(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Mehmet Barlas" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Mehmet Barlas" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Mehmet Barlas

Köşe yazarları siyasi lider ve köşeler de siyasi parti midir?
18 Şubat 2008

Kurların, faizlerin ve fiyatların arz ve talebe göre değil Ankaralı bürokratların algılamalarına göre belirlendiği uzun yıllarda, ekonominin nasıl rayından çıktığını, her çeşit krizle yüzlerce defa gördük.

Her alanda “ikincil” piyasalar oluşmadı mı?

Merkez Bankası’nın dövizi tükenince, ithalat “çifte ödemeler”le sürdürüldü. Tefecilerin ağır bastığı finansman pazarının adı “örgütlenmemiş sermaye piyasası” oldu. Gerçek fiyatlar “karaborsa”da belirlendi.

Siyasette kökten-devletçilik ise resmi ideoloji dışındaki düşüncelerin örgütlenmesini yasakladığı için, farklı görüş sahiplerinin her biri birer siyasi parti gibi görülmeye başlandı.

Komünist parti kurmak yasak olduğu için, her çeşit solcu “komünist” olarak görüldü. Milliyetçilik ile “ırkçılık”, muhafazakarlık ile “mukaddesatçılık” karıştırıldı. Her demokratın aynı zamanda “liberal” de olduğu zannedildi.

Turgut Özal’ın yeniden-yapılanma reformları ile ekonomi artık kökten-devletçi değil.

 

Tarihi yanılgılar

 

Ama siyasette kökten-devletçilik hala var. Örneğin Anayasa Mahkemesi’ni hala birileri “parti kapatma aygıtı” olarak görmüyor mu?

Bu arada hala, gazete yazarları birer “siyasal örgüt” biçiminde algılanmıyor mu?

Mesela bazı yazarlar iktidarı eleştirdikleri zaman, birileri hemen “Liberallerle AK Parti’nin yolları ayrıldı” diye yorumlar düzmeye kalkmıyor mu?

Bunun gibi bazı emekli generallerin söylem ve davranışlarına bakanların da, “Milliyetçilerle ulusalcılar birbirlerine düştü” dediklerini ve MHP’nin türban kararını hatırlattıklarını görmüyor muyuz?

Oysa MHP halktan oy almak için örgütlenmiş, yani varlığı demokrasiye bağımlı bir oluşum. “Ulusalcılık” ise demokrasi karşıtı farklı kesimlerin tepkisel davranışlarını ifade ediyor.

Siyasette yol ayrılıkları, örgütlenmiş, programları ve tabanları bulunan düşünce sahipleri arasında olur.

Örneğin Milli Görüş’teki yol ayrılığı, AK Partililerin Refah’tan kopmaları ile başlamıştır. Milliyetçi siyasal hareketteki yol ayrılığı, MHP ile BBP arasındadır.

 

Yol ayrılığı mı?

 

Kimi sosyal demokrat, kimi liberal demokrat, kimi Marksist, kimi de sadece demokrat ama hepsi de özgür ve bağımsız ve ayrıca çeşitli konularda kendilerine özgü farklı görüşleri olan gazete yazarları bir iktidarı eleştirince, “Liberallerle AK Parti’nin yolları ayrıldı” yargısına varmak cahilce bir yaklaşımdır.

Kendilerini gazete yöneticisi değil de siyasi parti lideri sanan ve medya sermayesi  ile siyaset yapılabileceğini zanneden bazı meslektaşlarımızın bu tür zorlamalarının kaynağında kökten-devletçi alışkanlıklar var. İktidarla uyumlu veya ters tutumda olmayı, siyasal bir akım ve örgütlenme sanıyor bu algılamanın sahipleri.

Hiç unutmayalım. Ne gazeteler siyasi partidir, ne de gazete bordroları siyasi parti üye listeleridir. Köşe yazarları da asla siyasi lider değildir.

Bilet almadan piyango çıkmaz, aktif siyasetin rekabet ortamına girip oy almadan da siyasi lider olunmaz.

 VEDA YAZISI

Yıllar ayırsa bile, biz ayrılamayız...

Bir yıla yakın süredir haftada yedi gün bu köşede siz sayın Posta okurları ile birlikte olduk. Meslek hayatımın en özgür, en bağımsız ve en huzurlu dönemlerinden biri oldu Posta’daki günlerim.

Bunu Aydın Doğan’ın yazarların özgürlüğü konusunda defalarca kanıtlanmış anlayışına, Posta Genel Yayın Yönetmeni Rıfat Ababay’ın mesleğimize dönük ufkuna ve Posta’da birlikte çalışmaktan her dakika büyük haz aldığım yazı işlerindeki arkadaşlarıma ve Posta’nın yazarlarına borçluyum.

Bu kurumdan ayrılmak benim için buradaki arkadaşlarımdan ayrılmak anlamına gelmiyor. Özellikle can arkadaşım ve aynı musikinin ikimizin de gönül tellerinde aynı titreşimler yarattığı Rauf Tamer’den ayrılmam asla mümkün değil.

Siz sayın okurlarım da, mesajlarınızla bana sürekli ışık tuttunuz. Çok geniş bir okur yelpazesine ulaştığımı hissettirdiniz bana.

Meslek hayatımda yeni bir aşama yapmak için, Posta’ya veda etmek durumundayım.

