(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Deniz Gök" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Deniz Gök" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Deniz Gök
Denizz Aşırı Kutlamalar
18 Aralık 2016

Deniz bu, durur mu tabii ki misliyle karşılık vermiştim ben de. Böylece seksenler aşkı gibi başlamıştı bizim de aşkımız. En iyi arkadaştan pek de güzel sevgili olunurun kanıtı gibiydik biz. Hatta arttırıyorum, en güzel sevgili, en iyi arkadaştan olurdu. Gaza gelip en yakın arkadaşlarınıza yürümeyin ama bence öyle. Ya da yürüyün, dönerse sizindir J

 

E durum böyle olunca her yıl dönümünü de kutlamak düşüyor bize tabi. Ama Caner’e kalsa, ki aç parantez sinirlendiğimde ona Caner derim bunu da herkes bilir kapa parantez, her sene kutlandığı için bir anlamı yokmuş. Herhangi bir gün gibiymiş. Onun içi yıl dönümü, doğum günleri filan hemen geçmesini, bitmesini istediği görevler gibiymiş. Bunu da gelmiş bana 4.yılda söylemiş. Delirir misin, delirtir misin? Karın yağmasını, güneşin açmasını, kedinin miyavlamasını, verdiğim iki yüz elli gramları havai fişeklerle kutlayan ben yıl dönümümü mü kutlamayacağım? Yıl dönümünü kutlamayan bir Deniz, çikolatasız sufleye, peyniri donmuş pizzaya, parmesansız risottoya, aylardır difrizde unutulmuş dondurma kabından çıkan kıymaya benzer. Ben bunu hakedecek ne yaptım Caner! Tüm kalbimle diliyorum ki inşallah bu soğuk kış günlerinde en soğuk klozet kapaklarına denk gelirsin, inşallah ayakkabının içine kar suyu kaçar da tüm gün ıslak çorapla dolaşırsın, önümüzdeki yirmi beş yıl Beşiktaş maçlarına bilet bulamayasın, sinemada bir elinde kolan bir elinde patlamış mısırın koltuğa otururken bütün patlamış mısırını yere dökesin ve inşallah sinemada telefonuyla konuşan insanlar hep senin yanına oturur. Daha sen ağzına bir tane bile atmadan patates kızartmandan otlanırlar inşallah! Dilerim Allah’tan, senin olmadığın yandaki kuyruk her zaman daha çabuk ilerler ve umarım aylardır oynadığın ve  kaydetiğin Xbox oyunun silinir! AMİİİİN. Oh be rahatladım.

 

Bir ay önceydi…Yıl dönümümüz için öneri olarak Roma’ya gidelim diyince yüzleşmiştim acı gerçeklerle. Caner’in bu özel, bu aşırı anlamlı günümüz için gerçek duygularını daha da kötüsü Roma’ya gitmeyeceğimizi öğrenmiş bulunmaktaydım. Hevesim kırılmıştı, tehlikenin farkında mıydınız? O günden sonra ağzımı açmadım, hiçbir şey söylemedim. “ Tamam istemiyorum ben bir şey” dedim ki bu en tehlikelisiydi. Caner de bunu bilirdi. Bunu kendisi istemişti, elimden bir şey gelmezdi. Bakalım ne yapacaktık?

           

Sadece benim için değil, yakın çevremiz için de büyük bir olay haline gelmişti bu kutlama meselesi. Sonradan öğrenip çok eğlendim, herkes itinayla her gün Caner’e “ yıl dönümünde ne yapacaksınız?” diye sormuş. Ben organize etsem bu kadar olurdu ama şirinleri görebilecek kadar iyi bir insan olduğumdan yapmadım tabii ki böyle bir şey.  Günler geçip, yıl dönümümüz yaklaşmaya başlayınca Caner soğuk terler dökmeye başlamıştı. Belli ki ne yapacağını bulamıyordu, benim önerimi de tek seferde silip atmıştı. Pişman mıydı acaba? Hayır, acımamalıydım. O bunu haketmişti…

           

Yıl dönümümüze günler kalmıştı, hala bana bir öneriyle gelmemişti. Caner bu, sürpriz de yapacak hali yok diye düşünüyordum. Soğuk terler yerini stres ve gerginliğe, gerginlik de mutsuzluğa bırakmıştı. Sevgilim çok üzgün gözüküyordu. Ben en önemli, en mutlu günümüz, o gün şahane bir Denizz Aşırı kutlama yapıp aşkımıza aşk katmalıyız diye düşünürken, bu durumun ikimizi de üzmeye başladığını fark ettim. Muhtaç olduğum kudret damarlarımdaki asil kanda mevcuttu diyip, sahip olduğum bütün mantığımı da yanıma alarak konuşmak için Caner’in yanına gittim.

           

Yıl dönümümüz için “ne yapacağını” hala bulamadığından stresli olduğunu, kafasının sürekli bununla meşgul olduğunu, bir gün arabayla gelirken kaza yaparsa benim suçum olduğunu söyledi. Ben de, yıl dönümünü sadece benim günümmüş gibi düşünmesinin ve buna göre plan yapmasının, strese girmesinin yanlış olduğunu söyledim. Bu ikimizin de günüydü, ama o sadece benim günümmüş gibi düşünüyor, beni mutlu etme odaklı çalışıyordu. Bu duruma onu benim getirdiğimi söyledi. Çok üzüldüm. Bu bizim ortak günümüz, ne yapacaksak birlikte planlamalıydık, sorumluluğu tek başına üstlenmemeliydi. Benim, onun için “ ne yapacağım” hiç tartışılmıyordu. Bir an önce şu gün geçsin de rahat bir nefes alalım psikolojisinden kurtulması gerektiğini söyledim. Böyle olacaksa hiç kutlamayalım daha iyi dedim.

           

Sonra düşündüm bu evrensel bir problemdi. Yıl dönümü, sevgililer günü gibi özel günler için reklamlar bile erkeklere yapılıyordu. “ Sevgilinize bu sevgililer gününde beş taş pırlanta alın.” “ Yıl dönümü için Zen pırlantaya uğramadan etmeyin”  türevi bir sürü reklam görüyoruz ekranlarda. Ben hiç “ sevgilinize bu sevgililer gününde kıravat alın”  gibi bir reklamlara rastlamadım. Varsa da diğerine nispeten daha azdır. Serbest piyasa ekonomisi özel günlerde satışları hep erkeklere yaparken, sürprizler, organizasyonlar da hep erkeklerden bekleniyor. Durum böyle olunca da en özel gün birden görev bilincine dönüşüyor ve anlamını yitiriyor. Oysa her şey birlikte konuşulup, planlandığında inanın daha güzel. Eşinizle, sevgilinizle konuşun bakalım bir, her yıl “ bu yıl inanılmaz bir sürpriz hazırlamalıyım” psikolojisiyle mi “ bu yıl geçen yılkinden daha iyi bir şey yapmak zorundayım” psikolojisiyle mi yapıyor her ne yapıyorsa. Bu bir görev mi yoksa içinden geldiği bir şey mi onun için… Bazılarınız görev olarak yapılsa da mutlu olur, ama ben içten gelerek yapılmayan hiçbir şeyden mutlu olmadığım için, eğer görev gibi olacaksa, hiç olmasın daha iyi diyenlerdenim.

           

Neyse biz ciddili konuşmayı yaptıktan bir gün sonra bir mesaj geldi bana. “Yıl dönümümüz için arabayla Bulgaristan’a gidelim diyorum. Eğer kabul edersen bu organizasyondaki görevin otel bulmak.” Kabul etmek ne demek direkt atlarım ben bu teklife J Bana böyle planlarla gel Pare’ciğim, bir tanecik sevgilim. Tabi ki ayarlarım hem de en merkezisinden. Pare’ciğim yine kıyamamış, en sevdiğimden bir seyahat organize etmişti. İyi ki açık açık konuşmuşum diye düşündüm ben de, zaten en önemlisi iletişimdi.

           

Her şeyi içimizden geldiği için, sevdiğimiz, mutlu olduğumuz için yaptığımız bir hafta olsun. Görev olduğu için hiçbir şey yapmayalım. Ünlü düşünür Dilber Ay’ın da dediği gibi, zorunda mıyım?

