(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Emre Kızılkaya" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Emre Kızılkaya" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Emre Kızılkaya

Emre Kızılkaya

'Hakikat sonrası' dönemde gazetecilik ve yeni medya
19 Kasım 2016

 

 

1) Trump neden kazandı?

 

 

Çünkü ABD'de çok büyük bir kitle, Hillary Clinton ile kıyaslandığında Trump'ın "kötünün iyisi" sayılabileceğine ikna olmuştu... Medya bu ikna sürecinde önemli rol oynadı.

 

Köklü medya kuruluşları çuvalladı, Trump'ı şeytanlaştırıp Clinton'ı açıkça kayırmaları geri tepti. Yeni medya kuruluşları ise fiilen Trump'a çalıştı.

 

Trump sabahın köründe bile Twitter'ı siyasi amaçlarla aktif kullanan bir isim... Trump yanlıları ise web siteleri kurup Facebook'ta da organize olarak yalan haberlerle Clinton'ın ipini çektiler. 

 

Hiç kuşku yok, internet var olmasa veya insanoğlu onu sadece gerçeklerin yayılabildiği bir mecra haline getirebilse, ABD seçimlerindeki o hassas denge bozulur ve Trump başkan seçilemezdi.

 

 

2) Algoritmalar, botlar ve troller

 

 

Oxford Dictionary bu yılın sözcüğü olarak "post-truth" ifadesini seçti. "Hakikat sonrası" anlamına gelen bu ifade, "objektif olguların kamuoyu oluşturmakta duygular ve kişisel inançlardan daha az etkili olduğu bir dönemi" temsil ediyor. 

 

ABD'de Trump'ın zaferi gibi, İngiltere'nin AB'den ayrılması kararı çıkan Brexit referandumu da duyguların olgulara baskın çıkmasının örneği...

 

Bu açıdan Facebook'taki "emojilerin" farklı duyguları ifade etmesi boşuna değil.

 

Hürriyet'in Facebook canlı yayınları sırasında yaptığımız canlı anketlerde, insanların "nasıl hissettiğine" dair soruların, "ne düşündüklerine" dair sorulara kıyasla yaklaşık 4 kat daha fazla etkileşim aldığını görüyoruz.

 

İnternette olumsuz haberlerin olumlu haberlere kıyasla 17 kat daha fazla olduğunu da iki yıl önce bu köşede yazmıştım:

 

Bu durumda, nesnel gerçek karşısındaki öznel duyguların medya platformlarında nasıl "aktığı" önem kazanıyor... Bu akış, nasıl bir filtreden geçiyor?

 

Kamu yararı gütmeyen ve "medya şirketi değil teknoloji şirketi" olduğunda ısrar eden Facebook gibi platformlarla, algoritmalar gibi keyfi filtreler uygulamakla yetiniyor.

 

Twitter ise "botlarla" ve trollerle dolu. Yapılan bir araştırma, siyasi tweet'lerin yüzde 20'sinin gerçek insanlar değil, botlar tarafından atıldığını gösteriyor. 

 

Ve ABD seçimi öncesi Trump yanlısı botlar, Clinton yanlısı botlardan 7 kat daha fazla tweet attı.

 

Trollere gelince, Trump'ın kendisi zaten -bir siyasi strateji olarak- sistematik biçimde trollük yaptı!

 

 

3) İlk kez kamuoyu baskısı

 

 

Rusya ve İran'daki otoriter yönetimlerin artık internet yasaklarından çok, botlar ve trollerin de katkısıyla kendi çıkarları doğrultusunda çok büyük miktarda içerik üretip yayarak onu nasıl boğduğunu geçen yıl yazmıştım

 

Sosyal medya platformlarının gazeteciler gibi "hakikati" gözetmesinin, sadece kamuoyu baskısıyla gerçekleşebileceğini ise geçen ayki yazımda vurgulamıştım. 

 

Bu kamuoyu baskısı, ancak, Trump yanlılarının ve Brexit savunucularının yalan haberlerle, botlar ve trollerle Facebook ve Twitter'ı suistimal etmesinin dünya çapında yarattığı şoklarla geldi.

 

Bugüne kadar burnundan kıl aldırmayan şirketler sonunda harekete geçti.

 

Facebook (ve Google!) sahte haber sitelerini reklam ağlarından çıkardı, Twitter ise bir kez daha botları silmekle meşgul (ama onları önceden nasıl engelleyeceğini de hala bilmiyor).

 

Medyanın hedefi haline geldiği, eski çalışanlarının ayaklanıp organize olduğu bir dönemde Facebook'un algoritmasının da dezenformasyona hizmet etmeyecek şekilde güncellenmesi muhtemel ve elzem.

 

4) Gazeteciliğe dönüş

 

 

Sorunun temelinde, yeni medya platformlarının, gazetecilik ilkeleri yerine "vahşi toplumsallığa" dayanması, yani örneğin en doğru içeriği değil, yalan bile olsa en çok paylaşılan içeriği yayması yatıyor. Salt ticari saiklerle hareket edildiğinde bu noktaya gelinmesi normal.

 

Daha önce de yazdığım gibi, çözüm, Facebook ve diğerlerinin, öncelikle birer medya şirketi olduğunu kabul etmesi ve ardından, kamu yararı gözeten gazetecilerin kullandığı ilkelere kendi içerik dağıtma süreçlerinde yer vermesinde...

 

Demokratik süreçlerde kamuoyunu aydınlatma görevinin henüz emekleme aşamasındaki algoritmalara ve kötü amaçlı bot yazılımlarına bırakılması durumunda, sonucun "gerçeğin egemenliği" açısından felaket olabileceğini gördük.

 

400 yıllık bir tecrübeden süzülmüş gazetecilik ilkeleri ise gerçeği tespit edip yaymak için elimizdeki en iyi "filtre."

 

Süregiden kriz, kaliteli gazeteciliğn finansmanı açısından fırsata dönüşebilir. 

 

Trump'ın kazanmasından sonra ABD'de birçok saygın yayın organının okurlardan daha fazla bağış ve abonelik alması, halkın en azından bir bölümünün bu durumun farkında olduğunu gösteriyor. 

 

Gazetecilik kazanırsa, yeni medyanın insanoğlunun empati yapma kapasitesini körelten yanlarını bertaraf edebilmemiz belki bu süreç sonunda mümkün olur. 

 

Aksi halde olgulara karşı "duyguların emperyalizmi" kurulacak, toplumsal kutuplaşmalar arttıkça siyasette demogoglar yükselecek, en uç fikirleri seslendirerek en çok tartışma yaratan "en eğlenceli" adaylar kazandıkça girdiğimiz kısırdöngüde, bildiğimiz anlamda demokrasiye veda edeceğiz.

 

 

 

 

5) Anlatılan senin hikayendir

 

 

Türkiye bu resmin neresinde?

