(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Beyza Bilgin" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Beyza Bilgin" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Beyza Bilgin

‘Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız!’
15 Temmuz 2015

BAŞLIKTAKİ söz bir hadis, İslam Peygamberi’nin sözü! Aslında bu söz bir değil iki cümlelik ve şöyle: “Sizler inanmadıkça cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” (Müslim I, Kitab al-İman, s. 113). Hz. Peygamber bu sözü ile ne demek istemişti acaba? Birbirini sevmesi gerekenler kimlerdi ve birbirini sevmek ne demekti? Birbirini sevmesi gerekenlerden kasıt sadece aynı aileden olanlar, aynı milletten olanlar veya aynı dine mensup olanlar mıydı? Fakat onlar zaten birbirlerini sevmek zorundaydı ve seviyorlardı. Aksi halde hayat nasıl devam eder? Öyleyse kimlerdi bu bizim inancımızın sınanmasında ölçü olan ve cennete gidip gitmeyeceğimizi belirleyecek kadar önemli olan sevgi?

VATAN SEVGİSİ DOĞUŞTAN

Hiçbir insan anne-babasını, milliyetini, dinini seçerek doğmak şansına sahip değil. En zengin, en medeni ortamda doğan birinin bunun için teşekkür etmesi gerekecekse, en fakir, en gayrimedeni ortamda doğan birinin bundan yakınması mı gerekecek? Fakat herkes kendi anne-babası, milleti, medeniyeti ve dini ile o kadar iftihar etmekte ki, onun için, hatta onun taşı, toprağı, hayvanı ve bitkisi için savaş vermekte. Uğrunda savaştığımız, çalışıp çabaladığımız toprak, canlı ve cansız varlıklar kimler ve neler? Yaradan’ın bize emanet etmiş olduğu yeryüzünün parçaları değil mi! Allah bu parçaların sevgisini içimize koymuş, bu sevgi ile doğuyoruz.

BAŞKASINA SEVGİ ÖĞRENİLECEK

Başkasının da benzer sevgilere doğuştan sahip olduklarını ise göz ardı ediyoruz. Bu sevgiye aklımızla ve irademizle çabalayarak ulaşmamız gerekiyor. Bunun için birbirimizi sevmedikçe iman etmiş olmayacağımızı söylemiş Hz. Peygamber. Bu zor, fakat başarmak zorunda olduğumuz bir görev. İman etmedikçe cennete gitmek mümkün değil, iman etmiş olmanın şartı da birbirimizi sevmek, kayıtsız şartsız sevmek! Bütün dinlerde ve kültürlerde başkasını sevmek esası var. Komşuyu sevmek kutsal kitaplarda on emirden biri.

‘HEPİNİZ BİRBİRİNİZDENSİNİZ’

Kuran bize diyor ki: “Sizler birbirinizdensiniz” (3Al-i İmran 193-195). Bu ayetin hangi bağlamda söylendiğine bakalım. Müminler göklerin ve yerin yaratılışı, gece ile gündüzün birbirini izlemesi üzerinde düşünüyorlar, bütün bunların amaçsız yaratılmış olamayacağı bilinci ile Rablerine yöneliyor, dua ediyorlar. “Ey Rabbimiz” diyorlar, “biz iman ettik, günahlarımız ve yanlış davranışlarımız için senden af diliyoruz, bize vaat ettiğin nimeti ver, kıyamet günü bizi mahcup etme, şüphesiz sen sözünden caymazsın”. Rableri onların dualarına şöyle cevap veriyor: “İster erkek ister kadın, hiç kimsenin çabasını boşa çıkarmayacağım. Hepiniz birbirinizdensiniz.”

İYİLİKLER YAPANLAR

Kuran cennete ulaşacak olanları şöyle tarif etmiş: “Onlar sahip oldukları her şeyden, yardım isteyenlere ve sıkıntı içinde bulunanlara bir pay ayırırlar” (51Zariyat19). Tefsirlerde bu öğüt, ister insanlar ister konuşma yeteneğinden mahrum diğer canlı varlıklar olsun, hepsi için geçerli sayılmış. Bizler onlarla da “birbirimizdeniz”. Topraktan yaratılmışız, topraktan besleniyoruz ve toprağa besin oluyoruz. Öyleyse hep birlikte birbirimize olan bu bağlılık ve bağımlılığımızı fark etmeli, birbirimize zarar vermeden, birbirimizin iyiliğine çalışarak yaşamanın yollarını bulmalı ve bu yolları birbirimize tavsiye etmeliyiz. Sevgi iyilik, iyilik için sarf edilen emek demek.

GÜNÜMÜZE DİKKAT

Günümüzde insanların birçoğu birbirlerine karşı sevgisiz ve sorumsuz. Kendi hayatlarını dahi, yaratıcı sanki kendileri imiş gibi hiçe sayıyorlar.
“Veren de o, alan da, nedir senden gidecek? Telaşını gören de, can senin zannedecek” diyor şair. Haklı, can onun değil, emanet. İnsan Allah’ın kendisine emanet ettiği canı korumakla görevlidir ama yetmiyor, başkalarının emanetini de koruması gerekiyor. Severek, yardımlaşarak...
VEDA: Ramazan, “Nice canlar erişmedi, erişen canlara ne mutlu” diyerek karşılanır... Bütün okuyucularımızın aynı sözü gelecek ramazanda da söyleyebilmeleri temennisi ile iyi bayramlar diliyor ve vedalaşıyoruz.
Allah’a emanet olun.