 

Örtmen geldi bye…

Yazının devamı...
Her Günü Son Gününmüş Gibi Yaşa, Bir Gün Haklı Çıkacaksın!
11 Aralık 2016

Bir gün önceden en yakın arkadaşlarımdan birinin doğumgünü olduğundan sonsuza kadar eğlenmiş, eve sabaha karşı gelmiştik. Dolayısıyla çok yorgun uyanmıştım ama akşam Beşiktaş’ın maçı vardı. Pare’ciğime söz vermiştim, her zamanki gibi Beşiktaş’a maç saatinden biraz önce gidecek, marşlar söyleyip coşacak, eğlenecek sonra maça geçecektik. Ama Seksenler’in yayını olduğundan maç biter bitmez işe dönmemiz, çalışmamız gerekiyordu. Yani maçı kazanmamız durumunda, stad çevresinde kalıp eğlenceyi devam ettiremeyecektik. Pare’ciğim bu yüzden oldukça üzgündü. Keşke işimiz olmasaydı diyip duruyordu, ama bilmiyordu ki iyi ki de işimiz vardı…İyi ki de maç biter bitmez hızlıca uzaklaşmıştık oradan.

           

Üsküdar’a geldiğimizde korkunç bir patlama sesiyle irkildik. Ne olduğunu anlamak için hemen Twitter haber merkezine bağlandık. Henüz hiç kimse neler olduğunu bilmiyordu. Herkes çaresizce “ patlama sesini duyan var mı? “ ne oldu bilen var mı?” şeklinde tivitler atıyordu. Akabinde telefonuma milyorlarca mesaj ve çağrı gelmeye başladı. Hayatımda ilk kez telefonları “ alo” yerine “iyiyim” diye açtım.  İlk kez “ ben iyiyim, merak etmeyin” dediğime bu kadar utandım. Ben iyiydim, Caner iyiydi, arkadaşlarım, sevdiğim herkes iyiydi ama hep tanımadığımız insanlar mı ölecekti? Hayır.

           

Olaydan sonra ben dahil birçok kişi “ az önce oradaydım” “ daha dün aynı yerden geçtim” gibi şeyler söyledi. Çünkü, aslında hepimiz oradan geçtik, geçiyoruz ve geçmeye de devam edeceğiz. Belki İstanbul’a iki günlüğüne tatile gelen tıp öğrencisi Mustafa Berkay Akbaş’ı yakaladığı gibi yakalayacak ölüm bizi, belki de Vodefone Arena Özel Güvenlik Şube Emniyet Müdürü Vefa Karakurdu gibi görev başında… Her zaman bu kadar şanslı olamayabiliriz. Ama bu kadar şansa bala yaşadığımız, bu kadar pamuk ipliğine bağlı hayatlarımızda kalan günlerimizi mutlu geçirebiliriz diye düşünüyorum. Hala yaşıyorken, hala nefes alıyorken ve ölüm bu kadar yakınlarımızdayken bir an önce, “ ölmeden önce yapılması gerekenler” listemizi devreye sokalım.

           

Mesela ölümün yarım saatle kaçırdığı yetişkin bir Deniz, ilk olarak diyeti bırakır. Az kalsın ölüyordum abi, kusura bakmayın yemişim diyetini de ananasını da limonlu suyunu da. Şurada ne kadar ömrümüz kaldı belli değil, kimse kusura bakmasın ama kalan günlerimi maydonoz yiyerek geçiremeyeceğim. Normal şartlarda insan ömrünü ortalama 70 yıl gibi düşünürsek bir 45 yıl daha yaşarım nasılsa diye rahat rahat takılıyordum ama gördüm ki bu kadar yaymamak lazımmış popoyu. Vaktimiz dar, ne yapacaksak hemen yapmalıymışız. Hepimiz yaşlanınca Ege’ye yerleşeceğiz tribine girmişizdir mesela, size kötü bir haberim var, yaşlanamayacağız. Bu yüzden hala vakit varken, istiyorsak hemen yerleşmeliyiz…

 

Geçenlerde şu ortalama 45 yıl olan yaşam süremi birazcık daha uzatmak için zerdeçal, zencefil, çörek otu yağı, damar otu ekstratı gibi birbirinden iğrenç ama sağlıklı şeyler aldım. Planım hepsinden düzenli olarak tüketip, ölmemekti. Hatta yetmedi bütün doktorların dediklerini birleştirip zerdeçallı, kırmızı pancarlı lahana yemeği bile yaptım. Yerken oldukça zorlandım ama ömür uzatma fikri bana iyi gelmişti. Her sabah keçi boynuzu ekstratı içerek, spor yaparak en azından uzun bir süre ölmeyeceğime inanmıştım ama bu eceliyle ölme ve yaşlanabilme şansına sahip insanlar için geçerliymiş. Bu kadar şanslı olduğumu düşünmediğim için aldığım her şeyi çöpe attım! Yaşasın, ben bu ölüm fikrini sevmeye başladım! Artık tadını sevmediğim hiçbir şeyi yemek zorunda değildim! Sabah erken uyanıp spor da yapmayacaktım! Saatlerce uyuyacak, zehir diye bıraktığım o çok sevdiğim şekerin dibine vuracak, beyaz unla yıkanacaktım!

 

Ölüm fikri Pare’ciğime de çok iyi geldi. Mutfaktan, salona geçerken bile öpüyor beni. Her fırsatta sarılıyoruz, “ seni seviyorum” demek için özel bir an beklemiyoruz. Vaktimiz yok çünkü, kusura bakmayın bize ayrılan sürenin sonlarına gelmiş olabiliriz diye düşünüyoruz. Para biriktiriyorduk daha güzel bir eve çıkabilmek için. Yemişim evini, kazandığımız parayı gününde harcamayan ne olsun şimdi. Bankada bir sürü paramız varken ölmek istemiyorum çok aklım kalır çünkü. Mümkünse böyle birbirine denk gelsinler. Para ne ölmeden bitsin, ne de öldükten sonra devam etsin. Çoluğumuz çocuğumuz da yok ki paramızı bırakacağımız. Bir kedimiz var dünya tatlısı, ona da bir kuru mama alırsınız her halde…

           

Bu ölüm fikri düşündüğümüzden de tatlıymış aslında. Sadece bana ve Caner’e değil, Beşiktaş ve Bursasporlu taraftarlara da iyi geldi. Uzun süredir birbirine küs olan Beşiktaş taraftarını ve Bursaspor taraftarını bile barıştırdı. Bıraksan sözde birbirlerini bir kaşık suda “öldürecek” lerdi. Maç boyunca birbirlerine ana avrat küfrettiler. Ama gerçek ölüm fikriyle yüzleşince, kendilerini ve tuttuğu takımların sporcularını koruma uğruna canlarını veren polislerimizi görünce birbirine sarıldılar, kenetlendiler. Hangimiz, bombalar patladıktan sonra Bursasporlu taraftarı olay yerinden alıp, ablasına kadar götüren Beşiktaşlı taraftarın hikayesini okuyunca duygulanmadı? Çünkü hepimiz kardeşiz, hepimizi kurtaracak tek bir şey var o da sevgi… Taraftarların da dediği gibi  “aramız bozuk, kanımız değil.”

 

Gidenler için elden bir şey gelmiyor üzülmekten, kahrolmaktan başka. Hiçbir söz işe yaramıyor, geride kalanların göz yaşlarını, acısını, feryadını dindiremediğimiz sürece. Lanetleye lanetleye bitiremiyoruz terörü, ölümü, acıyı. Bari hala yaşıyorken kalan zamanlarımızı içimizden geldiği gibi, mutlu geçirelim. Vakit varken, sevdiklerimize sevgimizi her fırstatta dile getirelim. Varsa küs olduğumuz birileri acilen barışalım…. Ölmeden önce son çıkışa girmiş olabiliriz çünkü.

 

Şehitlerimize Allah’tan rahmet, ailelerine ve sevenlerine sabır, yaralılara acil şifalar dilerim. Hiç kimsenin ölmediği, iyi haberler alacağımız bir hafta olsun, örtmen geldi bye…

Yazının devamı...
Ben Bir Ceviz Ağacıyım St. James’s Parkında…
4 Aralık 2016

Denizz Aşırı gezmeyi çok istediğimiz ama ekonomik sebeplerden dolayı popomuzun üstüne oturduğumuz, dolayısıyla da çok sıkıldığımız günlerden biriydi. İnstagramda gezenti insanların fotoğraflarına bakıyor, difrizde unutulan soda şişesi gibi çatlıyorduk dört bir tarafımızdan. Fotoğrafları beğenmekten başka çaremiz yok gibi gözüküyordu. Tam o sırada aklımıza süpersonik bir fikir gelmişti. Zaten en süpersonik fikirler, en çaresiz anlarda gelirdi…

 

Neredeyse her Allah’ın günü dışarıda yemek yemesek ölmezdik. Yeni kıyafetler, ayakkabılara da gerek yoktu. Evdekilerle pekala idare edebilirdik. Zaten yeni alınan eşyalara yer açmak için eskileri sürekli atmak zorunda kalıyorduk. Bizim evdeki devirdaim Zara, H&M hatta Boyner’de bile yoktu. Caner de biraz elindeki oyunlarla idare etsindi, en değerli varlığımız canımız XBox’ımıza yeni oyun almasındı. Biz böylece çok güzel gezerdik!