 

Siyasi manipülasyon amaçlı botlar meselesini birkaç yıldır yazıyorum. 2014'te Twitter Türkiye'deki bu bot şebekelerinin bir kısmını silmiş, haberimizin yayınlandığı gün Ankara Twitter'e erişimi ilk kez engellemişti. 

 

Türkiye'de 115 bini aşkın sitenin engellenmiş olması kadar önemli bir diğer konu, Rusya ve İran gibi kötü niyetli içerik üretiminin tamamen merkezi ve organize bir hal almaya başlaması.

 

Örneğin dün, toplumun büyük bir bölümünün tepkisini çeken ve hükümet tarafından hazırlanan cinsel istismar kanun teklifi tartışılırken, sosyal medyada İslamofobik etiketler dolaşıma sokuldu.

 

Bu etiketleri çok paylaşan isimlere bakıldığında bunların geçmişte hükümet yanlısı paylaşımlar yaptığı görülüyor, yani aslında hiç de İslam karşıtı değiller. Öyleyse niyetleri ortada: Demokrasi açısından kabul edilemeyecek, dinle de ilgisi olmayan bir kanun teklifiyle ilgili haklı tepkileri boğmak için konuyu değiştirmek, hedef şaşırtarak tartışma zeminini İslamofobi gibi bir insanlık suçuna çekebilmek.

 

Türkiye'de basın özgürlüğü ve demokrasi açısından elbette bunlar daha sanal tehditler olarak görülüyor.

 

Sonuçta Kadri Gürsel ve Murat Sabuncu gibi, gazetecilik yaptıklarına herkesin yıllardır şahit olduğu onca isim 31 Ekim'den beri demir parmaklıklar ardında...

 

'Hakikat sonrası Türkiyesi'nde onlar içeride oldukça, dışarıda gerçek bir demokrasi olmayacak.

 

Hangi trol ne derse desin, hangi yalan haberi yayarsa yaysın, hakikat bu ...

 

Yazının devamı...
Arılar ve insanlar
1 Kasım 2016

 

Arı öleceğini bile bile sokar…

 

Ahtapot bir denizaltı mağarasının başında hiç kıpırdamadan, yemeden-içmeden nöbet tutar…

 

Kurt henüz doymadan bırakır yemeğini…

 

Maymun --yerini belli edeceğini bile bile-- vahşi hayvanları görünce çığlık atar bazen…

 

 

* * *

 

Tüm hayvanların fedakar eylemleri, aslında kendi toplumlarını korumak içindir

 

Arı kovana saldıran bir başka hayvanı sokarak ölür…

 

Ahtapot yumurtadaki yavrularını korumak için ölümüne nöbet tutar…

 

Aç kurt yemeğini yine de sürüyle paylaşır…

 

Maymun çığlık atarak yırtıcıya yem olur ama çevredeki hemcinslerini kurtarmıştır…

 

* * *

 

Hayvanlar alemindeki fedakarlık ve özveri örnekleri çoğaltılabilir: Yetim hemcinslerini evlat edinen köpeklerden, yavruları ölmesin diye kendi vücudunu yem yapan örümceklere dek…

 

En bencil hayvanlardan biri diye bilinen şempanzelerin dahi aslında toplumsal paylaşıma açık oldukları son yıllarda yapılan bir dizi bilimsel araştırmada kanıtlanmıştı.

 

Koşullara uyum sağlayarak “hayatta kalma” kavramını merkez alan Evrim Teorisi için bu “kendinden vazgeçme” örnekleri Darwin’den beri hep esrarengiz bir sorun olmuştur.

 

 

Bir canlı neden kendi hayatını başkaları için feda eder?

 

* * *

 

Peki, bir gazeteci, kendi rahatını ve hatta canını ortaya koyarak neden gerçeği söylemekte, yazmakta ısrar eder?

 

Canını vermek deyince, Hasan Fehmi Bey’den Hrant Dink’e onca basın şehidini hatırlayalım.

 

Yahut “yandaşlığa” uyum sağlamak yerine acı gerçeği söylemekte ısrar ettiği için hapsedilenleri, Yunus Nadi’den Kadri Gürsel’e…

 


 

 

Bu bireysel fedakarlıklar, tarihin büyük akışı içinde toplumun çıkarınadır –ki zaten gazetecilik kamu yararı içindir.

 

Bu yüzden, dünyanın en gelişmiş toplumlarını oluşturan demokrasilerin olmazsa olmazıdır basın özgürlüğü... 

 

Toplum kendisini özgür medyayla korur.

 

Birkaç fedakar bireyin gerçeği söyleme ısrarını zorla bastıranlar ise toplumun tamamının geleceğine darbe vurmuş olur.

 

Ama yine de kaybederler: Çünkü canı pahasına kovanı koruyacak bir arı her zaman, her dönemde çıkar.

 

O arılardan biri olamıyorsanız da en azından o arıları “yedirmemek” gerekliliği, ancak gerçeği olduğu gibi görenlerin kavrayabileceği bir onur meselesidir.

 

Yine hayvanlar aleminden bir örnekle, Nazım Hikmet'in kurtuluş savaşı destanını yazarken kullandığı dizeyle bitirelim:

 

"Tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar."

Yazının devamı...
Facebook: Muhteşem ve tehlikeli (Hepimiz için)
10 Ekim 2016

 

Geçen ay içinde iki ayrı etkinlikte Facebook’tan bahsettim.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) 29 Eylül’de İstanbul’da düzenlediği Sosyal Fayda Zirvesi’nde, Facebook Kamu Politikaları Direktörü Nilay Erdem ile “Fayda için Facebook: Sadece bir oyuncak mı” sorusunu tartıştık.

 

FACEBOOK NEDEN MUHTEŞEM?

 

* Bu kısa konuşmada da bahsettiğim gibi, dünyada 1.7 milyar kişinin kullandığı Facebook elbette sadece bir oyuncak değil. "Kan aranıyor" duyurularının sosyal faydasından başlayıp, Brezilya ve Endonezya gibi ülkelerde yolsuzlukların Facebook ağlarının katkısıyla ortaya çıkarılmasındaki kamu yararına dek gidebilirsiniz.

 

* Dünyada internete bağlı nüfusun yarısı Facebook hesabı sahibiyken Türkiye’de bu oran yüzde 97! Facebook Türkiye Direktörü Derya Matraş’ın verdiği bilgiye göre Türkiye’deki 43 milyon kullanıcıdan 30 milyonu her gün Facebook’a giriyor. Yani en aktif Facebook kullanıcısı Türkler.

 

* Hürriyet, tüm dünyada düzenli Facebook canlı yayınları yapmaya başlayan ilk gazetelerden... Haftanın hemen her günü farklı bir canlı yayın formatımız var... Son 6 aydır 50'yi aşkın programımızı yaklaşık 2.5 milyon kişi izledi, onbinlerce yorum ve paylaşım yapıldı. En çok izlenen programlarımız salı ve perşembe 16:00'da #SoruHürriyeti, çarşamba 16:00'da #OnlarBunuKonuşuyor ve cuma 16:00'da #CanlıCanlı...

