakmış.

 

Ünlü kişilerin okulları ziyaret etmesini de sağlayacakmış.

 

* * * 

 

VERİLEN cevaplara bakınca, müzisyenlere meslekleriyle ilgili ne yapacaklarını sordukları aşikâr. Yoksa belki kişisel başka harcamalardan da söz edeceklerdi. Ama insan ister istemez düşünüyor, bizim müzisyenlere sorsalar ne cevap verirlerdi diye. Yanıt hemen kendini çağırıyor: Bir dokun bin ah işit sözü hemen belleğime düşüyor.

 

Şahsen, büyük ikramiye bana çıkmış olsaydı: Bir konser salonu yaptırırdım. Bir opera salonu yaptırırdım. Radyo ve televizyonlarda müzik programlarının sponsoru olurdum. Öğrencilere müzik eğitimi verirdim.

 

Onların yanıtlarıyla bizim yanıtlarımız arasındaki farkı şıpınişi sıralamak istedim.

 

* * * 

 

ŞİMDİ bize düşen, büyük ikramiye hayalleri kurmadan, müziğe ve sanata gerekli yatırımı yapmak...

 

(*) BBC Music, Christmas 2016.

Yazının devamı...
Edebiyat taşrada yapılır
16 Aralık 2016

Mektup yazmanın en aza indirgendiği günümüzde, bu türün belgesel açıdan taşıdığı önemi de üzülerek anımsayacağız. Şair Nedret Gürcan, Dinar’da ‘Şairler Yaprağı’ adlı bir dergi çıkarıyordu. Anadolu’nun bir ilçesinde çıkan bu dergi, Türkiye’nin başka şehirlerinde yaşayan edebiyatçıların da yoğun ilgisini çekti.

 

1950’lerde taşrada başlayan bu hareket, bugün edebiyat tarihindeki önemini koruyor. Bir dergi, bir taşra kentini döneminde, bir kültür edebiyat odağı haline getirmişti. ‘Nedret Gürcan’a Edebiyatçı Mektupları’ bir dönemi ve o dönemin en önde gelen kişilerini belgeliyor. Kitabın ilk yazısına bakalım... ‘Nedret Gürcan’a Yazılan Mektuplar’da Özdemir İnce, Sandıklı Ortaokulu’nda Fransızca öğretmenliği yaparken tanıdığı Gürcan ailesini anlatarak başlıyor. ‘Millî Anadolu burjuvazisi’ olarak tanımladığı aileyi ve Gürcan’ın anılarını yazdığı ‘Hoşçakal Dinar’dan söz ediyor İnce.

 

Nedret Gürcan’ın ‘Bu Kitap: Mektuplar ve Anılar’ yazısını okuyun, birkaç açıdan tat alacağınız önemli bir yazı. Şairler Yaprağı dergisinin öyküsü, edebiyatçı tanışmaları, tanıklıklar, dostluklar, portreler... Birçok kişinin gündelik yaşamları üzerine de bilgi kırıntıları...

 

1950’li yıllarda Gürcan, Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet başta olmak üzere pek çok gazetede muhabirlik yapmıştı. Abdi İpekçi’den yerel/ulusal röportajlarıyla övgü alıyor. İlk sayısı 1 Mayıs 1954’te, 36’ncı son sayısı da 1957 Ağustos ayında çıkan ‘Şairler Yaprağı’nı övmeyen tek bir edebiyatçı yoktur...

 

Kitapta, Tarık Dursun K.’nın Nedret Gürcan ‘Ödemiş Âşıkları’ yazısı ve Cemal Süreya’nın ‘268. Gün’ yazısı hem Gürcan’ı hem yaptıklarını eksiksiz ortaya koyuyor.

 

‘Şairler Yaprağı’nın Bahçevanı: Nedret Gürcan’ yazısında Turgut Çeviker, dergiyi, Gürcan’ı ve mektupları anlatıyor... Kitapta mektupları bulunan isimlerin bir kısmını burada sıralarsam az çok fikir sahibi olursunuz: Âşık Veysel, Ahmed Arif, Cemal Süreya, Fakir Baykurt, Cengiz Tuncer, Tarık Dursun K., Metin Erksan, Özdemir İnce, İlhan Berk, Adalet Cimcoz, Nihat Ziyalan, Türkân İldeniz, Ülkü Tamer, Ergin Günçe, Aziz Nesin, Âttila İlhan, Feyyaz Kayacan, Bülent Ecevit...  Sonundaki ‘kartvizitler’ bölümü ayrı bir belgesel özelliğe sahip. Şair ve yazarların ithaflı kartvizitleri görülmeye değer. Turgut Çeviker, gerçekten iyi bir editörlük yapmış.