Yazının devamı...
Tövbe suresi ve Tebük seferi
14 Temmuz 2015

HİCRETİN dokuzuncu yılında Müslümanlar Şam’da toplanan güçlü Bizans ordusu ile çarpışmak üzere ordu hazırlamak zorunda kalmışlardı. Bu, Hz. Peygamber’in en son ve en zor askeri hareketi olarak kaydedilmiştir. Suriyeli Hıristiyanlar Bizans İmparatoru Heraklius’a, Müslümanların zayıf durumda olduklarını, üzerlerine asker gönderilirse, zaferin ve onları Hıristiyanlığa kazanmanın tam vakti olduğunu yazmışlar, haberi de Müslümanlara duyurmuşlar. Hz. Peygamber zaten kuzey sınırının güvende olmadığını biliyordu. Haberi alınca seferberlik ilan ediyor, müminleri yardıma çağırıyor. Havaların sıcak ve kurak olduğu zamandır, kıtlık vardır, müminler ellerinde geleni yaparlar, yapamayanlar üzülürler. İslam’ın aleyhinde olanlar her türlü menfi propagandayı yapar, öyle ki, müminlerden de ihmalcilik göstererek sefere katılmayanlar olur.


MAZERETSİZ ÖZÜRLÜLER


Müminlerin ordusu Tebük denilen mevkiden ileri geçmez, Hz. Peygamber etrafa keşif heyetleri göndererek duruma bakar, savaşa girişen ordu olmayınca geri döner. Bu arada Şam yöresinde bulaşıcı bir hastalık olduğu haberi gelir. Ordu ramazanın ilk günlerinde Medine’ye ulaşır. Hz. Peygamber önce Mescid’e uğrar, iki rekat namaz kılar, sefere katılmamış olanlar tek tek gelip sözde özürlerini beyan ederler. Özürleri gerçek olmasa da dinlenirler, içyüzleri Allah’a havale edilir. Üç sahabe vardır ki, onlar mazeret uyduramazlar, doğruyu söylerler. Hz. Peygamber sahabeyi bu üçü ile görüşüp konuşmaktan men eder. Onlar bir köşede yalnız kalırlar, dünyaları başlarına yıkılır. Kırk gün geçince Hz. Peygamber eşlerine de bunlardan ayrı durmalarını bildirir. Elli gün olur, bu üç sahabenin affedildiği ayeti iner.


AZABINDAN AFFINA


Ayet mealen şöyledir: “Allah, bozguncu telkinlere kapılarak geri kalan o üç insana teveccüh etti, o kadar ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmeye başladı, içleri daraldı, Allah’tan başka sığınacakları kimseleri olmadığını anladılar. Allah da onlara merhameti ile yöneldi ki, pişmanlık duysunlar, tövbe etsinler. Çünkü Allah, acıması ve esirgemesiyle kuşatıp tövbeleri kabul edendir” (9Tövbe118). Bu üç kişi çok büyük bir utanç, çok uzun sabırlı bir bekleyiş yaşamış, sabretmişlerdir. Affın Yüce Allah’tan vahiy yolu ile gelişine o kadar sevinmişlerdir ki, daima doğru sözlü ve samimi olacaklarına, doğrudan başka söz söylemeyeceklerine Allah Elçisi’ne söz vermişlerdir. Tövbe nelere kadirmiş!

PEYGAMBER’E TUZAK


Tebük seferinden dönerken bir grup münafık Hz. Peygamber’e tuzak kurmaya teşebbüs eder. Geceleyin Akabe tepesine varıldığında arkasından gizlice yaklaşıp onu devesi ile birlikte uçuruma itivereceklerdir. Onlar bunu başaramadan niyetleri açığa çıkar, mahcup olarak kaçarlar. Sebep, müminlerin malları ve canları ile Peygamber’in yoluna baş koymalarıdır. Bu olay üzerine inen ayette yine de tövbeden söz edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber bütün bu olaylara üzülmektedir. Ayet mealen şöyledir: “Onlar ulaşamayacakları bir şeyin peşindeydiler. Allah ve resulü kendi lütuflarından onları zenginleştirdiği halde onlar öç almaya kalkıştılar. Eğer tövbe ederlerse bu onlar hakkında hayırlı olur, yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da ahirette de elem verici bir azaba çarptırır. Yeryüzünde onların ne dostları ne yardımcıları vardır” (9Tövbe74).


TÖVBE EDENLER SEVİLİYOR

Tövbe, işlemiş bulunduğu bir günahı ya da suçu bir daha işlemeyeceğini söyleme, çok pişman olduğunu, bir daha yapmamak üzere karar verdiğini ifade etmedir. İnsanlar yanılabilir yanlışlar yapabilirler. Yanıldıklarını fark edip yanlışlarından pişman olabilirler. O zaman ne yapacaklardır? Yapılan bir şey yapılmamış gibi olmaz. Fakat bir daha yapılmamak üzere karar verilebilir. İşte bu karar verme davranışı, yani tövbe çok değerlidir. Allah tövbe edenleri sevdiğini bildirmiştir ve bu sevgisini müminlerin bilmesini de istemiştir (2Tövbe112). Allah’ın “Tevvab” ismi bu anlamdadır. Allah tövbeleri kabul ediyor, tövbeleri kabul etmeyi seviyor. Davranışlarını hak yönde düzeltenleri sevgisiyle kuşatacaktır (19Meryem96).