Bundan sonra Sabah’ta başyazarlık ve ATV’de yorumculuk yaparken de, Posta’nın geniş kitlelere ulaşabilmesindeki çok sesli ve özgür ortamı hep hatırlayacağım.

Yazımı Ayşe Birgül Yılmaz’ın, Mahmut Oğul bestesinde şarkılaşan şiiri ile noktalayayım:

“Aynı bedende can gibiyiz

Cana can veren kan gibiyiz

Yanıp da bitmez köz gibiyiz

Biz ayrılamayız

Eller ayırsa bile

Yollar ayırsa bile

Yıllar ayırsa bile

Biz ayrılamayız”

Yazının devamı...
Siyasetçilerden nefret eden siyasi yorumcuların işi çok zor…
17 Şubat 2008

Düşünün ki bir gazetede televizyon programlarını izleyip eleştirmekle görevlisiniz.

Ancak televizyondan da, televizyon programlarından da nefret ediyorsunuz.

O diziler, haber ve magazin programları ve hatta reklamlar bile size aptalca geliyor.

Mümkün olsa sadece birkaç tematik kanalı izleyecek ve genellikle evinizdeki televizyon alıcısını kapalı tutacaksınız.

Ama kader sizi “televizyon eleştirmeni” olmaya mahkum etmiş.

 

Adam ne yapıyor

 

Trenin kompartımanındaki o adama benziyorsunuz.

Bu adam kalkıp bavulların arasında duran bir sepeti indirmiş. Sepetten bir çanak, elma, armut, muz, şeftali gibi meyveler ve bir de bıçak çıkartmış. Meyveleri soyup dilimledikten sonra bunları çanağa doldurmuş. Sonra sepetten çıkarttığı bir konyak şişesinin kapağını açıp, meyveleri konyakla sulamış.Üzerlerine yine sepetten çıkarttığı toz  şekerden dökmüş. Çanaktaki konyak ve şekere bulanmış meyveleri iyice karıştırmış.

Ayağa kalkmış, kompartımanın penceresini açmış ve çanaktaki meyveleri dışarıya dökmüş.

Kompartımandaki diğer yolcular bu adamı hayretle izliyorlarmış bu sırada.

Derken adam aynı çanağa, yine sepetten çıkarttığı yeni meyveleri soyup, dilimleyip doldurmuş. Yine konyak ve şekere bulamış meyveleri ve yeniden çanağın içindekileri  pencereden dışarı dökmüş.

 

Sevse yerdi

 

Bu defa yolculardan biri dayanamayıp, “Kardeşim sen ne yapıyorsun Allah aşkına” diye sormuş.

Adam sakin sakin cevap vermiş:

-Görmüyor musun ne yaptığımı? Meyve salatası yapıyorum.

Bu cevabı duyan yolcu, bir soru daha sormuş adama:

-İyi ama bu yaptıklarını neden pencereden dışarı döküyorsun?

Adam öfkeyle cevap vermiş bu defa:

-Ne yapabilirim ki? Meyve salatasından nefret ediyorum… Dökmeyeyim de yiyeyim mi yani?

Televizyondan nefret edip de televizyon eleştirmeni olanlar gibi, siyasetten ve siyasetçilerden nefret edip de siyasi yorumcu olanlara ne demeli?

Türk basınında bunların sayılarının az olduğunu söylemek de mümkün değil ayrıca.

 

Siyasetten nefret etmek

 

-Demokrasiyi siyasetçiler yozlaştırdı…

-Demokrasi geldi, devrimler rafa kaldırıldı…

-Siyasetçiler halktan oy almak için, rejimin temelini dinamitliyor…

-Bu cahil seçmene güvenilmez…

Bu tür içerikli yorumları hemen her gün okumuyor musunuz?

Ama galiba bu coğrafyada böyle durumları doğal karşılamak gerekiyor.

İktidar olmak istemeyen siyasetçilerin var olduğu bir toplumda siyaseti ve Siyasetçileri sevmeyen siyasi yorumcuların bulunması da doğal değil mi?

Ya da “Batılı” olmayı doktriner bir ideoloji gibi sunanların sürekli “Batı bizi bölecek” sloganını seslendirmelerini yadırgıyor musunuz ki?

Hukuk Fakültesi’nde 1960’ların bir öğrenci politikacısı ile sosyalizm üzerinde tartışıyorduk. Bir ara öfkelendi,

-Ben de sosyalistim, üstelik nasyonal sosyalistim, diye konumunu açıkladı.

 

Burası böyle işte.

Kendilerini devrimci olarak sunan statükocuları siyaset arenasında görmüyor muyuz yani?

Yazının devamı...
Memleket hasretini gidermenin çeşitli yöntemleri vardır...
16 Şubat 2008

Koluna girip ayağa kaldırmışlar ve “Neden bu aracın lastiklerini bıçaklıyorsun?” diye sormuşlar.

Adam bir iç geçirmiş ve anlatmış yaptığının nedenini:

- Ben Türk’üm. Çalışmak için ülkenize geldim ve yıllardır memleketime gitmek imkanı bulamadım. Bu aracın plakasına bakarsanız onun Türkiye’nin bir kentinden geldiğini anlarsınız. İşte ben bu aracın lastiklerini bıçakladıktan sonra çıkan havayı içime çekiyordum. Yani memleket havası alıyordum.