 

* Bu Facebook canlı yayınları okurlarımızı bilgiyle buluşturmak gibi geleneksel bir kamu yararının yanı sıra, yeni medyanın olanakları sayesinde onlar da bizi, yani medyayı etkiliyor ki gerçek sosyal fayda işte burada: Biz okurlarımızı şekillendirmiyoruz, onlar bizi şekillendiriyor.

 

* Örneğin geçen mayısta Ertuğrul Özkök ile yaptığımız #SoruHürriyeti canlı yayında pek çok okurumuz Kilis'ten bahsetmemizi isteyince Özkök önce bu konudaki soruları yanıtladı, bu ‘feedback'in etkisiyle birkaç gün sonra Hürriyet ekibiyle Kilis'e gidip burada roketlerin tehdidi altında süren yaşamı 360 derece kameralarla görüntüledik ve bunu da yine Facebook hesabımızda yayınladık.

 

* Okurlar bir talebe bu kadar hızlı yanıt verdiğimiz için çok memnun oldu. Çünkü Facebook sayesinde programlarımız tam olarak istediğimiz, "ilgili" okurlara ulaşıyor. Örneğin geçenlerde #OnlarBunuKonuşuyor programında KKTC konulu yayınımızı beklediğimizden fazla insan izledi, çünkü Facebook algoritması sayesinde konuyla ilgilenen veya KKTC'de yaşayan insanların haber akışına bu yayın düşmüştü.

 



FACEBOOK NEDEN TEHLİKELİ?

 

* Köklü bir yayıncı olarak Hürriyet, yeni medyanın dinamiklerine uyum sağlamış durumda, fakat yeni medyanın çoğu devi henüz köklü yayıncıların 400 yılda şekillenmiş, hepimizin yararına olan ilkelerini özümseyebilmiş değil. Açıklayayım:

 

* Twitter’ın aksine Facebook’ta yaptığınız her paylaşım, sizi takip eden (arkadaş olan veya beğenen) herkese gösterilmiyor. Hangi haberin kime gösterileceğini Facebook’un belirlediği bir algoritma seçiyor ve Facebook bu algoritmayı gizli tutuyor.

 

* Algoritma bir kullanıcının ilgi alanları ve konumunun yanı sıra, paylaşılan içeriklerin konusuna, türüne ve yarattığı etkileşime bakıyor. Sonra bunları karşılaştırıp, içerik yaratıcısının kullanıcıyla ilişkisini (sayfayı “Like” etmiş biri mi? Yoksa bir arkadaşınızın arkadaşı mı?) değerlendirip “viral” olma ihtimalini de tahmin ettikten sonra o içeriği o kullanıcının haber akışına gönderip göndermeyeceğini saptıyor. Facebook, aldatıcı başlıklar içeren (clickbait), yanlış yönlendiren, istenmeyen (spam) içerik kapsamına giren ve gizli reklam niteliğindeki paylaşımları algoritması vasıtasıyla bastırıyor.

 

* Ancak Indiana Üniversitesi’nin bir araştırmasından gösterildiği gibi bu algoritma, yalan haberleri de doğru haberler kadar hızlı bir şekilde yayıyor. Geçtiğimiz günlerde Facebook'un "insan editörlerini" kovup işi tamamen algoritmalara bırakması üzerine bu şekilde yayılan asparagas haberlerin sayısı da artmıştı.

 

* Facebook’un “yayın ilkeleri” denebilecek “topluluk kuralları” da en az algoritması kadar keyfi… Vietnam’daki Amerikan bombardımanına dair tarihi fotoğrafı veya emziren bir annenin görüntüsünü “çıplaklık” gerekçesiyle pat diye silebiliyor.

 

* Facebook, algoritmasında haftada 2-3 kez küçük, birkaç ayda bir büyük değişiklikler yapıyor. Facebook’u başlıca trafik kaynaklarından biri olarak gören medya kuruluşları bu değişikliklerden yüzde 40’lara varan oranlarda etkileniyor.

 

* Facebook hangi haberin kime gösterileceğinin algoritma tarafından seçilmesiyle daha tarafsız davrandığını öne sürüyor. Ancak sonuçta algoritmaları tasarlayan da insanlar olduğundan aslında objektif davranmama durumu sürüyor.

 

* Aslında temel sorun Facebook’ta değil. Tüm sosyal ağların temelinde insanların yaptığı paylaşımlar var. İngiliz profesör Jonah Berger’in çok satan “Contagious” kitabında bahsettiği gibi, internette yapılan paylaşımları duygularımız yönlendiriyor.

 

* Bu durum şu sakıncayı doğuruyor: İçeriklerin nasıl yayılacağına korku, öfke ve sevinç gibi duygularla hareket eden kitleler karar veriyor, içindeki bilgileri inceleyip ona değer biçen bireyler değil…

 

* Bu nedenle sosyal medyadaki küçük kalabalıkların sesi gerçekte olduğundan fazla çıkıyor: Paylaşım psikolojisi yüzünden kutuplaşma artıyor, linç kültürü yaygınlaşıyor, nefret söylemi sağduyulu görüşlerden daha çok duyuluyor, ırkçılık ve ayrımcılık gibi eğilimler normalmiş gibi görülüyor.

 

* Bir yandan da başkalarının sosyal medya hesaplarında gözlemlediğimiz hayatlarının ne kadar mükemmel olduğunu gördükçe kendimize yabancılaşıyoruz. O hayatların, itinayla seçilmiş karelerden oluştuğunu fark etmeden…

 

YENİ EŞİK BEKÇİSİ 

 

* 2012’de de yazmıştım, yeni medya ile birlikte “paketler parçalanıyor” yani mizanpaj gibi belirli bir editörün veya editör grubunun elinden çıkan tasarımlar daha kişiselleştirilmiş seçkilere dönüşüyor.

 

* Masaüstü sitelerin daha fazla “editoryel” olan haber seçkileri, mobilde (yani akıllı telefon ve tabletlerde) çok daha kullanıcı odaklı hale geliyor (örneğin konum bilgisine göre kişiselleşebiliyor).

 

* Kağıt gazete “arayüzünün” internet sitesi arayüzüne karşı yaşadığı zorlanmanın bir benzerini, o yüzden şimdi de masaüstü bilgisayar arayüzü, mobil arayüze karşı yaşıyor.

 

* Facebook’ta gördüğümüz gibi bu durum artık medyanın “eşik beşikçisi” olmadığı anlamına gelmiyor, sadece en güçlü eşik bekçilerinin kimliği değişiyor. Eskiden bir grup gazete ve televizyon bu güce sahipken şimdi çok daha yaygın bir “dağıtım” ağına sahip sanal platformlar bu görevi üstleniyor.