Yazının devamı...
Kadir Gecesi
13 Temmuz 2015

KADİR, Kuran’ın indirilmeye başlandığı gecedir. Hz. Peygamber’in ilk vahyi aldığı gece ‘kudret gecesi, haşmet gecesi’ anlamındaki bu isimle tanımlanmıştır. Bu isimde bir sure de vardır. Bu sure sadece beş ayettir, mealen şöyledir: “Biz onu Kadir Gecesi’nde indirdik. Bilir misin nedir Kadir Gecesi? Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. O gece melekler ve ruh, Rablerinin izniyle bölük bölük inerler. Ta şafak vaktine kadar selamettir o gece!” Ramazanın
diğer günlerinde oruç tutamamış olanlar bile bu günü oruçlu geçirmeye çalışırlar. Akşama doğru pişiler hazırlanır, helvalar dökülür, komşulara dağıtılır. Camilerde ve müsait evlerde toplanılır, birlikte dualar edilir. Bütün bunlar Kuran’ın inişini kutlamak içindir.

İBADET YARIŞI


Yapılan ve yapılmaya başlanan iyi işlerin, bin ay süre ile yapılmış gibi, bin katı ile değerlendirileceği bu gecede müminler, büyük ümitlerle, ibadette kendi kendileri ile yarışa girerler. Çoğu zaman sorarlar, ‘Ne yapmalıyım, nasıl yapmalıyım’ diye. Hz. Peygamber buyurmuştur ki, ibadet yetmiş nevidir, en faziletlisi helal kazanmaktır. Demek ki, öncelikle kazanma tarzımızı gözden geçireceğiz ve bir ayıklama yapmaya karar vereceğiz. Kazancı helalleştirmek birinci ibadet olacak. Unutmayacağız ki, ibadet denilince sadece namaz, oruç, hac, zekât anlaşılmayacak. Fakat yetmiş nevi ibadet neler olabilir diye düşünülecek.

YETMİŞ NEVİ İBADET


Yetmişten kasıt şüphesiz çeşitlerin çok olmasıdır, sayarsak belki yetmişi de geçeriz. Hz. Peygamber buyuruyor ki, hasta bir insanı ziyaret etmek, onun iyileşmesi için gerekenlere yardımcı olmak ibadet, yetimin başını okşamak, sırtına bir elbise giydirmek ibadet, susuz bir hayvanı sulayıp, aç bir hayvanı doyurmak ibadet, ana-babaya, komşulara ilgi gösterip ihtiyaçlarını gidermek ibadettir. İbadetin sahası çok geniştir, Allah rızası gözetilerek yapılan her iş bir ibadettir. İbadetler kalpteki imanın ve sevginin işaretleri ve görüntüleridir.

MUHASEBE GECESİ

İbadetler kalplere Allah sevgisinin tezahürü olduğu gibi kalplere Allah sevgisini, şefkat ve merhamet duygularını yerleştirmenin yollardır da. Her an Allah’ı hatırlamanın, bütün varlıkların haklarına riayet etmek üzere duyguları kuvvetlendirmenin, incitici davranış ve düşüncelerden arınmanın önemli yardımcılardır ibadetler. Ramazan boyunca zaten bu özellikleri elde etmek için çalışılmıştır. Kadir Gecesi’nde bir muhasebe yapılır. Bakalım yapılan ibadetler müminleri ne derecede değiştirebilmiştir! Kadir Gecesi’ndeki artırmalarla ve bin aylık ikramiyelerle nereden nereye gelebilmişizdir! Savaşları, kinlerin, her türlü acımasızlıkların bu gece ve sonrasında da devam etmesine izin verilecek midir, yoksa bunların önlenmesi için birlikte çalışmanın yolları mı aranacaktır? Başarılı olamıyorsak, Allah’ın bizden niçin razı olmadığını, eksiğimizin ne olduğunu düşünmemiz gerekecektir.

BARIŞ İÇİMİZDE VAR


İnsanın yaradılış hücresinin adı Kuran diliyle “alak”tır. Alak da bir surenin adıdır ve Kadir suresiyle birbirlerini izlemişlerdir. Alak, ‘alaka, sevgi demektir. Anne rahminde teşekkül edip asılıp tutunan hücrenin adıdır alak! İki cinsin arasındaki sırlı sevginin ürününün adıdır alak.’ Bu hücrede neler neler yüklüdür. ‘Yaradan’ın bütün lütufları, insana diğer varlıklardan farklı olarak verdiği bütün hediyeler bu toplu iğnenin ucundan bile küçük hücrecikte yüklüdür’ (E. Hamdi Yazır). Hücre bu hediye kabiliyetleri geliştire geliştire açılır, büyür ve doğmaya hazır hale gelir. Doğduktan itibaren çevresinin kendisine sunduğu imkânlar yardımı ile her an yeni şeyler öğrenir. Bilgiyi ve bilimi kuran insandır. Kuran’ın bize öğrettikleri ile yeryüzünde barışın sağlanmasına katkıda bulunabiliriz. Fakat daha önce en yakınlarımızla barış içinde yaşamayı öğrenmeliyiz. Allah her günahı affedeceğine söz veriyor. Fakat başkalarına karşı işlediğimiz günahlar affedilmiyor. Onların bir şekilde tazmin edilmesi, özür dilemek yetiyorsa özür dileyerek, yetmiyorsa uygun tazminatı ödeyerek helalleşmek gerekiyor. İnsanın yaradılışı bütün bu iyileşmeye müsaittir.