Bu fıkranın devamı yok.

Trafik polislerinin bir aracın lastiklerini bıçaklayıp memleket havası alan bu Türk’e ne yaptıklarını bilmiyoruz.

Zaten sade fıkralar değil öyküler de, “sonra ne olmuş” sorusu zihninizde yoğunlaşmışken sona ermez mi?

 

Özlem çekmek kaçınılmaz

 

Bütün zorlukları aşıp sonunda aşık oldukları yakışıklı ve varlıklı erkeklerle evlenmeyi başaran Cindrella’nın veya Pamuk Prenses’in, mutlu olup olmadıklarını merak etmez misiniz?

Yazının başındaki memleket hasreti çeken Türk’e dönersek.

Uzunca bir süre yurdundan ayrı kalıp da, özlem çekmeyen var mıdır?

Ben gazetecilik mesleğinin gereği uzak dünya köşelerine giderken, memleket hasretini dindirmenin yolunu, Türk müziğini beraberimde taşıyarak bulmuştum.

O zamanlar “iPod” olmadığı için, “walkman”imle birlikte, 7-8 tane kaset alırdım yanıma. Hafız Post’un, Dede’nin, Tabi Mustafa’nın, Hacı Arif Bey’in ve bu çizgideki bestekarlarımızın yapıtlarının, Münir Nurettin Selçuk’tan, Safiye Ayla’dan, Muazzez Abacı’dan yorumları bulunurdu bu kasetlerde.

Sonraları bir düşündüm ki, YangÇe’nin, Nil’in, Tuna’nın, Ganj’ın denize döküldükleri yerlerde bu besteleri dinlemişim. Victoria şelalesinin uğultusuna Rast Kar-ı Nev’i karıştırmışım.

Yahya Kemal, Itri’nin bestelerinin hala “gemiler geçmeyen bir umman”da çalındıklarını söyler ya.

Ben de memleket hasretini gidereyim derken, bu besteleri dünyanın büyük nehirlerinden denize taşımışım…

 

Paris’e dönük hayaller

 

Nadir Nadi anlatmıştı uzun yıllar önce.

O dönem basının çok ünlü bir yazarı için Paris rüyalardaki hayal şehirmiş. Her sohbette “Ah bir Paris’e gitsem” diye söze başlarmış.

Derken bir gün Fransız hükümeti aralarında bu yazarın ve Nadir Nadi’nin de bulundukları bir grup gazeteciyi Paris’e davet etmiş. Günü gelince uçağa binmişler hep birlikte. Derken uçak Paris’te havaalanına konmuş.

O anda bu yazar “Ah güzel İstanbul, senden nasıl ayrıldım” diye sızlanmaya başlamış. Hatta inmeyip, aynı uçakla İstanbul’a geri dönmek istediğini de söylemiş hosteslere.

Sonuçta bu yazarı, Türk yemekleri yapılan bir İstanbul Ermenisinin lokantasına bırakmışlar. Heyet bir hafta boyunca Paris’i gezerken, bu yazar o lokantadan hiç çıkmamış.

Davet bitip geri dönerlerken uğrayıp lokantadan almışlar bizim yazarı ve İstanbul’a geri dönmüşler.

Bütün bunları hatırlarken, bazıları “Ben artık bu ülkede yaşamak istemiyorum” deyince sadece gülümsüyorum.

 

Gece burada kalalım

 

Bir İsveç hikayesi vardır.

Baba ile oğul her pazar yemek çantalarını sırtlar ve iki saat yürüdükten sonra kent dışındaki kırlarda piknik yaparlarmış.

O pazar da çantalarını sırtlanıp yola çıkacakken yağmur başlamış. Bunun üzerine baba oğluna “Bu yağmurda dışarıda yürüyemeyiz. Bunun yerine yemek masasının etrafında iki saat yürüyerek döneceğiz. Yemeğimizi yedikten sonra da iki saat daha masanın etrafında dönersek, her pazar yaptığımızı aksatmamış oluruz” demiş.

Öyle yapmışlar ve iki saat masanın çevresinde döndükten sonra yemeklerini masanın üzerine açmışlar. Tam yemeğe başlayacakken baba oğluna “Bana tuzu ver” demiş. Oğlan tuzluğu çantalarına koymayı unuttuğu için, mutfaktan getirip vermiş babasına. Baba buna çok sinirlenmiş.

- İki saat masanın çevresinde dön ve eve git. Tuzluğu al, sonra iki saat dönüp tuzluğu bana ver, demiş.

Oğlan bunu yapmış.

Hava kararırken oğlan babasına dönmüş,

- Baba ben çok yorgunum, geceyi burada geçirelim, demiş.

Gece orada kalmışlar.

Yazının devamı...
Adamı sinirlendirip, sonra ‘Bu adam çok sinirli’ demek de bir yöntemdir...
15 Şubat 2008

Yossarian 2’nci Dünya Savaşı’nda Alman cephesini bombalayan filodaki bir savaş pilotudur.

Onun için uçağını düşürmeye çalışan Almanlar ile kendisine daha fazla uçuş emri veren komutanı arasında fazla bir fark yoktur. Çünkü uçuş sayısı arttıkça, öldürülmesi ihtimali de artmaktadır.

Örneğin komutanı ile şöyle bir diyalog geçer arasında:

Yossarian: Korkuyorum.