Yazının devamı...
Şairle ressamın yolları kesişirse
15 Aralık 2016

Şair Adonis yazdı, ressam Habip Aydoğdu çizdi. İkisini de Türkiye tanıyor. Serginin adı: “Kan Kırmızı”*.

 

İki türün birleşmesi benim daima ilgimi çekmiştir.

 

İki ayrı disiplinin, sanatın yaratıcı dünyası bir araya geldiğinde yeni bir yaratıcı ortam doğurur.

 

Günümüz Türk resminde kırmızı rengi, Habip Aydoğdu’yu çağrıştırır bana ve benim gibi birçoklarına.

 

Küratörlüğünü Zeynep Yasa-Yaman’ın yaptığı serginin kataloğunda, “Renk Dile Gelir Şiir Olur, Şiir Renge Bürünür Resim Olur” yazısında Habip Aydoğdu şairi algılaması konusunda şöyle diyor: “Adonis’i (Ali Ahmet Sait Eşber), dünyanın tanıdığı, Suriyeli bir şair olarak biliyordum. Şiirleriyle tüm Ortadoğu’yu etkileyen, birkaç kez Nobel’e aday gösterilen çok ünlü bir şairdi. Ama onu ve şiirindeki rengi ve imgelem gücünü ta yüreğimde hissetmem 2013 yılını buldu.”

 

İkisi İzmir’de bir sergide buluştuktan sonra, ressam, izlenimlerini şöyle özetliyor: “Aynı yöne bakıyor, benzer duyguları hissediyor, acıyı da, sevinci de benzer duyarlılıkla paylaşıyorduk. Onun dizeleriyle söylenirse,

 

‘Kanın yıkadığı toprağa

 

Ve onun sevdasına barış...’

 

diyorduk birlikte.”

 

Küratör Zeynep Yasa-Yaman, “Kan Kırmızı”nın ilk cümlesinde sergiyi tanımlıyor: “Adonis ile Habip Aydoğdu’nun yollarının kesiştiği ‘Kan Kırmızı’ akraba coğrafyalardan taşınan ortak yaşantıları, duyarlılıkları sorun edinen bir sergi projesi.”

 

Adonis’in “Yüz Bir Gül” şiiri için şöyle bir not var:

 

“Kan Kırmızı sergisi nedeniyle, Adonis’in Habip Aydoğdu için kaleme aldığı, ‘Yüz Bir Gül’ metnine Habip Aydoğdu da 18-19 Eylül 2016 tarihlerinde, küçük dokunuşlardan oluşan desenlerle müdahale etmiştir.”

 

Adonis ne diyor?

 

“O Habip Aydoğdu,

 

Fırçayı tutar. Fırçada alevlenen mürekkeple öfkesini, kızgınlığını karıştırır. Sonra yarısı kan, diğer yarısı dünyanın bulutsu kasnağına çarparak akan yıldızlarla yüklü ve şaha kalkan bir arabanın içinde hareket eden gerçeğin yüzünü kırmızı ile resmeder.”

 

Bu yazı fırça ile kalemin sihirli dansıdır.

 

Bir şiir ressamda neler uyandırmıştır onu görürüz.

 

Şair ressamda uyandırdıklarına ne der, şiirdeki imgelerin boyut kazandığını mı düşünür?

 

Ben şiirleri okurken ona yapılan müdahalelere de dikkat ettim.

 

Farklılık sanırım bütün sergi ziyaretçilerinin dikkatini çekecektir.

 

***

 

RESİMLERLE birlikte Adonis’in elyazısıyla dizeler var.

 

Hiç kuşkusuz Arapçayla resmin buluşması, bir hat sanatı izlenimi de uyandırıyor.

 

Çünkü “Kan Kırmızı” güncel bir çağrışımı başlatan iki kelime, yan yana geldiğinde masum bir anlamı da anımsatır, bugün yaşananları da.

 

Sanatın çoğulcu, özgürlükçü yorumu bunu mümkün kılıyor.

 

“Adonis Günlükleri” ‘Sanatçı Defterleri’ ayrı bir çalışma stilini belgeliyor.

 

Kataloğun sonunda Adonis’in ve Habip Aydoğdu’nun biyografileri yer alıyor.

 

***

 

İKİ ustanın birlikteliğini görün.