 

* Masaüstünde başlamış nispeten “eski” bir sosyal ağ iken mobil arayüze başarıyla uyum sağlayan ve en güçlü eşik bekçisi haline gelen Facebook’un haber ve diğer içerikleri yaymak için kullandığı algoritmalar keyfi bazı kısıtlamalar içerirken birçok alanda kamu yararına işlemiyor. Oysa köklü medya kuruluşları daha geniş bir perspektifte, birçok kez kendi çıkarı aleyhine bile olsa kamu yararını gözetiyordu.

 

  

PEKİ NE YAPMALI?

 

Bugün Türkiye’de dijitale en çok yatırım yapan ve kendi yayın ilkelerini oluşturup bunları uygulamak için sürekli bir çaba sarf eden tek büyük medya kuruluşu olan Hürriyet’in tarihinden bir örnek vereyim ki yaşı elverenler hatırlar:

 

* 1984'te ANAP iktidarı bira reklamlarını (TRT'nin çok önemli bir gelir kalemi olmasına karşın) yasaklar. Bunun üzerine bira üreticileri gazetelere "Kamuoyuna duyuru" başlığıyla bu kararı kınayan bir bildiri gönderir. Bildiri Atatürk'ün ismini 11 kez anarak açık bir şekilde konuyu suiistimal etmekte, "Şeriat geliyor" algısı yaratmaya çalışmaktadır.

 

* Milliyet, Cumhuriyet, Tercüman, Günaydın gibi birçok gazete bildiriyi yayınlar. Hürriyet ise "Kamu için kutsal ve milli isimlerin ticari menfaatler doğrultusunda kullanılması ihtimaline karşıyız" diyerek ilanı reddeder.* Böylece Hürriyet o günün en büyük reklam verenlerden birine, kamu yararı adına meydan okumuştur.

 

* Bugünün dağıtım platformlarının (başta sosyal medya şirketleri olmak üzere), içeriklerini yayarken keyfi veya popülist kıstaslar yerine, gazeteciliğin 400 yıldır denenmiş ilke ve yöntemlerini esas alması gerekiyor. Bunlar şöyle özetlenebilir: Bilginin tam ve doğru olması (hakikat), tarafsızlık, bağımsızlık, insan odaklılık, kamu yararı ve şeffaflık.

 

* Facebook'un içeriğin ne kadar paylaşıldığı kadar, gerçekliğini ve tarihsel önemini de test etmesi gerekiyor. Bunun için algoritmaya ve Facebook ilkelerine, gazeteciliğin en temel ilkesi olan "olgulara dayanmak ve isabetlilik" (truth & accuracy) ilkesinin entegre edilmesi şart.

 

* Sosyal medyanın sosyal faydasına dair çözmemiz gereken bir diğer sorun ise kutuplaşma. Facebook'ta bizim "Like" ettiğimiz, yani hoşumuza gidenler gibi içerikler bize daha çok sunuluyor. Sosyal çevremiz bizim gibi düşünen insanlarla doluyor. Bu durum toplumun kamplara bölünmesini hızlandırabilir.

 

* Çözüm, gazeteciliğin "adil yayın" (fairness) ilkesi gereği karşıt seslere de mutlaka "feed" içinde yer vermek olabilir. Yani örneğin algoritmalar, hükümetin görüşünü duyuran bir haberin yanında, muhalefet kaynaklı bir karşıt görüşü de “ilgili haber” olarak göstermeli (veya tam tersi).

 

  

ULUSAL FARKINDALIK VE ULUSLARARASI ÇABALAR

 

5-6 Eylül’de Slovenya’daki Bled Strateji Forumu’nda, Ethical Journalism Network CEO’su Aidan White ile katıldığım bir panelde, algoritmanın kamu yararını gözetecek gazetecilik ilkeleriyle desteklenmesi için Facebook nezdinde girişimde bulunulması gerektiği sonucuna vardık.

 

Üyesi olduğum Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) de, danışman statüsünde olduğu BM, Avrupa Konseyi ve UNESCO nezdinde bu yönde bir girişim başlatmaya hazırlanıyor.

 

Bu uluslararası çabalar güzel, ama Facebook’un salt ticari çıkarlarını değil, aynı zamanda “doğru bilgiyi” ve kamu yararını esas alan bir yöne çekilmesi için asıl katkının kamuoyunun kendisinden gelmesi gerekiyor.

 

Gazeteciliğin geleneği yüzyıllardır kamuoyu baskısıyla şekillenmişti. Fakat bugünün yeni dağıtım platformları üzerinde böyle bir baskı en azından şimdilik yok.

 

120'dan fazla gazeteciyi hapse atan, 110 bini aşkın siteyi engellemiş bir ülkede Facebook'un basın ve ifade özgürlüğüne etkisinden bahsetmek belki biraz lüks kaçsa da, durum böyle.

 



* 1984'teki bu olayla ilgili daha fazla bilgi için: #tarih dergisi, Haziran 2016 sayısı

Yazının devamı...
TİB kapatılıyor; yerine ne gelirse, demokrasimizin çıtasını o koyacak
6 Ağustos 2016

 

 

Milletin canı pahasına mücadelesiyle engellenen 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, yarın yapılacak Yenikapı mitinginin de gösterdiği gibi, bir milli birlik havası oluştu.

 

FETÖ ile kararlılıkla mücadele ederken, bu birlik havasını demokratik kurumların güçlendirildiği bir süreci inşa için kullanmak gerekiyor.

 

Ama maalesef Ergenekon sürecinde çok eleştirilen hatalar, hiç ders alınmamış gibi tekrarlanıyor.

 

Oysa tıpkı "yüzyılın canisi" Anders Behring Breivik'i cezalandırırken dahi medeniyeti, insanlık onurunu ve toplumsal barışı korumayı başaran Norveç gibi yaklaşmalıyız meseleye...

 

OHAL'de bile basın ve ifade özgürlüğünü yaralamak bir yana, onu daha da geliştirmeyi başarabilmeliyiz, "muasır medeniyet seviyesini" aşmak gibi bir hedefimiz varsa...

 

15 Temmuz gecesi sosyal medyanın -cuntacıların çabalarına rağmen- kapatılmamasının da etkisiyle insanların sokağa dökülüp darbeyi engellediğini unutmadıysak, bugün gazetecilerin gözaltına alınmasına ve medya kuruluşlarının kapatılmasına karşı çıkmalıyız.

 

Ancak evrensel standartlarda gazetecilik yaparak ve bizi en çok rahatsız eden fikirlerin dahi seslendirilmesine hoşgörüyle yaklaşarak aşabiliriz günümüzün sorunlarını...

 

HÜKÜMETİN BAŞINDAKİ İKİ BELA

 

Kapsamlı yapısal reformların yapıldığı bu dönemde, hele ki kanun hükmünde kararnameler çıkarmaya başlamışken, temel sorumluluk hükümete düşüyor.