Binbaşı: Bunda utanacak bir şey yok ki, hepimiz korkarız.

Yossarian: Utanıyorum demedim, korkuyorum.

 

İnsanlar bana düşman

 

Savaşın en kızgın anında hastaneye yatması, Yossarian’ı biraz rahatlatır. Bu arada hastaneyi ziyaret eden bir subayla sohbet ederken, “İnsanlar beni sevmiyor” diye yakınır Yossarian.

Subay: Nereden bu yargıya vardın?

Yossarian: Uçağıma bombaları yüklüyorum. Bunları Alman hatlarına atarken, ateş açıp uçağımı düşürmeye çalışıyorlar. Onlar da beni sevmiyor.

Bunlar, yıllar önce okuduğum kitaptan aklımda kalan bazı alıntılar.

Hem siyasal hem de toplumsal ve bireysel ilişkilerimizde bunlara benzer paradoksları hep yaşamaz mıyız?

Örneğin bir siyasetçi büyük çoğunlukla seçimi kazanmış.

Onun seçim zaferinin nedenlerini irdelemek yerine, hem ona hem de ona oy veren seçmenlere ağzınıza geleni yazıp, söylüyorsunuz.

Bunun üzerine o siyasetçi de size bazılarının ölçüsü kaçmış sertlikteki cümlelerle cevap veriyor.

Ertesi gün siz “işte bu siyasetçi ne demokrasiyi, ne de basın özgürlüğünü hazmedebilmiş” diye “eleştiri”nizi tırmandırıyorsunuz.

Burada “o siyasetçi mi yoksa medya mı demokrasiye uyarlı davranmıyor” sorusuna cevap verebilir misiniz?

 

Sakat mı sinirli mi?

 

Hukuk fakültesinde bir arkadaşım vardı. Bacaklarını ayırarak futbolcular gibi yürürdü.

Ehliyet almak için doktora sağlıklı raporu almaya gitmiş. Doktorun odasına da, öyle iki yana salınarak girmiş. Doktor şöyle bir bakmış, “Topal mısın?” demiş. Bizim arkadaş da bu soruya sinirlenip, sert biçimde “Neden topal olayım ki?” diye tepki gösterince, doktor bu defa “Peki neden asabisin, sinir hastası mısın?” diye sormuş.

Siyaset-medya ilişkilerinin çığırından çıkması her iktidar döneminde rastlanan bir olgu değil mi?

Tabii ki bu konuda ana sorumluluk iktidara düşer.

Ancak toplumsal sorumluluklar tek yanlı olamaz ki. Ayrıca basın özgürlüğü de “demokrasi”nin bir yan ürünü değil midir?

 

Al birini vur ötekine

 

Seçmen çoğunluğunu aşağılayacak, halkı rejimin tehdidi olarak sunacaksın. “Vatanımı seviyorum ama milletimi cahil bulduğum için fazla sevmiyorum” benzeri çeşitlemeleri her gün yapacak ve seçilmiş iktidara, geçmişteki seçilmiş iktidarların başlarına gelenleri, idamları, darbeleri hatırlatacaksın.

Sonra da o iktidarın başı, “siz ne biçim demokratsınız” diye sinirlenince, “işte gördünüz mü bunları, bunlar demokrat değil” diyeceksin.

Doğrudur… Tayyip Erdoğan hem sinirlenince ölçüyü kaçırıyor hem de  “türban sorunu”nu iyi götüremedi.

Peki medya hangi sorunları iyi götürdü sanki?

Savaş veya darbe körükçülüğü, şovenizm, yargısız medyatik infazlar, düşene bir tekme daha atmak Erdoğan dünyaya gelmeden önce de yok muydu sosyo-politik yaşamımızda?

Yazının devamı...
Devrimcilerle karşı devrimciler mi karşı karşıyalar?
14 Şubat 2008

- Türkiye’nin bütün önemli sorunları, aynı zamanda uluslararası meselelerdir.

Bir başka deyişle, eğer dış konjonktürü iyi değerlendirmezseniz, iç siyasetteki gelişmeleri de doğru gözlemleyemezsiniz.

Bu çağda “dış konjonktür” dediğimiz olguyu büyük ölçüde şekillendiren Amerika Birleşik Devletleri de, kendi oluşturduğu uluslararası dengelerin esiridir.

Örneğin başkan seçimine giden yolda Demokrat Parti’nin parlayan yıldızı Barack Obama seçimi kazanıp Beyaz Saray’da otursa, sanki Amerika eski Amerika olmaktan çıkıp, “mazlum milletler” safına mı katılacaktır.

Babası Kenyalı bir Müslüman, göbek adı Hüseyin, ilk adı Arapça’daki “bereket”in   İbranice’nin “barack”ı ve üvey babası da Endonezyalı bir Müslüman olan, çocukluğunda medrese eğitimi aldığı söylenilen Obama ABD Başkanı olursa, sanki El Kaide’nin 11 Eylül 2001 saldırısı hiç olmamış gibi, dünya siyaseti eski günlere mi dönecektir?

 

İdeolojik yapılar

 

Türkiye’deki siyasi gelişmelere karşı tutum ve kendinizce bir kampın içinde yer alırken, siyasi gerçekleri ve kavramları dünya gerçekleri içinde değerlendirmeyi denemeniz şarttır.