 

(*) Folkart Galerisi.

Yazının devamı...
Ödüller hem takdir hem de bir hatırlatmadır
14 Aralık 2016

Ödülleri her zaman desteklerim, çünkü ödüle layık derecede çalışmalar ödüllerle topluma duyurulur, hızlı tempodaki yaşamımızda dikkatimizden kaçanları ödüller hatırlatır. Çalışmaları takdir etmek, onu yapanları da yeni çalışmalara teşvik etmek anlamını taşır.

1896’da doğan TGC kurucu üyesi Sedat Simavi, 11 Aralık 1953’te aramızdan ayrıldı. Adına düzenlenen ödüller 40 yıldır veriliyor. 40 yılın birçoğunda jüri üyesi olarak bulunduğumdan gelişmesine tanıklık ettim.

Ödül törenini izledim, bazılarını gazete sayfalarında gördüm, okudum ama yeniden belleğimi tazeledim.

Televizyon, edebiyat dışındaki ödülleri de buradan öğrendim, özellikle genç kuşağın çalışmaları bende yarının umudunu uyandırdı.

Topkapı Sarayı, tarihsel olarak en önemli mimari yapılarımızdan biri ve yerli yabancı birçok kişinin ziyaret ettiği bir müze, İstanbul’da yaşayan öğrencilerin, insanların çoğu bu müzeyi gezmiştir.

Ömer Erbil’in Hürriyet’te çıkan, “Topkapı Sarayı Ayakta Zor Duruyor” haberinin ödülünü öğrenenler, şimdiye kadar bu önemli haberi atlamış olmanın eksiğini gidereceklerdir.

Benim gibi radyo dinleyenler, Özlem Yalçın’ın “Evim” programının ödül almasına sevinmişlerdir.

Bir çocuğun yaşaması için, ateş altında ilaçlarını alan askerin/askerlerin insancıl girişimlerini, gözü pek gazetecilik anlayışıyla televizyona çeken Engin
Yılmaz - Sevgi Şahin - Çağlar Güner televizyon ödülünü hak ettiler.

Çok yönlü, çok türde başarılı karikatür sanatçısı Behiç Ak da Cumhuriyet’teki “Kim Kime Dum Duma” köşesiyle Karikatür dalında ödül aldı.

EDEBİYAT ÖDÜLÜ’ne “Bir Roman Kahramanı Orhan Veli” biyografi kitabıyla Halûk Oral değer görüldü. Gerçekten de 15 yıl emek verdiği bu kitap sonuçta ödülle taçlandırıldı. Dilerim yeni biyografi çalışmalarıyla da bu türde yararlı ürünler ortaya koyar.

Sosyal Bilimler Ödülü’nü “II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e İki Devrim; İki Süreç - Tarihsel, İdeolojik ve Olgusal Bir Karşılaştırma” kitabıyla genç kuşak bir bilim insanı Dr. Bahar Arslan kazandı. 1980 İzmir doğumlu Arslan, halen Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı’nda öğretim görevlisi olarak çalışıyor.

Fen Bilimleri Ödülü sahibi genç bilim insanlarından Prof. Dr. Ali Koşar, ödül konuşmasında çalışmaların desteklenmesi arzusunu belirtti.

İlgilisinin öğrenmesi için ödül alan kitabının adını yazacağım: “Mikrokanallarda Çap ve Uzunluğun Yüksek Kütle Akılı Doymamış Isı Transferine Etkilerinin Nümerik ve Deneysel Olarak Araştırılması.” Koşar çalışmalarını Sabancı Üniversitesi’nde sürdürüyor.

Spor Ödülü de güreşçimiz Taha Akgül’e verildi.

Ödül dolayısıyla yayımlanan kitapçığın arka sayfalarına baktım. Bir tür anılarımı tazeledim. Bugüne kadar ödül kazananların listesine göz attım, ardından seçici kurullarda bugüne kadar görev alanlara baktım, aramızdan ayrılanları sevgi, saygı ve rahmetle andım.

ÖDÜL kazananları kutluyorum. Yeni ödüllerde buluşmak üzere.

Yazının devamı...
19. yüzyılda Anadolu
12 Aralık 2016


Arkas Sanat Merkezi’nde açılan ‘Anadolu Seyahatleri 19. Yüzyıl’ sergisi daha önce açılan ‘18. ve 19. Yüzyıllarda İzmir: Batılı Bir Bakış Sergisi’nin devamı sayılabilir. Yabancı seyyahlar veya devlet adamları tarafından Osmanlı devleti ile diplomatik ilişkiler bağlamında gerçekleştirilen bu geziler, Anadolu’nun o günü üzerine bize belgeler iletiyor.