           

Sonuç olarak hayat biçimimizi değiştirdik. Daha doğrusu nasıl daha çok mutlu olacağımızı tespit ettik, sonra koşullarımızı ona göre ayarladık. Kimisi lüks ve konforla mutlu olur ve ona göre yaşar. Biz de böyle mutlu olacağımızı sanıyorduk ama biz lüksü ve konforu isteyerek elimizin tersiyle itip, yerine “dünyaları” kazanmayı istedik. Dünyanın her yerini görecek, dünyadaki tüm şehirleri, insanları, kültürleri, yemekleri tanıyacaktık.

           

Kazandığımız parayı hedonik adaptasyona kurban gidecek şeylere değil, ömür boyu hatırlayacağımız, sevdiğimiz insanlarla yıllarca paylaşabileceğimiz, ruhumuzu, algımızı besleyen deneyimlere harcayacaktık. Bilmeyenler için hedonik adaptasyonu şöyle kısaca açıklayayım. Çok severek aldığınız bir kazağın, ayakkabının, arabanın bir hedonik adaptasyon süresi var. Bu süre dolduğunda o heyecanla ve severek aldığınız her şey neyse, size sıradan gelmeye başlıyor, çünkü alışıyorsunuz. Deniz manzaralı evde oturan insanlar bir süre sonra evlerinin deniz manzaralı olduğunu unutuyormuş, çünkü alışıyormuş… Çoğumuz dolabı açtığımızda “ aa böyle bir elbisem de vardı” cümlesini kurmuşuzdur mesela. Oysa ne kadar da beğenerek almıştık…

           

Yeni ayakkabıların yerini ingilizce kursu, elbiselerin yerini uçak biletleri almıştı. Çok mutluyduk artık bu sistemde istediğimiz her yeri Denizz Aşırı gezebilecektik. Hemen Skyscanner’dan uçak bileti bakmaya başladık, çünkü kendisi bize her zaman hiç üşenmeden en ucuz uçak biletlerini gösterirdi. O da ne! Londra’ya 90 TL’ye Pegasus’tan uçak bileti bulmuştuk. Biz bu paraya taksiyle havaalanına bile gidemezdik, uçakla Londra’ya gidecektik. Tabii ki hemen aldık. Ufak bir sorun vardı ki onu hiç düşünmedik. Acilen İngiltere’ye vize başvurusunda bulunmamız gerekiyordu. Ailemizin ordinaryüs profesör vize başvurucusu olarak hemen gerekli evrakları toplayıp başvurumu yaptım. Sonrası klasik, doğumhane kapısında bekleyen babalar gibi, rating sonucu bekleyen yapımcılar gibi, emekli maaşını almak için bankada kuyruklarca bekleyen Orhan amcalar gibi vizemizin çıkmasını bekledik. Geceler gündüzlere bağlanıyor, pazartesi sendromlarının defalarca dibine vuruyor, mevsimler değişiyor, uğuruna adaklar adadığım, yoluna şarkılar şiirler yazdığım kargocu pasaportlarımızı getirmiyordu…

           

Seyahat günü yaklaşmıştı, biz hala kargocuyu bekliyorduk. Bekledim de gelmedin, hiç mi beni sevmedin adlı şarkı her halde böyle bir durumda yazıldı diye düşünmeden edemiyordum. Sonunda kargocu, adeta dünya kupasında ülkemizi yarı finale taşıyan İlhan Mansız gibi, uzatmalarda altın gol atarak getirdi pasaportumuzu. Kargocu attı gol oldu, tribünler yıkıldı, yakılan meşalelerden göz gözü görmedi sayın seyirciler! 

 

 

Neyse ki gözümüzü, gönlümüzü, ruhumuzu ve en çok da matematiğimizi besleyen Londra’mıza varmıştık. Bir gün Londra’ya gezmeye gideceksin, bir hafta da kalacaksın Deniz deseler lisede eşit ağırlık değil, sayısal okurdum. Hatta üniversitede Sosyoloji değil Ekonometri okuyup üzerine bir de Şehir ve Bölge Planlama masterı yapardım. Londra’nın metro haritasını gören her Türk bence böyle düşünürdü. Tatil boyunca her şeyi 4,5 la çarpmaktan şaşı oldum. Neyse ki bu bizim değil serbest piyasa ekonomisinin sorunuydu, napalımdı. Gülü seven dikenine katlanırdı…

 

 

Yurt dışında hiçbir yerde uçaktan iner inmez bu kadar güvende olduğumu hissetmemiştim. Refah seviyesi yüksek ve güvenli bir ülke olduğunu hemen hissediyordun. Tüm müzelerine giriş bedavaydı, böylece dünyaca ünlü kültür miraslarını görme fırsatını daha güzel yakalamıştık. Çünkü Türk’tük ve bedava sirke baldan tatlıydı. Londra’ya gitmişken bir müzikal izlemeden dönmeyelim dedik ama 50 pound olduğunu öğrenince amağaaan Zorlu Center’a da geliyor nasılsa diyip, oradan hızlıca uzaklaştık. Bol bol yürüdük, insanlarla sohbet ettik, sokakların altını üstüne getirdik. En güzeli de çok sevdiğimiz özlediğimiz arkadaşımız Aslı’mızda kaldık. Konaklamayı da bedavaya getirdiğimizden değil, Aslı’yı çok özlediğimizden mutluyduk. İnanması zor ama gerçek buydu.

 

 

Kültür, sanat, eğlence, şehir hayatı hepsi Londra’daydı, çok güzel bir harman vardı bu ülkede. Ayrıca bir de yeni bir karar daha aldık, artık gittiğimiz ülkelerde otellerde değil evlerde kalacaktık. Çünkü gittiğin ülkedeki yaşamı en iyi, orada yaşayan bir insanın evinde kalarak, sabah uyanıp onlar gibi çöpünü atarak, eve en yakın metro durağına yürüyerek, eve en yakın marketten alışveriş yaparak, onlarla aynı mahallede yaşayarak, eve girerken ve çıkarken selamlaşarak sohbet ederek anlardın. Bunun için Air Bnb adında çok güzel bir uygulama vardı, hemen telefonumuza indirdik. Üzgünüm oteller, kahvaltı dahil olsanız bile, free wifi verseniz bile yüzünüze bakmazdık.

 

 

Bir şehirde herkes mi olimpiyatlara hazırlanır arkadaş. Her sabah sokakta milyorlarca koşan insan gördük. Sanırım İngilizler ölmeyi düşünmüyor diye düşündük. Hyde Park senin, Green Park bizim, Covent Garden da bizim her yeri gezdik. Ben en çok St James’s parkı ve oradaki ördekleri sevdim. Ve bundan sonraki hayatıma St James’s parkta bir ağaç olarak devam etmeyi istedim. Sonra Notting Hill’deki Portobello Road Market’e gittik. Sıra sıra dizilmiş renkli evleri görünce aklımı kaçırıyordum. Ama Warner Bros Stüdyosu- Harry Potter turunda aklıma son darbeyi vurdum!