Evet… AK Parti kurucuları kültürleri ve siyasi eğitimleri açısından, muhafazakarlıkla mukaddesatçılık arasında gidip gelen bir ideolojik yapıya sahiptir.

Eğer sosyal demokrat veya liberal demokrat iseniz, AK Parti’nin söylemleri sizi tatmin etmez.

Bu durumda çok partili demokrasinin sağladığı imkan, kendilerine siyasi özdeşlik arayanların bir başka siyasi parti içinde düşüncelerinin yansımasını aramaları değil midir?

Ana muhalefet partisi CHP de bu açıdan cumhuriyet muhafazakarlığını, her alanda kökten devletçiliği ve dış politikada “3’üncü Dünyalılık”ı seslendiren ve sosyal demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi bulunmayan bir parti değil mi?

Aynı şekilde MHP de, merkezin iyice sağındaki “milliyetçi” (ve hatta ulusalcı) söylemlere ağırlık veren muhafazakar bir parti.

Birinci mesele ortada.

Türkiye’deki iç siyaset şu anda sadece “muhafazakar” eksen üzerindeki çeşitlemelere dayalı olarak sürdürülüyor.

 

Ortak öğeler

 

Burada ortak tek payda “anayasal demokrasi” olabilir.

Oysa o da farklı yorumlara tabi.

Örneğin “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin yorumunda AK Parti iktidarı yasama ve yürütmeye, CHP muhalefeti ise yargıya ve hatta bazı devlet kurumlarına ağırlık vermekte.

Şu anda AK Parti her seçimi kazandığı için “halk”a güveniyor.

AK Parti’ye karşı olan kesimler içinse halk çoğunluğu rejimi tehdit edebilir.

Bütün bu çeşitlemelerin ötesindeki gerçek ise, bir partinin iktidarda veya muhalefette olmasına bağlı ve dış konjonktüre endekslidir.

İster seçim yoluyla, isterse darbeyle gelmiş olsunlar.

“Ankara”da yönetimi ele geçirenler, iktidar olduklarında muhalefettekinden farklı siyaset izlemek zorundadırlar.

Batı ittifakı, Amerika ile stratejik ortaklık, uluslararası statükoya uyumlu olmak ve genel olarak “Batılılık”, Türk siyasi partilerinin iktidar olmaları halinde izleyecekleri politikanın çerçevesini belirler.

Bu CHP için de, MHP için de, AK Parti için de geçerlidir.

Nitekim siyasi kökenleri ve ideolojik kültürleri ne olursa olsun, şu anda AK parti kadrosu, Türkiye’nin en Batılı (veya Batıcı) siyasi oluşumunu simgelemektedir.

Neticede Gümrük Birliği CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın Başbakan Yardımcısı olduğu dönemde imzalanmıştır. Neticede idam cezası, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Başbakan Yardımcılığı döneminde kalkmıştır. Neticede Kemal Derviş, DSP Genel Başkanı  Ecevit Başbakanken Amerika’dan getirtilip ekonomiye hakim kılınmıştır.

 

Karşı devrim mi?

 

“AK Parti Türkiye’yi İran’a mı benzetecek?” diye endişe duyanlar, bugünkü söylemleri ile CHP’nin de dış politikada Türkiye’yi İran’a benzetmek istediği kuşkusuna kapılmıyorlar mı acaba?

Eski Cumhurbaşkanı Demirel, arkadaşımız Fatih Çekirge ile konuşurken, türbana özgürlüğe şunları söylemiş:

- Eğer siz Cumhuriyet’in 85. yılında Cumhuriyet’in bu özelliklerine karşı ‘Demokrasi var ben istediğimi yaparım’ diyerek karşı çıkarsanız, o zaman bu, devrimin getirdiği bazı şeylerden vazgeçmek olur. Bu da karşı devrim olur. Karşı devrimin de nerede başladığı nerede biteceği hiç belli olmaz. Çünkü dinin talepleri sadece başınızı örtmekle bitmez.

İşte biz böyleyiz.

Menderes’in, Demirel’in, Özal’ın Başbakan olmalarını “karşı devrim” diye niteleyen kesimler fazlaca varken Demirel de şimdi “karşı devrim” endişesini seslendiriyor.

- Acaba iki kez karşı devrimci olduğu için mi, yoksa dış konjonktüre uyum gösteremediği için mi devrildi?

Yazının devamı...
Dış konjonktür hesap edilmeden içeride siyaset yapmak akla ziyandır
13 Şubat 2008

Hatırlamıyor musunuz o günleri?

- Barzani evinde vurulmalı!

- Irak’a vereceğimiz tek taviz Bağdat’tır!

- Gerekirse Amerika ile savaşırız!

Böyle ateşli yorumlar okumadık mı?

Ama Erdoğan bu teşvik ve tahriklere kapılmadı.

1974 Ecevit’i gibi miğferli posterlerini otobüs pencerelerinde görmek hayaline kapılmak yerine, kalktı Amerika’ya, Avrupa ülkelerine gitti.

 

İç ve dış siyaset

 

PKK bölücü terörüne karşı uluslararası destek aradı, bunu aldı ve arkasından Silahlı Kuvvetler sınır ötesi harekatı başlattı.

Türkiye’de siyaseti değerlendirirken, olaylara daha geniş açıdan bakmayı denememiz de kaçınılmaz bir gerektir.