 

Hükümetin başında iki bela var: Birincisi, kendisine yakın gibi görünen medya kuruluşlarının evrensel gazetecilikten çok uzak olması, hatta en temel gazetecilik kurallarını bilmemesi.

 

Mesela Akşam'ın dünkü manşetine bakın: Büyükada'daki bir toplantıya katılan Amerikalı gazetecinin ismini karıştırıp onu "idamlık katil" diye sunacak kadar uzaklar, hakikati bulmaya, sorgulamaya ve sunmaya...

 

Veya geçen gün ATV'de, bilgisayar oyunu şifresini "FETÖ şifresi" diye sunan koca bir "ana haber ekibinin" akıl almaz cehaletini hatırlayın.

 

ATV Haber oyun şifresini darbe şifresi sandı, sosyal medya yıkıldı

 

(Muhabir dünya tarihinin en yüksek hasılat elde etmiş oyun serisi bile olsa GTA'yı bilmeyebilir, ama bütün bir haber merkezi gazeteciliğin çifte kontrol ilkesini, o kağıdın üstünde yazanları bir kez Google'yacak kadar dahi bilmiyorsa, kusura bakmasınlar, zekaları da sorgulanır)

 

İnsanın böyle dostları varken, düşmana ihtiyacı yoktur: Türkiye'de demokrasinin karşı karşıya olduğu en büyük tehdit olan Fetullahçı Terör Örgütü'nün yargılanma sürecinin, bu "yandaş" medyanın saçmalıklarıyla sulandırmasından endişeleniyorum.

 

'BÜTÜN PİSLİĞİN OLDUĞU YERLERDEN BİRİ'

 

Hükümetin başındaki ikinci bela ise geçmişte yapılan hataların hangilerinden FETÖ'yü sorumlu tutup terk edeceği ve hangilerini "kendi hatası" olarak devam ettireceği...

 

Uludere'den Rus uçağının düşürülmesine ve hatta tüm Türkiye'yi etkileyen elektrik kesintisine birçok konuda sorumluluğun FETÖ'ye yüklenebileceği konusunda işaretler gelmişti. Acaba son yıllarda artan dijital sansürcülükten de FETÖ'cü TİB bürokratları mı sorumluydu?

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz günlerde TİB'in kapatılacağını açıklarken bu kurumu "bütün pisliğin olduğu yerlerden biri" olarak tanımladı. TİB'in kapatılıp yetkilerini BTK'nın alması gündemde.

 

Malum, TİB, Engelli Web'in verilerine göre şu anda Türkiye'de erişime engelli 112 bini aşkın sitenin yüzde 94'üne yönelik kararı veren kurum. Bu sitelerin sadece yüzde 2.6'sı mahkeme kararıyla erişime engelli durumda.

 

Son dönemde basın ve ifade özgürlüğüne en çok darbe vuran olaylardan biri, TİB'in keyfi erişim engellemeleriydi. Neden "keyfi" diyorum? Şunun için:

 

TİB'in birçok engellemesi, suç işlendiği iddia edilen içeriği değil, o içeriğin yayınlandığı tüm platformu hedef alıyor. Bir televizyondaki tek bir programda bir konuğun sarf ettiği tek bir söz için, Türkiye'de bütün televizyonların lisansını iptal etmek gibi bir şey bu... Ve bu Anayasa'ya aykırı...

 

- Tek bir video için YouTube'u, bir tweet için Twitter'ı, tek bir mesaj için Facebook'u kapatabilen bir ülkeyiz ki bu demokratik standartlarla hiç bağdaşmayan bir pratik.

- 2010'da Deniz Baykal'ın gizli kamera görüntülerinden dolayı engellenen video paylaşım sitesi metacafe.com halen engelli...

- Metin paylaşım sitesi pastebin.com ve dünyanın en büyük görsel paylaşım sitelerinden Imgur benzer nedenlerle hala engelli.

- Geçmişte tek bir içerik nedeniyle Tumblr, YouNow, Deviantart, Reddit, Wordpress, MediaFire, Scribd gibi dev platformlara erişim engelleri konuldu.

 

TİB VE BTK'NIN ÇELİŞKİLİ AÇIKLAMALARI

 

Haziran ayı içinde de Google'ın farklı siteleri "internet hafızasına" kaydetmesini sağlayan Web Cache hizmeti engellenmişti.

 

İnternet neden yavaşladı?

 

Tepkiler büyüyünce BTK açıklama yapmış ve "Böyle bir engelleme yok" demişti. Bunun ardından engelleme esrarengiz bir şekilde kalktı ve sıra numarası da bilinen karar TİB'in sitesinden siliniverdi.

 

Aynı gün Bilgi Edinme Hakkı kapsamında TİB'e gönderdiğim soruya yanıt 1 Temmuz'da BTK'dan geldi. Aynen şöyle deniliyordu: "5651 sayılı Kanunun 8. maddesi kapsamında düzenlenmiş olan idari tedbir olarak re'sen erişimin engellenmesi yetkisi, doğrudan Telekomünikasyon İletişim Başkanlığına tanınmış bir yetki olup, bu yetki kişilerin müracaatı, Başkanlık, Bakanlık ve diğer ilgili Kurum ve kuruluşların bildirimleri çerçevesinde kullanılmış ve gerekli işlemler tesis edilmiştir."

 

E hani engelleme yoktu? Ayrıca, madem engellediniz, niye engel kalktı?

 

Devlet kurumları böylesine keyfi ve hoyrat davranırken, bu ülkeden ne dünya çapında fikirler ve girişimler çıkabilir ne de inovasyon...

 

Ancak basın ve ifade özgürlüğünü temel alan, kurumlarının şeffaf ve hesap verebilir olduğu demokratik bir ülke, gerçek anlamda sağlam bir siyasi, ekonomik ve kültürel sistem kurabilir.

 

İşte şimdi bu yüzden, hazır iktidar-muhalefet bu kadar güzel görüntüler verirken, sistemin demokratik kurumlar güçlendirilerek tekrar tasarlanması gerekiyor.

 

Milyonlarca vatandaşın anayasal haklarını çiğneyen keyfi sansürlerin adresi TİB'in kapatılması bu açıdan bir "vaka-i hayriye..."

 

Ama demokrasimizin uzun vadedeki yönelimini, TİB'in yerine neyin konulacağı gösterecek.

 

Vatandaşlar olarak bu konuda demokratik taleplerimizi güçlü şekilde seslendirmeliyiz, yoksa Norveç gibi ülkelerin demokrasi standartları ve yaşam koşulları hep başka bir galaksi kadar uzak kalacak bize...

Yazının devamı...
Basın özgürlüğü darbeyi yendi
17 Temmuz 2016

 

Helikopterle gelip binamızı basan yüzbaşının "Ateş etmekten çekinmeyin" diye emir verdiği askerler, tüm katların baktığı atriumdan yukarıya doğru bağırdılar: "Herkes aşağı insin."