 

 

Resmen delirdim, kendimden geçtim. Her kitabını defalarca okuduğum, her filmini defalarca izlediğim Harry Potter’ın setindeydim. J.K Rowling’e olan hayranlığım bir kez daha artmıştı. Bir gün bir karakter yaratıyorsun, bir hikaye yazıyorsun, bir dünya kuruyorsun ve yıllar boyunca dünyanın dört bir yanında insanların severek okuyup, severek izlediği bir seri haline geliyor. Üstelik ülken için de en büyük turizm kaynağı oluyor. Şöyle söyleyeyim biz stüdyoya gitmek için zar zor bilet bulduk ve içerisi tıklım tıkıştı. Turda yediden yetmişe, farklı ülkelerden insanlar vardı. Serinin son filmi 5 yıl önce yayınlanmıştı. Böyle düşününce bu başarıdan daha çok etkilendik. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen herkesi oraya çekebilmek, üzerine bir de filmdeki en ufacık ayrıntıyı bile satabilmek büyük başarıydı. Harry Potter shopta deneyimlere para harcamalıyız kararımızı birazcık hiçe saysam da bence tam anlamıyla öyle değildi. Sonuçta bence bu da unutamayacağım bir deneyimdi. Dönüş uçağında kokuşmuş ayağını sol omzuma kadar uzatan arka yolcuya rağmen, arkadaşlarımın kulaklarını patlatana kadar anlattığım bir tatil oldu. En güzel elbiseler, en tarz ayakkabılar bir araya gelse bir Londra etmezdi! Alkışlar, paracıklarını doğru şeylere harcamaya başlayan Deniz ve Caner’e gitsindii… Size indirimli uçak bileti ve schengeni olan sevgili bulacağınız bir hafta dilerim. Örtmen geldi byeee…

Yazının devamı...
TEOG sonucu bekleyenlere açık mektubumdur
27 Kasım 2016

10 yıl önceydi... O zaman en büyük derdim şimdi adı TEOG olan OKS’ydi. Yani Türkçesi, iyi bir liseye girebilmem için girmek zorunda olduğum, uğruna gece gündüz çalıştığım, bazı geceler çalışmaktan bazı geceler ise heyecan ve stresten uyuyamadığım, sosyal hayatımı bitiren ama sonuç olarak bana en büyük hayalim olan Galatasaray Lisesi’nin giriş anahtarını verecek olan sınavdı.

 

Galatasaray Lisesi’nde okumayı o kadar çok istiyordum ki, hiç unutmam bir gün en yakın arkadaşlarım ve annemle Taksim’e, Galatasaray Lisesi’ni gezmeye gitmiştik. O kadar emindik ki benim o okulda okuyacağımdan, sınıfları bir görelim, öğrencilerini gözlemleyelim, bahçesine falan bir bakalım istedik. Okulu gezerken bize, son sınıflardan bir öğrenci eşlik etti. O kadar nazik ve beyefendi bir çocuktu ki, okula olan aşkımız biraz daha depreşmişti. Çocuk bize okulun ritüellerinden bahsetti, ikinci sınıftan itibaren serbest kıyafetle gelecektik, bir üstteki sınıftaki öğrencilere abla abi demek, onlara saygılı olmak zorundaydık. Onlar ise bize, ne zaman ihtiyacımız olursa yardımcı olmak zorundaydı. Hala öyle mi bilmiyorum ama, Galatasaray Lisesi’ne özgü bu kültürde eğitilecek olmak çok hoşuma gitmişti. Okulun o güzel bahçesine çıktım, bahçeden bir tohum aldım. Totem yapmıştım, Galatasaray Lisesi’ni kazanırsam bu tohumu ekecektim. Her şeyden önemlisi bu okuldan bir parça almıştım kendime.

 

Şimdi burada hiç de minnoş şeyler yazamayacağım canlar, sınava çalışma döneminin nasıl geçtiğini tahmin edebiliyorsunuzdur. Okul, dershane, ev üçgeninde geçen hayatım, stresten her tarafını sivilce sarmış suratım, okuyamadığım romanlar, izleyemediğim filmler... Benim canım test kitaplarım!!! Ama güzel şeyler de olmuyor değildi. Otobüste, normalde beni otururken görürse kafama bastonuyla vuracak olan teyzeler, elimde test kitaplarımı görünce hiç tereddüt etmeden, herkesi kaldırıp beni oturtuyordu. “ otur kızım otur sen sınava çalışıyorsun.” “ oy kuzum, aynı benim torun! Otobüslerdeki “ hamile, gazi ve yaşlılara yer verin” yazılarının yanına bir yenisi eklenmesi gerekiyordu. “ hamile, gazi, yaşlı ve sınavı olanlara yer verin”.  Evde sürekli sevdiğim yemekler pişiyordu ve salonda kendi cumhuriyetimi ilan etmiştim. Salona kimse giremiyordu, orası benim özerkliğimdi. Çoğunlukla ders çalışıyor vakit kalırsa dinleniyordum. Ne yaparsam yapayım her zaman en haklı bendim ki bu en güzeliydi! Bu durumdan en çok kardeşim şikayetçiydi ama üzgünüm, bu benim hiç umurumda değildi. Benim sınavım vardı!!

 

Sınav günü geldi çattı. En az benim kadar, bu sınav stresinin ceremesini çeken canım Annem de benimle sınavın yapılacağı okula geldi. Okulun önünde tüm veliler ellerinde  “lütfen korna çalmayın sınav var” yazılı pankartları taşıyorlardı. O zaman bir kez daha anladım ki, bir tek annelerimiz olsun bize bir şey olmaz! Kimi anneler bu pankartlardan taşırken, kimi anneler de Kuran okuyor, dua ediyordu. Anneler bazı öğrencilerden daha heyecanlıydı. Ama önemli olan bizim ne hissettiğimizdi. Birazdan gireceğimiz sınav, bundan sonraki hayatımızı şekillendirmemizin ilk adımıydı.

 

Sınavdan çıktım. Tabii ki istediğim gibi geçmemişti. Zaten hiçbir zaman tam olarak istediğimiz gibi geçmezdi. Böyle bir ağlama zırlama yok. Allah’ım şimdi de böyle bir pişmanlık yok. Ne diye o kadar ağlayıp, zırladıysam. Zaten ne zaman çok ağlasam minimum bir sene sonra pişman olurum, net! O yüzden siz beni dinleyin sakın ağlamayın beybisiler, hele bir sınav için hiç!

 

Sonuçları beklerken yine çok minnoş dakikalar geçirmedim. Ama Galatasaray Lisesi’ni kazanamayacağım garantiydi. Neyse sonuçlar açıklandı, tercih dönemi, her kafadan çıkan milyorlarca ses derken ben Üsküdar Anadolu Lisesi’ni kazandım. Yine canım annemle kayıt işlemleri için Üsküdar Anadolu Lisesi’nin yolunu tuttuk.

 

Galatasaray Lisesi’nde okuyacağım, her gün Taksim’e gideceğim, Fransızca öğreneceğim derken, Üsküdar Anadolu Lisesi’ni kazanmıştım, her gün Üsküdar’a gidecektim ve Almanca öğrenecektim. Ama en önemlisi, bir okulun kazandırabileceği en mükemmel şeylerden biri olan, hayatımın dostluklarını, kardeşliklerini bu okulda kazanacağımı nereden bilebilirdim?

 

Üsküdar Anadolu Lisesi bana, 10 yıldır hayatımda olan, ne zaman ihtiyacım olsa yanımda olan, bir birinden güzel kalpli 4 dost kazandırdı. Üsküdar Anadolu Lisesi’nden önce benim bir tane kız kardeşim vardı artık 5 tane kız kardeşim var. Şimdi diyorum ki, Allah’ım iyi ki Galatasaray Lisesi’ni kazanamamışım, iyi ki!! Oraya gitseydim, kardeşlerimi hiç tanıyamayacaktım. Benim için hayırlı olan buydu...

 

Sonra 4 yıl geçti... Bu sefer de üniversiteye hazırlanmaya başladık. Bu sefer ki süreç, ilkinden daha beterdi. Bu gireceğimiz sınav resmen hayatımızı, ne iş yapacağımızı, ne kadar para kazanacağımızı belirliyor sanıyorduk. Ben Marmara Üniversitesi’nde Hukuk okumak istiyordum. Gel gör ki, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Sosyoloji okudum. Yine her kafadan milyorlarca ses çıktı, “ sosyoloji okuyunca ne yapacaksın ki?” “sosyoloji okuyup işsiz mi kalacaksın” vs vs. Ha hayt tabii ki dinlemedim! Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde birbirinden değerli hocalardan ders aldım, hayatımda okuduğum en güzel kitapları okudum, şimdilerde çok izlediğimiz tartışma programlarına çıkan, ne yorum yapacak diye dinlediğimiz insanların hepsi benim hocamdı. Ufkum genişlemişti, sıradan bir olaya tek bir taraftan değil, birçok pencereden bakmayı, sağ duyulu olmayı öğrenmiştim. Her şeyden önemlisi bizim Ateşli Sosyologlarla tanışmıştım. Bu Ateşli Sosyologlar uzaktan çok tehlikeli gözükse de, her buluşmamızda “ bir gün bu dünyayı kadınlar kurtaracak!” “ ne olacak bu erkek egemen dünyanın hali!” diye sinirli sinirli bir halde Rasim Ozan Kütahyalı olarak başladığımız konuşmalarımıza, sıra  sevgililerimizden bahsetmeye geldiğinde Sezen Cumhur Önal gibi devam ediyoruz. Zararsızız yani, korkmayın...