Not: Yazarımızın dün girmesi gereken Kadir Gecesi yazısını bugün yayınlıyoruz.

Yazının devamı...
İmsak vakti sabah ezanı vakti
12 Temmuz 2015

İMSAK sözü ‘kendini tutmak, bir şeyden el çekmek’ demektir. Ramazan ayında oruç tutacak kimsenin sahur sonrasında sabah ezanı ile birlikte yeme ve içmeyi tamamen bırakmasına da imsak denilmiştir. İmsak vakti ile sabah namazının girme vakti aynı oluyor. İmsak kelimesinin karşıtı iftardır. Yani oruç ibadeti imsakla başlar, iftarla sona erer. Hz. Peygamber’in sağlığında ezanı okuyan iki müezzinden biri olan Bilal ezanı erkenden okurken, diğeri İbn Ummi Mektum ise geç okur. Sahabe bunu Hz. Peygamber’e arz etmiş ve sormuşlardır, biz hangisine uyalım diye. Cevap şöyle kaydedilmiş: “Bilal’in okuduğu ezan sizi sahur yemeğinden alıkoymasın. Çünkü o ezanı henüz gece iken okur, amacı gece namazı kılmakta olanlara sabahın yaklaştığını bildirmek, hâlâ uykuda olan varsa uyandırmaktır. Siz Abdullah İbn Ummi Mektum’a uyunuz”.

İhtiyat tedbiri

Hz. Peygamber imsak vakti için Abdullah İbn Ummi Mektum’a uyulmasını tavsiye ediyor. Çünkü o gözleri görmeyen bir kimsedir, kendisine sabah oluyor denmedikçe ezanı okumaz (Buhari, Ezan bölümü). Ayette “tan yeri ağarıncaya kadar” deniliyor ya, Hz. Peygamber buna göre davranılmasını istiyor, o zaman sorun kalmıyor. Oysa zaman içinde Abdullah İbn Ummi Mektum’a değil, Bilal’ın erken okumasına uyulmaya başlanmış. Hz. Peygamber’in uyarısına rağmen karanlıkta oruca başlamak ihtiyat tedbiri sayılarak sünnete aykırı davranılmış. Mesela 15. yüzyılda sahurun bitiş alameti olarak erkenden minarelerdeki kandiller söndürülmeye başlanmış. ‘Yalancı fecir’ denen henüz gece sayılan zamanda, sabah namazı vakti girmemişken sahur vaktinin sona erdirilmesi o zaman hoş karşılanmamış, bidat sayılmış (H. Atay, Kuran’a göre araştırmalar).

Dinde kolaylık esas

Hz. Peygamber, ‘Din kolaylıktır, zorluk çıkaran kimseye din galip gelir, orta yolu izleyin’ diye tavsiyede bulunmuş (Buhari). Zorluk çıkarmaktan kasıt, ibadeti veya iyiliği zorlanarak, vücudunu ve ruhunu sıkıntıya sokarak yapmak anlamına geliyor. Ne zorlanarak kendini dindar göstermeye çalışmak ne de pek hafife alıp lakayt davranmak tavsiye ediliyor. Mütercim olarak ünlü Asım Efendi bir olayı misal olarak anlatmış. “Mekke’de ibadette bulundukları sırada mektep hocalarından bir arkadaşı nefsine eziyet ederek (cihad) terbiye etmek amacıyla geceleri Kâbe’nin çevresinde taşlara oturarak murakabeye dalardı. Bu hadisi ona hatırlatarak kendisini şiddetten men etmeye çalıştımsa da dinlemedi. Benim dinde gevşekliğime vererek gittikçe şiddetini artırdı. Birkaç gün sonra vücudu taştan etkilendi ve dizlerine sızılar girdi, oturup kalkmaktan mahrum olmaya başladı (Kamus terc.I, Atay a.g.e.).

Tartışmalar

Her ramazan imsak vakti ile ilgili tartışmalar olur. Oruç tutmayanlar da katılır tartışmalara. Kuzey ve güneydeki uzak ülkelerde, günün bütününe yakın saatlerce oruç tutanlardan, iftarı eder etmez sahura hazırlananlardan örnekler verilir. Hele bir yıl gece bir yıl gündüz yaşanılan yerlerde Müslümanlar varsa onlar ne yapacak diye düşünülür. Buna benzer zihin egzersizleri her devirde yapılmış. Kestirme yoldan gidenler olmuş, demişler ki, eğer Allah oralarda yaşayanların da oruç tutmasını isteseydi, ‘Kitap’ında onlardan da söz eder, bir yol gösterirdi, demek ki oruç onlara farz değildir. Namaz vakitleri için de bu şekilde düşünenler olmuş. Mekke saatlerini esas alıp, güneşin veya ayın durumlarını hesaba katmaksızın ibadetlerini yapan Müslümanların bulunduğunu da öğreniyoruz. Türk Müslümanlar her yerde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın saatlerine uyuyor.

Kişinin iradesi önemli

Hz. Peygamber, ‘Bir yudum suyla da olsa sahur yapın’ demiş olsa da, yaz veya kış, ramazan hangi aya rastlarsa rastlasın, sahursuz oruç tutan Müslümanlar vardır. İftarı yerler, yatarken bir kahvaltı ederler, sonra niyet edip ertesi günkü oruca başlarlar. Böyleleri için bir imsak sorunu yoktur, onlar bu konuda soru sormazlar. Kişinin özel durumu, çalışma şartları ve tabii ki bünyesinin dayanıklılığı rol oynar karar vermesinde. İnsanları zorlayamayız, Kuran’dan ve hadisten gerçekleri değiştirmeden naklederiz, o kadar.