Mesela Erdoğan herkesin desteğini alabileceği bir sınır ötesi harekatı başlatmak için hemen düğmeye basamazken, “türban” gibi toplumun belli kesimlerini karşısına iteceği kesin olan bir konuda nasıl çekinmeden düğmeye basabiliyor?

Bu sorunun cevabını sağlıklı biçimde bulabilirseniz, Türkiye’de siyaseti de sağlıklı şekilde yorumlayabilme ihtimaliniz artar.

Öncelikle şu gerçeği hiç unutmamalıyız:

- Türkiye’nin bütün önemli sorunları, aynı zamanda uluslararası meselelerdir.

Unutmamamız gereken ikinci gerçek de şu olabilir:

- Türkiye’de siyasetin şekillenmesinde iç dinamikler zaman zaman dış konjonktür karşısında daha az güçlü olabilirler.

 

Atatürk ve Özal

 

Bu gerçekleri yakın tarihimizde en iyi değerlendiren lider Atatürk’tü. Eğer Taha Akyol’un “Hangi Atatürk” kitabını da okursanız, bu konuda klişeleşmiş ezberlerin ötesinde bilgi sahibi olabilirsiniz.

Aynı şekilde Turgut Özal da iç dinamiklerle dış konjonktürü aynı titreşim katsayısında birleştirebildiği için, Türkiye 1980’lerde askeri rejimden demokrasiye, kapalı ve devletçi ekonomiden serbest pazara hızla geçebildi.

“Türban” , “YÖK”, “iktidar-muhalefet kavgaları”, “medya-siyaset ilişkileri” genel olarak Türkiye’nin iç meseleleri. Laikliğin siyaset yelpazesinin farklı kanatları tarafından farklı biçimde yorumlanması ve zaman zaman kavgalara sebep olması da, Türkiye’nin kronikleşmiş alışkanlığı.

Ama Türkiye’de herhangi bir iktidar (veya çoğunluk), ülkenin rejiminin temel yapısını, devletin dünya içindeki yerini, bölgedeki statükonun öğelerini, dış ittifak dengelerini  değiştirmeyi denediği zaman, bu aynı zamanda “uluslararası mesele” haline geliyor.

 

Erdoğan başarılı

 

Bu açıdan AK Parti’nin Türkiye’yi bir İran’a, bir Suudi Arabistan’a dönüştürme projesi bulunmadığı konusunda “dış konjonktür”ün yeterli güvenceyi aldığına inanmamız gerekiyor. Aksi halde ne PKK ile mücadele, ne AB’ye üyelik, ne de ekonomik destekler gibi maddelerde Türkiye’ye dış destek gelirdi.

Şu anda Türkiye, demokratik, laik, serbest pazarcı, dünyaya açık ve ittifaklarına sadık bir ülke olarak, dış konjonktürle iç dinamiklerini aynı çizgide tutmakta.

Açıkçası AK Parti ve Erdoğan, dış konjonktürü algılamak konusunda CHP muhalefetinden de, “Irak’a girelim” diye savaş çığlıkları atan medyadan da daha başarılılar.

Ayrıca dış dünyanın ve bölgenin bir geçiş dönemi yaşadığı bu zamanda, AK Parti iktidarının, fazlaca bir hareket imkanı da yok. Bir yanlış adım ekonomiyi çökertir, bir ölçüsüz davranış Güneydoğu sorununu çözümü zor noktalara taşır, bir hesapsızlık anarşi ve kaos ortamına yol açar.

 

Dinç Bilgin örneği

 

Bu hesabı yapamayan 1974 koalisyonunun “Kıbrıs’ın fethi” sonrasında Türkiye’yi nerelere taşıdığını, ambargoları, örtülü iç savaşı ve 12 Eylül rejimine uzanan serüveni hep hatırlamalıyız.

Tabii ki herkesin ve her kesimin bu hesapları yapması mümkün değil.

Ama bu konuda medya da, sorumluluğunun gereği hem bilgili, hem bilinçli olmak zorunda.

Siyasi partilerin halktan oy alamadığı bir muhalefet modelini, medyanın bazı yöneticilerinin gazetelerine taşımaları onların egolarını belki cilalayabilir. Ama geçmişte egolarını cilalarken, medya sermayelerini ve bu arada hem demokrasiyi hem de ekonomiyi ve bankacılığı açmazlara sürükleyen amatör medya politikacıları da herhalde hatırlanmalıdır.

Bunları unutanlar Dinç Bilgin’e sorup, hatırlayabilirler.

 

Yazının devamı...
Türbandan ürkenlerin de iktidarı olmayı başarmak meselesi...
12 Şubat 2008

Gazetecilik mesleğinin özünü, “tarihin taslağını yazmak” diye nitelemez miyiz zaten?

Neticede her haber ve her yorum bu taslağın bir parçasıdır.

Bütünü görmek ise, ancak “bütün”e bakarak mümkün olabilir.

Örneğin bugün bir kesim gazeteler “türban krizi” dolayısıyla, Türkiye’nin teokratik bir devlet düzenine gittiğini hem yorumlarıyla, hem haberleriyle vurgulamaktalar.

Genellikle kitle gazetesi niteliği taşıyan bu yayın organları, acaba bir gün için eklerini ana gazetelerin yerine geçirseler.