 

Sergilenen malzemeler arkeolog, sosyolog, tarihçi, ressam, bilim insanlarının ortaya koydukları çalışmalardan oluşuyor.

 

Fransız bilimsel misyonlarının Anadolu harekâtı olarak yorumlanabilir bu sergi. Ben özellikle suluboya resimleri, fotoğrafları ilgiyle izledim.

 

Sergi kitabının ilk sayfalarındaki Antoine-Alphonse Montfort’un (1802-1884) iki tane taşbaskı fotoğrafları size dönemin kıyafet kültürü konusunda önemli bilgi sunuyor.

 

Üç dilde yayımlanan (Türkçe-İngilizce-Fransızca) sergi kataloğunda yer alan tam on iki inceleme, görsel malzemeyi daha iyi anlamanız, daha doğru yorumlamanız konusunda rehber işlevi görüyor.

 

Özellikle yurtdışından getirilen, oradaki müzelerden alınan resimler bu katalog aracılığıyla her zaman yararlanılacak bir özellik kazanıyor.

 

Emmanuel Schwartz’ın kaleme aldığı ‘Fransız Sanatçıların Şiirsel Doğusu’ o yüzyıl Anadolu’sunun estetiğini öğrenmek açısından gerekli bir yazı.

 

Şair Theophile Gautier, İzmir’e ayak bastığında ne yazmış: “İşte Homeros’un Melesgenes (Melesli) sıfatını aldığı Meles Çayı...”

 

Mimarinin, manzaraların şiirselliği Jules Laurens’in (1825-1901) ‘Peyzaj. Küçük Asya Hatırası’nda kendini gösteriyor.

 

Anadolu’nun Büyük Antik Kentleri Nasıl Keşfedildi? Keşif öyküleri azimle rastlantıların nasıl buluştuğunu, bugün bile şaşırtıcı gelen sonuçlara varıldığını kabul ettirir.

 

Jules Laurens’in yaptığı karakalem ve suluboya resimler, şiirsel bir saptamanın güzelliğini yansıtıyor. Nereleri çizmiş? Bursa, Tophane Kapısı, Diyarbakır Büyük Cami, Sinop Limanı, Diyarbakır’da bir ev.

 

Sergide, bugünle karşılaştırmanız için bazı fotoğrafları görmenizi salık vereceğim. Sylvie Aubenas, Joseph-Philibert Girault de Prangey (1804-1892), ‘Türkiye’de Bir Fotoğraf Öncüsü’ yazısı bilgi veriyor. Fotoğrafçının kendi portresi, Bodrum Kalesi, İstanbul, Hipodrom, Afrodisyas, İstanbul’da Balık Avlakları ve İzmir fotoğrafladığı yerler. Sergide Anadolu’da arkeolojik bir geziye çıkacak, gerçek bir gezi duyumunu alacaksınız.

 

* * * 

 

YÜZYILLAR boyu keşiflerin Anadolu’nun tarihini değiştirdiğini de bu sergiden öğrenebilirsiniz.

 

Her zaman gündemde olan, değişik bakış açılarının saptamalarıyla çeşitlenen Batı’nın bize bakışı benim için bir farklılığı gösterdiğinden önemlidir.

 

19. yüzyılda Fransızların ressamından fotoğrafçısına, bilim adamına kadar bakış açısı, bizim bakış açımızla ne oranda örtüşüyor sorusuyla karşı karşıya bırakılmalıdır. Nasıl bir Anadolu’ydu, nasıl bir Anadolu oldu? Kalan ve değişen nedir? Resimler, fotoğraflar uygarlık tarihini yönlendiren çalışmalardır. Daha o zaman Fransa’nın burayı her açıdan belgelemesi, bilgi toplaması ciddi bir çalışma yaklaşımıdır. Gezginlerin, arkeologların gezileri Anadolu için çok gereklidir. Çünkü Anadolu’yu hesaba katmadan yapılan değerlendirmeler eksik kalır. Yazılan tarihler ancak bu tanıklıklarla, bu belgelerle gerçek bir temel üzerine oturtulur.

 

* * * 

 

BİR daha göremeyeceğimiz bir sergi.

 

İzmir Arkas Sanat Merkezi’ndeki sergi 18 Aralık akşamına kadar görülebilir. 

Yazının devamı...