 

Gel gelelim zurnanın zart dediği yere. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji mezunu olmuştum. Artık bir sosyologtum. O her kafadan çıkan milyorlarca sesin eli armut toplasındı, Türkiye’nin en ünlü senarist ve yapımcısının asistanı olmuştum. İşimi çok seviyordum ve halen ( 6 yıldır) aynı şirkette çalışıyordum. Dünyaya bir daha gelsem, sosyoloji okurdum ve patroşkamı her nerdeyse gider bulur asistanı olurdum!

 

Demem o ki, bazen bizim için tasarlanan şeyler hayalini kurduklarımızdan daha güzel olabilir. O yüzden çok da zorlamamak lazım. En iyi okullarda, en iyi bölümlerde okumak zorunda değilsiniz. Nasıl mutlu olacaksınız öyle olsun. Zaten nerede, hangi bölümde okursanız okuyun, siz, siz olduğunuz sürece hiçbir şey önemli değil! Her yerde başarılı olursunuz. Önemli olan mutlu olabilmek ve şükredebilmek. Ben her şey için huzurla şükredebiliyorum ve hala “iyi ki” diyorum! Eminim TEOG sonuçları nasıl gelirse gelsin, en mutlu olacağınız şekilde olacak her şey. Rahat olun, bana güvenin J Mutlu haftalar dilerim, örtmen geldi byee....

 

 

Yazının devamı...
Fotoğrafları gönder bana, börekler açayım sana!
20 Kasım 2016

Sıcaktı, çok sıcaktı. Bedenimi, önce yumurtaya sonra galeta ununa batırılan tavuk bagetleri gibi, kızgın kumlarda yuvarlayıp ondan sonra serin sulara atıyordum. Saçlarımın kırmızı boyası akmasın, en azından iki hafta daha kuaföre gitmeyeyim diye kafamı mümkün oldukça suya sokmuyor, sahip olduğum en değerli varlığım su geçirmez telefon kabında olan telefonuma şuh kahkahalar atıyor, pozdan poza giriyor tatile gidemeyen arkadaşlarımı tam orta yerinden çatlatıyordum. Güneşi tam da ellerimin ortasına alıp kalp mi yapmıyordum, ağzımdan su mu fışkırtmıyordum… Ben adeta bir Petek Dinçöz olmuştum da suyun içinde Foolish Casanova klibi çekiyordum. Tam o anda öyle bir şey oldu ki, dünya başıma yıkıldı! Daha önce hiç böyle bir şey yaşanmamış, böylesine acı bir olay başıma gelmemişti…

 

En son, Caner Venedik’e değil de Beşiktaş maçına gidelim dediğinde böyle hissetmiştim. Kendimi o an, malup takım tarafından sahaya hakemin kel kafasına atılan plastik su şişesi gibi, yok yok benzini bitmiş işe yaramaz sıradan bir çakmak gibi hissediyordum. Şu anda beni ne deniz mahsüllü risotto, ne cheddar peynirli dublex hamurlu bol malzemos pizza, ne de fettucini alfredo kurtarabilirdi. Şöyle söyliyim, dünyadaki en güzel suşileri Johnny Deep’i tabak yapıp üzerine koysalar, yiyemeyecek haldeydim!

 

Şarjım bitmişti! Şarjım bittiği için son bir saat yani altmış dakika yani üç bin altıyüz saniyedir çektiğim milyorlarca fotoğrafı paylaşamayacaktım! Like üstüne like alamayacak, takipçilerime takipçi katamayacaktım! Daha da kötüsü güneş neredeyse batmak üzereydi, güneşi ellerimin ortasına alıp kalp yapamayacaktım! Acilen bir çözüm bulmalıydım. Hemen tatil kankitoşumu çağırdım. Bir tatil kankitoşunun en kutsal vazifesi arkadaşının su içinde ve su dışında fotoğraflarını çekmesi, onu pozdan poza sokmasıydı. Aksi takdirde tatil kankitoşu olamaz, aynı uçağa bile binemezdi. Check-in kuyruğunda başlayan fotoğraf serüveni, pasaport-bilet kombini, uçakta, uçaktan inerken, otele varıldığında, kumlarda, denizde diye devam eder, galeride yer kalmaz dolayısıyla kırk yılda bir görüştüğün amca oğlunun doğum gününde çekilen fotoğraflar, tarihte ilk silinen fotoğraflar olarak hazin yerini alırdı. Malesefti, ne yapalımdı…

           

Neyse tatil kankitoşum geldi, güneş batmadan kafamızdaki tüm güneşli fotoğraf kombinlerini benden usta bir fotoğrafçı havasında aldı. Güneşi sağıma, soluma, ortama, kafama, elimin üstüne, dudağımın ucuna her yerime alarak fotoğraflarımı çekinmiştim. Yetmedi ellerimle denizden bir parça su alarak gökyüzüne fırlattım, damlacıklar aşağıya efil efil süzülürken tatil kankitoşum toplamda 678 kare almıştı bile. Neredeyse tamam gibiydi, bir de şöyle yüz üstü kumlara yatıp, dalgaları popoma popoma doğru alıp 2016-2017 bikini modası pozu vermese miydim?

           

Sudan çıktım, kurulandım artık vakit fotoğraf paylaşma vaktiydi! Telefonumu şarja taktım, kafamda fotoğrafları paylaşma konusunda matematiksel bir sıralama yaptım. Tabii ki önce güneşin en tepede olduğu fotoğraftan başlayacak, fotoğraf paylaşma periyodum güneşin batışına kadar devam edecekti. Güneş çok önemliydi, bunlar da atlanmaması gereken detaylardı. Ancak bir sorun vardı. Tatil kankitoşum çektiği 678 fotoğrafı bana hala göndermemişti. O zaman anladım ki, bir tatil kankitoşunda sadece iyi fotoğraf çekebilme yeteneği değil, çektiği tüm fotoğrafları anında whatsapp’tan atabilme yeteneği de olmalıydı. Ve an geldi, o en rahatsız edici cümleyi kurdum:

 

“CANIM BANA FOTOĞRAFLARI GÖNDERİR MİSİN PAYLAŞIYIM?”

           

Tatil kankitoşumun bir karar vermesi gerekiyordu, ya çektiği tüm 678 fotoğrafı gönderecek, bunun için önce sağlam bir wifi bulacak ya da internet kotasının babasını ağlatacaktı. Ya da en paylaşmalık fotoğrafları seçecek, onları önden gönderecekti. Bunun için de oturup hepsini detaylı bir şekilde inceleyecekti. Tatil kankitoşu olmak bunu gerektirirdi. Boşuna gelmedi herhalde benimle tatile dimi canım. Heralde yani, hiç.

           

Bir dedim, iki dedim, üç dedim. Derken türlü türlü kombinasyonlar mı denemedim, kelimeleri karıştırdım, devrik cümleler mi yapmadım. Aynı soruyu farklı farklı kombinasyonlarda tam 678 kere sordum. Birkaç tanesi için for egzampıl vermek gerekirse: “ Canikom fotoğrafları göndersene be paylaşıyım?” “Beybisi fotoğrafları ne zaman gönderirsin?” “ Fotoğrafları göndersene minnoş” “Tatlım fotoğrafları göndermedin” “ Abi atsana fotoğraflarımı” “Fotoğraflarımı ver be!!!”

           

Oysa ne güzel başlamıştık. Sezen Cumhur Önal gibi başladığım cümlelerime, Rasim Ozan Kütahyalı gibi devam etmek zorunda kalmıştım. Ama ne yazıkki fotoğraflarımı almam için onun keyfini beklemem gerekiyordu. Cevap vermesi gereken mesajları, dönmesi gereken çağrıları, mailleri, paylaşması gereken bir sürü fotoğrafı “ onun” da vardı. O da benim gibi, sizin gibi, hepimiz gibi bir sosyal medya bağımlısıydı…

           

Fotoğraflarımı zamanında alamamıştım, en güzel fotoğrafları benden önce o paylaşmıştı. Bir daha tatil kankitoşum olmayacağı kesindi, siz de tatil kankitoşunuzu bu anlattığım kriterlere göre seçinizdi, sonra diliniz yanmasındı!