 

Bunlar olurken hurriyet.com.tr'nin demokrasiden yana kararlı yayını sürüyordu. CEO'muz Çağlar Göğüş olayların başından beri yanımızdaydı. Bir ara, binaya ulaşamayan arkadaşlarımızın sağ salim gelmesini sağlamak için organizasyonu bizzat yaptı.

 

Sonunda askerler bulunduğumuz 2. kata geldi. Dijital İçerik Direktörümüz Ercüment İşleyen, askerler "Bırak bırak" diye bağırırken "Binamız darbecilerce basıldı" haberini yayınlamıştı bile...

 

Gece editörü arkadaşlarımız dışarıdan siteye bağlanarak haber akışının devamını sağlıyor, sosyal medya ekibimiz aynı şekilde paylaşımları hiç kesintisiz sürdürüyordu. Fedakarca, cesur bir takım çalışması sergileniyordu hurriyet.com.tr'de...

 

Ben de arkadaşlarım toplanıp aşağı inmeye başlarken merdivenlere koştum, 5. kata çıktım. Katları aramaya başlayan askerlerden gizlenerek Hürriyet'in Facebook hesabında canlı yayını açtım. #SoruHürriyeti yayınları sayesinde bunu yapabildiğime şükrettim.

 

Ardından atriumda toplanan arkadaşlarımın yanına döndüm. Ercüment İşleyen ve Murat Yetkin gibi meslek büyüklerim başta olmak üzere birçok Hürriyet çalışanı, askerlerle sert bir şekilde konuşuyor, çıkmamak için direniyordu. Benim de bir erle aramda şu diyalog (daha doğrusu monolog) geçti:

 

 

 

Silahlar üstümüze doğrulmuş halde binanın ana kapısından hep beraber çıkartılışımızı da yayınladıktan sonra, yemekhanede rehineler olduğu iddiasını dışarıdaki polisten duyunca garaj kapısından gizlice bir kez daha içeri girdim.

 

Bir aşçımız da dahil bir grup çalışan yemekhanede rehin alınmış, ama başlarındaki asker gidince kendi başlarına kurtulmuşlardı. Yine garaj kapısından çıkmaya karar verdim.

 

Böylece ikinci kez dışarı çıkışımda, operasyon yapmak üzere binaya ağır ağır yaklaşan polis özel harekatçıların gelişine de hurriyet.com.tr takipçileri canlı yayında şahit olmuş oldu.

 

Bu üç video sabaha karşı olmasına rağmen sadece Facebook üzerinde yaklaşık 500 bin kişi tarafından izlendi.

 

* * * DÜNYA TÜRKİYE'Yİ İZLERKEN * * *

 

15 Temmuz gecesi Türk Silahlı Kuvvetleri içinde azınlık olduğu anlaşılan bir grup, demokrasiye ağır silahlarla saldırmaya başladığında, bu işin arkasında Cemaatçi subayların olduğu şeklindeki ilk tahminleri aktarıp Türkçe ve İngilizce şu tweet'i attım:

 

 

 

Yabancı bir Twitter kullanıcısı "Türkiye'de demokrasinin altının oyulduğunu ve ifade özgürlüğünün artık suç sayıldığını" belirterek darbe girişimine örtülü destek verince İngilizce yanıtladım: "En kötü demokrasi bile en iyi askeri yönetimden iyidir."

 

 

 

* * * YANDAŞ MEDYA ÜRKTÜ, BİZ GÖREVİMİZİ YAPTIK * * *

 

O anda durum özetle şöyleydi:

 

Başbakan Yıldırım ilk açıklamasını yapıyor, bu arada darbecilerin askerleri sokaklarda, uçak ve helikopterleri havada şiddet kullanıyordu.

 

hurriyet.com.tr o ana kadar onlarca haber ve yorum yayınlayarak darbe girişimine karşı net bir tavır ortaya koymuşken, yandaş diye tabir edilen medyanın internet siteleri ya hiç bir şey olmamış gibi davranıyor, sessiz kalıyor yahut darbecilere karşı ancak ürkek bir ses yükseltebiliyordu. Darbeye karşı sesini yükselten 'yandaş'lar ise ne hurriyet.com.tr ve CNN Türk kadar kamuoyu üzerinde etkiye sahipti, ne de gazeteciliği onlar kadar yüksek standartlarda yapabiliyorlardı. 

 

Halkın sokağa çıkması, hurriyet.com.tr ve CNN Türk'ün cesur yayınları ile sosyal medyanın etkisiyle mümkün oldu.

 

00.25'te CNN Türk Ankara Temsilcisi Hande Fırat'ın telefonuna FaceTime ile bağlanan Cumhurbaşkanı Erdoğan, halka sokağa çıkma çağrısı yaptı ve bir kırılma yaşandı.

 

03.23'te iki yüzbaşı ve 12 er helikopterle gelip Doğan Media Center'ı bastı: Herkesi dışarı çıkarsalar bile hem hurriyet.com.tr'nin hem de CNN Türk'ün yayını, cesur gazetecilerin kararlılığı ve mesleki bilgisi sayesinde devam etti.

 

05.10'da darbeci askerlerin polis operasyonu sonucu yakalanmasının ardından binaya dönmeye başladık. Biber gazının etkisi ertesi gün boyunca da geçmedi ve birçok arkadaşımız gözleri yaşararak çalışmayı sürdürdü.

 

 

 

11.01'de Genelkurmay'ın, 13.21'de ise MİT'in, darbenin engellendiğine dair açıklamalarını yayınladık. Biliyorsunuz, darbeye katıldığı söylenen kişilere yönelik göz altılar bugün de sürüyor.

 

* * * KORKMAYIN, DEMOKRASİMiZ GÖRÜNENDEN GÜÇLÜ * * *

 

O gece İngilizce bir tweet'imde de söylediğim gibi, aslında yaşananlar Türk demokrasisinin görünenden çok daha güçlü olduğunu gösterdi.

 

 

 

Aynı zamanda, özgür medyanın bir lüks değil, ihtiyaç olduğu ispatlandı.

 

İktidar için, eleştirel sesler, güç elde olduğunda yok edilmesi gereken, istikrarsızlık yaratan unsurlar gibi görünebilir.

 

Oysa barış zamanı iktidarı denetleyerek kamu yararı sağlayan o sesler, demokrasi şiddetle tehdit edildiğinde onun kurtarılmasına da en büyük katkıyı yapar.

 

Ergenekon, Balyoz, Oda TV gibi davalarda sahte belgeler ve mesnetsiz suçlamalarla hapsedilen gazetecileri ve tutuklandığı için terfi alamadıklarından yerlerini 15 Temmuz darbecilerine bırakan askerleri hatırlayıp ders almalı herkes...