Yazının devamı...
‘Kadın ne derse aksini yapın!’
11 Temmuz 2015

HALKA yönelik dini kitaplar genellikle mesnevi tarzında yazılmış, konular sürükleyici hikâyelerle etkili kılınmaya çalışılmış, inanılırlığını sağlamak için de mutlaka bir hadise bağlanmaya özen gösterilmiş. Hz. Peygamber sohbetlerinde Arap atasözleri ve darbımesellerden, bazen de eski kutsal kitaplardan nakiller yaparmış. Bazen onlara yeni yorumlar getirir, bazen anlatmak istediği şeyi vurgulamak için, bazen de sırf örnek veya şaka olsun diye onları tekrarlarmış. Bu gibi sözleri, hatırladıkları kadarıyla ve üzerine kendi ilavelerini yaparak nakletmiş olanların sözleri de hadis kitaplarına girebilmiş. Hadis söz demek ya, sözler sözlere eklenmiş.

Hadis Türkçede Peygamber sözü

Hadis Arapça bir kelime ve söz demek, Türkçe hadis ise sadece Hz. Peygamber’in sözleri anlamında kullanılmış. Bu yüzden hadis kitaplarındaki her söz, genellikle nakledenin Hz. Peygamber’den dinlemiş olduğu tahkik edilmeden, hadis olarak alınmış ve kullanılmış, bu usul günümüzde de devam etmektedir. Hz. Peygamber’in İslam’ı öğretmek için söylediği, Kuran’ı açıklayıcı sözler olan gerçek hadislerin yanı sıra, bu karışık ifadeler insanların zihinlerinde yer etmiş ve davranışlarını yanlış yönde yönlendirebilmiş. Herkes hadis tahkikçisi olamaz, fakat Hz. Peygamber’e yalan isnatta bulunmanın sorumluluğu ağır. Bir yanlış söz veya yorum asırlarca kalıcı olabilmekte ve insanları mutsuz edebilmektedir. Diğer insanların sözlerinin Peygamber sözü hadislerle birlikte en güvenilir hadis kitaplarına girdiğini, en yetkili kuruluşlarımızın bile onları -maalesef- tahkiksiz, tenkitsiz basmaya devam ettiklerini görmemiz gerek.

Damdan atmış kendini

Sözlerin hadis haline gelmesine bir örnek vermek istiyorum. Örneğimin kaynağı, manzum dini öğütler kitaplarımızdan “Ahmediye”. Ahmediye, hem İslam tarihi hem ahlaki bilgi hem genel kültür veren kitaplardan olup Osmanlı döneminde kıraat meclislerinde okunurmuş. Bunlar dinleme kültürü ve geleneğine sahip olan halka yüksek sesle okunmak için yazılırmış. Ramazanlarda özellikle teravihten önce ve sonra belli mekânlarda bu kitaplar okunurmuş. Benim alıntım şöyle: “Vakti zamanında Şam şehrinde mert ve kâmil bir adam vardı. Bu adam kadın sözüne uymaz, aksini yapardı. Sürekli derdi ki, sözlerin en isabetlisini buyuran Allah Elçisi ‘Kadın ne derse siz aksini yapın’ demiştir. Bu adamın karısı bir gün erkeğini sınamak istemiş. Kocası damın üstünde bazı işler yaparken, şaka ile demiş ki, sakın kendini damdan aşağı atma! Adam karısının bu sözü üzerine düşünmüş, görünürde bu hareket kendi aleyhine ama ben inancımı bozmayayım demiş ve kendini damdan aşağı atmış. Ayağı kırılmış, acılar çekerken yine düşünüyormuş, ben sünnete uygun iş yaptım, elbette bunda bir hayır vardır, bakalım nasıl tecelli edecek!”

Cenge gitmekten kurtulmuş

“O zaman Şam’da Yezid hükümdarmış. Bu zalim kişi Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin üzerine cenge göndermek için asker topluyormuş. Yezid’in adamları ayağı yaralı adamın evine de gelmişler. Adam, halimi görmüyor musunuz demiş, kımıldayamıyorum, nerde kaldı cenge gidebileyim! Cenabı Hakk’ın bu mert ve has kulu, ayağı yaralı olduğundan, Hz. Resul’ün ailesine kastedenlere katılmaktan da, bu yolla cehenneme gitmekten de kurtulmuş.” Hikâye burada bitiyor, Hz. Peygamber’e yalan isnat eden nasihat başlıyor. “Ey kardeşler, bu sözlerden ibret alın, avrada teslim olan divanelerden olmayın. Vak’a bazı eve ait işlerde kadın sözü dinlenebilir, bunun faydası inkâr edilemez. Mesela kadın sana, israf etmeyelim, derse, buna uymalısın. Bunu da kadın sözü diye reddetmeye kalkmayasın. Zira bu sözün her iki âlemde faydası vardır.” Buradaki tutarsız nasihate bakın ki, adam kadın sözü dinlememek için hayatını tehlikeye atacak ama sakın ha israf etme, derse buna uyacak. Ne diyelim, Allah’ın kulları, eksik akıl kadında da olur erkekte de! En iyisi Kuran ayetlerini ölçü almak, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu” hükmüne uymak. Sözün kadından veya erkekten değil, bilenden veya bilmeyenden gelişine göre karar vermek!