           

O gün yaşadıklarımı sağlam kafayla bir kez daha düşündüm. İlla ki içimizden biri, arkadaşının telefonundan fotoğraf çekinmiş, sonra o fotoğrafları kendisine göndermesini istemiştir. Çünkü bu çağımızın yeni geleneği gibi bir şey artık. Her hangi bir organizasyonda, kutlamada mutlaka “ fotoğrafımı çeksene kanka” “ çektiğin fotoğrafları atsana canım” gibi cümleler mutlaka duyarsınız. İnanın, fotoğraflarını arkadaşının atmasını bekleyen insan kadar, tonlarca fotoğraf çeken ve o fotoğrafları sahibine göndermesi gereken insan da benzeri bir sıkıntı yaşıyormuş. Ben ikisi de oldum oradan biliyorum. Ah beybisiler yerim olsa, bir de karşı pencereden anlatırdım durumu. Ama kısaca bir benzetme yapmak gerekirse, bence fotoğrafları göndermek zorunda olan kişinin durumu da, derbi maçı izlerken çok sevdiği sevgilisine ofsaytı anlatmak zorunda kalan adamın durumuna benziyor. Diyim ben size J

           

Aslında eskiden ne güzelmiş. Bir tane fotoğraf makinası varmış. İçinde bir film varmış, 30’luk mu, 20’lik mi her neyse o kadar çekermişsin. Sınırlı sayıda filmin olduğu için de fotoğraflarını özenle çeker, 678 kere deklanşöre basmazmışsın. Biz şimdi muhteşem akıllı telefonlarımız sınırsız sayıda fotoğraf çekebiliyor diye sonsuza kadar basıyoruz tuşa, aynı kareden milyorlarca oluyor belki. Ahh bir de onları bilgisayara aktarması, arşivlemesi, klasörlemesi, aynı fotoğrafları silmesi var ki o konuya hiç girmek istemiyorum. Bak şimdi aklıma geldi bir daha her hangi bir düğünde, çekilen fotoğrafı 25 TL’ye satıyorlar diye kızmayacağım. Ne alıyorlarsa helali hoş olsun, çünkü düğünler de olmasa baskılı fotoğrafımız bile olmayacak artık.

           

Mutlu anıları belgelemek kadar, yaşamak da çok önemli. Belgeleyeceğiz de anı kaçırmayalım, o mutlu anı sonuna kadar, dibine kadar yaşayalım! Ammaa velakiiin, anı yaşarken aynı zamanda şöylee mutluuu bir kare “yakalanırsa” da tadından yenmez bence J Sonuçta fotoğrafsız olmaz baktıkça mutlu oluruz. Hem zaten çaktırmayın edilgen fiil kullandım, 3. Sahıslar düşünsün bizenee! Ni hahaha!  Mutlu mutluu fotoğraflarınızın bol olduğu bir hafta dilerim örtmen geldii, öptüüm byeee!

Yazının devamı...
Denizz Aşırı Evlilik Teklif Ediyoruuum Benimle Evleniir Misiin?
14 Kasım 2016

Bu kararımı makarnoşlara whatsapp grubundan bildirdim ki bildirmez olaydım. Birden grup bu bombastik haberle çalkalandı. Gruptan ayrılanlar mı dersiniz, üzerime yürüyenler, tonlarca kızgın surat yollayanlar mı… Ne yaptım ben ya, sadece yılbaşı partisi için yeni kıyafet almayacağım evden bir şeyler giyeceğim dedim. Allahım demez olaydım! Bu makarnoşlar beni masrafa sokacaktı bu kesindi.

 

O gece çok güzel olmalıymışım, yeni bir kıyafet almalıymışım, eskilerle olmazmış. Yeni kıyafet almazsam, baş makarnoş Şule beni makarnoşluktan afaroz edecekmiş. Ağır tehdit altındaydım sayın seyirciler. Çaresiz yine alışveriş merkezinin yolunu tuttum. Ama bu sefer yalnız değildim. Makarnoşların en sarısı, en alışveriş sevmeyeni Zeynep de benimleydi. Hayretler içindeydim, Zeynep benimle alışverişe gelecek, ayaklarına kara sular inene, mağazalar kepenkleri indirene kadar benimle kıyafet bakacaktı. Bu işte bir bit yeniği vardı ama dur bakalımdı, çıkardı kokusu…

 

Hangi mağazaya girdiysek girelim ben hiçbir şey beğenmedim. Birçok kez “ ee yeter bee” deyip vazgeçmeye kalktım ama Zeynep beni her seferinde sert bir şekilde engelledi. Zeynep’i neden yolladıklarını o zaman anlamıştım. Kıyafet denemekten usanmıştım ama Zeynep, üzerime denemem için milyorlarca kıyafet atıyor, “ onu giy”, “ bunu da giy” “ bak bu sefer olacak” diye müthiş bir azimle bana seçenekler sunuyordu. Zeynep o günkü azmini iş hayatında göstermiş olsa Forbes dergisinde “ en zengin kadınlar” listesinde zirveyi göğüslerdi. Neyse konumuz bu değildi. En sonunda bana hayatımda gördüğüm en aşırı güzel parçayı getirdi. Bir denedim ki içinde kendimi Adriana Lima gibi hissetmiştim. Zaten en önemlisi de buydu, Zeynep başarmıştı.

 

Mutlu mesut şirkete döndüm, herkese aldığım kıyafetle havamı atacaktım. Özellikle baş makarnoş Şule’ye bu haberi verecektim ki Şule ortalıklarda yoktu. Allah allah normalde Şule böyle anlarda beni kapıda bekler, ne aldığımı görmek için koşuda 100 metre rekoru kırardı. Ama bunların hiçbiri olmadı. Daha çok şüphelenmeye başlamıştım. Bu sefer Pare’ciğim de ortalıklarda yoktu. Şirketteki diğer arkadaşlarım da…Neredeydi bu insanlar canım. Sonra hepsi aynı anda bir odadan çıktı. Töbe töbe, yine bir işler karıştırıyorlardı. Ama asla kimse bana bir şey demiyordu. Yine dış kapıdaki dış mandal olmuştum.

 

Parti günü geldi çattı. Pare’ciğim de ilk defa gömlek giymişti, yine hayretler içine düştüğüm dakikalardaydık. Neyse partinin yapılacağı alana gittik, çılgınlar gibi dans ediyorduk. Ancak ben organizasyonda da görevli olduğum için aynı zamanda oradan oraya koşturmaya da çalışıyordum ama makarnoşlar asla bir iş yapmama izin vermiyor “ biz hallederiz sen burada dur” diyorlardı. O sırada Pare’ciğim de ortalardan kaybolmuştu. Ben Pare’ciğim nerede nerede diye dolanırken birden müzik kesildi ve ortamda Pare’ciğimin sesi yankılanmaya başladı. İçeride yaklaşık 500 kişi vardı ve herkes Pare’ciğimi dinliyordu. Pare’ciğim benim ona yazdığım şiiri okuyunca aydınlanmaya başlamıştım. Zaten artık şaşkoloz olan anlardı. Şiir bitti ve Pare’ciğim o sihirli cümleyi kurdu.. “Benimle evlenir misin?” Ben bu anın şoku ve sevincindeyken Şule geldi, parmağımdaki yüzüğü çıkardı zemin tek taş yüzük için son derece hazırdı, Zeynep çiçeğimi getirdi meğersem bizimkiler bu evlenme teklifi için kollektif bir çalışma içine girmişlerdi. Derken Pare’ciğim geldi bir sürü sarılıştık, sonra teker teker 500 kişinin tebriklerini ve öpücüklerini kabul ettik. Bayağı bir düğün gibi oldu, o kadar düğün gibi oldu ki o gün bugündür evlenmedik:) Ama benim için önemli olan evlenme teklifiydi ve asla unutamayacağım muhteşem bir gece yaşamıştım. Bunun için emeği geçen herkese tekrardan çok teşekkür ederim.