 

Aynı yanlışlar tekrarlanmamalı, ifade özgürlüğü ne pahasına olursa olsun korunmalı ve geliştirilmeli.

 

Olağanüstü şartları öne sürüp "Anayasa'yı bir kez delmekten bir şey olmaz" demeden hukuk devletinin ve güçler ayrılığının sürekliliği sağlanmalı.

 

Darbecilerin yanı sıra, silahsız askerleri öldürenler, gazetecileri dövüp köprüden aşağı atanlar, en ağır şekilde cezalandırılmalı.

 

Devlet paralel yapılanmalardan temizlenirken kurunun yanında yaş yanmamalı, bundan böyle devlette herhangi bir grubun çöreklenmesine izin verilmemeli ve grup aidiyeti değil liyakat esas alınmalı.

 

TBMM'deki birlik havasının uzun soluklu olması ve demokrasimizin daha güçlü ve çoğulcu hale gelmesi dileğiyle...

 

Yazının devamı...
Reuters raporu: Hürriyet en çok ziyaret edilen site
20 Haziran 2016

 

26 ülkeden 50 bin kişiyle gerçekleştirilen araştırmadan birçok çarpıcı sonuç çıktı.

 

En önemli bulgulardan biri, dijital gazeteciliğin küresel ölçekte televizyonla yarışır hale gelmesi.

 

Türkiye'de haftalık erişim oranı yüzde 80 olan televizyonu, yüzde 90'lık erişim oranıyla dijital geçmiş durumda.

 

Bu durum kendisini Hürriyet'in başarısında da gösteriyor.

 

Haftalık erişime bakıldığında Hürriyet, birçok televizyonu geride bırakarak, Fox TV, Kanal D, CNN Türk ve NTV'nin ardından beşinci "kanal" haline geldi.

 

Rapordaki şu ifadeler dikkat çekiyor: "Diğer online markaların yanında CNNTürk (yüzde 37) özellikle şehirli ve eğitimli nüfus arasında popüler. Hürriyet Online (yüzde 35) ise totalde muhtemelen en çok ziyaret edilen site. Onun başlıca rakibi olan Milliyet ise dikkat çekmek için kadın fotoğrafları kullanıp daha sansasyonel konular seçmekten geri duramıyor."

 

* * *

 

Medyanın küresel gidişatına dair dünyadan ipuçları veren bulgular ise şöyle:

 

* Bütün ülkelerde 45 yaş altı nüfusta dijital habercilik, televizyon haberciliğini geçmiş durumda.

 

* En önemli bulgulardan biri: BuzzFeed gibi yeni kuşak dijital haber platformları büyük kitlelere ulaşsa da, hafif konulara eğilen ikincil bir kaynak gibi görünüyor. Yani köklü medya markaları haberciliğin dümeninde kalmayı sürdürüyor.

 

* Medya koridorlarında sıkça duyulan "Video video video" çığlıklarına rağmen videonun büyümesi beklenilen kadar hızlı değil. İnternet kullanıcılarının yüzde 78'si hala metin okumayı tercih ediyor. Çünkü yüzde 41'i bunu daha rahat buluyor, yüzde 35'i ise videolardan önce çıkan "pre-roll" reklamları görmek istemiyor.

 

* İnternet kullanıcılarının yüzde 51'i sosyal medyayı haftada en az bir kez haber almak için kullanırken yüzde 12'si "Haber almak için bir numaralı kaynağım sosyal medyadır" diyor. (Türkiye bu alanda yüzde 73 ile araştırma yapılan ülkeler içinde en yüksek ikinci orana sahip ülke)

 

* 18-24 yaş arasında sosyal medya bir numaralı haber kaynağı (yüzde 28) iken kağıdın oranı ise sadece yüzde 6.

 

* Bu kağıdın bittiği anlamına gelmiyor. Katılımcıların yüzde 45'i haftada en az bir kez kağıt gazete için para ödüyor. Son bir yılda dijital habercilik için para ödediğini söyleyen katılımcı oranı ise ABD'de bile sadece yüzde 9. (Türkiye'nin yüzde 27 ile bu alanda dünya birincisi çıkması maddi bir hatadan kaynaklanıyor olsa gerek)

 

* Katılımcıların yüzde 53'ü haberi cep telefonundan alıyor. Televizyon daha yaşlıları çekebiliyor. Bilgisayar düşüşte, tabletin büyümesi ise durmuş durumda.


* * *

 

Rapordaki tüm bulgular değerlendirildiğinde, habercilik markalarının alacağı üç ders çıkıyor:

 

1) Okura odaklanarak istikrarlı bir yayıncılık yap,

 

2) İçeriğinle uyumlu, net bir kimliğin olsun,

 

3) Hızla değişen bir ortamda dağıtımı mükemmelleştir.

 

Türkiye ile ilgili çizilen manzara ise açık:

 

Siyasetin de etkisiyle medyanın olumsuz anlamda dönüştüğü, gazetecilere güvenini kaybeden okurun sosyal medyaya kaydığı bir dönemde Hürriyet, evrensel gazetecilik standartlarına bağlı kalması sayesinde Türkiye'de demokrasi için kilit bir rol oynamayı sürdürüyor.

Yazının devamı...
Adaletin Şafağı: Harika bir Süpermen, vasat bir Batman filmi
25 Mart 2016

 

Batman v. Superman'in Avrupa prömiyeri salı günü Londra'da yapıldı. Filmin resmi havayolu sponsoru olan Türk Hava Yolları'nın davetiyle bu gösterime katılma fırsatı buldum. 

 

Süper kahramanlar ve epik filmler günümüzün mitolojisini oluşturduğundan bize, sosyoloji ve siyasete dair de çok şey söylüyor. 2012'de Nolan'ın Batman üçlemesini, 2010'da Avatar'ı, 2007'de Ratatouille'u ve 2004'te Ruhların Kaçışı'nı bu gözle izlemiş ve yazmıştım.

 

Şimdi Batman v. Superman konusunda da "spoiler" vermemeye çalışacağım ama yine de izlenimlerimi, filmi seyrettikten sonra okumanızı tavsiye ederim:


- En son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Harika bir Süpermen ama vasat bir Batman filmi olmuş. 


- Süpermen tarzı filmleri sevenler bayılacaktır. Yönetmen Zack Snyder aksiyon sahnelerini  gayet iyi kotarmış. 2.5 saat su gibi akıyor. Hans Zimmer'ın besteleri yine şahane. Ama senaryoda bazı boşluklar, kötü yazılmış diyaloglar ve Hollywood tipi mantıksızlıklar var. 


- Batman'in ağır çizgi romanlarını ve altmetinlerle dolu son Nolan üçlemesini sevenler ise bu filmi yüzeysel bulabilir. Batman'in alamet-i farikası olan ikilemleri, altmetinleri, psikolojik analizi bu filmde yok (Sığ bir teoloji tartışması dışında). "Biraz Marvel olalım" derken çok başarılı olunamadığı gibi, DC Universe atmosferi de yok yere bozulmuş. 