Yazının devamı...
Peygamber’in vefatı
10 Temmuz 2015

Veda Haccı’ndaki hutbesinde, “Kim bilir belki sizinle bir daha görüşemem” demişti. Ölümünden bir ay önce yeni bir sefer için hazırlığa giriştiğine göre, hastalığının ani olduğuna hükmedilmiştir. Hicretin 11. yılıdır. Bir gece kalkıp şehrin mezarlığına gider, ölmüşleri için uzun uzun dua eder. Eve döndüğünde başının çok ağrıdığını söyler. Ertesi gün hastalığı ağırlaşır, artık odasından çıkamaz olur.


SON HUTBE


Çok sıcak bir gündür, soğuk su ister. Şehrin bütün kuyularından sular getirip karıştırılır, başı ıslatılır. Bu bir Arap âdetidir, ferahlık vereceğine inanılır. Biraz iyileştiğini hisseder, yatağından çıkar, mescide gider, minbere oturur, şehitler için dua ederek sözlerine başlar. Sözleri not edilmiştir, bir özet şöyledir: “Ey insanlar, birinizin sırtına vurdumsa işte sırtım gelsin vursun. Birinize ağır bir söz söyledimse, gelsin ve benden hakkını alsın. Birinizin malından almışsam, işte malım gelsin alsın. Rabbime ayıpsız varabilmem için bu gereklidir.” Bu sırada cemaatten biri birkaç metelik alacağı olduğunu söyler, hemen ödenir. “Peygamberlerin mezarlarını tapınak haline getirenleri Allah lanetlemiştir, sakın mezarımı tapınak haline getirmeyin!”


SON NAMAZ


Bir sahabe anlatıyor: “Hastalığı ağırlaştı, kendine geldiğinde, ‘Namaz kıldılar mı’ diye sordu, ‘Hayır sizi bekliyorlar’ dedik. Su istedi, abdest aldı, ayağa kalkmak isterken bayıldı, ayıldığında yine su istedi, getirdik, abdest aldı, ayağa kalkarken yine bayıldı, üç kere tekrarlandı bu. ‘Namazı Ebubekir kıldırsın’ diye haber gönderdi. Bir gün kendinde bir hafiflik hissedince, Hz. Ali ile Hz. Abbas’ın kolunda öğlen namazı için odasından çıktı, Ebubekir namaz kıldırıyordu. Hz. Peygamber’in geldiğini hissedince geri geri çekildi. Peygamber işaret ederek, “Beni onun yanına oturtun” dedi. Böylece cemaat Ebubekir’e, Ebubekir Hz. Peygamber’e uyarak namazı tamamladılar.”


VEFAT GÜNÜ


Bir başka sahabe anlatıyor: “Bir pazartesi günüydü, namaz için saflar oluşturulmuştu. Allah’ın Elçisi odasının kapı perdesini açtı, bize baktı, yüzü sapsarıydı. Cemaatin saf bağlamış hali onu memnun etmişti, tebessüm etti. Biz ne yapacağımızı şaşırmıştık, Hz. Ebubekir, ilk safa çekilirken Allah’ın Elçisi işaretle ‘Namazınızı tamamlayın’ dedi. Kendisi içeri girip kapı perdesini indirdi, aynı gün vefat etti. Vefatı sahabe arasında şaşkınlık yaratmıştı. Ölümü değil, iyileşmesi bekleniyordu. Ağlıyor, bağırıyorlardı. Hz. Ömer kılıcını çekmiş, ‘Kim Allah’ın Elçisi öldü derse, boynunu koparacağım, o ölmemiştir, Allah katındadır, geri dönecektir’ diyordu.”


AYETLER HATIRLATILDI


Hz. Ebubekir şehir dışında bulunuyormuş, geldiğinde Allah’ın Elçisi’nin yanına girdiği, onun yüzünü saygıyla öptüğü ve şöyle söylediği kaydedilmiş: “Bizler sana kurban olalım ey Allah’ın Elçisi! Allah’ın takdiri ölümü bir kere tattın, bundan sonra sana artık ölüm yoktur!” Sonra müminlerin toplandığı mescide gitmiş ve onlara hitap ederek şu ayeti okumuş: “Muhammed ancak bir peygamberdi, ondan önce de peygamberler gelip geçti. O ölür veya öldürülürse, gerisingeri mi döneceksiniz? Geriye dönen kimse Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenlerin karşılığını verecektir” (Al-i İmran 144). Cemaat bu ayeti işitince sakinleşmiş, sanki bu ayeti daha önce hiç işitmemişler!


ÖLDÜĞÜ YERE GÖMÜLDÜ


Cemaat onu nereye, nasıl gömeceklerini düşünürken onun bir sözünü hatırlar: “Peygamberler son nefeslerini verdikleri yere gömülürler.” Odasında hazırlık yapılır. Cenaze namazı çok uzun sürmüştür. Oda çok küçük olduğu için namaz küçük cemaatler halinde kılınabilir. Önce erkekler, sonra kadınlar, sonra çocuklar ona son görevlerini yaparlar. Namazda imam bulunmaz, kendi kendilerine kılarlar. Hz. Peygamber ancak geceleyin gömülebilir. Hz. Fatıma babasının kabre indirilişini, üzerinin toprakla örtülüşünü izledikten sonra topraktan bir avuç alıp koklamış, “Bu kokuyu alan ömrünce yemek kokusu almak istemez”, demiş ve altı ay sonra vefat etmiş.