 

Zaten evlenme teklifi çoğu kadın için evliliğin kendisinden çok daha önemlidir. Evlenme teklifi alacak kişinin kız arkadaşları içinse daha önemlidir. O gece çok güzel olmanız için, o organizasyonun sizin için unutulmaz olması, tek taş yüzüğü beğenmeniz için gece gündüz çalışırlar, organizasyonun sorumluluğunu asla damat adayına bırakmazlar ayrıca iyi ki de bırakmazlar. Çünkü bizim en çok nasıl mutlu olacağımızı en iyi kız arkadaşlarımız bilir. Sevgilinize tek taş yüzük alırken bile, yüzüğün önce onun en yakın kız arkadaşının onayından geçmesi gerektiğini bilmeniz gerekir. Zaten emin olun biz bunu önceden konuşmuşuzdur. “Evlenme teklifi alırken bu yüzükten istiyorum aklınızda olsun.” gibisinden…

 

İsviçreli bilimadamları bile henüz evlenme teklifi, tek taş yüzük ve gelinliğin kadınlar için neden bu kadar önemli olduğunu bulamadı. Buradan erkeklere sesleniyorum, evlenme teklif etmekten çekinmeyin. Bırakın sevgilinizin kız arkadaşlarına yıllarca  anlatabileceği, orada burada hava atabileceği, böyle köşelerde yazabileceği bir hikayesi olsun. Bırakın kızcağızın sosyal medyada paylaşabileceği, like rekorları kırabileceği altına yorum olarak “ evet” yazabileceği fotoğrafları olsun. Korkmayın evlenme teklif ettiniz diye evlenmek zorunda değilsiniz. Kendimden biliyorum :) Zaten bence tek taş yüzük takmak, milyorlarca kişinin önünde evlenme teklifi almak, sonra o anların fotoğraflarını videolarını paylaşmak, gelinlikle fotoğraf çekinip halay çekmek, evliliğin kendisinden daha eğlenceli. Yoksa biz manyak mıyız çılgınlarca çamaşır yıkamak, ütü yapmak ve yemek yapmak için evlenmek isteyelim. Hayallerinizi yıkmış gibi olmayalım ama biz sadece fotoğraf çekinmek için evlenmek istiyoruz. Niha ha ha.. Şaka şaka, her halde herkes böyle değildir canım. Ama yine de siz bir düşünün:)

 

Bazen bize angarya veya klişe gelen şeyler, sevdiğimiz insanlar için önemli olabilir. Minik fedakarlıklardan kimseye zarar gelmez. Size çok anlamsız gelen bir şey sevgilinizi çok mutlu edecekse durmamalı insan, mutlu anılar hediye etmeli. Bir filmde de dediği gibi “ size dünyaları verenle değil dünyasını verenle olun.” Mutlu ederek, mutlu olduğumuz bir hafta dilerim. Örtmen geldi byee…

 

Instagram, Twitter :@denizzgok

Yazının devamı...
Denizz Aşırı Yemeler: Hayat Yiyince Güzel!        
7 Kasım 2016

      Yanlış okumadınız, evet aynen böyle. Tüm çevrem gibi, patroşkam da benim kilolarımla başımın ne kadar dertte olduğunu bilir, sürekli diyete girdiğimi ama her defasında da öyle böyle değil hakkını vererek diyeti bozduğuma şahitlik ederdi. Buna dur desem desem ben derim diye düşündü ve bana “ bu ay dört kilo vermezsen, maaşını vermem” dedi. Neredeyse doğduğundan beri diyetisyene giden ben, daha önce bu kadar ikna kabiliyeti yüksek bir diyetisyenle karşılaşmamıştım. Tabii ki hemen diyete başladım.

         Gerçekten hayatımın en zor bir ayını yaşadım diyebilirim. Diyet yapmak bana göre değildi bu kesindi. Kendimi şarkısı Youtube’da tıklamayan şarkıcılar gibi, whatsappta mesajları mavi tik olan ama cevap alamayan Merve’ler gibi, beğendiği kıyafetin sadece x small’unu bulan Deniz’ler gibi, İnstagram’da like’larını iki basamaklı sayılara çıkaramayan yurdum insanları gibi, Passolig’i olmadığı için maçlara gidemeyen holiganlar gibi, patates kızartmasından otlanacak kimsesi olmayan yapayalnız insanlar gibi hissediyordum. Çaresizdim, mutsuzdum, sadece yediğim yemeklerin değil hayatımın da tadı tuzu kaçmıştı. Keşke Burger King’de king boy patates kızartması yiyor olsaydım da arkadaşlarım patates kızartmamdan otlansaydı, vallahi kızmayacaktım. Hatta Burger King’in patatesi mi güzel Mc Donalds’ın mı diye düşünecek halim bile yoktu, şuan hepsi yenileybıldı.

         Zaten bünyem yaza birkaç ay kala diyet yapmaya alışkındı. Hep bizi yaza birkaç ay kala diyet yaptırmaya alıştıranların suçuydu. Aslında diyet furyasının kışın başlaması gerekiyordu. Yılların şişkosu olarak diyet konusunda ordinaryus professor seviyesindeydim ve kışın üşüdüğümüz için yeme ihtiyacımızın daha çok arttığını ve vücudun da kendi öz ısısını koruma altına almak için mevcut yağları tuttuğunu biliyordum. Dolayısıyla haydiii diyeet yapalııım, yaşasııın fit vücuut, az ye cook yaşaa gibi haberlerin kış aylarında çıkması daha iyiydi. Neyse canım bir bildikleri vardı. Biz kendi totomuzu kurtaralımdı.

         Maaşı kurtarmak için önümden gelip geçen pizzalara, eski sevgilimin fotoğrafına facebooktan gizli gizli bakar gibi baktım. Asla arayamasınlar diye engellediğim 0850’li hatlar gibi engelledim makarnaları. Çikolatalı sufleden, kötü espri yapan erkeklerden kaçtığım hızda uzaklaştım. Sonuç, başarılı oldum ilk defa! Birkaç gün mutlu da oldum, olmadım dersem yalan olur. En sevdiğim kıyafetlerimin içine girdim, aynada kendimi daha çok beğendim falan filan… Ama sonra anladım ki bunlar geçici mutluluklar. Yaz aşkı gibi, Eylül gelmeden bitecekler. Anladım ki, bana iki üç aylık değil, ömür boyu sürecek bir mutluluk lazım.

         Patroşkama verdiğim sözü tutmuştum, 4 kiloyu bir ayda vermiştim maaşımı kurtarmıştım. Ama bunun bir sürekliliği olması lazımdı ben ömür boyu böyle yaşayamazdım. Sağlıklı olduktan sonra mutluluğu nerede bulduğumuzla ilgiliydi aslında her şey. Zayıf, istediği kıyafetleri giyen ama istediği her şeyi yiyemeyen mutlu bir Deniz mi? Yoksa şişko, istediği her şeyi yiyen ama istediği kıyafetleri giyemeyen mutlu bir Deniz mi? Ben ikincisini seçtim  Ama ikincisini seçerken de yine kendimce bir Denizz Aşırı beslenme modeli geliştirdim. İstediğim her şeyi yedim ama şeker ve unu azalttım. Ömür boyu bir listeye bağlı kalamazdım, ama az şekerli ve az unlu bir hayat sürdürebilirdim. Kilo veremiyorsanız kendinize bakış açınızı değiştirin, kendinizi olduğunuz haliyle sevin ve bıngıllarınızı çok seven bir sevgili bulun! Her şeyden en önemlisi sağlıklı bir mutlu olun. Gerisi kolay!

         Zaten en büyük derdimiz artık aynada değil de fotoğraflarda zayıf çıkmak değil mi? Onun için de ordinaryus profesör şişko Deniz’in bir sürü taktiği var ona kulak verin. Mesela başınızı yastığa koyup “ iyii geceleeer ballı rüyalaar” temalı bir fotoğraf paylaşmak istiyorsunuz ama başınızı yastığa koyunca yanaklarınız çok şişko çıkıyor, yağlarınız yer çekimine karşı koyamıyor mu? O zaman yastığınızı duvara doksan derece paralel şekilde yasladıktan sonra başınızı da yine yastığa paralel hale getirin. Fotoğrafı çektikten sonra, düzenleme seçeneklerinden yan çevirdiğinizde adeta 36 bedenmiş gibi çıkmazsanız adımı değiştiririm! For egzampıııl: 

 

 

 

 

İşte bu kadar basit! Ama ille de ben bir diyetisyene gitmek istiyorum Deniz, ben senden daha sabırlıyım, sağlıklı bir şekilde bir sürü kilolar vermek istiyorum diyorsanız Şeyma Ekizoğlu’nu öneririm. Şu ana kadar tanıdığım en tatlış diyetisyen. Mesela patlamış mısır yemenize izin verir, bu bile Şeyma’yı sevmemiz için büyük bir sebep bence  Sonuç olarak, tüüüm fotoğraflarda zayıf çıktığınıız, beğendiğiniz tüm kıyafetlerin x large’ını kolayca bulabildiğiniiz, her şeyi istediğiniz kadar yediğiniiz ama asla kilo almadığınıız, her şeyden önce kendinizi çokçok sevdiğiniz bir hafta dileriim. Sizi seviyoruum, örtmen geldii byeee…

Instagram, Twitter :@denizzgok

Yazının devamı...
Denizz Aşırı Hindistan: Yetişkin bir Deniz aynı anda kaç hayal gerçekleştirebilir?
31 Ekim 2016

Kadının kim olduğunu sordum, Büyükelçi dediler. Büyükelçiler ne iş yapar dedim, çocuk aklımla anlamayacağımı düşünüp “ülke ülke gezerler, ülkelerini temsil ederler” dediler. Ben de ne yapayım o günden sonra çocuk aklımla hep Büyükelçi olmak istedim. Büyükelçi olup “ülke ülke gezecektim” ülkemi temsil edecektim. Temsil işlerine neresinden girersem kardır diye düşünüp, önce sınıf başkanlığına, sonra da okul başkanlığına adaylığımı koyup seçildim. Önce sınıfımı sonra okulumu çeşitli yerlerde temsil ettim. Bu Büyükelçi olma meselesini önce çok yanlış anlayıp, işin zorluklarını daha sonradan öğrensem de, ben Büyükelçi olma hayalimi hiç unutmadım. Büyükelçi olamasam da ülke ülke Denizz Aşırı gezdim :)

Sonra büyüdüm sinema sektörüne adımı altın harflerle olmasa da bir şekilde yazdırdım. İşim vesilesiyle yeri geldi festival, yeri geldi dizi-film çekimleri için çeşitli ülkelerde bulunmuştum. Ama benim en büyük hayalim olan Hindistan’a hiç gitmemiştim!