- Frank Miller'ın Batman ve Süpermen üstünden "adalet" kavramını sorgulayan eserinden eser yok şimdi... Prodüktör koltuğundaki Nolan'ın da, birkaç "flashback" dışında filme hiç etkisi olmamış gibi.


- Batman-Süpermen kavgasının sonucu beni tatmin etti:) Süpermen olmak Henry Cavill'e yakışıyor. Ben Affleck ise bence kötü bir Batman olmuş (Yine de George Clooney kadar kötü değil). Oyunculuğu da Christian Bale'in çok gerisinde kalmış. 


- Yan rollerde en başarılı isim Jesse Eisenberg. Lex Luthor'u inandırıcı bir şekilde canlandırmış. Heath Ledger'ın Joker'inden beri en başarılı kötü adam performansı... Fakat zayıf halkalar da var: Mesela Jeremy Irons'ı çok severim ama Alfred ol(a)mamış. 


- Londra'nın meşhur Odeon sinema salonundaki gösterimin sonunda salonun büyük bölümünün alkışlaması, filmin gişede -en azından ilk haftalarda- başarılı olacağının göstergesi. Sinema yorumcularından birçoğunun filmi yerin dibine batırması bunu değiştirmeyecek.


- Filmin Avrupa premier'i sırasında tek bir sahne alkış aldı: Wonder Woman'ın kendi kostümüyle ilk kez göründüğü sahne. 


- Star Wars'ın kadın kahramanının oyuncaklarının piyasaya çıkmamasının cinsiyetçilik tartışması yarattığı bir dönemde Wonder Woman'ın varlığı ilginç. Fakat sanki filme sonradan eklenmiş gibi. Kırılgan bir kadın karakter olan Lois Lane'i dengeleyen güçlü bir kadın olarak... Ama bu durum filmin gereksiz uzadığı, aşırı kalabalık oluştuğu hissi yaratıyor.


- THY'nin bu filme yaptığı yatırımdan fazlasını geri alacağını düşünüyorum. Son derece yenilikçi bir marka kampanyası düzenlendi. Time Out ile birlikte hazırlanan Gotham ve Metropolis rehberleri çok yaratıcı. Filmdeki THY yerleştirmesi de tahminimden çok daha belirgin. Yetkililer, Warner Bros. ile sözleşme gereği sponsorluk anlaşmasının maliyetini açıklayamıyor, fakat farklı kaynaklardan öğrendiğim miktar doğruysa THY epey ucuza kapatmış. Türkiye açısından sevindirici bir durum.

Yazının devamı...
İnsanlık için oyun bitti mi?
13 Mart 2016

(Bkz. Yeni kuşak gazetecinin galaksi rehberi )

O dönemde yapay zekanın en az 2024'e kadar insan zekasını yenemeyeceği tahmin ediliyordu. 


Ama dün büyük bir sürpriz yaşandı. Google tarafından geliştirilen AlphaGo yazılımı, günümüzün en önemli Go oyuncularından Lee Sedol'ü üst üste üçüncü kez yenip beş maçlık seriyi kazanmayı garantiledi.

(Bkz. Google'ın yapay zekası Go efsanesini yendi )

1997'de de IBM'in ürettiği Deep Blue adlı bilgisayarın satranç şampiyonu Garry Kasparov'u yenmesinden beri yapay zeka ve insanlık tarihinde ikinci büyük dönüm noktasını aşmış olduk.


Üstelik yapay zekanın insanı Go'da yenmesi, satrançta yenmesinden çok daha önemli bir aşama.

* * *

2014'teki yazımda da alıntıladığım Şibumi'nin kurgusal anti-kahramanı Nicholai Hel'in belirttiği gibi, satranç muhasebeyse, Go felsefedir.


Satranç özünde bir hesap oyunu ve daha küçük bir tahtada, daha az hamle olasılığına sahip. 


Bilgisayarlar tüm olasılıkları hesaplayıp en doğru stratejiyi ortaya koyacak işlemci gücüne daha çabuk ulaştılar.
Go'da ise kainattaki atom sayısından daha fazla olasılık var.


Bu yüzden bu oyunda uzun vadeli stratejiler tasarlamak, bir hesap-kitap işinin ötesinde, bir tür içgörü gerektiriyor.


İşte, Go'da bilgisayarın insanı daha yıllarca yenemeyeceği inancı, öncelikle bu içgörünün makinelerde var olmamasına dayanıyordu.


Peki dün yapay zeka nasıl galip geldi?


* * *

AlphaGo'nun başarısının sırrı, DeepBlue'nun aksine salt olasılık hesabı yapmak yerine, oyun içinde yaşadıklarındaki ders alan, verileri "insan gibi" değerlendiren, adeta "içgörüye" sahip bir tasarıma sahip olmasında.


Yine de yazılımın yaratıcıları Go oyununu, karmaşıklığı nedeniyle "yapay zekanın Everest Dağı" diye nitelemiş ve gayet alçakgönüllü bir tahminle Lee karşısında zorlanacağını belirtmişlerdi.


Peki Lee'nin "kötü bir gününe denk geldiği" söylenebilir mi? 


Zor, çünkü Güney Koreli Go efsanesi tam anlamıyla sürklase oldu. Üçüncü maçın sonunda yapay zeka karşısında ne kadar aciz kaldığını, "Hiç bu kadar zorlanmamıştım. Yeteneklerim yetmedi" diyerek kendisi de itiraf etti.



* * *



Lee bugünkü maçı kazanıp bir tür teselli ikramiyesine kavuştu. Ama yapay zekanın beklenenden çok erken gelen bu zaferiyle birlikte artık şu gerçeğe alışmalıyız:

 
Akıllı makineler, tahminimimizden çok daha hızlı gelişiyor ve insan zekasının artık onlarla aşık atamayacağı bir noktaya ilerliyoruz. 


AlphaGo gibi yazılımlar, insanlık için parlak, müreffeh bir geleceğin parçası olabilecekleri gibi, bir gün herkese kabusu da yaşatabilirler. Sadece işlerimiz değil, can ve mal güvenliğimiz de tehlikeye girebilir.


Stephen Hawking'den Elon Musk'a bir dizi büyük beynin bu yöndeki uyarılarına kulak vermek gerekiyor: Yapay zekanın gelişim sürecinde, genetikte olduğu gibi yasal ve etik çerçeve hızla çizilmeli.


Şu artık bilimkurgu değil, gerçek: İnsanlık için oyun bitti, şimdi yapay zekayı nasıl kontrol edeceğimizi düşünme zamanı.

 

 

Emre Kızılkaya'nın Twitter hesabı https://twitter.com/ekizilkaya ve email adresi ekizilkaya@hurriyet.com.tr 

Yazının devamı...