Yazının devamı...
Al-i İmran suresi ve dualar
9 Temmuz 2015

Aslında herkes her an dua halindedir, günlük ibadetlerinde kusur edebilen insanlar, dualarında kusur etmezler. Kuran’da duaların kabul edileceği sözü verilmiş, dua edenler övülmüştür. Mümin (ayet 60) isimli surede Allah, “Bana dua edin, kabul edeyim”, Bakara suresinde (ayet 186) “Ben çok yakınım, dua ettiği zaman dua edenin dileğine karşılık veririm” demiştir. Hz. Peygamber’in ifadesi ile dua ibadetin özüdür ve Yüce Allah buyurmuştur ki, kulum bana iki elini kaldırıp dua ederse, onu geri çevirmekten utanırım.


ÖRNEK DUALAR


Kuran-ı Kerim’de duası kabul edilenlerden örnekler verilmiştir. Bunlardan çok önemli birisi Al-i İmran suresinde anlatılmış ve sureye de isim olmuş olan İmran ailesinin duasıdır. Yüce Allah İmran ailesini çok büyük olaylarla sınavdan geçirmiş, terbiye etmişti. Ailenin en son ve en büyük sınavı İsa peygamber ile olan sınavıydı, bunu bilmemiz dualarımızı değerlendirmemizde çok önemlidir. Aileden birinin uzun yıllar mutlu yaşamalarına rağmen çocukları olmamıştı. Çocukları olmasını çok arzu ediyorlar, bunun için sürekli dualar ediyorlardı. Kadın dualarını o kadar ileri götürmüştü ki, eğer bir çocuğu olursa onu mescidin hizmetine adamıştı. Duası Yüce Allah katında kabul olmuş, bir çocuk dünyaya getirmişti. Fakat çocuk bir kızdı, kızlar mescide kabul edilmezdi. Kadın dua ederken çocuğunun erkek olacağını da kabul etmiş olmalıydı.


KIZ, ERKEK GİBİ DEĞİLDİR


Kadın bir kız doğurduğu için mahcup oldu ve halini Allah’a arz etti. “Ey Allahım, ben bir kız doğurdum, kız erkek gibi değildir, ona Meryem ismini veriyorum, onu lütfen kabul buyur!” dedi. Kuran-ı Kerim der ki, “Allah onun kız doğuracağını elbette biliyordu, Meryem’in adanmışlığını kabul etti. Meryem, Zekeriya’nın himayesinde özenle büyütüldü, mescitteki en bilgin öğretmenlerden dersler okudu” (ayet 35-37). Zekeriya hem akrabaları hem bilginlerden biriydi. İlk defa mescitte bir kız eğitim görüyordu, daha sonra da böyle bir şey olmadı. Meryem halktan da sevgi görürdü, kim olduğu belli olmayan eller ona sürekli güzel yiyecekler gönderirdi, o bunları Allah’tan gelen hediyeler olarak kabul ederdi (ayet 37).


MERYEM HAMİLE OLUYOR

Melekler Meryem’e bir mesaj getirdi. “Ey Meryem, Allah seni seçti ve dünya kadınlarının üzerine çıkardı, Allah sana Meryem oğlu İsa Mesih adıyla bilinecek, her iki dünyada şeref sahibi ve Allah’ın en yakınlarından olacak bir oğul müjdeliyor” dediler. Meryem, “Rabbime sığınırım, bana hiçbir erkek dokunmadığı halde nasıl bir oğlum olabilir” dedi. Melekler, “Allah dilediğini yaratır, bir şeyin olmasını isteyince, ol der ve o şey hemen oluverir, Allah ona vahyi ve hikmeti öğretecek, onu İsrailoğullarına elçi yapacak (ayet 42-49)” dediler. Meryem hamile kaldı. Saygıdeğer ailenin mescide adanmış genç kızında nasıl böyle bir şey olabilirdi, insanlar Meryem’e inanmadılar.


İSA PEYGAMBERİN ÇİLESİ


Yusuf isimli marangoz nişanlısı Meryem’i terk etmedi, ona inandı, onunla evlendi. Meryem’in oğlu Hz. İsa, onun peygamberliğine inanmayan İsrailoğulları tarafından üst makamlara şikâyet edildi ve İsa çarmıha gerildi. Kuran’a göre çarmıha gerilen o değil, ona benzeyen biridir. Fakat çarmıha gerdirilirken onun gerçek İsa olduğuna inanıyorlardı ya! Daha sonra başka uluslar ona inandılar ve inançlarında o kadar ileri gittiler ki, Meryem’in doğurduğunun Allah’ın oğlu olduğunu söylediler.


DUALAR NEREYE GİDER


Çok dua ediyoruz ve duaların sonuçlarının bizim beklediğimiz şekilde olmasını ümit ediyoruz. Peygamberimiz de ailesi ve torunları için ne kadar dualar etmişti, dualarında ısrarcıydı, demek ki hep bir endişesi vardı. Damadı Hz. Ali’nin ve öpüp okşadığı sevgili torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in başına gelenler kimin aklına sığabilirdi. Peygamber’in duası anında değil, ancak ölümlerinden sonra gerçekleşti, artık aile hep hayırla yâd ediliyor. Fakat insanlık onlara yaşatmış olduğu büyük felaketten duyduğu utançtan kurtulamadı, onu hep andı, anmaya devam ediyor.