Yani Türkiye’de her alandaki müsamahakarlığı, sanat ve  gösteri dünyasındaki, sosyetedeki geniş hoşgörülü insan ilişkilerini, ekleri yerine ana gazetelerinde işleseler.

Ana gazetelerinde yansıttıkları türban endişeli haber ve yorumları da, magazin eklerine taşısalar…

 

Biz böyleyiz...

 

Türkiye böyle bir toplumsal yapıya sahip değil mi aslında?

En uçtaki mukaddesatçılık da var, en uçtaki müsamahakarlık da var bu ülkede.

Tabii ki bazıları laikliğin dinsizlik olduğunu düşünüyor. Bazıları da dinin toplumların afyonu olduğunu düşünmüyor mu?

Ama Edirne’den Kars’a uzanan alandaki ortak akıl, hep “çağdaş” olmayı, “modern”i, “ileri”yi seçmedi mi?

Cuma namazında ibadet eden kitlelerin, aynı akşam Boğaz lokantalarında rakılarını içtiklerini de görmüyor musunuz?

Din de bu kültürün bir öğesi, keyifli yaşamak da…

Televizyonların ümitli ve ümitsiz ev kadınları programlarında, başı açıklarla başı örtülülerin birlikte göbek attıklarını görmüyor musunuz?

Kadını ve erkeği ile Türk insanının prototipi, kitle gazeteleri gibidir.

 

Farklı pencereler

 

Siyasete farklı, dine farklı, insan ilişkilerine ve yaşama farklı bölümlerden bakar.

Ben bu gerçeği yazı işlerinde gazeteleri hazırlayan meslektaşlarımın davranışlarında da görürüm.

Aramızda oturduğumuzda, yaşamdan, arkadaşlıktan, gelecekten söz ederiz. Gazeteleri hazırlarken de Anayasa, baba-yasa, kavga ve kamplaşma gibi haberleri yerleştiririz ön sayfalara.

Her gün kavgaları kamplaşmaları körükleyen köşe yazarları da, sadece pazar günleri insan olduklarını hatırlamazlar mı?

Tabii ki “türban” gerdi bir kesimi.

Daha önce de bir AK Partili’nin cumhurbaşkanı olması ihtimali germemiş miydi?

Peki ama kendilerinin tehdit ve tehlike simgesi olarak sunulmaları da, acaba başı örtülü kadınları germiyor mu?

Fikri hür ve vicdanı hür olmak, ne başörtüsü ile ne de başörtüsüz sağlanabilen bir erdemdir. Yani hiçbir kesim, kendisini dış görünüşünden ötürü, diğerlerinden farklı görmemeli ve göstermemelidir…

 

Başı açık yobazlar

 

Başörtülü liberallerin ve başı açık yobazların bulunabileceğini, hiç unutmayalım…

Avrupa Birliği ile entegrasyonun, Kopenhag Kriterleri'ne uymanın, Kıbrıs'ta uzlaşma ve barış istemenin, azınlık vakıflarının mal edinmesinin Türkiye'nin bütünlüğünü tehdit ettiğini söyleyen başı açık yobazlar, eşinin başı örtülü olan liberallerden, daha mı çağdaş ve daha mı uygar yani?

Tabii AK Parti’yi yönetenlerin de artık “merkez”de olmanın gereklerini hatırlamaları gerekiyor.

Artık zaman, gerginliği tırmandıranlara daha tırmandırıcı üslupla laf yetiştirme zamanı değildir. AK Parti, türbansızların da ve hatta türbandan ürkenlerin de iktidarı olduğunu kanıtlayacak bir çizgiyi hatırlamalıdır.

 Astarı yüzünden pahalı bir zafer mi?

 Her zaman bilgece yorumlarıyla düşünce ufkumuzu açan Herkül Milas “türban krizi”ni Zaman’da şöyle değerlendirmişti dün:

- Ama asıl sorun türbanın dini/siyasi simge olması değildir. Bu, kavganın bahanesidir; çünkü siyasal simgeye dönüşen türban da artık başka bir durumun simgesidir. İktidar olmanın simgesidir. Bu kavgada kazanan gücünü kanıtlayacaktır, yerini sağlamlaştıracaktır.

- 'Çoğunluk' mantığı ve ulusal konsensüs ile toplumlar tıkanmaz, iyi kötü bir çözüm bulur her duruma. Ama bu mekanizmalar çalışmaz olursa, son sözün, yani egemenliğin kimde olduğu tartışılmaya başlanırsa, o çok korkulan bölünme gelir kapıya dayanır.

- Bölünme tehlikesi metaforunu en sık kullananların bu bölünmeyi de en fazla kışkırtıyor olması trajik bir ironidir. Antik trajedi gibi bir durum: Olumsuz sonu biliyor, ama kaçınamıyoruz. Sanıyorum buna kaş yapayım derken göz çıkarmak da derler. Bu konuda her yanın başarısı da bir Pirus zaferi gibi, yani astarı yüzünden pahalı.

 

Yazının devamı...
Tek seslilikten çok sesliliğe geçişe alışmak kolay değil…
11 Şubat 2008

Seslendirdiğiniz düşüncelerin tartışılmaz doğrular olduğunu bağırarak söyleyin.

Hatta sizin gibi düşünmeyenleri “hain”, “gerici”, “bölücü” gibi karalamalarla da damgalayın isterseniz.