Hindistan’a gitme hayallerimde ünlü Hint oyuncu Aamir Khan’ın da rolü oldukça büyüktü. Pare’ciğimle birlikte evdeki boş zamanlarımızın hemen hemen hepsinde Aamir Khan filmleri izler, film sektöründe çalışan insanlar olarak bir gün Aamir Khan’la tanışma hatta onunla film çekme, çalışma hayalleri kurardık.

2016 yılının Nisan-Mayıs aylarıydı, Hindistan’a gideceğim diye tutturduğum günlerden biriydi. Ama bu sefer daha nettim. “ Ben bu sonbaharda Hindistan’a gideceğim!” Pare’ciğim “ nasıl gideceksin, işimiz var gücümüz var.” dese de tabii ki onu dinlemedim. Ona kalsa, hayali bile şartlar olgunlaşınca kuracaktım. Olur muydu öyle şey, hayal dediğin çiş gibiydi, geldiğinde tutamazdın.

Durmadan gece gündüz, 2016’nın sonbaharında kendimi Hindistan’a gideceğime inandırdım. Nasıl olacaktı bilmiyordum ama bir şekilde gidecektim. Hindistan turlarına baktım, o da ne 2000 TL’ye bir tur bulmuştum. Sevinçle Pare’ciğimin yanına geldim ve mutlu haberi onunla paylaştım. Sonbahara kadar 2000 TL biriktirirdik ne olacak? O sırada Pare’ciğim beni hayatın gerçekleriyle acı ötesi bir şekilde sarstı. Tur, 2000 TL değil 2000 dolardı. Türk lirasının serbest piyasa ekonomisindeki değerine bu kadar üzüldüğümü hiç hatırlamıyorum. Pare’ciğim çocuğuna bisiklet alamayan baba triplerine girdiyse de onu pek takmadım. İmkansız kelimesi Denizz Aşırı lügatında yoktu. Dur bakalımdı, bir çaresi bulunurdu.

Birkaç gün geçti geçmedi, dadadadann diye bir mail düştü gelen kutuma. Mail, Televizyon ve Sinema Filmi Yapımcıları Meslek Birliği TESİYAP’tan geliyordu. Hindistan’da 18.Mumbai Film Festivali düzenlenecekti, konuk ülke Türkiye’ydi. Hazır olun esas bombastik olanı, festivalin organizasyonunda çalışmak için bir ekip kurulacaktı. Tatata taaan beklediğim hayal ayağıma gelmişti sayın seyirciler.



Festival ekibi olarak Hindistan’a gittik. Hindistan’da Türk dizilerine ve Türk oyuncularına karşı büyük bir ilgiyle karşılaştık. Adını Feriha Koydum, Küçük Ağa ve Fatmagül’ün Suçu Ne Hindistan’da büyük bir beğeniyle izleniyordu. Zaten festival kapsamında Hindistan’a gelen Hazal Kaya, Sarp Levendoğlu ve Kaan Taşaner’in etrafı her fırsatta Hindistan’lı hayranları tarafından sarılıyordu. Turizm ve Kültür Bakanı Yardımcısı SN. Hüseyin YAYMAN, Sinema Genel Müdürü Erkin YILMAZ ve Mumbai Başkonsolosu Sn. Erdal Sabri ERGEN’in destekleriyle muhteşem bir festival oldu.



 
Festivalde Türk ekibi olarak çok yoğun çalıştık. Ama olsun, biraz da olsa Hindistan’ı görme, o kültürü tanıma fırsatımız olduğu için çok mutlu olduk. Ben sevdiğim işi yapıyorum, her şeyi geçtim sevdiğim işi Hindistan’da yapıyorum laylalaylalaylaay diye dolaşırken aşırı muhteşem bir olay gerçekleşti. Ama önce şunu söylemeden geçemeyeceğim ben zengin ve fakirin bu kadar uçurumlarca, aynı yerde yaşadığı başka bir ülke görmedim. Hindistan’da Bollywood starlarının yaşadığı bölgede, sokaklarda uyuyan bir sürü insana rastlamanız muhtemel. Sabah sokaklarda yaşayan, aç Hindistan’lı insanlar gördükten sonra akşam aşırı zengin bir adamın evine gitmek kafamı oldukça karıştırmıştı. Festival’in açılış gecesinin partisi, dünyanın en zengin 16.adamının sarayında aman pardon evinde gerçekleşti. Evden daha çok kocaman kapasiteli bir otele benziyordu. Zaten 5 kişi yaşamalarına rağmen, “evde” 500 kişi çalışıyormuş. Neyse konumuz bu değil. Dedikoduyu bir kenara bırakıp asıl mevzuya gelmek istiyorum. Açılış gecesinin partisinde bir de ne göreyim Aamir Khan orda, Deniz gel benle tanış, benimle fotoğraf çektir, beni öp dercesine bana bakıyor. Peki ben seni kırar mıyım Aamir’ciğim, tabii ki kırmam.



Hindistan’a gelmiş olmak yetmiyormuş gibi bir de Aamir Khan’la tanışıp, fotoğraf çektirmiştim. Daha kaç hayalim gerçekleşebilir ki diye düşünürken yanıma biri geldi. Türk müsünüz dedi, boş bulunup yes desem de benimle hiç dalga geçmedi. Sonrasında aramızda çok güzel bir sohbet oldu, Festival’den, sinemadan, dizilerden… Sohbet o kadar güzeldi ki, konuştuğum kişinin kim olduğunu sormak en sonunda aklıma geldi. “ Siz festivalden misiniz?” dedim. Türk delegasyonundan bağımsız bir sinemacı heralde diye düşünürken, “ Ben Büyükelçiyim” dedi. Efendim? Büyükelçi misiniz? İnsan Büyükelçi olduğunu böyle söyler mi ayol. Böyle normal, senin benim gibi… Söylermiş.


Çok utandım, bin bir özür diledim. İsminizi tabii ki biliyordum ama yüzünüzü bilmiyordum dedim. Hepsini usta mütevazılığı ile karşıladı Türkiye Yeni Delhi Büyükelçisi Sn.Burak AKÇAPAR. Ben ne bileyim, bir büyükelçiyle ayak üstü tanışacaksın deseler dünyada inanmazdım. Ben 350 korumayla birlikte gelir, hepimiz kapıya karşılamak için çıkarız, birimiz yere yatarız o üstümüzden geçer diye düşünmüştüm. İşte bunlar hep çocukluk travmaları :) Çocukluk hayalim, Sn. Büyükelçi Burak bey her halde bana hayatımın en büyük dersini Hindistan’da verdi.

 

Yetişkin bir Deniz, aynı anda kaç hayalini gerçekliştirebilir diye düşündüm. Hindistan’a gitmiş, en merak ettiğim ülkelerden birini görmüştüm. Yetmemiş, hayranı olduğum Hindistan’lı oyuncu Aamir Khan’la tanışıp, fotoğraf çektirmiştim. Hayat bana çocukluk hayalimle sohbet etme fırsatı tanımıştı. Asla inanmaktan ve hayal kurmaktan vazgeçmediğim için kendime, hayallerimi gerçekleştirmeme vesile olanlara ve hayata çok teşekkür ederim! İnanmaktan ve hayal kurmaktan asla vazgeçmeyin! Örtmen geldi byeee…

 

Yazının devamı...