Yazının devamı...
Hicr suresi
8 Temmuz 2015

HİCR, Arap Yarımadası’nda, Medine ile Şam arasında, eski bir şehrin ismidir. Kuran-ı Kerim 15. suresinde bu şehrin yaşamış insanları ile ilgili öğütler vermiştir. Surenin indiği tarihte, ticaret kervanlarının yolları üzerindeki kayalara oyulmuş yazıtların, Hicr halkından söz ettiği kabul ediliyordu. Hicr bölgesi Arabistan’ın özeneceği şekilde çok verimli, bağlık bahçelik, yemyeşil bir alandı. Burada yaşamış Semudlar efsanevi bir medeniyet kurmuşlardı. Çevredeki yüksek kayalıklarda, kayaları oyarak yaptıkları güzel evler öyle sağlamdı ki, hiçbir şekilde ne selden ve yangından ne de soğuktan ve sıcaktan zarar görmezdi. Düşmanlar da oralara ulaşamazdı.

ÇOK KİBİRLİYDİLER

Arap şiirlerinde bahsi geçen Semudlar yaşayışları ile öyle övünürlerdi ki, kimseye ihtiyaçları olmayan mükemmel varlıklar olduklarına inanırlardı. Kendilerinden olmayanları, kendileri kadar güçlü saymadıklarını küçümsüyor, onlara haksızlık yapmaktan çekinmiyorlardı. Haksızlık ne kadar süre cezasız kalabilir, er veya geç kendisini de yer bitirir. Zamanla Semudlar yeni şeyler üretemez hale geldiler, ancak zayıf gördüklerine yaptıkları aşağılamalar devam etti. Yüce Allah onlara içlerinden birini, Hz. Salih’i peygamber olarak gönderdi.

SALİH PEYGAMBER

Salih peygamber “Ey halkım, Yaradanınızı unutmayınız. O sizi güçlü kıldı, çalıştınız, başarılı oldunuz. Fakat başarınız başınızı döndürdü, Allah’tan başka şeylere kendi eserlerinize tapıyorsunuz. Tövbe edin, taşkınlıklar yapmaktan vazgeçin. Allah’ın kulları olduğunuzu hatırlayın.” Kibirli olmayanlar Salih’e hak verdiler, fakat ileri gelenlerden çoğu onu akılsızlıkla, atalarının başarılarını küçümsemekle suçladı. İnananlara dediler ki, siz nereden biliyorsunuz Salih’in gerçekten peygamber olduğunu, biz onu akıllı biri sanırdık, fakat görüyoruz ki o sapıtmıştır. Salih peygambere dediler ki, “Eğer sana inanmamızı istiyorsan, senden önceki peygamberler gibi bize bir mucize getirmelisin.”

MUCİZE DEVE

Mucize Araf suresinde anlatılmıştır(7: 73-79). Salih peygamber ümide kapıldı Allah’a yalvarmaya başladı: “Rabbim, benden mucize istiyorlar, bana öyle bir mucize ver ki, doğruluğuma inansınlar.” Peygamberler tarihinden bilinmektedir ki, bir topluluk peygamberinden mucize istemekte ısrar eder, kendilerine mucize verilir, sonra yine inanmazlarsa, o topluluk muhakkak şiddetle cezalandırılır. Fakat inanmayanlara bunlar anlatılabilir mi! Onlar yine, bu sihirdir, deyip geçeceklerdir. Yüce Allah Salih peygambere bildirdi: “Halkına söyle, şehrin dışındaki büyük kayanın yanında toplansınlar, mucizeyi orada görecekler!” Salih peygamber haberi halkına bildirdi, gittiler baktılar, mucize bir dişi deveydi, onların görüp bildiklerine göre çok gelişmiş bir hayvandı. Memeleri sütle dolmuştu, fakirler hemen kapları ile yanaştılar, sağdılar, sanki süt hiç azalmıyordu.

DEVEYİ BESLEYEMEDİLER

Deveye ilişilmeyecekti. Su kaynağını bir gün deveye bırakacak, bir gün kendileri kullanacaktı. Deve kaynağa yanaştı mı, birikmiş suyun bütününü içiyordu. Kaynağın yeniden dolması için ertesi günü beklemeleri gerekiyordu. Salih’in itibarı artmıştı, inananlar çoğalıyordu. Fakat inanmayanlar durumdan memnun değildi. “Bu deveden bıktık usandık, suyumuzu elimizden alıyor, bu deve sihirden başka bir şey değildir, onu yok etmeliyiz, Salih’le ailesini de yok etmeliyiz” demeye başladılar. Dedikleri gibi yaptılar. Gece vakti devenin olduğu yere vardılar, içlerinden biri devenin bacaklarına bir ok attı. Deve can acısıyla öyle bağırdı ki, sesi duyan herkes devenin yanına koştu. Salih ve ailesini öldüremeden kaçtılar.

KORKUNÇ SES


Salih deveyi ölümden kurtaramadı. Fakat biliyordu ki, şimdi inanmayanlar mutlak bir felakete uğrayacaklardır. Salih peygambere üç gün süre tanındı, inananlarla birlikte şehri terk edecekti, öyle yaptılar. Onlardan sonra öyle şiddetli ve korkunç bir ses işitildi ki, o sağlam evler dinamitle patlatılmış gibi parçalanıp yok oldu. Peygamberimize ve müminlere bu olaylar anlatılıyordu ki, teselli bulsunlar, sabretsinler, sabrın sonu selamettir.

Yazının devamı...