Hiç gözden kaçırmamanız gereken bir gerçek var.

Bu toplumda görüş sahibi olan tek kişi siz, sesini yükselten tek kesim de sizin içinde bulunduğunuz kamp değil artık.

Sizin görüşlerinizi manşetlerinden köşelerine kadar işleyen gazeteleriniz mi var?

Aynı şekilde sizin görüşlerinizin karşıtı olan görüşleri manşetlerinden köşelerine kadar işleyen gazeteler de var.

Siyaset de, medya da, toplum da çok sesli artık.

“Serbest rekabet” düşünce dünyasının da yükselen değeri.

 

Yeni bir dünya

 

Düşüncelerinizi kırıcı şekilde, toplum kesimlerini aşağılayarak, hoşgörüsüz bir üslupla seslendirdiğiniz zaman, kitleler sizden uzaklaşıyor. Örneğin siyasi parti iseniz oy alamıyorsunuz.

Eğer içinde bulunduğunuz medyanın gücüne güvenip sizden farklı düşünenleri karalamayı alışkanlık haline getirdiyseniz, “alternatif medya” da sizin ipliğinizi hemen pazara çıkartıyor.

Bu çok sesli ve rekabetçi ortama alışmak kolay değil ama durum böyle artık.

Ortak manşetlerle psikolojik savaş sürdürmek falan pek mümkün değil artık.

Özgürlüğün ve şeffaflığın güvencesi olması gereken medyayı, “tahrikçi ajan”ların at oynattığı bir alan halinde tutmak sonsuza kadar sürdürülemezdi ki.

Ben “tek ses” olmanın insana nasıl hazlar hissettirdiğini yaşayarak bilenlerdenim.

Tek kanallı TRT’de çalıştığım dönemde, en iyi ve en fazla izlenilen programların yapımcısı bendim.

 

Tek kanal, tek parti

 

Çünkü rakibim yoktu.

Açık oturumlarımı herkes alkışlar, söyleşi programlarım övgüler alırdı.

Aslında TRT’nin bütün yapımları en fazla izlenen programlardı o dönemde.

Reklam verenler TRT’de yer alabilmek için kuyrukta beklerlerdi.

Bir dönemde siyaset de böyle değil miydi?

En güçlü, en yetenekli ve en fazla oy alan siyasetçiler tek parti CHP’nin kadrosundaydılar.

Gelecek seçimleri değil gelecek kuşakları düşündükleri için hemen hepsi “devlet adamı” rütbesine milletvekili oldukları gün erişirlerdi.

Gelecek seçimi kazanmak yerine sadece “lider”e yakın olmak gerekirdi.

Bütün bunlar geride kaldı.

Her alanda rekabet, çok seslilik, yarış var.

Rakip kanalların dizileri karşısında daha az izlenen dizi yayından kaldırılıveriyor.

Seyircisi az kanala reklam da az geldiği için, zarar ediliyor.

 

Başlar ve beyinler

 

Söylemini, vizyonunu topluma anlatıp benimsetemeyen siyasetçi iktidar olamıyor.

Kendi halkını, okurunu aşağılayan köşe yazarı, içinde bulunduğu medyayı da aşağıya çekiyor.

Bir ülkede her alanda yükselen değer “serbest rekabet” ise, saygı, sevgi,  görgü, bilgi ve hoşgörü, bunun temel öğeleri olmak zorundadır.

Bu düzene alışmak kolay değil tabii.

Bir tren yolculuğundan sonra nasıl belirli süre beyninizin bir yerinde trenin raydan raya geçerken çıkardığı ses tekrarlanırsa, tek seslilikten çok sesliliğe, her alanda tekelcilikten  serbest rekabete geçişte de öyle olur.

Yeni dönemde toplumu bölen değil birleştiren öğeleri ön plana çıkarmayı başaranlar ayakta kalacak. Çağdaşlığı “başlar”ın değil “beyinler”in açıklığında arayanlar sevilecek, sayılacak.

 

 

ŞAKA

Bazı programlar yaz mevsiminde yapılmalı…

Star kanalındaki “Her Açıdan” isimli programda Ruhat Mengi, başörtüsü yasağının kaldırılmasıyla Türkiye'nin İran gibi olacağını savunurken, bunu kanıtlamak için Üsküdar ve Fatih ilçelerinde sokakta dolaşan başörtülü kadınların görüntüsünü yayınlamış.

Bu görüntüler program katılımcılarının tepkisine sebep olmuş.

Mengi'yi uyaran Prof. Dr. Niyazi Öktem, "Bunları niye ekrana getiriyorsunuz? Sokakta gezen iki insana tahammülünüz yok. Bu çok yanlış. Lütfen bu hareketlerle toplumu germeyin" derken, sadece belli semtlerde yaşayan insanları göstererek Türkiye'nin geneli hakkında konuşulamayacağını söyleyen Prof. Dr. Mehmet Altan ise iddiaların inandırıcılıktan uzak olduğuna vurgu yapmış.

Bence buradaki yanlış mevsimden kaynaklanıyor.

Program yazın yapılsaydı, Ruhat Mengi mutlaka Bodrum, Kuşadası, Antalya’dan mayolu kadın görüntülerini de ekrana getirir ve olayı dengelerdi.

“Türban krizi” yanında “selülit krizleri” de konuşulurdu programda.

Yazının devamı...